22 Aralık 2013 Pazar

‘Durun Siz Kardeşsiniz!’ - CAN DÜNDAR

Bir çıkar birlikteliğiydi onlarınki... 
Şimdi şiddetli geçimsizlikle ayrılıyorlar. 
Kendi aralarında itiştikleri biliniyordu ama boşanma aşamasına gelince rezalet tüm mahallede duyuldu: 
Evi polis bastı, kirli çamaşırlar döküldü; restleşmeler, tehditler, bel altı vurmalar, gırla gitti. 
10 yıllık uzlaşmayla gizlenen “irin”, eski tabirle “faş etti.”

***
17 Aralık”, Başbakan’ın dediği gibi bir küresel operasyon mu? 
Kısmen evet! 
Washington’ın Erdoğan’ın otoriter eğilimlerinden, İsrail antipatisinden, Suriye’de El Kaide’ye destek vermesinden, nihayet İran’a gizlice altın sevk etmesinden hazzetmediği belli... 
Tahran’a usulsüz altın transferinde kullanılan Halkbank’ın kara listeye alınmasını 8 ay önce istemişler. Yazın da ambargoyu resmi yoldan hatırlatmışlar. 
Bu yolla sonuç alamayınca, siyasi kahramanlık gösterisiyle örtbas edilemeyecek bir rüşvet dosyasını açtırmış olabilirler.
***
İyi de böyledir diye, Erdoğan’dan “küresel sermayenin alt etmeye çalıştığı birmağdur lider” çıkar mı? 
Çıkmaz. 
Çünkü -rahmetli Erbakan’ın ilk günden beri söylediği gibi- AK Parti, tam da o “mihrak”ın bir projesidir. 
En somut kanıt, Amerikan Dışişleri’nden sızan WikiLeaks belgeleri... 
AK Parti iktidarının ilk yıllarında Ankara’dan giden kriptolarda, “Erdoğan, bizimvizyonumuzu (mesela Irak işgalini) desteklemeye muktedir tek ortak” cümlesini de görürsünüz, “Arkasında duralım” tavsiyesini de...
***
O öyle de, karşı taraf farklı mı? 
Aynı belgeler bize, Fethullah Gülen’in yeşil kart başvurusu reddedildiğinde 3 polis şefinin nasıl Amerikan Konsolosluğu’na gidip FBI’dan temiz kâğıdı istediğini de gösteriyor; FBI direndiğinde CIA şeflerinin kendisine referans mektubu verdiğini de... 
O da işe yaramayınca Musevi lobisinden destek talep edildiğini de... 
Bir “tencere dibin kara” durumu yani... 
Şimdi “uluslararası küresel güçler”, “faiz lobileri” gibi radikal söylemleri ve “Çirkin Amerikalı” manşetlerini görünce, eski bir Türk filmi repliğiyle kavga edenlerin arasına dalmak ve “Durun, siz kardeşsiniz” diye bağırmak istiyor insan...  

Bu iş bitiyor, sonrasına bakmak gerekHiç kuşkusuz bu hükümetin tarihindeki en büyük kriz bu... 
AK Parti’nin kurucu Genel Sekreteri Ertuğrul Yalçınbayır’la konuştum. 
“Bu hükümet bitmiştir” dedi. 
Erdoğan’ın bakanların imzasını cebinde gezdiremeyeceğini söyledi. 
Arınç’ın da aynı görüşte olduğu, kapalı kapılar ardında bu görüşünü Erdoğan’a söylediği ama bunu kabul ettiremediği gibi basın karşısında tersini savunmaya mecbur edildiği söyleniyor. 
Bundan sonrası, hayli gürültülü bir devriliş süreci... 
Ardından bir rehabilitasyon dönemi gelecektir. 
Dileyelim, orada “iç dinamik” ağırlıkta olsun.  
İzmir’e Tunç Soyer? 
CHP liderinin tam operasyon öncesi Washington’a gitmesi, operasyon sürerken de ABD elçisiyle buluşması, Ankara’da söylentilere yol açtı. CHP’nin büyük şehirler için merkez sağa yakın adayları tercih etmesi de, “siyaseti dizayn hamlesi”nin bir parçası olarak yorumlandı. 
CHP yöneticileriyle görüştüğünüzde bu kez ideolojik değil, pragmatist bir anlayışı öne çıkardıklarını görüyorsunuz: 
“Madem bizim oyumuz yetmiyor, destek oylarla devirelim” diye düşünüyorlar: 
Topbaş’ı götürecek isim, Sarıgül’se onunla yürüyelim. 
Gökçek’e mahkûm olmaktansa Yavaş’a yönelelim” diyorlar. 
İyi de CHP’nin farkı nerede? 
Nasıl bir alternatif koyuyor toplumun önüne? 
Hadi İstanbul ve Ankara’da kazanma odaklı bir hamle yapılıyor, ya İzmir’de? 
Orada “Benim farkım bu” dedirtecek bir seçenek yaratabildi mi CHP? 
AK Parti karşıtlığı dışında bir politika geliştirebildi mi?
***
Yıllardır Seferihisar’da tatil yaparım. Kimsenin adını bilmediği bir ilçenin nasıl uluslararası bir markaya dönüştüğüne tanık oldum. 
“Sakin Şehir”de, üretici birlikleriyle, kooperatiflerle yerel üretimin nasıl esirgendiğini, balık çiftliklerine kafa tutulurken nasıl doğa okulları kurulduğunu gördüm. 
Toplumsal barış zemini haline getirilmiş hemşeri gecelerine katıldım. 
Habire yakınmak yerine yatırım yapan, sosyal demokrat alternatifler sunan bir anlayışın yeşerişini izledim. 
Şimdi o anlayış, İzmir’e talip. 
Bari İzmir’de Tunç Soyer’le sol seçenek ortaya konamaz mı?  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Gül Bu Kavganın Neresinde? - UTKU ÇAKIRÖZEN

İstanbul’da başlayan ve kabinenin dört bakanıyla yakınlarının karıştığı yolsuzluk operasyonuna hükümetin vereceği yanıt dün netleşti. Başbakan Erdoğan, önce operasyonu yapan polis şeflerini cezalandırarak görevinden aldı. Bununla yetinmeyerek Gülen hareketinin kilit kamu kurumlarındaki üst düzey bürokratlarının tasfiyesi için de düğmeye bastı. 
Dalga dosyalarına tedbir 
Asıl önemli stratejik adımı dün attı ve Adli Kolluk Yönetmeliği’nde yaptırdığı değişikilikle bundan sonra yapılacak soruşturmalarda ‘yargıyı’ resmen ‘yürütmenin iznine’ bağlı hale getirdi. Bu operasyonda iş işten geçmiş olmasına karşın hükümet neden şimdi böyle bir adım attı? 
Kulislerdeki iddialara göre Erdoğan, yolsuzluk suçlamalarıyla karşı karşıya olan bakanlarını kabineden çekecek. Bu değişikliği de belediye başkanı adayı yaptığı bakanlar için beklettiği revizyon ile birlikte yapacak. Ancak Erdoğan ve AKP kurmaylarının kortuğu bir senaryo var: Kabine değiştikten hemen sonra ya yeni bir yolsuzluk soruşturması başlarsa? Bu tür ‘Varan 2, 3, 4’ dosyaları Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde özellikle askerlere karşı sık sık gündeme gelmişti. 
İşte dün yapılan ve hukuk devletinde yeri olmayan bu değişiklikle, AKP yönetimi yeni dosyalara ve soruşturmalara karşı kendini zırh altına alacak bir güvenceye kavuşmuş oluyor. Dünkü değişiklik sonrasında artık, savcıların atacağı en ufak bir adımdan dahi, İl Emniyet Müdürü ve valiler aracılığıyla iktidar anında haberdar olacak. 
Gül salıya kadar suskun 
AKP iktidarı açısından son 11 yılın en olağanüstü günleri yaşanırken CumhurbaşkanıAbdullah Gül’ün sessizliği dikkat çekici. Operasyon başladığı günden bu yana hiçbir yorum yapmayan Gül, önceki gün Kütahya’ya gerçekleştireceği ziyareti de iptal etti. Kaynaklar iptale ‘soğuk havayı’ gerekçe gösteriyor! Tahminimize göre ise Gül gazetecilerin ve halkın operasyonla ilgili sorularına muhatap olmamak için gitmedi. 
Gül’ün hafta başında görünen ilk programı salı günü. Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri töreninde gazetecilerin karşısına çıkacak. Salı günü operasyonun başlamasının üzerinden de tam bir hafta geçmiş olacak. O güne kadar ismi yolsuzluk soruşturmasına karışan bakanlara ilişkin kamu vicdanını tatmin edecek bir açıklama ya da tasarruf yapılmazsa, Gül görüşlerini kamuoyu ile paylaşabilir. En son Gezi sürecinde yaptığı açıklamalar kendisini Başbakan ile karşı karşıya getirmişti. 
‘Dershane tartışması’ sırasında sadece “Görüyorsunuz iş rayına oturuyor” diyen Gül, o günden bu yana cemaat-hükümet kavgasına ilişkin hiçbir açıklama yapmadı. 
Çapkın kararında imzası yok 
Gül’ün bu süreçteki sessizliğinin bir tek istisnası var. O da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne Hüseyin Çapkın’ın yerine yapılan atama sonrasında Köşk’ten yapılan açıklama. Açıklama her ne kadar “Gül, hükümetin kararnamelerini imzalamıyor”iddialarına yanıt şeklinde hazırlanmış olsa da, asıl mesaj Gül’ün önüne mayıs ayından bu yana bir kararname sunulmadığının vurgulanması. Bu vurguyu yaparak Gül, Çapkın’ın görevden alınarak yerine Aksaray Valisi Selami Altınok’un getirilmesi işleminin kendi önüne gelmediğini resmen kayda geçirmiş oldu. 
Aslında bu sadece Çapkın kararıyla sınırlı değil. Hükümetin önce Emniyet’te başlatıp sonra TRT, Maliye Bakanlığı ve diğer kamu kurumlarına sıçrayan ‘Gülen haraketinitasfiye’ operasyonunda henüz Gül’ün hiçbir dahli, imzası, onayı yok. Bütün ‘misilleme’atamaları ‘geçici’ yapılıyor. 
Şaibeli bakanları onaylayacak mı? 
Acaba neden Gül’ün önüne hiç tasfiye kararnamesi gitmiyor? 
Yoksa, kamuoyundaki “Soruşturma karartılıyor” algısını daha da güçlendiren bu atamalara onay vermeyeceği bilindiği ya da hükümete bu yönde bir sinyal görderdiği için mi? 
Merak edilen başka sorular da var tabii... 
Çapkın’ın görevden alınmasını tasvip ediyor mu? Benzer tasfiye kararnameleri önüne gelirse onaylayacak mı? 
Son bir soru daha: 
Soruşturmanın hedefindeki bakanlardan bir ya da birkaçının içinde yer alacağı bir Bakanlar Kurulu listesine onay verir mi? 
Herkesin gözü Gül’ün üzerinde...


UTKU ÇAKIRÖZEN
Cumhuriyet

Namık Kemal’in Dramı - I-II ALİ SİRMEN

Sevgili, 

Hıfzı Topuz’un son kitabı Namık Kemal’in romanı olan “Vatanı Sattık Bir Pula”nın“Vatan Yahut Silistre” bölümünü okurken, aklıma Edmond Rostand ve başyapıtı Cyrano de Bergerac geldi; gülsem mi, ağlasam mı karar veremedim. 
“Vatan Yahut Silistre” bölümünü okurken, Cyrano de Bergerac’ı anımsamam boşuna değil. 
Bir kere her iki yazar da aslen şair. 
Edmond Rostand bütün tiyatro yapıtlarını manzum olarak yazmış. En sonuncusu Chanteclair de, tiyatro olarak olduğu kadar belki de daha çok şiir olarak kalmış. 
Burada bir parantez açarak Edmond Rostand’ın eserlerini dilimize kazandıran, Sabri Esat Siyavuşgil’in manzum çevirisinin üstün niteliğine değinmek isterim. Cyrano’yu başucu kitabım haline getiren de Sabri Esat Siyavuşgil’in bu eşsiz çevirisidir. 
Hemen belirteyim Cyrano de Bergerac yine Siyavuşgil’in enfes çevirisiyle ve ciltli lüks baskı olarak Türkiye İş Bankası Yayınları arasında bu yıl bir kez daha basıldı. Alıp okuyabilirsin. 
Hararetle tavsiye ederim.
***
Vatan Yahut Silistre’de de Cyrano’da da kahramanlık teması ön planda yer tutar. 
Her iki yapıt da, oynandıklarında kıyametin kopmasına neden olmuşlar, perde indiğinde ikisinde de seyirciler çılgınca bir coşku içinde kendilerinden geçmişlerdi. 
Tepkilerdeki bu benzerlik nedensiz değildi. 
İlk defa 20 Nisan 1873’te Güllü Agop Efendi’nin tiyatrosunda sahnelenen Vatan Yahut Silistre’nin oynandığı ortamda Osmanlı artık çöküş dönemine girmiş, toplumsal bir depresyon açıkça telaffuz edilmese bile hissedilmeye başlanmıştı. 
Cyrano de Bergerac’ın, ilk kez sahnelendiği 1897 yılında da, Fransa 1871 bozgununu yaşamış, Alsace-Lorraine’nin kaybıyla sarsılmış, Almanya’ya ağır bir savaş tazminatı yükü altında ezilmiş, Sadi Carnot suikastıyla travma yaşayan, Dreyfus olayıyla ikiye bölünmüş, sosyal depresyon geçiren bir ülkeydi. 
25 yıl arayla iki ülkede de, toplumsal psikolojik ortamda böyle bir benzerlik vardı. 
Namık Kemal’in düşman kuşatması altında olan Silistre Kalesi’nde geçen, arka planında bir de aşk örgüsü olan kahramanlıklarla dolu öyküsü, şairin hamaset dolu şiirleriyle de bezenmişti. 
Ve bu piyes bu ortamda, seyredenlerin kendilerinden geçmesine neden oldu. 17. yüzyılda yaşamış olan şair, filozof, fizikçi, musikişinas ve de silahşor olan Savinien Cyrano de Bergerac’tan esinlenerek Edmond Rostand’ın yarattığı Cyrano de Bergerac da, aynı toplumsal travmaları 25 yıl sonra yaşayan Fransa’da ilk oynandığında kıyametlerin kopmasına neden oldu.
***
Evet her iki oyun da ilk oynandıklarında, toplumsal birer olay oldular. 
Ama her iki eserin de, yazarlarının bundan dolayı başlarına gelenler çok değişiktir. 
Başrolünü dönemin ünlü aktörü Constant Coquelin’in oynadığı Cyrano de Bergrac, Theatre de la Porte Saint Martin’de ilk kez sahnelendiği 28 Aralık 1897’de perde indikten sonra, halk yarım saat ara vermeden alkışlamıştır. 
O gece oyunu izleyen Fransız Maliye Bakanı Georges Cochery, Edmond Rostand’ı locasına davet ediyor ve göğsündeki Legion d’Honneur nişanını çıkarıp, yazarın göğsüne takarken şöyle diyordu: 
- Bu şerefi ilk ben yaşamak istedim. Nitekim aradan dört gün geçince, 1 Ocak 1898’de Edmond Rostand’a resmen Legion d’Honneur nişanı veriliyordu. 
Peki ya 25 yıl önce 20 Nisan 1873’te, Vatan Yahut Silistre’nin ilk kez Güllü Agop’un tiyatrosundaki temsilinde aynı toplumsal tepkiyi yaratmış olan Namık Kemal’in başına neler geliyordu? 
Gazetesi kapanıyor, kendisi tutuklanıyor ve Magosa’ya sürgüne gönderiliyordu. 
Nedeni 20 Nisan gecesi 50-60 kişilik bir grup, Güllü Agop’un Şehzadebaşı’ndaki tiyatrosundan İbret gazetesine kadar yürürken “Allah muradımızı versin! Muradımızı isteriz” diye bağırmalarıydı. Yoksa murat Şehzade Murat mıydı? 
İki olayın sonuçları arasındaki fark sadece Namık Kemal’in mi, yoksa hepimizin mi dramı?


Sevgili,
 
Geçen hafta sana, Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” piyesi ile Edmond Rostand’ın manzum oyunu Cyrano de Bergerac’ın öykülerini anlatmıştım.
Namık Kemal birçok yönüyle dramatik bir kişilik; “Vatan Şairinin” romanını yazanHıfzı Topuz son derece akıcı yapıtında, dramatik yönleri, altını kalın çizgilerle çizmeden ama yeterince açık biçemle çok iyi belirtiyor. 
Vatan şairi olarak anılan Namık Kemal’in en büyük dramı, tam da bu noktada olmayacak bir düşün peşine düşmüş olmasıdır. 
“Vatan savaşı kazanmış bir kumandanın kılıcı ya da bir kâtibin kalemiyle çizilen belirsiz çizgilerden, sınırlardan ibaret değildir. Vatan düşüncesi, millet, özgürlük çıkar, kardeşlik, egemenlik, atalara saygı, aile sevgisi, çocukluk anıları gibi yüce duyguların toplamından oluşur” (Hıfzı Topuz, “Bir Pula Sattık Vatanı” Remzi Kitabevi 5. baskı s. 237), derken Namık Kemal, Renancı bir vatan tasviri yapıyordu, ama özünde zorunlu olarak ondan ayrılıyordu.
***
Namık Kemal vatan şairiydi. Ama onun o kadar yücelttiği vatanının üzerinde bir, değil birkaçtan fazla ulus yaşıyordu. 
O da bu durumda, çağının gerçekleriyle bağdaşmayacak, bir düşün peşinde, çokuluslu bir Osmanlılık bilinci yaratmaya çalışıyordu, ki bu da olmayacak duaya amin demekten öte bir anlam taşımıyordu. 
Çünkü Namık Kemal’in yaşadığı çağın gerçeği ulus devlet gerçeğiydi. 
Nitekim Hıfzı Topuz kitabınının 238’inci sayfasında Namık Kemal’in Midilli’deki İtalyan asıllı arkadaşı Sinyor Dandolo bu durumu şöyle dile getiriyordu: 
“Kemal Bey siz vatan elden gidiyor, diye haykırdığınız zaman, hangi topraklardan söz ediyorsunuz? Bosna Hersek’ten mi? Karadağ’dan mı? Eflak Boğdan’dan mı? Sırbistan’dan mı? Girit’ten mi? Bulgaristan’dan mı? O ülkeler oralarda yaşayan insanların vatanı değil midir? Siz oralarda hep azınlıkta kaldınız. O ülkeler hiçbir zaman sizin vatanınız olmadı ki! Oralarda yaşayan insanlar kendi vatanlarının bağımsızlığını istiyorlar. Bu eğilim gittikçe güçleniyor.” 
Ama, Namık Kemal hayatı boyunca, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan insanların her biri kendi kavimlerini ve dillerini koruyarak, özgürlüklerin tamamından yararlanacak olurlarsa Osmanlı vatanının kıymetini daha iyi bilecekleri düşüncesini savundu. 
Oysa bir Osmanlı vatanı yoktu. O birçok ulusun vatanlarının toplamı bir toprak parçası üzerindeki imparatorluktan başka bir şey değildi.
***
Namık Kemal, Osmanlı’nın geri kalmışlığından kurtularak, çağın gelişmiş ülkeleri gibi demokrasiye ve de “meşrutiyete” (cumhuriyet fikrine hiçbir zaman iltifat etmemiştir“Osmanlı vatanı”nın şairi) ileriye gitmenin çaresi olarak eskiyi korumayı, eskinin görkemli dönemlerine dönmeyi önermekteydi. 
Latin alfabesine karşı Arap alfabesinin korunmasını savunan Namık Kemal aynı zamanda, hukuk düzeni olarak şeriattan yanaydı. 
Ve onun için bir toplumun Rönesansı’nı, Aydınlanmasını yaşamadan da, çağını yakalaması mümkündü. 
Namık Kemal ne Rönesans’ın Aydınlanma felsefesinin özünün peşindeydi ne de çağın yeni akımlarının, nitekim Karl Marx ile aynı zamanda Londra’da bulunmuş olmasına rağmen, onun adını bile duymamıştı. 
Gerçekten yiğit vatan şairinin, hayatı çelişkiler ve bunların yarattığı dramlarla dolu geçmiştir. 
Bu çelişkiler ve onun doğurduğu dramlar, yaşadığı toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanıyordu ve Namık Kemal ne denli yiğit ve içten olursa olsun, toplumsal koşulların ötesine geçemiyordu. Nitekim, vatanın bu yılmaz şairi, Genç Osmanlılar’ın bu gözünü budaktan sakınmaz yazarı gazetecisi, ömrünün son sekiz yılını Abdülhamid döneminde Midilli, Rodos ve Sakız mutasarrıfı olarak geçirecekti. 
Hıfzı Topuz’un kitabı vatan şairimizin dramını yakından görmek açısından çok yararlı, tavsiye ederim.  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

21 Aralık 2013 Cumartesi

'O lahitten her dağ başında var' - AKTÜEL ARKEOLOJİ

Tophane'de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne ek bina yapılmak istenen arsada 6-7. yüzyıl Bizans hamamı bulundu. Rektör Karayağız ''Lahit dışında bir şey çıkmadı, ondan da memleketin her tarafında var'' dedi. Arkeologlar Derneği ise alanın arkeo-park olarak korunması için kampanya başlattı.
Tophane’de 1946’da yıkılan ‘İmalat-ı Harbiye Usta Mektebi’ binasının ihya edilmek istendiği arsada geçen yazdan beri İstanbul Arkeoloji Müzesi tarafından sürdürülen kazı, çökme tehlikesine karşı güçlendirme yapılması için durduruldu. Topçu Kışlası benzeri tartışmalı ihya projesi tamamlandığında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin (MSGSÜ) kullanımına sunulacak ve içinde Mimar Sinan’ın eserlerinin maketleri sergilenecekti. İnşaatın yapılıp yapılmayacağının kesinleşmesi için kazının sonlanması ve Koruma Kurulu’nun kararı bekleniyordu. Henüz yaklaşık üçte biri kazılabilen araziden 6-7. yüzyıl Erken Bizans’tan kalma bir hamama ait olduğu düşünülen beyaz mermer döşeli bir havuz, hamamı ısıtmak için kullanılan ‘külhan’ ve atıksu kanalları bulundu. Yapının duvarlarından birinin içine gömülü vaziyette 4-5. yüzyıldan kalma mermer bir Bizans lahti de bulunmuştu. 

‘Kazılacak bir şey yok’ 

İstanbul Arkeoloji Müzesi, çökme tehlikesi olduğu anlaşılan arazide kazıya devam etmek için koruma kurulundan güçlendirme onayı beklerken MSGSÜ Rektörü Prof. Dr. Yalçın Karayağız, kazının bittiği yönünde bilgilendirdiğini öne sürdü. 
Karayağız, “Bana söylenen arkeolojik kazı tamamlandı. Çalışmalar durunca ‘Ne oldu’ diye sordum, ‘Kazılacak bir yer yok, arkeoloji bilimi açısından heyecansız bir kazı yaptık, lahit dışında hiçbir şey çıkmadı’ dedi arkeologlar. Bir yaygara gürültü koptu, ‘Rektör nereden biliyor, kendi alanı dışında konuşuyor’ dediler. Kilise de yok konak saray da bilmemne de yok, hiçbir şey yok. Evet bir tane lahit çıktı. O lahit memleketin her tarafında dağ başlarında da var. Arkeologlar şimdi kendilerini sorgulasınlar” dedi. 
Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nden (IFEA) Arkeolog Aksel Tibet ise sahanın kazılmayan üçte ikilik bölümünde yapının devamına ait duvar ve tonozların görüldüğünü belirterek buraya inşaat yapılmasının uluslararası koruma anlaşmalarının ihlali olacağını söyledi. 
Tibet, “Yarımada dışında bilinen az sayıdaki Bizans kalıntılarından biri söz konusu. Kazılmayan bölümde toprak üstünde görebildiğimiz duvar ve tonozlar büyük olasılıkla hamamın dahil olduğu bir yapı kompleksine, manastır, büyük konut ya da köşke işaret ediyor. Bu kalıntılar üzerinde inşaat çalışmasına girişilmesi Türkiye ’nin imzaladığı bütün uluslararası sözleşmelere aykırı olur. Bunun üniversite eliyle yapılması da tam bir rezalet olur’’ diye konuştu. 
İnşaata okuldan da tepki var. MSGSÜ Öğretim Üyesi, Şehir Planlama Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gülşah Özaydın bölgenin arkeolojik alan olduğunu belirterek “2009 tarihli Beyoğlu Kentsel SİT Alanı Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı’nda bölge, arkeolojik park içinde yer alıyor. Arkeolojik bir alanda böyle bir yapının yükselmesi ve bunun imar planına işlenmesi yanlıştır” dedi. MSGSÜ Sanat Tarihi Kulübü öğrencileri de bir basın açıklaması yayımlayarak alanın arkeo-park olarak kullanılmasını talep etti. 

‘Erken Bizans yapısı’ 

MSGSÜ Öğretim Görevlisi Aykut Köksal “Tophane’deki kazılarda, Erken Bizans dönemine tarihlenen ve önemli bir kompleksin parçası olan bir su yapısı ortaya çıkarılmıştır. Hiç kuşkusuz, kazıların devamı halinde, bu yapının ait olduğu komplekse ilişkin de bulgular elde edilecektir. Bu alanın, koruma planında da tanımlandığı gibi ‘arkeolojik park’ olarak korunup düzenlenmesi gerekir” dedi.
Arkeo-park olması için imza kampanyası başlatıldı
Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi change.org üzerinden bir imza kampanyası başlatarak İmalat-ı Harbiye Mektebi projesinden vazgeçilmesini ve alanın bir arkeolojik park olarak düzenlenmesini talep etti. Dernek, arazinin tarihi yarımada dışında arkeolojik kalıntıların bulunduğu, arkeoloji biliminin yöntemleri ile araştırma yapılabilecek az sayıda yerden biri olduğunu belirterek buradan çıkan bilginin toplumsallaştırılması gerektiğini belirtti. Açıklamada alanın merkezi konumu, çevresinde üniversite ve park gibi ilişkilenebileceği birimlerin bulunması da arkeo-park kullanımını destekleyen avantajlar olarak değerlendirildi. 

Kazıdan önce ihale verildi 

Tophane’deki Silah Fabrikaları kompleksinin parçası olan İmalat-ı Harbiye Usta Mektebi ihyası, aynı Topçu Kışlası gibi elde yapıya dair yeterince belge bulunmadığı için eleştiriliyor. Bina yolun genişletilmesi sırasında yıkıldığı ve taban alanının bir kısmı bugünkü Meclis-i Mebusan Caddesi üzerinde kaldığı için aynı boyutlarda inşa edilmesi de imkânsız. 
MSGSÜ Rektörü Karayağız, kazı sonuçlandıktan sonra koruma kurulundan inşaata onay çıksa bile son sözün üniversitede olacağını söylemiş, kalıntıların üniversite bünyesinde 5 kişiden oluşan özel bir bilim kurulu tarafından değerlendirileceğini belirtmişti. İstanbul İl Özel İdaresi’nce yürütülen projenin ihalesinin kazı sonuçlanmadan aylar önce Reskon İnşaat firmasına 13.700.000 karşılığında verilmesi de eleştirilmişti. 2010’da yenileme kuruluna sunulan projenin mimarı Halil Onur, aynı zamanda Topçu Kışlası projesinin de mimarı ve İstanbul SİT alanları alan yönetimi başkanı.

Bu Çapta Yolsuzluğun Üstü Örtülebilir mi? - ŞÜKRAN SONER

Banka genel müdürünün evinden ayakkabı kutularının içinden çıkan milyon dolarlar, bakan oğlunun evindeki kasalar, para sayma makineleri, yine ayakkabı kutusu içine konulmuş paralar... Çocuklarına suçüstü yapılmış bakanların istifaları yerine, Cumhuriyet tarihinin bu en büyük yolsuzluk operasyonunda görevli emniyet müdürlerinin görevlerinden alınması... Şok, şok, son dakika haberleriyle şok... Şoke olma hallerimiz bir-iki gün içinde şok etkisini yitirdi... Dün polis sorgularının tamamlanmaya çalışıldığı, kimlerin tutuklanıp, kimlerin serbest bırakılacaklarının bile belli olmadığı saatlerde, yağlı güreş kuralları ile oynanan iktidar paylaşımı kirli savaşı, ataklarında hangi tarafın mindere çakılacağı sorgulaması öne çıkmıştı...
Şakası yok, Cumhuriyet tarihinin bu en uzun soluklu, en ballı, İktidarlarının çıkar paylaşımı savaşında, siyasal İslam üzerinden siyaset yapanların, ahlak dini, değerleri üzerinden kaygıları rafta, kazanacak cephede olabilme, havayı doğru koklama çabaları her şeyin üstüne çıkmıştı... En çok korkulanı, akıldan geçirilmek istenmeyeni, sivil, sandık demokrasisi vitrininde, siyasal İslamcı kimlikle ele geçirilmiş iktidarın, İktidarlarının bu ballı, diktatoryal, hesapsız gücünün geri dönüşü olmayan kırılmalar yaşaması... İktidar ortaklığı, Başbakan Erdoğan eksenindeki yönetim gücü ile Gülen cemaati arasındaki paylaşım ortaklığı, barışın, artık geri dönüşü olmayan boyutlarda bozulduğu gerçeği veri; tabanda birleştirme söylemleri ile bir biçimde yeni İktidarları cephesi yapılanmasının oluşturulacağı, yenilenlerin ayıklanmalarının, olabildiğince az kurban verilecek formüllerle yeni İktidarları cephesi kadrolarının oluşturulacağı formüllere çoktan razılar...
Elbette İktidarları cephe savaşlarında önde gönüllü ya da kaçınılmaz görev almış, iki cepheden de kurban olacaklar, ayıklanacakların direnişleri ile uzun soluklu bir iç savaş, yeni atışların daha öncekilerde yaşandığı üzere öngörülemeyen sonuçları, yeni, yeni, şok, şok dalgaları olacak. Gelişimi, oluşumu, insan hakları, demokrasi, hukuk devleti düzeninin geçerli olduğu bir işleyiş, İktidar gücü kulanımında, doğal uzun süreçli bir ortaklığın bozulması, çatışması ile uzaktan yakından benzerlik içermeyince... Dudak uçurtan kirli ilişkilerin ortalığa saçılmasıyla Türkiye’nin hangi boyutlarda çağdışı, insanlık dışı kirli çıkar ilişkilerine bulaştırılmış olduğunun şaşkınlığı yaşanıyor...
***
Kabaca bu yaşadıklarımız; sandık gücünü, demokratik düzenin tüm kurallarını çiğneme aracı olarak kullanmış, medya gücü, toplumu güdüleme araçlarından en etkin yararlanmış İktidarlarının, yasama, yürütme, yargı bağımsızlığı, demokrasinin parlamento içi-dışı örgütleri, muhalefet odaklarının işleyişini en kaba hukuksuz baskı güçleri ile ezmiş İktidarlarının, bu kez de birbirlerini elemeye yönelik keyfi, mutlak, kuralsız güç kullanmalarının sonuçları... İktidar ortaklarının, kılıçların çekildiği bu kavgası, bugüne kadar paylaşılmış kamu alanlarındaki güç kullanımında, birbirlerinin çok iyi bildikleri en zayıf, en kirli yanlarını açığa çıkarmayı, gözü kararmış var ya da yok olmayı içeren öfkeyle, belden aşağı vurmaları üretiyor...
Durumları aslında demokratik hukuk devleti düzeni kuralları içindeki olağan kavgaların kalıplarına uymayınca, mafya düzeni içindeki çıkar savaşlarını, çatışmaları anımsatan bir tablo ortaya çıkıyor. İktidar ortaklığı siyasal İslam ekseninden olunca, bir diğerini yok etme savaşlarında, Kuran, ayetler, günah, haram, melek, şeytan.. kavramları da yerlerini alıyor. Biat etmiş seçmen için hâlâ bir geçerliliği olur mu bilemem. Kaygıyla izlediğim en kirli çıkar ilişkilerinin güç üzerinden pazarlanabilirliğinin toplumsal, siyasal ortamına yer açması... Hukuk devletinin yaşadığı travmaların toplumsal yüzünde, ırklar, mezhepler, dinler üzerinden çatışmaların veba mikrobu olarak geçerlilik kazandığı bir dünyada milyarlarca dünyalı bu çatışmalar üzerinden kırılıp dökülüyor... Milyarlar ayrıca insanlık tarihinin bilimsel teknolojik gelişimi, küreselleşmeyle ters orantılı akıl almaz bir yoksullaşma, yoksunlaşma, işsizlik, eğitim, sağlık başta, en yaşamsal haklarında uçurum aşağı çekilmeyi yaşıyorlar.
Kuralsız düzende, zengin Kuzey’in, çokuluslu sermayenin, emperyal düzenin çarklarının bile belini büken en önemli olgu kirlilik, rüşvet... Kimliğini yitirmiş siyaset, kirli çıkar ilişkilerinin odağında... İpin ucu öylesine kaçmış ki sol tehdit karşısında ehlileşmiş kapitalizmin yıkılan sosyal devlet ağında, sol, sendikal hakların belinin kırılmasının ardından yaşanan ucuz emek düzeninde... Sermaye örgütleri, Dünya Bankası kirliliğe, rüşvete ödenen paylar, işçiliğe ödenen payların 7.5 katlarına varınca, kirliliğe, rüşvete karşı savaş ilan etmek zorunda kaldılar. Artık dünyada gelişmiş ülkeler ile bizim gibi ülkeler arasındaki uçurum, en çok hakların insani gelişmişlik ölçülerinden, işte bu kirli siyasetin, rüşvetin geçerliliği üzerinden ölçülüyor. Yaşanan en büyük kirlilik operasyonu, üstünün örtülüp örtülmemesi Türkiye için önemli ölçü olacak...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Rıza Sarraf’ın Açık ‘Sicili’ - ÇİĞDEM TOKER

“İş hayatındaki başarımın altında yatan sırrımın, tutkularım ile işimi iyi harmanlayabilmem olduğunu düşünüyorum. Zaten bünyemizdeki şirketlere baktığınızda bir denizcilik, bir binicilik ve bir havacılık firması gözünüzden kaçmayacaktır. Bölgenin parlayan yıldızı olan Türkiye’yi gururlandıran bir holding olmak, benim ve şirketlerimin öncelikli hedefidir.”
Yolsuzluk ve rüşvet skandalının başaktörü Rıza Sarrafşık fotoğrafıyla işte böyle buyurmuş. Eski bir tarihte değil. Sarraf’ın rüşvet çarkını kurduğu Royal Holding’in sitesi, hâlâ yukarıda alıntıladığım “Başkanın Mesajı”yla açılıyor. 

Şu gün pek ironik duran “Bölgenin parlayan yıldızı Türkiye’yi gururlandırma” amacı, yine onun sayesinde yavaş yavaş karşılığını bulur belki, kimbilir...
Aslında Rıza Sarraf’ın sadece yaşı bile (29) kurduğu rüşvet düzeninin, devasa bir kara para aklama faaliyetiyle bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Mali varlığındaki olağandışı artış ve hızlı büyümesinin ipuçları ise Ticaret Sicili kayıtlarında çok net...
38.5 milyon TL sermayeli beş şirket Son beş yıl içinde, Türkiye’de art arda beş şirket kurmuş Rıza Sarraf. Hızlı sermaye artırımları, şirket kurucularının şüpheli durumları hepsi kayıtlarda. Tek tek bakalım:
●Royal Denizcilik ve Endüstriyel Makine Sanayi Ticaret: 25 Ocak 2008’de, 1 milyon YTL sermaye ile kuruluyor. Ortaklar: Rıza Sarraf, Ahad Khabbaztamimi, Abdullah Happani (rüşvet trafiğini fiziken yürüten isim) Turgut Happani, Humayun Zatparva.
Şirket, bir buçuk yıl sonra, sermayesini 5 milyon TL’ye yükseltiyor. (20 Temmuz 2009) Eylül 2011’de, ortaklıktan ayrılan Khabbaztamiminin yerine Rıza Sarraf’ın kardeşiMohammed Zarrab geliyor.
Ekim 2011’de, unvan değişikliğine gidilip denizciliğin yanına, “kıymetli madenler”faaliyeti ekleniyor. Böylece altın, pırlanta alım satımının önü açılıyor. Nisan 2012’de ilginç bir gelişme var. Mohammed Zarrab’ın İran olan uyruğunun Sansic Adalarıolarak değiştiği ticaret siciline işleniyor. (Not: Böyle bir adayı ben bulamadım. Sicile işlenirken hata olabilir. İhtimal ki, parayla vatandaşlık satan vergi cenneti adalardan biri) Royal Denizcilik Moskova Radisson Oteli için 5 adet lüks restoran gemisi üretmiş.
●Royal Holding AŞ, 31 Aralık 2010’da 5 milyon TL sermayeyle kuruluyor. Ortaklar: Rıza Sarraf, Mohammed Zarrab, Abdullah Happani, Amir FathraziHamid Reza Fathrazi. Şirketin amacı, kurulmuş veya kuracağı sermaye şirketlerinin yatırım finansman meselelerini çözmek, fonları birleştirip artırmak olarak tanımlanıyor.
İlginç isimler
●Royal Binicilik Ltd. Şti. 7 Mart 2011’de 500 bin TL sermayeyle kuruluyor. Kurucular Umut Bayraktar, Yücel Özçil(Şu an gözaltında olan her iki ismin de adı Bakan A.’ya rüşvet trafiğinde geçiyor. Yücel Özçil ise yıllar önce SPK tarafından borsa işlemlerinde yasaklanmış bir isim.) Şirket amacı, atların üretilmesi, beslenmesi, nesil ıslahı, alım satım ve ihracat ithalat, çiftlik kurmak.
●Safir Altın Ticaret İthalat ve İhracat Ltd. Şti. 16 Nisan 2012’de 5 milyon TL sermaye ile kuruluyor. İki ortağından biri Rıza Sarraf, diğeri Royal Denizcilik. 20 Kasım 2012’de Royal Denizcilik 2 milyon 450 bin TL’lik hissesini Rıza Sarraf’a devrederek ortaklıktan ayrılıyor.
●Are Havacılık AŞ 20 Temmuz 2012’de 500 bin TL sermaye ile kuruluyor. Tek kurucusu Rıza Sarraf. Şirketin amacı, ticari hava taşımacılığı, hava taşıma taksiciliği, yurtiçi-yurtdışı özel hava taksi seferleri, uçak helikopter, hava ambulansı kiralanması ve alım satımı.
Are Havacılık çok hızlı büyüyor. Kuruluşundan sadece üç ay sonra, sermayesini 500 bin TL’den 15 milyon TL’ye çıkarıyor.●Royal Mobilya Ltd. Şti. 8 Kasım 2012’de 1 milyon TL sermaye ile kuruluyor. 3 ay sonra 28 Şubat 2013’te sermayesini 8 milyon TL’ye çıkarıyor. Geçen ay ise statü tadiline giderek AŞ oluyor.
Fayans mı, Rüşvet mi?Meğer Rıza Sarraf, “Bölgenin parlayan yıldızı Türkiye’yi gururlandırmayıamaçlıyorum” derken deste deste rüşvet dağıtırmış. O sıra Gezi olaylarında ölen altı genç için kuru bir başsağlığını dahi esirgeyen hükümet üyeleri ise kırılan fayanslar için“kamu malına zarar” diye kıyameti kopartırmış. Şimdi, bize kırık fayanslar ile rüşvetten hangisinin daha çok yoksullaştıracağını anlatsınlar.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

20 Aralık 2013 Cuma

Hakan Şükür’ün Son Golü-ALİ SİRMEN

Bunca gürültü patırdı arasında, biraz gürültüye geldi Hakan Şükür’ün AKP’den istifası ve fazla üzerinde durulmadı. Neyse ki büyük çoğunluk tarafından cemaatin basındaki en önemli kalemlerinden biri kabul edilen Hüseyin Gülerce, olayın önemini vurguladı ve şunları ileri sürdü: 
- Hakan Şükür’ün istifası 2013’ün en önemli olayıdır. AKP bu istifayı en samimi uyarı olarak anlamalıdır. Belki de son uyarı! 
Meğer Hakan Şükür büyük fırtına konusunda herkesi uyarmış. Ama ne AKP ne de Başbakan bu uyarıdaki önemi gördüler. Belki de gördüler de görmezden geldiler. 
Başbakan yalnızca, bu istifayı beklemediğini ve Hakan Şükür’e yakıştıramadığını söyledikten sonra ekledi: 
- Eğer dürüstse sadece partiden değil, parlamentodan da ayrılması gerekir. 
Gerçi parlamentodan ayrılmak Hakan’ın tek taraflı iradesiyle olacak şey değil, TBMM Başkanlığı’nın konuyu oya sunması ve Genel Kurul’un da istifayı kabul etmesi gerek. 
Kaldı ki Hakan Şükür’ün de pek öyle bir niyeti yoktu. Beklenen yanıtı yapıştırdı: 
- Orası milletin Meclis’i, bizi de oraya millet getirdi. 
Ne dersiniz Tayyip Erdoğan mı, Hakan Şükür mü haklı?
***
Sorunun yanıtını düşünürken aklıma, hemen hemen 65 yıllık bir olay geldi. 
TBMM’nin altıncı ve yedinci döneminde CHP’den milletvekili olan Behçet Kemal Çağlar, partisi içinde laiklik konusunda 1947 kurultayında başlayan tartışmalardan rahatsızdır. Bu görüşünü kurultayda da, başka platformlarda da dile getirmiştir. 
Nihayet, ilahiyat hocası Şemsettin Günaltay’ın TBMM’de 42’ye karşı 349 oyla güvenoyu aldığı 24 Ocak 1949 tarihli oturumda kürsüden partisinde siyasete devam etmesine imkân kalmadığını belirterek istifasını sunar. 
Yalnız Behçet Kemal Çağlar onunla yetinmeyip milletvekilliğinden de istifa eder. 
Şimdi bu iki olaya bakarak kim doğru davrandı diyebiliriz? Milli şair mi, milli futbolcu mu? 
İlk ağızda, Nasrettin Hoca gibi her ikisine de “sen de haklısın, sen de” diyebiliriz. 
Öyle ya, 1949 yılında partinin politikasını saptayan da, kimin milletvekili olacağına karar veren de aynı üst makamdı (İnönü). 
Kimse çıkıp da ona “ben senin politikanla aynı fikirde değilim, ama yine de burada durmaya devam edeceğim. 
Çünkü beni buraya millet seçti” diyemezdi. Çünkü kimin Meclis’e gideceğine karar veren millet değil, tek seçiciydi.
***
“Oysa aradan geçen 65 yılda durum değişmiştir. Artık ‘tek adam’ dönemi geride kalmıştır” diyebilir miyiz? 
Deriz demesine de, gerçeği yansıtmış ve pek de doğru söylemiş olmayız. 
Yani “Behçet Kemal Çağlar’ı TBMM’ye yollayan tek adamın iradesiydi, oysa şimdiHakan Şükür’ü aynı çatı altına gönderen milli iradedir” dersek doğru mu olur? 
Burada tayin edici irade İstanbul halkının mı, yoksa Tayyip Bey’in iradesi mi? 
Tayin edici iradenin Tayyip Bey’in olduğu, İstanbul seçmeninin iradesinin ise tasdik kabilinden bir formalite olduğu, halkın da Hakan Şükür’e onay verirken ondan çok Tayyip Bey’i tasvip ve tasdik ettiğini söylemek daha doğru olmaz mı? 

Biliyorum söylediklerim sistemin resmi tarifine uymuyor. 
Ama gelin görün ki fiili uygulamaya fevkalade uyuyor. 
Şimdi bu durumda Tayyip Bey Hakan Şükür’e açıkça şunu söylemek istiyor: 
- Politikama karşıysan Meclis’ten de ayrıl! Çünkü seni oraya sokan benim. 
Buna mukabil, Hakan Şükür de demek istiyor ki: 
- Yok öyle yağma; anayasa beni senin değil, milli iradenin seçtiğini söylüyor. 
Görüyorsunuz, bu durumda her ikisi de haklı. Ya da bakış açınıza göre her ikisi de haksız. 
Bu yoldan giderek kim haklı konusunda bir sonuca varamayız. 
Ama bu örnek olay bize şunu gösteriyor ki eğer sistemin bütünü yanlışsa, onun ayrıntılarında doğru aramak abestir. 
Zaten o yüzdendir ki yıllardır sistem içinde doğruyu bir türlü bulamıyoruz ya!  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Silkele Düşecek...- BEKİR COŞKUN

Dünyanın neresinde olursa olsun... Bunca rezillik ortaya döküldükten sonra, bir gün bile orada oturtmazlar adamı... 
Yapanı düşürürler... 
Korkum... 
CHP düşmesin...
*
Öyle demeyin... 
Oldu çünkü... 
İktidar çuvalladıkça, muhalefette oy kaybeden yeryüzünün tek partisidir arkadaşlar...
*
Ben biliyorum; şimdi “gensoru” diyecekler... 
Bir kenara yazın... 
Basın toplantısı yapılır... 
Gensoru vereceklerini açıklarlar... 
Verilir... 
Nasılsa reddedilir...
*
Bir basın toplantısı daha... 
“Gördüğünüz gibi gensoru önergemiz reddedilmiştir” der sözcü... 
Eh...
*
Türkiye’nin şanssızlığı bu iktidar ise, daha büyük şanssızlığı muhalefetin olmayışıdır... 
Şu anda ana muhalefet kim?.. 
Cemaat...
*
CHP?.. 
Kıpırda birader... 
Meclis’ten mi çekilirsin?.. 
Komisyonları mı boşaltırsın?.. 
Başkanlık divanından mı inersin?.. 
Erken seçim de... 
Meydanlara çık... 
Yollara düş... 
Yürü... 
Atatürk’ün partisisin, yer gök inlesin...
*
Dört bakan kendiliğinden düştü zaten... 
Geriye kaldı kalanı...
*
Cumhuriyetimizi yıkan dinci devrimin gerçek yüzü ortaya döküldü... Din, iman, Allah, kitap derken, Türkiye’yi çalmışlar... 
Orman, deniz, kıyı, park... 
Kara para... 
Altın... 
Daha ne olsun?..
*
“Soruşturmanın selameti için bakan çekilsin” diyorsun da... Niçin “Soruşturmanın selameti için iktidar çekilsin” demiyorsun?.. 
Kıpırda biraz... 
Silkele... 
Düşsün...  

BEKİR COŞKUN
Cumhuriyet

15 Aralık 2013 Pazar

‘Başbakan’ın suç işleme özgürlüğü mü var? - NİHAT BEHRAM

Muhalefete, muhalif yazarlara, göstericilere, gençlere, direnişçilere, hak arayan halka ağır hakaretler ve tehditlerle efeleniyordu. Derken, kendi içlerinde birbirlerine esip gürlemeye başladılar. Özellikle şu ‘kazanç buzdağı’nın görünen kısmı ‘dershaneler’ nedeniyle başlayan ‘paylaşım sürtüşmesi’nde, birbirlerine hakaretin, tehdidin, pusunun bini bir para. Doz, ‘vatan hainliği’ suçlamasına dek dayandı.
 
Gerçi bu ‘dershane’ işleri falan biraz karışık! Yüzeyden bakınca: AK Hacılar, neredeyse ‘Cemaat’ı ‘marjinal terörist grup’ ilan edip, sandıkla gelen iktidara ‘darbe planı’ içinde olduklarını söyleyecek! Ne malûm, bu sürtüşme belki de artı-eksi kablo kavuşmasının gereğidir! Ampul ‘daha nurlu’ yansın diye! Yani AK Hacılar ile Cemaat daha ‘nur’lu yanma konusunda uyuşuverir. AK Hacılar ile Cemaat’ın bu paylaşım sürtüşmesi günlerinde; CHP’nin uyuşukluğu depreşir de, Cemaat’a yaslanayım derken kucağına düşerse, göreceği var! Gün ışığında dünyayı değil, ‘nur’ ışığında ‘Mevlâ’yı!
 
Başbakan son dönem konuşmalarında ‘suç’ dozunu iyice artırdı. Ağzını açıp da suç işlemediği konuşması neredeyse yok. ‘Lan’lı, ‘ulan’lı, ‘ayyaş’lı, ‘çapulcu’lu sözlerle ‘süslediği’ konuşmaları tehdit boyutuna ulandı. “Açıklarsam yer yerinden oynar” diyor. Herhalde dünyada böyle konuşabilen, yani kendinde böyle konuşabilme yetkisi gören tek devlet adamıdır. Bir başbakanın bu cümleyi kullanması aleni suçtur! Bu cümleyi kullandığında “Ah, ne iyi ediyor da susuyor, toplumsal depremi önlüyor, barışa hizmet ediyor, iyi ki susuyor, bildiği korkunç gerçekleri açıklamıyor” mu diyelim? İlkin, bu cümle tehdittir. Başbakan tehdit suçu işliyor! Sonra: bu cümle itiraftır; demek ki bildiği korkunç gerçekler var, fakat halktan saklıyor! Uygar bir toplumda bu cümleyi sarf eden devlet adamının yakasına yargı yapışır. Bırak devlet adamının halkı tehdit etmesini, evde çocuğu tehdit edemezsin; uygar bir toplumda tehdidin her türü suçtur. Suçun karşısında yargının susması ‘suçun katmeri’dir!
 
Gazetecinin, muhalif yazarın, muhalif siyasetçinin, hukukçunun, aydının evine, bürosuna ‘telegöz, telekulak’ yerleştirmek suç değil mi? Komşu ülkelere karşı; şeriatçı canilere barınma, eğitim, silahlanma olanağı sağlamak suç değil mi? Bir ülke yöneticisinin, gazeteleri hedef alıp “Yargıyı göreve çağırıyorum” demesi suç değil mi? Bir ülke yöneticisinin, o ülkede birçok dinsel inanış ve kültür varken, kendi mezhebine vurguyla “İnancımıza uygun olan budur” türü konuşmalar yapması, farklı inançları aşağılaması suç değil mi? Başbakan’ın ‘kızlı erkekli evler’ söylemi başlı başına suçtur. Halkı ‘ihbarcı’ olmaya çağırdı! Suçtur. AİHM gibi Türkiye’yi de bağlayan uluslararası mahkeme kararlarını kulak arkası etmek suçtur! “Camide alkol içtiler, türbanlı hamile bayana saldırdılar” türü ispatsız sözlerle muhaliflere iftira atmak suçtur. Bu suçlar karşısında susan yargı, ‘suçun katmeri’dir’
 
‘Başbakan’ın geçeceği yollarda saatler öncesinden, gideceği kentlerde günler öncesinden ‘olağanüstü hal’ ilan ediliyor. Yasaklar, gözaltılar başlıyor. Suçtur. Hele ki, “Hükümet aleyhinde gösteri yapabilir” ihtimaliyle gözaltılar, dernek baskınları, çevreyi polis ablukasına almak katmerli suçtur. Bu suçlar karşısında yargının susması suça iştiraktir. Polisin halka saldırısını, yetkili kişi “Hükümet aleyhinde slogan atıyorlardı!” diye savunuyor!  Vay faşist vay! Ne var bunda? Atar, atacak, atmalı! Hükümet aleyhinde olmak, karşı gösteri düzenlemek, ‘Başbakan’ı protesto etmek en sıradan demokratik haktır!
 
Gün yok ki, ‘Başbakan’ nedeniyle halka dönük bir terör olayı yaşanmasın. ‘Başbakan’ı protesto edenler, anında yaka paça gözaltına alınıyor. Küfür ettikleri, taş attıkları için falan değil;, pankart açtıkları, bildiri dağıttıkları için! Bu işi yapan gençleri yaka paça eden polis suç işlemektedir; polise “Yaka paça et” görevi veren amirler de. Yargının suça sessizliği ise, suçu misline katlıyor.
 
Demokrasi, insan hakları, özgürlük, çağdaş eğitim, bilim, uygarlık, uluslararası anlaşmalarla güvence altına alınmış değerler, adalet, vicdan... ne söylerseniz söyleyin etkisi yok. Söylenecek her şey, her ton ve alanda söylendi. Ama ‘Başbakan’ ve iktidarı bildiğini okuyor! Yani suç işlemeye berdevam!

Goethe: “İnsan ancak anladığı şeyleri duyar!”

NİHAT BEHRAM
YURT

Bu Seviyesizliğe Müstahak Değiliz! - ZEYNEP ORAL

Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi bunca seviyesizliğe, bunca iğrenç küfürleşmelere benim bildiğim kadarıyla hiç ama hiç sahne olmamıştı. (Tutanaklar ortada, isteyen bakabilir.) Belden aşağı küfürlerin uçuştuğu o oturumda gerek CHP’liMuharrem İnce, gerek AKP’li Zeyid Aslan, sadece birbirlerine değil, tüm millete küfretmişlerdir. Zeyid Aslan’ın bu ilk değil, kaçıncı vukuatı. Meclis’te Genel Kurul’daKamer Genç’e ettiği en okkalı küfürler... Daha yenilerde kadın gazetecilere, “Ben sizin bacak aranızın fotoğrafını çeksem...” diye başlayan “ahlak vaaz”larını unutmadık! 
Hayır! Biz bu seviyesizliğe müstahak değiliz!
***
İmam vaaz vermiş, demiş ki, analara küfretmeyin, karşınızdakinin anasına ettiğiniz küfür, kendi ananıza geri döner... 
Bu haberi okuduğumda ne düşüneceğimi bilemedim. Beş yaş altı çocuklara bile artık günümüzde böyle ders verilmiyor: Sen onun saçını çekersen, o da senin saçını çeker misali! 
İmamın çok iyi niyetli olduğundan hiç kuşkum yok. Ancak görüldüğü gibi küfreden de olsanız, küfredilen de, sonunda okkanın altına giren analar, yani kadınlar oluyor! 
Öldükten sonra cennet, hurilerle mükâfatlandırılma ya da cehennem ateşiyle yanma korkusu arasında sıkışıp kalma yerine, eğitim alanındaki utanç verici durumumuzu düzeltmeye çalışsak artık... 
Meclis’te küfür, hoyratlık, kavga artışı ve seviyesizlikle, OECD’nin (PİSA 2012) Eğitim Raporu’nda, 64 ülke arasında 42. sırada olmamız arasında sahici bir bağ olduğuna çok inanıyorum. 
Hayır, biz eğitimdeki bu seviyesizliğe de müstahak değiliz.
***
Başbakan’ın “Ulan” diye konuşması, “Sen” diye hitap etmesi... Kimilerine göre onun kişiliğinin bir parçası; “karizmasının” bir parçası... Velev ki öyle... İnsan olumlu örnek olmaya çalışır, olumsuz değil! 
“Ananı al da git!” ... “Lan artistik yapma” ... Muhalefete ya da beğenmediklerine Meclis içinde ya da dışında: “Ahlaksız herifler” ... “Ahlaksızlar”“Reziller”,“Sahtekârlar”... 
Örnek böyle olunca bir Bülent Arınç’ın “Şeyini şey ettiğimin şeyi” demesi de sineye çekilir, Vali’nin “Gavat” demesi de... 
Hayır, biz bu seviyesizliğe müstahak değiliz!
***
Ama biz bu kadar yalana da müstahak değiliz: Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın Bezmiâlem Camii’yle ilgili çoktan aksi kanıtlanmış yalanları tekrarlaması; insanları aptal yerine koyması olacak şey mi! 
“Dini değerler” diye diye yalan söylemek, öpüşmekten daha büyük günah, daha büyük edepsizlik değil mi! Bir yalanı bin kez tekrarlayarak gerçek yapabilir misiniz?! 
Hayır! Biz bu seviyesizliğe müstahak değiliz! 
Bozdağ’ın kullandığı Türkçede de ciddi sorun var: “... Birbirlerini kadınlı erkekli öpenyapılarla ilgili ...” 
Demek istiyor ki, camide bir kadınla bir erkek öpüşmüş! Galiba Başbakan’ı örnek aldı: O da Hülya Gülbahar’a dönüp “Yoksa Uganda mı olmak istiyorsun” demişti! 
Anadilimin de böyle horlanarak kullanılmasına gönlüm razı değil. 

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

İzmir...- CÜNEYT ARCAYÜREK

İzmir’in bir zamanlar, hemen her seçimde, Demokrat Parti’yi CHP’ye yeğlemesini gerekçe gösteriyor.
İzmir özgürlük, demokrasi, tek parti CHP’sinden kurtulmak istiyordu” diyor ve bu özgürlük, demokrasi isteklerinin bastırıldığını söylüyor.
RTE, sanki dünü anlatırken bugünü, AKP yönetimindeki Türkiye’yi ve gâvur diye aşağıladığı bugünkü İzmir’i anlatıyor. 

İzmir; bugün de her fırsatta özgürlük, demokrasi diyor.
AKP’den kurtulmayı istiyor.
Her fırsatta bu özgürlük ve demokrasi isteklerinin RTE ve hükümetinin bastırdığını söylüyor.
İzmir, RTE’ye aykırı bir ilimiz.
Atatürk’e, devrimlerine bağlı ve saygılı...
... Çağdaşlığı, laikliği RTE gibi ucundan kenarından tutarak gerçek anlamından uzaklaştıran aslında sözde laikliğe...
... Okul yerine camilere öncelik veren, kılık kıyafet özgürlüğü adı altında kadını örtünmeye zorlayan...
... Dindar genç nesiller yetiştireceğim diye okullarda din ve zoraki Kuran derslerine önem veren ve ileri derken geriye, gericiliğe hasret bir siyaset uygulayan AKP demokrasisine karşı.
***
RTE, görevinde başarılı olan bir bakanını, İzmir’den aday gösterir, iktidarın maddi nimetlerinden yararlanma olanağı vaat ederse; İzmir’in kucağına düşeceğini... .
.. Son yerel seçimlerde yüzde 56.7 olan CHP oylarını, oyu ancak yüzde 30 olan partisi AKP’nin yakalayacağını ya da geçeğini sanıyor...
AKP’ye oy veren illere hükümetinin para yağdıran yardımlarından partisine oy vermeyen İzmir’i mahrum bıraktığından hiç söz etmiyor...
CHP’li İzmir Belediyesi’nin, kıt kanaat kendi bütçesiyle gerçekleştirdiği hizmetleri bir kalemde yok sayıyor.
Açık ara oy verdiği için İzmir halkını cezalandırmak amacıyla CHP’li belediyeye müfettişlerle baskın yaptırdığını, maddi ve manevi zorbalık önünde eğilmeyen CHP’li başkan ve yardımcılarını mahkemelere, cezaevlerine sürüklediğini de tabii anımsamıyor...
Beyefendi gelirken bakmış da İzmir’e, CHP’nin yerel yönetim beceriksizliğini görmüş;“İzmir inanıyorum ki CHP demeyecektir” diyor.
Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış; o hesap!
***
İktidar borazanlarından Sabah’ın manşetten ilan ettiğine göre, AKP İzmir Belediye başkan adayını açıklarken İzmirlilere güvence vermiş: “Yaşam tarzlarına karışmak, korku, tehdit siyaseti üretenlerin işidir. Biz hep özgürlüklerden yanayız” demiş.
Bu sözler CHP Genel Başkanı’na ait değil.
Okuyunca gözlerinize inanamayacaksınız ama 11 yıldır korku ve tehdit siyaseti ürettiği için ünü sınır dışına taşan, insanların yaşam biçimlerine karışan AKP Genel Başkanı söylüyor bunu...
***
İnsanların şu partiden, bu inançtan olmaları bizim hizmet anlayışımızda fark etmez diyor ya sürekli.
76 milyonun başbakanı ya!..
İzmirlilere İzmir’in talih ve tarihinin nasıl değişeceğini söyledi.
Buraya AKP’nin elinin değmesinin” koşulunu açıklayarak:
Ver oyu al hizmeti!
Yok oy, yok hizmet!..  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

14 Aralık 2013 Cumartesi

‘Vatan Haini’ - ALİ SİRMEN

Almanya’da Temel arabasıyla otoyola tersten girmiş, karşıdan gelenler basıyorlar klaksona, bir karışıklık ki, sorma gitsin. 
Arabanın radyosunu açmış bizimki, bir anons: 
- 8 numaralı otoyoldakiler dikkat! Bir araba tersten gidiyor. 
Temel şöyle bir bakmış karşıdan gelenlere ve söylenmiş: 
- Ne piru tersten citmesu da, hepisu tersten cidiyir hepisu! 
Geçen gün Başbakan’ı dinlerken aklıma geldi bu fıkra. 

Fevkalade havalı ve mümkün olan herkesle kavgalı Tayyip Bey’e göre, yanlışa düşenler gün geçtikte artmaktadır. 
Muhalefet yanlış, basın yanlış, ordu yanlış, öğrenci yanlış, cemaat yanlış, müezzin yanlış, işadamı yanlış, futbol yöneticisi yanlış, velhasıl herkes yanlıştır, herkes tersten gitmektedir, herkes. Bir tek kendi hariç... 
Peki de, doğru olan nedir ki, yanlış olanı bulalım da terse düşmeyelim? 
Çokbilmiş için sorunun yanıtı kolaydır. 
Sormuşlar çokbilmişe: 
- Üstadım aptal kimdir? 
- Çok basit, demiş, çok bilmiş. Benim söylediğimin tersini söyleyendir. 
- Peki ayıp nedir? 
- Benim yapmadığım her şey. 
- Kötü nedir? 
- Benim beğenip onaylamadığım her şey. 
Çok basittir yaşam, kafasında soru işareti olmayan çokbilmiş için. 
Çokbilmişin, içinde sorgulamaya yer olmayan düşüncesinin egemen olduğu despotik totaliter rejimler vardır ki, işte orada iş çok zor...
***
Çünkü çokbilmişin zihniyetinin egemen olduğu totaliter düzende, yukarıdan dayatılan ve yaşamının her yanını kucaklayan davranış biçimlerine uymamanın yaptırımı da vardır. 
Totaliter rejimlerde her şeye despot karar verir. İyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı, sevabı günahı hep despot saptar. 
“Devlet benim” diyen despotun, emirleri kanundur ve uymamak da suçtur. Despot devletin kendisi, vatanın kişiliğinde tecelli ettiği şahıs olduğuna göre, onun görüşüne, isteğine, emrine aykırı hareket etmek, düşünmek, ülkenin çıkarlarına aykırı olmak, yani vatana ihanet etmek demektir. 
Despotun sisteminde, sandık despota milli iradeyi temsil ettiği bahanesini sağlayan bir araçtan öte değildir. 
Totaliter rejimlerde despotun sultası koyulaştıkça, vatandaşın vatan haini olma olasılığı da onunla orantılı olarak artmaktadır, sonunda büyük çoğunluklara, bir nebze nefes alabilmek için vatan hainliğinden başka olanak kalmamaktadır... 
Bu durumda vatan hainliği geniş toplulukları birleştiren ortak payda haline gelmektedir.
***
Ve despotun saklambaç oyunundaki ebe gibi, her yana “sağım solum sobe, sağım solum, önüm arkam, susmayan vatan haini” diye bağırdığı ortamda bir gün canına tak eden biri çıkar ve haykırır: 
“Evet vatan hainiyim, siz vatanseverseniz ben vatan hainiyim 
vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan 
polis kurşunu ya da kapsülüyle can vermekse bir gösteride eğer vatan 
mahalle baskısıysa vatan, polis zulmüyse ve astığı astık kestiği kestik özel yetkili mahkemelerse 
ve de kılıfıysa eğer vatan, ‘faili meçhul!’ cinayetlerinizin... 
Evet ben vatan hainiyim!..” 
İşte, birinin çıkıp da “Eğer sen vatanseversen o zaman ben vatan hainiyim!” diye bağırdığı o an, bıçağın kemiğe dayandığı andır. 
İşte o an, bir toplumun gemi azıya aldığı, korkunun yenildiği andır. 
İşte o an, kimsenin canının istediğini vatan haini ilan edemeyeceği demokrasi şafağının sökmeye başladığı andır. 
Az kaldı ha gayret vatan hainleri!..  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet