6 Ekim 2013 Pazar

Açıla Saçıla Kapanan Demokrasi...- Mine Kırıkkanat

“Tarih, 5 Mayıs 2006. Alparslan Arslan adında bir avukat ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine el bombası atıldı. Sebep, türbana ilişkin bir karikatürdü. Bu bomba patlamadı. 
Tarih, 10 Mayıs 2006. Alparslan Arslan ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine ikinci kez el bombası atıldı. Bu bomba da patlamadı. Oysa kısa süre önce bomba atılmış bir gazetede, polis tarafından gözle görünür bir güvenlik tedbiri alınmamıştı, üstelik ikincisinden sonra da alınmayacaktı. Bombayı atanlar tüm MOBESE kameraları tarafından kaydedildiği halde her nasılsa yakalanamadı. Yeni bir saldırıya davetiye çıkarıldı. 
Tarih, 11 Mayıs 2006. Alparslan Arslan ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine üçüncü kez, güpegündüz el bombası atıldı. Bu bomba patladı. Yine tüm MOBESE kameralarına, çevre dükkânların, bankaların güvenlik kameralarına kaydedilen ve kaçan Alparslan Arslan, elini kolunu sallayarak bir hafta boyunca aynı bölgede dolaştı. Olay yerindeki dükkânların kamera kayıtlarını incelemek dahil, en önemli araştırmalar nedense yapılmadı. Alparslan Arslan’a Danıştay cinayetini işlemesi için adeta fırsat verildi. 
Bu sistemli ihmallerin nasıl yapıldığını ilerde açıklayacağız; fakat önce daha vahim bir bilgi aktarayım: Ergenekon yargılamalarında belgeler incelenirken, Alparslan Arslan’ın 7 Mayıs 2006’dan öteye telefonunun dinlendiği ortaya çıktı. 
***
Tarih, 15 Mayıs 2006. Ceyhan Mumcu’ya gelen birisi (Mumcu’nun beyanına göre Mason locasına kayıtlı biri) Danıştay ve Yargıtay’a saldırı olacağını açıkladı. Ceyhan Mumcu bu bilgiyi birçok gazete ve yayın organına ulaştırdı, ama hiçbiri bu konuda yayın yapmadı.
Alparslan Aslan, yanına Osman Yıldırım, İsmail Sağır ve Erhan Timuroğluisimli arkadaşlarını da alarak 15 Mayıs akşamı Ankara’ya gitti. Bir otele yerleştiler. 16 Mayıs’ta Danıştay binasında keşif yaptılar. 
Tarih, 17 Mayıs 2006. Saat 09.30. Alparslan Arslan avukat kimliğiyle Danıştay binasına girdi, bir gün önce yerini öğrendiği 2. Daire’ye yöneldi. Hiçbir engelle karşılaşmadan kapıyı açtı ve heyetin üzerine mermi yağdırdı. Defalarca koruma talep ettikleri halde bu talepleri reddedilmiş 2. Daire üyelerinden Mustafa Yücel Özbilgin şehit oldu. Başkan Mustafa Birden, üye Hâkim Ayfer Özdemir, Ayla Gönenç ve Tetkik Hâkimi Ahmet Çobanoğlu yaralandı.
Cinayet işlendiği sırada Alparslan Arslan’la birlikte Ankara’ya gelen İsmail Sağır ve Erhan Timuroğlu, oteldeydiler. Otel kayıtlarına ve arkadaşlarının ifadelerine göre dışarıda olan Osman Yıldırım hemen otele döndü, arkadaşlarını aldı ve otobüs terminaline götürüp İstanbul’a yolladı. Kendisi de Nevşehir’e ablasının yanına gitti. Katil Alparslan Aslan, Danıştay binasından çıkarken, diğerleri de gittikleri yerlerde yakalandılar. 
Cinayetin nedeni, Danıştay 2. Dairesi’nin başörtülü bir anaokulu öğretmeniyle ilgili verdiği ve çok tartışılan karardı. Okulda başörtüsü kullanmayan öğretmenin, okula geliş ve gidişlerinde de başörtüsü kullanamayacağına hükmedilmişti. Başbakan Erdoğan kısa süre önce bu kararından dolayı Danıştay hakkında zehir zemberek bir açıklama yapmış ve hemen arkasından da Vakit gazetesi ‘İşte O Üyeler’ manşetiyle saldırıya uğrayan Danıştay üyelerini, fotoğraflarını yayımlayarak hedef göstermişti. İşte o üyeler, şimdi dinci şiddetin hedefi olmuşlardı.”
***
Yukarda okuduğunuz satırlar, Oktay Yıldırım’ın Silivri cezaevinde yazdığı 17 Mayıs 2006 9:45* ana başlıklı belgesel kitabından özet alıntılardır.
Devamını ben getireyim.
Oyunun son perdesi şöyle açıldı:
Tarih 23 Eylül 2013. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, toplam 147 bin 304 kişi kapasiteli cezaevlerinde 131 bin 649 tutuklu ve hükümlü olduğunu açıkladı ve müjdeyi verdi: Önümüzdeki 5 yıl içinde 207 yeni cezaevi daha hizmete girecek.
Tarih 30 Eylül 2013. Başbakan Erdoğan, yine bir demokrasi paketi açtı. AKP’li Türkiye’ye zaten yakışmayan “Türküm, doğruyum...” andının kaldırılacağı ve kamuda tesettüre özgürlük müjdesini verdi.
Tesettür özgürlüğünün aslında kadın başı yasağı olduğunu düşünecek olursanız, bu iki müjdeyi birleştirince perdenin neyin üstüne indiğini söylememe, bilmem gerek var mı?
*OKTAY YILDIRIM, Danıştay’dan Ergenekon’a Bir Suikastın İçyüzü/ Kaynak Yayınları, 2013
G NOKTASI
Sana şiirle gelsem
Şşt şşt desem
Ses verir misin?
Bir selam
Bir söz
Unutulmuş bir şair
Kalp köşesinden sesleniyor
Sana şiirle geldim
Hangi rengi istersen
Gözlerinde
Eteğinde
Kelimelerinde
Sana güneşle geldim
Hangi pırıltıyı istersen
Kalbinde
Ellerinde
Kelimelerinde
Bir ses verir misin
Kelimelerinle

Refika Toraman

Y.N. Bana bu güzel şiirle seslenen özel okurum Refika Hanım’a teşekkür ediyorum. Siz bu satırları okurken, ben Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne doğru yola çıkmış olacağım. Gelecek çarşamba, güneşli gökyüzü altındaki beyazperdeden haberler vereceğim, sizlere. 
“Sansürün en uç tezahürü, cinayettir.”
GEORGES BERNARD SHAW
Mine Kırıkkanat.
6 Ekim 2013 - Cumhuriyet

5 Ekim 2013 Cumartesi

Ulus Devlete Veda Öyle Kolay Değil - ALİ SİRMEN

Perşembe günkü Milliyet’te New York Times’ın ülkemizde de çok tartışılacak olan bir haberi vardı. Bölgemizdeki 5 ülkenin ileride 14 ülkeye dönüşebileceğinin belirtildiği haberde, geleceğin bölünmüşlüğünün tüyler ürpertici haritası da yer alıyordu
Devir, bölgede emperyalizmin parçalama devri.
Haberde Türkiye’den bahis olmasa da, senaryoda bizim de bulunduğumuz biliniyor.
Milliyet söz konusu haberini yayımlamadan bir gün önce, tüm yazılarını ilgi ve beğeniyle izlediğim Ege Cansen, Hürriyet’teki “Ulus devlet bitti” yazısında ulus devlete hüzünle veda ediyor ve Başbakan’ın açıkladığı paketin, tek milletli Türk devletini, Osmanlı devleti gibi çok milletli hale dönüştürmek için atılmış bir adım olduğunu söylüyordu.
Bu görüşte olanlar, hatta okullardaki andın kaldırılmasını da bu çerçeve içinde ele alanlar ve endişe duyanlar hiç de az olmadığına göre aşağıdaki sorular günceldir:
- Bir devlet çok milletli hale gelince ne olur?
- Birden çok millet, bir devlet çatısı altında barınabilir mi?
Hemen akla geliveren özerklik ve federal sistem yanıtları, tarihin sergilediği örnekler göz önünde bulundurulunca o kadar da güven verici görünmüyorlar.
***

Tarih bize etnik tabana dayalı özerklik ve federal sistemlerin kalıcı olmadıklarını, bir süre sonra bu yapıların parçalanma, daha kibar deyimiyle ayrılma ile sonuçlandığını gösteriyor.
Şu anda İspanya’da ve Belçika’da yaşanmakta olanlar da bu görüşü destekliyor.
Tabii bu olgu, uluslaşma sürecine girmiş toplumları bu yoldan geri döndürmenin mümkün olmadığı gerçeğini de değiştirmiyor.
Aynı şekilde, mutabakat temeline dayalı, sübjektivist, demokratik, çağdaş ulus devletlerin de dayatma yöntemiyle sürdürülmesinin imkânsızlığı da tartışma götürmüyor.
İnsanlığın tarihi sürekli bir değişim sürecidir. Bir toplumun ulus devlete veda etmesi vakti gelmiş ise bunu zorla durdurmak mümkün değildir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bir ulus devlete veda ederek, ondan daha fazla ulus devletler çıkarmak da o kadar kolay değildir.
Tarihin bize öğrettiği kural şudur:
- Ulus devletlerin sınırları ne yazık ki kanla çizilmiştir hep.
Bu olgunun istisnası ise 31 Aralık 1993’te, karşılıklı rızalarıyla, barışçıl bir biçimde ayrılmış olan Çekler ve Slovaklardır.
Ancak Çek ve Slovak siyasetçilerin Pittsburg’da toplanarak kurdukları Çekoslovakya’da (son kuruluşu 1945) önceden sınırları net şekilde belli Çek ve Slovak birimlerinin var olduğu gerçeğini unutmayalım.
***

“Buraya kadar olanlar gibi bundan sonra dile getirilecek olanlar da, özlemler değil, gözlemlerdir” diye belirttikten sonra, özetleyerek devam edelim:
Ulus devletlerin, etnik özerk birimlere veya etnik federatif yapılara dönüşmeleri geçici bir süreçtir, ayrılma veya parçalanma ile sonuçlanması kaçınılmazdır.
Bir etnik devletin içinden, birden fazla ulus devlet çıkması dünyanın sonu değildir. Osmanlı’nın bağrından çıkmış olan devletler, bu arada TC bunun kanıtıdır.
Ancak burada aşılması gereken bir sorun vardır: Sınırlar ne olacak?
Ayrılma formülü üzerinde yoğunlaşanlar, bu sorunu da düşünmek zorundadır.
Türkiye’de ulus devleti sona erdirmek isteyenler bu gerçekleri göz ardı etmeyip, karşılaşacakları devasa sorunları da görmezden gelmemelidir.
Yoksa teorik olarak pek de âlâ her iki tarafı da mutlu etmesi düşünülebilecek olan bir çözüme gidildiği sanılırken çok daha acılı bir sürecin içine düşülmesi kaçınılmazdır.
Bu yazı pek yüksek sesle dillendirilmese bile çokça mırıldanılan kimi çözümlerin hangi olasılıkları da içerdiğini anımsatmak için yazılmıştır.
Evet demokrasilerde her çözüm tartışılır.
Ama tartışmanın sağlıklı olabilmesi, neyin ne olduğunun bilinmesine bağlıdır.
ALİ SİRMEN

5 Ekim 2013 - Cumhuriyet

2 Ekim 2013 Çarşamba

Özgürlüğün simgesiydi - EVİN İLYASOĞLU

Tuncel Kurtiz, güçlüydü, kuvvetliydi, kavga etti mi ederdi, dövdü mü döverdi... Gümbür gümbür sesiyle sahneyi de mahalleyi de inletirdi. Müziğin her dalını seviyordu
* Ağabeyim Ergin Sander’in yakın arkadaşıydı Tuncel Ağabey. Sonra ailelerimiz birleşti, ağabeyim Tuncel Ağabey’in kız kardeşi Sezgin’le evlendi. Ben de zaman zaman onların gruplarına girdim. Hayatımda ilk kez meyhaneye onlarla gittim. Tuncel Ağabey benim ilk gençlik yıllarımda özgürlüğün, hatta biraz da çılgınlığın simgesiydi. 
Arnavutköy’ün Mumhane Yokuşu kış geceleri buz tutardı. Yokuşun ortasındaki 15 numaralı ahşap köşkün üst katında yalnız bizim dört kişilik ailemiz yaşamaktaydı. 1960’lı yılların başıydı. Ben konservatuvar ve Amerikan Kız Koleji öğrencisiydim. Buzlu bir gece yarısı kapımız çalındı. Korku içinde açtık. Tuncel Ağabey, yanında Tuncer Necmioğlu ve bir tiyatrocu daha. Benden uyku sersemi, hüzünlü bir Chopin çalmamı istiyorlar. Ama neden bu saatte? O sırada Kenter Tiyatrosu’nda oynadıkları bir Chekov piyesinde intihar etmek üzere olan kahramanın çaldığı müziği duyurmalıymışım. Eğer gün ortası gelselermiş ben kusursuz çalmaya gayret edermişim, oysa buzlu bir gece yarısı mutlaka intihar etmenin ruh halini daha iyi yansıtırmışım! Evet, kırık dökük bir Chopin Noktürn çaldım onlara: Do diyez minör. Bütün mevsim onunla oynadı piyes. Bana da Martı oyunu için iki kişilik davetiye geldi.
Ağabeyim 
Ergin Sander’in yakın arkadaşıydı Tuncel Ağabey. Sonra ailelerimiz birleşti, ağabeyim Tuncel Ağabey’in kız kardeşi Sezgin’le evlendi. Sezgin psikolojide okuyor, resim yapıyordu. Ağabeyim hukukta okuyor, şiir yazıyordu. Ben de zaman zaman onların gruplarına girdim. Hayatımda ilk kez meyhaneye onlarla gittim: Arnavutköy’deki Arno ve Beti’nin mahzeni! İlk kez kırmızı şarabı onlarla tattım, buruk ve ekşi... Tuncel Ağabey benim ilk gençlik yıllarımda özgürlüğün, hatta biraz da çılgınlığın simgesiydi. İlk mitoloji kitabını onda görmüştüm: Edith Hamilton’un Mitolojisini ondan almıştım, o kitap hâlâ kitaplığımdadır. Mitolojiye tutkum da o yıllarda başlamıştı. Deniz kenarındaki evlerinin damına çıkınca bizim ev görünür, hatta seslerimiz duyulurdu. Tuncel Ağabey zaman zaman çatıya çıkıp seslenerek bana müzik ısmarlardı: “Beethoven çal, gümbür gümbür olsun, duyalım buradan!” Camları açıp Beethoven’in, Schumann’ın parçalarını olabildiğince gümbürtülü çalardım. Gerçekten duyar mıydı ya da dinleyebilir miydi, bilmem. Ama ben coşup çalardım işte...Nâzım şiirleri o sıralarda kurşunkalemle yazılmış defter sayfalarında aramızda dolaşıyordu. O şiirleri de ilk kez Tuncel Ağabey’den dinlemiştim. Sandalla Boğaz’da denize girdiğimiz zamanlar Şeyh Bedrettin Destanı’nı güneşin altında baştan sona okumuş ve oynamıştı. Sözcükleri hecelere bölüyor, uzatıyor kimi zaman düz okuyor, kimi zaman ezgisel ve ritmsel öğelerle coşturuyordu. Tempoyu ağırlaştırıp hızlandırması ise tekdüzeliği önlüyordu. Birkaç yıl sonra Aydın Engin’in Devr-i Süleyman’ını da baştan sona sandalda oynamıştı bizlere. Güçlüydü, kuvvetliydi, kavga etti mi ederdi, dövdü mü döverdi... Gümbür gümbür sesiyle sahneyi de mahalleyi de inletirdi. Müziğin her dalını seviyordu. Klasik, modern, caz, minimalist... Kaç yıldır Boğaziçi konserlerimize kombine bilet alıp eşi Menent ile geliyordu. Çarşamba geceleri onu çok arayacağız.
EVİN İLYASOĞLU

2 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Gürhan Tümer...- Oktay Ekinci

Eskişehir’in Tepebaşı Belediyesi’nce her ay düzenlenen “Kent ve Kültür Söyleşileri”ne İzmir’in yüz akı öğretmen mimarlarından Gürhan Tümer’i de çağıracaktık… Ancak nasip olamadı. 20 Eylül’de yitirdik.
Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tümer, kent ve mimarlık alanındaki eleştirel ve gerçekçi fikirleriyle hepimizi etkileyen bir mimar düşünürümüzdü. Türkiye’nin temel sorunu “bozuk düzen kentleşme” ile bütünleşen “ranta tutsak mimarlığımız”ı tartışmak isteyenlerin önde gelen başvuru isimleri arasındaydı.
Sadece öğrencilerini değil, örneğin “akitera.com”daki yazılarını okuyan; konuşmalarını dinleyip kitaplarını başuçlarından eksik etmeyen herkesi“eğiten” bir akademisyendi. Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde asistanken Fransız hükümetinin bursuyla 1 yıl Paris Vincennes Üniversitesi’nde doktora dersleri almış olmasına rağmen İzmir hakkındaki bir yazısında yer alan şu sözlerini hangi “Fransa hayranı” aydınımız söyleyebilir?
“Türkiye’nin ‘Küçük Amerika’ olmasını kınayanların, İzmir’in ‘Küçük Paris’olmasını hoş görmelerini, onaylamalarını, o günlere nostalji duymalarını anlamakta güçlük çekiyorum. Bence, Paris’in ‘küçüğü’ olmak, küçültücü bir şeydir, bir sömürge kimliğine, bir maymun kimliğine sahip olmak demektir. Bir tür kimliksizliktir.”
Mimarlık ve düşünce dünyamız, Gürhan Tümer’in yeri doldurulamayacak alçakgönüllü kişiliğini unutmayacak..
Ardı ardına!..
Son günlerde ardı ardına hüzünlü haberlerle baş başayız...
Gürhan Tümer, yine İzmir’in yetiştirdiği öğretmen mimarlardan Prof. Dr.Ahmet Eyüce’yi yitirmemizin peşinden toprağa verilmişti. Herkesin hayranlık duyduğu Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dekanımız Eyüce de tüm mimarlık ve kültür dünyamızı yasa boğmuştu.
Geçenlerde ODTÜ, Kültür Bakanlığı ve Mimarlar Odası’nın kültür mirasımızı koruma militanlarından mimar Emre Madran’ı da uğurladık.
Fark edilemeyen yorgun kalbi, belli ki şu “kalpsiz” çevre düşmanlarının tarihsel mirasımızı umarsızca tahrip etmelerine artık dayanamamıştı..
Madran’ın ilk yas günü ise sinema ve sanat dünyamızın büyük ismi Tuncel Kurtiz’le vedalaşıyorduk. Yaşarken efsaneleşen kültür savaşçımız, geçen haziranda Tepebaşı söyleşilerimizin de konuğu olmuş, körelmeye yüz tutan umutları tazelemişti.
Ertesi gün tekrar sarsıldığımız acı haberse Cumhuriyetimizin değerini ulusumuza yeniden anımsatan Turgut Özakman’ı yitirmemizdi… Özakman için “Çılgın Türk öldü!” manşetini atanlar, acaba kendi varlıklarını da aynı“efsanevi çılgınlık”a borçlu olduklarını anımsamışlar mıydı?
Anadolu’da ‘Gezi ruhu’
Bu yıl her ayın ilk çarşambası yapılacak Tepebaşı Kent ve Kültür Söyleşilerimiz, “Anadolu’da Gezi Ruhu” temasını içerecek.
İlk söz 2 Ekim’de İsa Çelik’te; “Gezi ruhu”nun Anadolu’daki yaşam gerçeklerini fotoğraf şöleniyle sergileyecek… Kasımda Ataman Demir,Anadolu mimarlığındaki gizli “Gezi ruhu”nu, aralıkta da Nezih Başgelenarkeolojimizin ilk ‘gezginler’ini anlatacak… Herkesi Eskişehir’e bekliyoruz...
Oktay Ekinci
2 Ekim 2013 - Cumhuriyet

CIA Bosna savaşının gizli belgelerini açıkladı-Cumhuriyet Portal.

ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Bosna savaşı ile ilgili yaklaşık 300 belgeyi kamuoyuyla paylaştı.

Belgelerde, çoğunlukla Bosna'da 1992-1995 yılları arasında devam eden savaş sırasında, istihbarat ve devlet başkanlığı düzeyinde karar verme mekanizması konuları işleniyor.
ABD'nin Arkansas eyaletine bağlı Little Rock kentinde Bosna savaşının gizli belgelerinin açıklanması nedeniyle düzenlenen toplantıya, Bosna'daki savaş döneminde ABD Başkanı olan Bill Clinton, eski ABD Dışişleri Bakanı ve Birleşmiş Milletler (BM) Büyükelçisi Madeleine Albright, eski Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Orgeneral Wesley Clark, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Sandy Berger ve eski CIA İstihbarat Müdür Yardımcısı John Gannon katıldı.
İki farklı senaryo
Kamuoyuyla paylaşılan gizli belgelerde, 1995 yılında, ABD'li diplomatlar, Bosna savaşının sona erdirilmesi için 2 farklı senaryoyu tartışıyor. Bunlardan biri savaşın barış anlaşması ile 1995'te sona ermesini öngörürken, ikincisi, savaşın 1996 yılı boyunca devam etmesi ve buna karşı alınacak tedbirler görüşülüyor. Belgelerde, ayrıca Bosna Hersek'i oluşturan iki entiteden biri olan Bosna Sırp Cumhuriyeti'nde referandum yapılarak, bu bölgenin Bosna Hersek'ten ayrılması ve Sırbistan ile konfederasyon çerçevesinde birleşme olasılığıı gözden geçiriliyor. Ancak o dönemde Bosnalı Sırplar'ın siyasi lideri Radovan Karaciç'in, Bosna Sırp Cumhuriyeti'nin Sırbistan ile konfederasyon çerçevesinde birleşmesi olasılığına, "gücünü kaybetmekten korktuğu için karşı çıktığına" yer veriliyor. Belgelerde ayrıca, askeri tehdit ve kısa süreli diplomatik izolasyon yöntemleri kullanılarak Karaciç ile bu şekilde baş edilmesi gerektiğine işaret ediliyor.
Belgelerde 11 Temmuz 1995 yılında Srebrenitsa'da yaşanan soykırımın ardından yaşanan gelişmeler de yer alıyor. Srebrenitsa soykırımından 3 gün sonra, 14 Temmuz 1995 yılında hazırlanan bir belgede, Bosnalı Sırplar'ın Srebrenitsa'da yaşayan sivilleri zorla tahliye ettikleri ve çatışmaların Bosna Hersek'in doğusunda bulunan Jepa kentinin etrafında devam ettiği belirtiliyor.
Internet sitesinde
Bosna savaşıyla ilgili açıklanan yaklaşık 300 belgeye CIA'nın internet sitesinden de ulaşılabiliyor. Bosna'da 1992-1995 yılları arasında yaşanan, çoğunluğu Boşnak yaklaşık 100 bin kişinin öldüğü savaş, 1995 yılında ABD'de imzalanan Dayton Barış Antlaşması ile sona erdi. Bosna savaşının baş aktörlerinden savaş döneminde Bosnalı Sırplar'ın siyasi lideri Radovan Karaciç ile general Ratko Mladiç halen Lahey'deki mahkemede tutuklu olarak yargılanıyor. Sırbistan'ın eski devlet başkanı Slobodan Miloşeviç ise Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi'nce tutuklu olarak yargılanırken, 2006 yılında hücresinde ölmüştü.
Cumhuriyet Portal
2 Ekim 2013

29 Eylül 2013 Pazar

'Çılgın Türk' de gitti - HİKMET ÇETİNKAYA

Sözcükler büyüyor dudaklarında, toprak kış uykusuna yatmaya hazırlanıyor...
Bir takvim yaprağı daha düşüyor!
Gözlerin büyüyor ansızın, Cumartesi Anneleri toplanıyor, kayıp çocuklar, umutlar, hüzünler, zamana yenik düşen gençler.
Sevdalı bir kuş ötüyor dağların denize inen yamaçlarında.
Kumun, toprağın, ağaçların arasında...
Bir çocuğu vatan haini olarak gören bir düşünce, güz sancısı gibi tüm bedenini kuşatırken, 13 yaşında Ali’nin başına gelenler hiçbirimizi pek ilgilendirmiyor.
Kin ve nefret tohumları yeşeriyor çiçekler yerine toprakta.
İntikam dalgası bir deniz gibi kabarıyor...
Yalnızlık kapını çalıyor...
Oysa gökyüzü çözülüyor, gün maviyle uyanmaya hazırlanıyor.
Sabaha karşı yapılan baskınlar, o çocuklargençler alıp götürülüyor.
Birbirimizi yok etmek, ekmeğiyle oynamak, hor görmek, aşağılamak nedir söyler misiniz?
Bu sevgisizlik, düşmanlık!
Ne anlama geliyor bunlar?
Asit kuyularından toplanan insan kemikleri, o 90’lı yıllar, öldürülen gazeteciler, aydınlar, işadamları...
Devlet içindeki o örgütlü silahlı güç!
Kim nerede duruyor ya da saklanıyor!..
Dinindilininancın ne olursa olsun niçin topraktan fışkırıp patlamıyorsevda tomurcukları?
Hangi kültür, hangi özgürlük, hangi demokrasi bunun adı!
Düşünüyorum uzun uzun ama yanıtını veremiyorum...
***
Cuma günü öğle saatlerinde o kocaman yürekli, coşkulu insan Tuncel Kurtiz’in ölüm haberi...
Ve dün yine öğle saatlerinde Turgut Özakman’ı yitirdiğimizin haberi...
Sonbahar acımasız, vuruyor güzel insanlara!
Ölüm kapıyı çalıyor ansızın!
Ne kimliğin kalıyor, ne dilin, dinin, inancın ve sınıfın.
13 yaşındaki vatan haini çocuğu düşünürken, güneşin ısıttığı bir güz bahçesinde köklerin arasında yıkanıyor kan.
Özakman’ı en son Adana’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda görmüş, bir akşam uzun uzun sohbet etmiştik...
Şu Çılgın Türkler”di konumuz...
Kurtuluş Savaşı destanı, Mustafa Kemal ve arkadaşları...
Kitabın bir milyonu aşan baskısı...
Özakman’ın o mütevazı havası, sevecenliği.
O bir tiyatro yazarıydı.
Lise yıllarında, Özakman’ın yazdığı “Güneşte On Kişi” oyununu okulun tiyatro kolu olarak velilere oynamıştık...
O gece anlatınca, çocuklar gibi sevinmişti.
Zamanın akışında engin sulara yönelmiştik...
Hiç kimse ölümü düşünmez.
Ölüm ansızın gelir, bir kırlangıç gibi beyaz yalnızlıklara götürür insanı.
Belki o yüzden hüznün ve acının bahçesi vardı...
Her düşen takvim yaprağı hayatla ölümü birbiriyle karıştırır...
Bir şiirin dizeleri, çiçeklenmiş bir dünyanın sevecenliğini yansıtır acıyla karışık:
Bilsin ki benim yüreğimdir içli dışlı atan
Bu açılan ocağının acımtırak gülleridir
Ufukları şiire benzer güzelliğiyle donanan
Ay ışığı vurdu mu odanın içine, güneş camları parlattı mı, belki aklınıza 13yaşındaki çocuk da gelir zindanda çürüyen...
Vatan hainliği, demokrasi paketi, palalı vahşeti, asit kuyuları...
Cinayet şebekeleri...
***
İlkçağların anıları nasıl yok olduysa 2000’li yılların anıları da yok olacak...
Bir “Çılgın Türk” daha bir yıldız gibi kayıp gitti ışık saçarak...
Aydınlanmanın o güleç yüzü, bir yurtsever, yazar, çakıl taşları toplayarak, gençlere güvencini hiç yitirmeden “haydi vakit tamam” dedi gülümseyerek...
Bir takvim yaprağı daha düştü...
Bana da Cahit Külebi’nin şu dizelerini yazmak kaldı:
Bu gece, bu gece
Uykusuzum, kederliyim, deliyim.
Yüzünde uzak sevgilerin derin aydınlığı, 
Durmayalım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta
Bu gece ölmemeliyim.”
Hikmet Çetinkaya
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet

Laiklikte Büyük Kırılma-Orhan Bursalı

Hayır öyle az buz değil, bayağı bir kırılma söz konusu. 11 yıldır tartışma nasıl başladı, hangi aşamalardan geçti anımsayan var mı? Sizi kastetmiyorum, tabii ki unutmadınız! Yani laiklik üzerine tartışmaları... Yeni rejimin, yeni liderin hayranı, ayran, para pul, unvan, ekran köşe budalası yarım okumuş takım, laikliği önemseyenlere koro halinde “laikçiler” diye saldırıyordu...
Tabii burada kilit nokta, kim saldırttı ve ne adına hangi amaçla... Bunu da biliyorsunuz...
Neymiş, önemli olan liberalizm, liberal demokrasi, birey hakları imiş. Laikliği toplum, ülke yönetiminin, rejimin merkezine oturtursanız, demokrasi, liberalizm, birey ve hakları ortadan kalkar ve önemsenmezmiş. Katı laik tutum yani laikçilik diktatörlükmüş. Laikçilik esas Kemalist diktatörlüğün de temeliymiş. Laikçilik de Kemalist ideoloji de yıkılıp giderse demokrasi gelirmiş.
Şüphesiz bu “rejim tartışması” türban üzerinden başarıyla yapıldı ve bugün geldiğimiz nokta, yelkenlerini durmadan bir din devleti, ülkesi ve rejimi için dolduran bir iktidar yapılanmasıdır. Siyasal İslami yönetim, artık böyle bir ülke için, ilköğretimden itibaren insan yetiştiriyor. Laikliği fiili uygulamada devlet ve yönetim dışı bırakıyor. 
***

Cumhuriyet’in dünkü manşeti, Diyanet’ten 5 bine yakın din görevlisinin devlete, öğretmenliğe yatay geçişini anlatıyordu. Son öğretmen atamalarında da temel bilimsel alanlarda o kadar öğretmen açığı varken ve hepsi atama beklerken 3 bin kadar kadronun neredeyse tamamı din öğretmenliği için kullanıldı. Dozu ve şiddeti neredeyse her gün artırıyor.
Başbakan durmadan tekrarlıyor: İslami bir gençlik yetiştireceğiz. Eğitimde yapılan neredeyse tüm değişikliklerin amacı bu. Yurttaşların çocuklarını nasıl yetiştireceği meselesini hakkını, hukukunu, iradesini devralan ve buna karar veren bir devlet, ne laik bir devlet ve hükümet olabilir ne de seküler bir toplum istemektedir.
Yaklaşık tanımı veya özü, dinin devlet ve siyaset işlerinden ayrılması demek olan laiklik, bu iktidarın parça parça yok ettiği bir ilke olmuştur. Başbakanlık makamında oturan bir yetkilinin, hem okul yönetimini hem aileleri seçmeli derslerde din derslerini seçmeleri konusunda uyarmaya zerre kadar hakkı yoktur ve bu tutumuyla anayasayı çiğnemektedir. Öyle ki din derslerini aktif olarak öğrencilere tavsiye etmedikleri gerekçesiyle öğretmenler hakkında soruşturma bile açılabilmekte. Bu kadar ayan beyan ve bu kadar utanmazca bir uygulama!
Laiklikte devlet okullarında sadece bilimsel bilgilere dayalı bir eğitim verebilir. Ama iktidar 4+4+4 eğitim yasasıyla, dini ölçek ve boyutuyla İslamileşmeyi yurttaşlara dayatıyor.
İktidar, dahası yerel yönetimler marifetiyle de toplumda seküler hayatın mezarını kazıyor, örneğin ramazanda Anadolu’da yemek yiyemeyen ve sürekli toplumsal dini bir baskı altında yaşadığını hisseden bir yurttaş, nasıl bir toplumda yaşıyor? Bir arada yaşama hoşgörüsünün temelleri dinamitleniyor. Özellikle Alevilere yapılan budur ve tam anlamıyla bir Sünni diktası hüküm sürüyor, ülke hem dinsel hem de mezhepsel parçalanıyor... İktidar Diyanet’i de fiilen toplumu İslamileştirmenin aracı olarak kullanıyor.
Bu iktidar, eğitim ve yönetim konusunda attığı her adımda “dini, İslami bir ölçü, ölçek, ilke, temel” ve kendine parasal bir fayda gözetiyor.
Toplumun çok farklı parçalarını bir arada tutan ve tutacak olan seküler toplum ve laik yönetim, büyük ölçüde sakatlanmıştır ve Türkiye’yi bir arada tutan bağlar baltalarla kesilmektedir.
***

Laikçilik diye bir şey yok. Laiklik ya vardır ya yoktur; laiklik kılık kıyafet tartışması değildir; ne yazık ki koskoca bir düşünce sistemi, demokrasi, kılık kıyafete indirgenmiş ve sonuçta bir tek adamın İslami diktatörlük sistemi inşa edilmiştir.
Laikçi diye sisteme saldıranların hepsi, İslamı bir güç ve yönetim aracı olarak bol bol kullanan bir diktatörlüğün temellerini inşa için kullanılan basit birer tuğlalardır.

Gizli Tanıdık

Sevgili İlhan Taşcı tam da yukarıda anlattığım sistemin hukuk ve yargı aracıyla nasıl kurulduğunu ve işlediğini anlatan kitabı yazdı: Gizli Tanıdık! İlhan, kim bu gizli tanıklar, ne anlatıyorlar, diye soruyor ve yanıtını veriyor. İlhan’ın sergiledikleri bir hukuk ve yargı faciasıdır. Ancak keyfi bir yönetimde, bir diktatörlükte görülebilecek nitelikte olaylardır. Savcıların ve polisin kullandığı ve normal koşullarda hiçbirinin mahkeme olarak kabul edilemeyeceği “mahkeme”lerin de mahkûmiyet kararlarını dayandırdıkları“gizli tanıklar” yargının nasıl katledildiğinin yaşayan delilleridir!
İlhan’ın anlattıkları, bir diktatörlüğün, hukuku, yargıyı, insanları mahkûm etmek için sadece bir bahane olarak kullandığının resmi geçididir.
O kadar yani..
İktidar, İslami ve tek adam diktatörlüğünü, önemli ölçüde de yasalarla meşru temelde yargı eliyle yürütüyor. Yargı, iktidarın bir numaralı dönüştürme aracıdır. Silivri’de Ergenekon ve Balyoz davalarından mahkûm olan bütün masumlar da bu aracın kurbanları..
“Gizli Tanıdık” için İlhan’a koskoca bir teşekkür. Kitap sizleri bekliyor.

Orhan Bursalı
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet

Sarıkamış'ın Kurtuluşu ve Kâzım Karabekir Paşa-Oktay Ekinci

Bugün Sarıkamış’ın 1920’de Rus Çarlığı işgalinden kurtuluşunun 93’üncü yıldönümü. Kars’ın kayak turizmiyle ün yapmış çam ormanlarıyla kaplı ilçesinde tarih yeniden yaşanıyor…
1914-15 kışında Allahuekber Dağları’ndaki dondurucu soğuğa “terk edilen”90 bin Mehmetçiğimiz donarak şehit oldular. Uzun yıllar arşivlerde kalan bu büyük dramın peşine düşen Sarıkamışlı kalp cerrahımız Dr. Bingür Sönmez’e, geçmişin fark edilmesini(!) sağladığı için ulusça şükran borçluyuz.
Dramın şoku sürerken Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki ordumuzun işgalcileri bölgeden tümüyle kovduğu “Sarıkamış harekâtı” ise Atatürk’ün deyişiyle “Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk askeri zaferi”dir.
Anadolu’nun batısında, emperyalizmin Yunanlıları kullanarak gerçekleştirdiği işgale karşı ulusal direniş örgütlenirken, doğusunda da Sarıkamış’ın ardından 30 Eylül’de Selim, Ekim’in 1’inde Kağızman, 22’sinde Digor, 30’unda Kars, 3 Kasım’da da Kızılçakçak (Akyaka), Arpaçay ve Susuz’un kurtuluşu Gürcistan’daki Batum ile Ermenistan’daki Gümrü bile Ruslardan geri alındı.
Bu büyük zaferin lideri Kâzım Karabekir, Osmanlı hükümetince Mustafa Kemal’i yakalamakla görevlendirilmesine rağmen, Ulu Önderimize “Ordumla birlikte emirlerinizi bekliyoruz” diyerek bağımsızlık savaşımızın “Şark Cephesi Komutanı” olmuştu.
gerçekleşti…
Tarihi antlaşmalar
Sarıkamış’ın kurtuluşuyla başlayan büyük yürüyüş, bölgede barışı sağlayan 3 Aralık 1920’deki Gümrü Antlaşması’na neden olmuş; hem bu antlaşmayı“TBMM Murahhası” sıfatıyla imzalayan; hem de 8 Ekim 1921’de sonlananKars Konferansı’na bu kez “Türkiye Baş Murahhası” olarak başkanlık yapan; aynı günlerde Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’la bugünkü dost komşuluk ilkelerinin belirlendiği Kars Antlaşması’nı yine TBMM adına onaylayan Karabekir Paşa, savaş sırasında elde edilen silah ve cephaneyi Batı Cephesi’ne aktarmakla Ulusal Kurtuluşumuza çok yönlü katkılarda da bulunmuştu.
Bu süreçte Ermenistan’da yönetime gelen “Bolşevik”lerle birlikte 1917’dekiEkim Devrimi’yle Moskova’da iktidarı ele almış Sovyet hükümetinin Kurtuluş Savaşımıza dostça yaklaşmaya başlamaları, aynı tarihsel ilişkiler içinde Sarıkamış Zaferi’nin en önemli sonuçlarından birisidir.
Adı minnetle yaşatılıyor
Kurtuluş Savaşımızın zaferle sonuçlanması ve Doğu illerimiz ile komşu ülkeler arasındaki sınırların “anlaşarak” kesinleşmesi üzerine 21 Ekim 1923’te, yani Cumhuriyetin ilanından bir hafta önce Doğu Cephesi lağvedildi. Karabekir Paşa da 1’nci Ordu Müfettişliği’ne atanarak, İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi.
Sarıkamış’taki bir askeri kışla ve iki lisenin adı “Kâzım Karabekir” adını taşırken, ilköğretim okullarından birinin adı da “29 Eylül”dür… Aynı minnet duygularıyla Kars’ta ve kimi diğer ilçelerinde de en güzel caddeler ile birçok okula kurtuluş günü tarihleri ve kumandanımızın ismi verilmiştir.
Sarıkamışlıların 29 Eylül bayramlarını kutlarken, Karabekir Paşamızı da saygıyla anıyoruz.
Oktay Ekinci
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet

28 Eylül 2013 Cumartesi

New York'ta Gül'den 'Gezi Takıyyesi'…- Nilgün Cerrahoğlu.

Gül, BM Genel Kurulu’nun açılışı için gittiği ABD’de finans temsilcileriyle bir araya gelmiş, yöneltilen “Gezi” soruları karşısında, “olayların başlangıcı ile gurur duyduğunu” söylemiş.
Ancak Gül’ün bu yanıtı daha sonra Cumhurbaşkanı’nın resmi internet sayfasında sansürlenmiş!
Nereden baksanız skandal!
Ruhani’nin New York’taki “holokost” demecinin, Tahran’da sansürlenerek yalanlanması gibi tıpkı….
Yakından izlemeyenler için hatırlatalım..
New York’ta BM Genel Kurulu’nda estirdiği açılım rüzgârıyla biliyorsunuz günlerdir haber olan İran Devlet Başkanı Hasan Ruhani; CNN’in ünlü gazetecisi Christian Amanpour’a bu vesileyle bir söyleşi verdi.
Söyleşisinde, selefinden farklı olarak, İran Cumhurbaşkanı; “Yahudi soykırımını” kabullendi, soykırımın insanlığa karşı suç olduğunu söyledi…
Komşu ülkede 7.4 şiddetinde bir sarsıntı yaratan bu açıklama, Tahran’dan jet hızıyla sansürlenerek “tercüme hatası” falan denerek düzeltildi...
Neticede yarı resmi Fars haber ajansı, Ruhani’nin bu ifadeyi “hiç kullanmamış olduğunu” söyledi.
Böylece milyonların izlediği bir söyleşide sarf edilen kritik önemdeki bu sözler,“söylenmemiş” sayıldı…
İçeride başka, dışarıda başka kullanılan iki farklı dil…
Biri, dünya sahnesinin izleyicileri için devreye sokuluyor...
Diğeri, içerinin “kapalı devre siyaset şartları” için kullanılıyor.
Böyle dışı başka, içi başka kullanılan dile; bulunduğumuz coğrafyada“takıyye” adı veriliyor. 
‘New York’un problemleri gibi!’
Tahran’ın işte tam bu “holokost takıyyesi” manevrası konuşulurken; Gül’ün resmi sitesinden de bir “Gezi takıyyesi” geldi…
Dışarıda rahatlıkla konuşan TC Devlet Başkanı, İran Cumhurbaşkanı gibi tıpkı; “içeride” sansürlendi.
Gül’ün ifadelerini kim sansürledi?
Bizzat cumhurbaşkanının iradesi ve bilgisi dahilinde mi, bu değişik söylemler gündeme geldi?
Yoksa gizemli bir el mi devreye girdi?
Bu soruların yanıtlarını bilmiyorum.
Bildiğim bir şey varsa o da bu “içi-dışı farklı siyaset söylemlerinin”, ancak bizimki gibi şark ülkelerinde geçer akçe sayılıp; kabul gördüğüdür.
Oysa Cumhurbaşkanı New York’ta bizi “gelişmiş Batı demokrasileriyle”karşılaştırıyor…
“Ben bir açıdan bu olayların başlangıcı ile ilgili açıkçası gurur da duyarım, şundan dolayı” diyor Gül:
“Türkiye’yi bilenler tanıyanlar, 10-15 yıl önce Türkiye hangi gündemler ile dünya kamuoyuna gelirdi veya Türkiye’nin problemleri neydi, bugün ise Türkiye’nin problemleri nedir diye baksınlar? İstanbul’daki olayların başlangıcı aynı Washington’da, Londra’da, New York’ta olduğu gibi çevre bilinci, şehrin yapılmasıyla ilgili, buraya bu bina yakışır yakışmaz kaygıları ile ortaya çıkan bir olay. Bu tip problemler başta demokratik ülkelerin, gelişmiş ülkelerin problemleri. Türkiye’nin problemleri buna benzer problemler haline geldi. Önce bunun bilinmesini isterim. Türkiye’nin problemleri, bu gösteriler.. çok büyük antidemokratik uygulamalar veyahut da diktatörlükle, otoriterlikle ilgili değil. New York’ta da Washington’da da göreceğiniz benzer sebeplerle başlayan olaylar. Önce bunu bilmenizi isterim. O bakımdan da demek ki Türkiye’yi nereden nereye getirmişiz diye övünürüm. Dolayısıyla işin bu safhası ile ilgili zaten mesajları aldığımızı ilk gün söyledik. Hükümet de söyledi ve o doğrultuda zaten planlarını, projelerini revize etti.”
Pes!
Âlemi kör ve sersem sanmak
Sayın Gül, karşısında konuştuğu insanların bırakın ülkemizi günü gününe izlemeyi; iyi birer gazete okuyucusu olduklarını bile hesaba katmıyor…
Dünya basınında Gezi ile ilgili tüm haberlerin altına -bizzat kendisinin “gurur duyduğunu” söylediği ilk aşamadan itibaren- İran ve Çin’den daha çok gazetecinin hapiste olduğu notunun düşüldüğünü…
Bu nedenlerle “Türk modelinin iflas ettiği” bilgisinin verildiğini…
Model olmak bir yana, Türkiye’nin uzun zamandır “korku cumhuriyeti” haline geldiği.. eklemesinin yapıldığını unutuyor.
Gezi olaylarını ekrana getirmeye cesaret edemeyen TV kanallarının“penguen belgeseli gösterdiğinin”, yedi düvelce kayda geçildiğini...
Gezi’yi izleyen gazetecilerin işlerini yitirdiğini ve doğrudan okkanın altına gittiğinin bilindiğini...
Gezi’yi haber yapan gazete, internet sitelerine soruşturma açıldığının not edildiğini…
Gezi’yi destekleyen sanatçıların dahi “bertaraf edilme” noktasına gelindiğinin izlendiğini…
Gezi’yi destekleyen herkesin “kriminazalize edildiğini”, sosyal medyaya “baş belası” diyerek cephe açıldığını…
Yaşamlarını yitiren protestocular olduğunu…
Türkiye’ye dışarıdan bakanlar görmüyor mu?
Herkesi kör, âlemi sersem sanmak pahasına; “Türkiye’nin problemlerinin Ortadoğu’nun insan hakları sorunlarıyla ilgisi yok. Bizim sıkıntılarımız, (AKP hükümetlerinin sayesinde!) artık gelişmiş ülkelerin sıkıntılarına benziyor. Olaylar Washington, Londra, New York’tan farksız nedenlerle patlak verdi. Bununla gurur duyarım. Polis de New York polisi ne yaparsa onu yaptı!”demek çok yazık ki tam “şarklılığın” gerektirdiği türden bir “takıyye” oluyor.
Gül umarım kendi takıyyesine inanmıyordur!
Nilgün Cerrahoğlu

28 Eylül 2013 - Cumhuriyet

25 Eylül 2013 Çarşamba

'Diren Bozcaada' - Oktay Ekinci



“Bozcaada” denince akla ne gelir?.. Bilenlerin “sükûnet-bağlar ve şarap”dediğini duyar gibiyim.
O halde adı “koruma” olan bir planın öncelikle bu değerleri gözetmesi gerekmez mi?
Ne var ki “tümü 3. derece sit” olan adaya dayatılan yeni plan eğer hayata geçerse, ne o dinginlik kalacak, ne bağlar, ne de kimliğini tamamlayan geleneksel Ege evleriyle bezeli yerleşim dokusu…
Çanakkale’nin ilçesi konumundaki adamız, denebilir ki “yaşamsal” bir tartışmayla kışa hazırlanıyor. Ada sevdalıları, imar yerine adeta “imha”yı öngören “sözde koruma” planını durdurabilmek için Bozcaada Forumu’nu oluşturdu.
Kış aylarında 2 bin, yazın 5 bin nüfusu barındıran 40 bin m2’lik adayı“betonlaşma”ktan kurtarmak için 10 bini aşkın imza toplanmasını sağlayan katılımcılar özetle diyorlar ki: “Bozcaada’ya dokunmayın, bırakın Bozcaada olarak kalsın..”
Forumdaki ‘Gezi ruhu’
Forum, sadece imar planını sorgulamak için değil, kanalizasyon vb. altyapı sorunlarına da çözüm bulmak üzere, aydınlar, uzmanlar ve bilinçli sakinlerin katılımıyla kurulmuş.
Gazeteci Haluk Şahin izlenimlerini şöyle yazıyor: “Bozcaadalılar adaya sahip çıkıyor. Bozcaada butik bir bağcılık, şarapçılık, kültür adası kalsın şeklindeki ifadelere yer verilen forumda yeni imar planını bilmek ve kötü sürprizlerle karşılaşmamak istiyor... Gezi ruhu budur, yaşadığın yere sahip çıkmak.”Bir diğer duyarlı gazeteci Ferai Tınç da Şehir Plancıları Odası BursaŞubesi’nin planla ilgili eleştirilerine dikkat çekerek diyor ki: “Bu düpedüz Bozcaada’yı ‘Avşalaştırma’ planı… Kıyıdaki arsalara 300 m2, bağların ortasına 500m2 inşaat izinleri; minicik adaya 18 metre eninde yollar TOKİ’den başka kimi memnun eder? Bozcaada, imar planını usulsüzlük ve pervasızlıkla biçimlendirmeye kalkanlara terk edilemez. 47 km2’lik adaya kruvazör limanı iş mi?”
Demokrasinin inkârı
Bozcada Forumu, işte bu planı durdurmak için her fırsatta toplanıyor. Prof. Dr. Mine İnceoğlu, konuk olduğu Açık Gazete’de “doğal yapıyı ve kimliği tamamen bozacak” dediği planın halka duyurulmadan kabul edilmesinin çağdaş ve demokratik şehircilikle nasıl çeliştiğini anlatmış... Oyuncu Cezmi Baskın’ın “Diren Bozcaada” çağrısı üzerine herkesin ortak fikri ise “Gezi Ruhu”nun adada da başarıya ulaşacağı...
Nitekim Açık Radyo’nun kurucusu Ömer Madra da “Gelecek şimdidir ey okur: Dünyanın her yerinden direniş haberleri geliyor artık, farkında mısın?”diye sorduğu “Mutluluk Rüyası Görmek” başlıklı yazısında bakın ne diyor:
“Bulgaristan’dan Brezilya’ya, Mısır’dan Meksika’ya… buralarda daYedikule’den Munzur’a, Uludağ’dan Bozcaada’ya, 3’üncü köprü’den 3’üncü havalimanına, on bin yıllık tarih üzerine inşa edilen barajlardan milyonlarca yıldır orada duran toprakların bağrını yararak kazılacak kanala… yani, bütün müştereklerimize eşzamanlı olarak yöneltilmiş topyekûn bir talan tasallutu ve buna başkaldıran kitlelerin direnişi...”
Bozcaada’yı izleyeceğiz. Gelişmeleri mutlu haberlerle paylaşmak umuduyla..
Oktay Ekinci
25 Eylül 2013 - Cumhuriyet

22 Eylül 2013 Pazar

'Cumhuriyet Gelinleri'- Oktay Ekinci.

Yarım yüzyılı geride bırakan Muğla-Devrim gazetesi sayesinde bu“devrimci” kentimizdeki etkinliklerden haberimiz oluyor.
Gazetenin emektar sahibi ve Başyazarı Ünal Türkeş’Güney Ege’de olan bitenleri anında izleyebildiğimiz internet yayınından ötürü de “sağ olasın”diyoruz...
Devrim’in 17 Ağustos manşeti dikkati çekmeyecek gibi değildi: “Cumhuriyet Gelinleri.” Kimlerdi bu gelinler; aynı isimdeki bir kitapta nasıl ve neden derlenmişlerdi? Hem haberi, hem de kitabın yazarı Ayten Taşpınar’ın açıklamalarını özetleyerek paylaşıyorum.
Park ‘Gezi’ Kokuyor
Belediyenin 11’inci kültür yayını olan kitap, Belediye Parkı’nda düzenlenen bir sergiyle tanıtılmış. Cumhuriyetimizin ilk 30 yıldaki Muğla gelinlerini, aileleri ve yaşam öyküleriyle tanıtan kitabın hazırlanmasına önderlik eden “Cumhuriyet Kadınları Derneği Muğla Şubesi” eski ve yeni başkanları Tülay Kayar ileJale Eren amaçlarının, “laik ve çağdaş bir toplumun doğmasında Muğla gelinlerinin payını ve katkılarını kanıtlamak” olduğunu söylüyorlar.
Belediye Başkanı Osman Gürün de çok önemsedikleri kitabı şöyle tanımlıyor:
“Cumhuriyet’ine, Atatürk devrimlerine sahip çıkan, bunu yaşam biçimi yapmış Muğlalıların siyah beyaz hikâyesi gibi..”
Ayten Taşpınar kitaptaki fotoğrafları veren ailelere de teşekkür ettiği konuşmasında demiş ki “Bugün Belediye Parkı, Taksim Gezisi gibi kokuyor.”
İşte böylesi bir heyecanı Muğlalılara yaşatan Taşpınar, 1967’den bu yana resim öğretmenliği yaptığı Muğla’ya, 1973’te Cumhuriyet’in 50 yılı anısına“Gazi Mustafa Kemal Atatürk” afiş tasarımını; 10 Kasım 2008’de“Gazetelerimizde Atatürk” sergisini armağan etmiş; hemen her yıl “çocuklar ve resim” çalışmalarını yürütmüş, sergilerini düzenlemiş…
Atatürkçülerin Anaları
Ankara ve İstanbul’daki sanat fuarlarına da katıldığı çalışmaları arasındaki“Cumhuriyet Gelinleri” için şunları söylüyor: “...adı ‘Muğla gelinleri’ olsaydı, sadece belgesel olurdu. Cumhuriyet gelinlerinde cumhuriyetimizin varlığı öne çıkıyor. Kadınlarımızın aydınlığa doğru değişimi var. Esas olan da bu kazanımların farkına varmak, sahip olmak, korumak, sürdürmek ve yükseltmektir.”
Nitekim Cumhuriyet Kadınları Derneği Genel Başkanı Şenal Sarıhankitaptaki yazısında diyor ki; “Cumhuriyetin harcında eşit emeği olan kadınların eşitlik mücadelesinin en önemli kazanımlarından olan medeni nikâhla düğünleri yapılmış gelinler, Cumhuriyet tarihine not düşüyorlar.”
Bugünkü “halkçı ve devrimci Muğla”yı yaşatanların anaları, ninelerini olan gelinler hakkında Taşpınar şöyle devam ediyor: “Kitabımızdaki ‘fotoğraflarda yaşayan Cumhuriyet”in ilk kuşak gelinleri, Muğla ilinden, hatta köylerinden ileri gelen ailelerinden. Bugünkü kuşaklar ise onların çocukları, torunları...’
Kitabın her sayfası, eski fotoğrafların ve anıların yer aldığı bir afiş şeklinde... Fotoğrafların çoğu ise düğün-dernek ortamlarından. Bu nedenle giysilerin çağdaşlığından kadın-erkek birlikteliğine kadar cumhuriyetin kültür tarihini de izliyorsunuz.
Hem bunu belgeleyen Taşpınar’a, hem de toplumsal tarihimize kazandıran“cumhuriyet gelinleri”ne teşekkürlerimizle...
Oktay Ekinci.


22 Eylül 2013 - Cumhuriyet