7 Şubat 2014 Cuma

Halk Neden Unutkan? - ALİ SİRMEN

Salı günkü yazımda Menderes’in bir zamanlar politikasını halkın unutkanlığı üzerine bina ettiğini ve sık sık “Hafızayı beşer nisyan ile maluldür” deyişini tekrarladığını,Özal’ın da, yaptıklarını yadırgayan toplumu, “Alışırlar... Alışırlar!..” diyerek hafife aldığını yazmıştım. 
Tayyip Erdoğan’ın politikası da aynı temellere dayanıyor. O da baskının, zulmün, yolsuzluğun zamanla unutulacağına, unutulmasa bile bunlara alışılacağına güveniyor. 
Dünkü Cumhuriyet’in manşetine bakılınca pek de yanılmıyor görünüyor. 
Dünkü Cumhuriyet’in manşetinde ezcümle şu anlatılıyordu:

“Halkın yüzde 77’si rüşvet ve yolsuzluk var diyor ama oy tercihini değiştirmiyor.” 
Demek ki, yolsuzlukların haberinin patlak vermesi ile sandığa gidilmesi arasında geçen zamanda, toplum her şeyi unutacak kadar nisyan ile malul bir hafızaya sahipmiş ve Menderes de, RTE de haklıymış. 
Belki de olguyu unutkanlık yerine alışkanlığa bağlamak daha doğru olur. 
Belki de, halk unutmasına unutmuyor ama alıştığından hırsızlığa tepki göstermiyor. 
Hırsızlığa, yolsuzluğa tepki göstermeyen, baskıya zulme de göstermez. 
Öyle de oluyor. 
Peki de, neden? 
Neden halkımız kolayca unutuyor veya her şeye her yolsuzluğa kolayca alışıyor?
***
Sanıyorum cevap, ürettiğinden çok üreyen ve tüketen toplum yapısında yatıyor. 
Büyük cari açığa dayalı, ürettiğinden çok üreyen ve tüketen sistemde, kendi yaşamı ve gelişmesi için yeterince üretemeyen toplum neyle geçiniyor? 
Talan ve avanta ile! 
Kendi havasını, suyunu, yeşilini velhasıl çevresini, ulusal zenginliklerini, kültürel ve ekonomik birikimlerini yarın ne olacağını düşünmeden veya “bişşiiyyy olmaz abiii”diyerek hoyratça talan eden, bununla da ayakta kalamayıp dışarıdan yüksek faiz cazibesine kapılarak akan paraya bel bağlayan toplumlarda ekonominin temeli üretim değil, talan ve avantadır. 
Eğer herkesin bu talan, yağma, avanta düzeninden bir çıkarı varsa ona göre örgütlenir. 
Talan ve avanta sistemine dayalı toplumlarda tabii ki talandan en fazla payı egemenler alır. 
Ama herkeste talan ve avantadan ona da bir pay düşeceği algısının uyandırılması önemlidir. Öyle olunca herkes düzenden beklenti içine girer. 
Bu umut, bir türlü paylaşımda sosyal adaleti sağlamayanların onun yerine ikame ettikleri hastalıklı ve varsayımsal “talan sosyal adaletini” oluşturur. 
Üretim düzeninde, ürediği, tükettiği kadar üreten toplumun alın terini kutsal sayan birey, avanta ve talana kendine ait olanı çaldığının bilincinde olduğundan karşıdır. Oysa talan ve avanta düzeninin “Bir gün sıra bana gelir, ben de küpümü doldururum” beklentisinde olan bireyi, üreten gibi hırsızlığa tepki göstermez. 
Bu toplumda, “ama bunlar hırsız çetesi” desen gelecek, pişkin yanıt şu olacaktır: 
- Hepimiz çeteyiz be abi!
***
Peki çare ne? 
Çare zaten düzenin kendi yapısında yatıyor. 
Ülkenin kaynakları, ilanihaye talana elverecek ölçüde sonsuz değil. 
Avanta sanılan dış kaynaklı borç da, sanıldığı gibi avanta değil. 
Bir gün gelir, talan edilmekten kıraçlamış, yurt içinde gırtlağa kadar borca ve yozluğa batmış olan toplum uyanır. Bir de bakar ki, faturayı burnuna dayamışlar. 
İşte o saadet zincirinin koptuğu an, kıyametin koptuğu anla eş zamanlıdır. 
İşte o zaman, uyanış başlar; haykırışlar, inleyişler arşı alayı inletir: 
-Hırsızlar!.. Zalimler!.. Alçaklar!.. Ah keşke bileydik de başımıza bunlar gelmeyeydi!.. 
İşte olay budur. 
Talan ve avantanın kahredici sarhoşluğunun pençesine düşmüş toplumlar başlarını taşa çarpamadan uyanamazlar. 
Bilmem anlatabildim mi?  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Ekonomik Krizin Neresindeyiz? - ÖZTİN AKGÜÇ

Uzunca bir süredir kriz tellallığı yapmıyor, kriz öngörüsünde bulunuyor, nedenlerini de açıklamaya çalışıyorum. Geçenlerde beni tanıyanlardan biri yolda karşılaştığımızda sordu: “Söylediğiniz kriz geldi, peki krizin
neresindeyiz?” Yanıtım “daha başlangıcındayız” oldu. 
Çözüm için, öngörü için önce tanı koymak gerekir. Yaşanan ekonomik olay neydi? Niçin krizle sonuçlandı? 
Yaşadığımız kriz, 1990’lı yıllarda yükselen piyasa ekonomileri olarak nitelendirilen gelişmekte olan ülkelerde; 1994-95 Meksika, 1997-1998 Doğu Asya ülkelerinde yaşanan borç krizine benzer bir olay. 
Borç krizi, ödemeler dengesi krizi sonuçta kısa sürdü. 
Yabancı sermayenin, sıcak para olarak nitelendirilen yüksek kâr beklentili sermayenin büyük boyutlu ülkeye girişinden kaynaklanıyor. 
Kısa sürede büyük boyutlu spekülatif de olsa yabancı sermaye girişi göz alıcı bazı etkiler doğurduğu gibi bazı yanlışları dengesizlikleri de gizliyor. Açıklık getirmeye çalışayım. Yabancı kaynak girişi banka kredilerini artırıyor, ulusal parayı aşırı değerli hale getiriyor, yarattığı iyimserlikle varlık fiyatları ve menkul kaynak borsası yükseliyor. Gayrimenkul piyasası canlanıyor, ucuz ithalat artışı, enflasyon hızı yavaşlıyor, dış ticaretten alınan vergiler arttığından bütçe açığı azalıyor, ekonomi büyüyor izlenimini uyandırıyor. 
Öte yandan ucuz ithalat, ülkede ara malı üretimini hemen hemen yok ediyor, imalat sanayisi daha az katma değer yaratan montaj sanayisi haline dönüşüyor, özel kesimi yabancı parayla borçlanmaya itiyor; ülkede iç tasarruf oranı düşüyor, yatırım-tasarruf dengesizliği dış borçlanma yoluyla kapatılıyor, dış borçlar sürekli kabarıyor, hane halkının borç yükümlülüğü yıllık gelirinin yarısına ulaşıyor, bilançolar bozuluyor, bazı piyasalarda balonlar oluşuyor, tüm bu olumsuz gelişmeler ya gizleniyor ya da gözden kaçıyor. 
Ucuz yabancı para girişinde, durma bir yana, yavaşladığında dahi tüm olumsuz gelişmeler tüm çıplaklığı ile görülmeye, yaşanmaya başlanıyor. İstikrar, büyüme başarı garantisi kayboluyor, halüsinasyon sona eriyor. Hiçbir ekonomi daha Con Ahmet’in devir daim makinesini keşfedemedi, mucize gerçekleştiremedi. 
Türkiye temel dengesizliğin doğurduğu ödemeler dengesi krizi, borç krizi sürecine girmişse buradan çıkış, sürecin yön değiştirmesi zaman alacaktır. Bir ekonomide sanayinin yapısının değişmesi, iç tasarruf oranının yükselmesi, bilançoların düzelmesi, özel kesim ve hane halkı borçlarının taşınabilir düzeylere inmesi, hatta güven ortamının oluşması kısa sürede gerçekleştirilebilecek gelişmeler değildir. 
Hükümet döviz satma, gizli veya açık zam yapma, faizleri yükseltme gibi bazı önlemlere başvurmuş; fakat sonuç alınamamıştır. Palyatif önlemlerle temel dengesizlik sorunu çözülemez. 
Hükümetin B, C gibi planları olduğunu sanmıyorum. Olsaydı istikrarsızlık bu düzeyde derinleşmeden başlangıçta yürürlüğe konulabilirdi. 
Türkiye’nin mevcut ekonomik programı, bürokrasinin beceri düzeyi, ortalama işadamı kalitesi ve finans sektörünün yönetim kadrosu ile sorunu çözmesi zor, çözüm uzun süre gerektiriyor. 
Geçen yıl IMF’ye borç veriyoruz şenlikleri düzenlenirken aman IMF’nin kapısına yeniden dönmeyin uyarısını yapmıştım. IMF’yi kurtarıcı olarak gördüğümden değil, basiretsizlik, rota belirleyememe, boş övünme, beceri eksikliği ne yazık ki sonunda hükümetleri IMF’ye muhtaç hale getiriyor. 
Sürecin daha başındayız; kriz henüz dip noktasını bulmadı, çıkış zaman gerektiriyor, kendi olanaklarımızı iyice tükettiğimizde sonunda şartlar daha da kötüleşmiş olarak IMF’nin kapısını çalmak zorunda kalabiliriz. Kendimizi aldatmayalım.

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet  

5 Şubat 2014 Çarşamba

Faiz Gerçeği - ERİNÇ YELDAN

Bugünkü yazımızda biraz yakın tarihe geri dönüş yapacağız. Konumuz AKP’niniktidara geldiği 2002’den başlayarak küresel krizin etkilerinin Türkiye’ye uzandığı 2008 Ekim ayına değin Türk mali piyasalarında gerçekleşen faiz oranları ve enflasyonun seyri. Aşağıdaki ilk grafik TC Merkez Bankası (TCMB) ve TC Kalkınma Bakanlığı’ndan derlediğimiz enflasyon ve faiz oranlarına ilişkin verileri sergiliyor.
Türkiye 2001 krizi sonrasında yüzde 60’lar bandında seyreden enflasyonu geriletmeyi başarmış ve yüzde 10 düzeyine indirmiş idi. Enflasyondaki düşüşe koşut olarak faiz oranları da yüzde 20’ler düzeyine geriledi. Oysa, gerek TCMB’nin gecelik faizleri(dönemin politika), gerekse kredi faiz oranları reel olarak yüzde 10-15 düzeyinde korundu. Yüksek faiz uygulaması dönem boyunca Türkiye’nin yükselen bir piyasa ekonomisi olarak ayırt edici özelliği idi. Ancak yüksek faiz, konunun sadece bir boyutu idi. Yabancı yatırımcıları Türkiye’de cezbeden asıl işlem “carry trade” diye de anılan spekülatif sıcak para hareketleriydi.
İşlemi şöyle bir örnek ile açıklayalım: “Yabancı” bir finans yatırımcısının, faizlerin çok ucuz olduğu Japonya ya da benzeri bir ülkeden borçlandığını ve elindeki döviz fonlarını Türkiye’ye getirdiğini varsayalım. O günkü döviz kurundan TL’ye çevrilen fonların yüksek faiz veren bir finansal varlığa yatırıldığını düşünelim. ÖrneğinTürkiye’de sunulan yüzde 25’lik faizler ile, gelişmiş ülkelerde neredeyse yüzde 3-4 düzeyinde olan faiz farkı karşılaştırıldığında bu işlemin ne kadar tatlı kârlar sunduğunu ve uluslararası finans tekellerinin iştahını ne denli kabartmakta olduğunu tahmin etmekgüç olmasa gerek. Dönem sonunda, vadesi bitmiş olan kâğıtlar satılıp, TL’den dövize tekrardan geri dönülüyor. Küresel finans dünyasının spekülatif kazançları şiştikçeşişiyor.Aşağıdaki grafikte ele aldığımız dönem boyunca Türkiye’nin bu tür işlemler aracılığıyla uluslararası yatırımcılara sunmakta olduğu spekülatif getirisinin büyüklüğü gösterilmekte. Hesaplamalardan, Türkiye’nin uluslararası finans spekülatörlerine yıllık ortalama olarak yüzde 20-50 civarında bir getiri sunduğu anlaşılıyor. Sunulan getiri 2003 boyunca yüzde 70’lere uzanıyor (her bir dolarlık yabancı yatırıma, 70 sentlik kazanç!). 2006’nın “mayıs-haziran çalkantısı” sırasında Türkiye’de yaşanan yüksek oranlı kur aşınması (devalüasyon) neticesinde bu işlemin sunduğu spekülatif kazançlar eriyor ve neredeyse sıfırlanıyor. TCMB’nin, sıcak paraya dayalı sermaye girişlerini özendirmek üzere temmuz ayından başlayarak “aktif” bir faiz politikası güttüğü, şekilden rahatlıkla takip edilebiliyor.
Bu arada Türkiye’ye yüksek hacimde döviz girdisi sağlanmış oluyor. Ancak reel yatırımlar ile ilgisi olmayan bu tip “sıcak” nitelikli spekülatif sermaye, ulusal ekonomide yeni iş sahaları açmak ya da teknoloji getirmek gibi kazançlar sağlamak şöyle dursun, Türk Lirası’nı aşırı değerli hale getirerek ithalatımızı kamçılıyor ve dış borçlarımızda da yeni yükler getiriyordu.
***
Sözlerimizi özetleyelim:
1) Türkiye 2003 sonrası dönemde uluslararası iş bölümü içerisinde yüksek faiz sunan bir ekonomi olarak yer almıştır.2) Yüksek faiz politikasının yol açtığı sıcak paraya dayalı döviz girişleri sayesindedöviz ucuzlamış ve bu Türkiye’nin spekülatif büyümesinin ana kaynağını oluşturmuştur.3) Bu dönemde Türkiye reel bazda sadece yüzde 40 büyümesine (ve benzeri gelişmekte olan ekonomilerden daha kötü performans sergilemesine) karşın, ucuzlamış olan dolar bazında sanki üç misli büyüme gösteren sahte bir yanılsama yaratmış; bu da bir mucize öyküsü olarak sunulmuştur.
4) Yüksek faiz - ucuz döviz kuru politikası tüm 1990’lar sonrasında Türkiye’de uygulanan neo liberal ekonomi politikalarının ana dayanak noktasıdır. 2003 sonrasında AKP hükümeti de söz konusu politikalara harfiyen sadık kalmıştır.5) “Faiz lobisi” mi? “Faiz lobisi” 2003’ten bu yana uygulanan programın ta kendisidir...

ERİNÇ YELDAN
Cumhuriyet 

Aklın Yerini Para ve Din Alınca...- Özlem Yüzüak

Acımasızlığın şiddetin ötesine geçtiği, yalanların gerçeğin üzerini çoktan örttüğü bir boyutun içinde yaşıyoruz:
19 yaşında oğlu dövülerek öldürülen anneye “Oğlum çok acı çekti; keşke kurşunla salardı” dedirtecek kadar acımasız...
8.5 aylık hamile kadını namus uğruna vahşice öldürüp sonra da “töre cinayetinde 
taziye olmaz” diyecek kadar duyarsız...
Ali İsmail Korkmaz’ı öldürenler “Başını kaldır gözlerime bak” diyen acılı annenin gözlerine utanmadan nasıl bakıyorlarsa; bu ülkeyi dolandıranlar, soyup soğana çevirenler aynı utanmazlıkla gözlerimizin içine baka baka yolsuzlukların üzerini örtbas ediyorlar.
Çürük binalar birkaç rötuş ve boya ile geçiştirilip insanlar tehlike içinde yaşamaya devam ederken, hiç sorunsuz bölgeleri “afet riskli bölge” kapsamına alıp allayıp pullayarak ranta açıyorlar.
Yeşil alanları, ormanları gözlerimizin içine baka baka katlediyorlar.
Bir yandan içini boşaltıp üretimi baltalarken öte yandan göz boyayarak göklere çıkardıkları ekonomimiz, Türkiye’yi “dünyanın en kırılgan” ülkelerinden biri haline getirince topu utanmadan küresel krize ve dış mihraklara atıyorlar...
Neye güveniyorlar?
Amerikalı gazeteci yazar Gareth Jenkins “Başbakan Erdoğan’ın avantajı Türk halkının hafızasının çok zayıf olması. Döne döne hep felaket sayılabilecek politikacılara oy veriyorlar” tespitinde bulunmuş. Kamuoyunun belleğinin zayıflığı tartışılır bir konu. Somut gerçek ise kandırılmaya müsait olması. Yandaş medyanın ve AKP örgütlerinin başarılı toplum mühendisliğinin; gerçeklerin saptırılarak farklı algı yaratılmasındaki başarılı rolünü de unutmayalım.
Seçim dönemi yaklaşmışken iki küçük örnek.
İşsizlik Sigortası’nda 2000-2012 yılları arasında tam tamına 82.3 milyar TL kaynak birikmiş. Ve bugüne kadar işsizlere sadece 5.5 milyar TL ödeme yapılmış. Ama nedense hükümetin aklına birden bu ülkenin işsizleri, özellikle de nitelikli genç işsizleri gelmiş. Yapılan açılmaya göre “Yeni Ulusal İstihdam Stratejisi kapsamında, eğitim seviyesi yüksek gençlerin kendi işini kurması için kredi muslukları açılırken, istihdam teşviklerine ayrılan kaynak artırılıyor. İşsizlik maaşı uzun süreli işsizler için yaş grubuna göre (1500 liraya kadar) artırılırken, nitelikli gençlere daha fazla ödenek ayrılacak”mış.
Bir diğeri de Milli Eğitim Bakanlığı’nın “artık özel okullara da ücretsiz tablet dağıtmayı gündemine aldığını” açıklaması. Dershane sorunu ve sınav skandalları arasından sızılıp orta sınıfın “oylarını” almanın yollarından biri daha...
Aklın yerini “para ve din” alınca, işler bunu kullanmayı bilenler için daha kolaylaşıyor.
Peş peşe anketler açıklanıyor. AKP’nin oylarına bakıyorum yüzde 49; yüzde 43.5 vesaire vesaire... Türkiye siyasi, ekonomik ve toplumsal tam bir çöküş içinde ve bunun mimarı olan iktidar hâlâ en güçlü parti...
“Konut hakkı” diyerek oyları aldılar ve ülkeyi dev bir şantiyeye dönüştürdüler. İnsanlar kentsel dönüşümün çarklarında ezilse de umutlar tükenmiyor...
“Sağlık hakkı” diyerek oyları aldılar. Hastanelerin içini boşalttılar, sağlık çalışanlarını güvencesiz ve uzun çalışma saatlerine mahkûm ettiler. Vatandaş muayenede belki para ödemiyor ama sigortasından yapılan kesinti sürekli artıyor.
“Eğitim hakkı” diyerek oyları aldılar. Devlet okullarını imam hatiplere dönüştürüp dershane furyasını misli misli katladılar. 8 yıllık kesintisiz eğitimi paramparça hale getirdiler. Eğitim yuvaları ticarethaneye dönüştü. “İlk kayıt yaptıran 10 veliyi umreye götürüyoruz” diye pazarlanıyor artık özel okullar...
Dedik ya “aklın yerini para ve din alınca” düzeni tersine çevirmek giderek zorlaşır...
Adalar Savunması kuruldu
Kentlerin yağması sürerken sıra denizlere ve adalara da geldi. Yassıada ve Sivriada yüzde 60’ı aşan yapılaşma izni ile imara açılırken, Marmara ve Ege adalarının da plansız ve kontrolsüz yapılaşma kıskacı altına girmesiyle sivil toplum örgütleri harekete geçti. Adalar’daki forumlar, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri ve bağımsız bireyler bir araya gelerek “Adalar Savunması”nı kurdu. Büyükada’da bir basın toplantısı düzenleyerek kuruluşunu kamuoyuna açıklayan inisiyatif, yapılaşma planlarına karşı “birini kaybedersek hepsini kaybederiz” anlayışı ile Marmara ve Ege adalarını savunmaya kararlı olduğunu vurguladı. Kentlerden sonra sıranın artık denizlere ve adalara geldiğinin vurgulandığı açıklamada “başta Marmara ve Ege olmak üzere tüm denizlerimiz ve adalarımız da rant, yolsuzluk ve talan kıskacı altında. İstanbul adaları, Yassıada, Sivriada, Gökçeada, Bozcaada ve Ayvalık adaları gibi üzerinde yerleşim bulunan ya da bulunmayan birçok tarihi ve doğalyerleşim merkezi, turizm ve kalkınma bahanesiyle yapılaşmaya açılıyor, yeni‘mega projeler’in konusu haline getiriliyor. Adalarımız hakkında plan yapma yetkileri üzerinde yaşayan insanlara danışılmaksızın, yerel yönetimlerin ve koruma kurullarının onayı olmaksızın merkezi otoriteye ve bakanlıklara bağlanıyor, imar izinleri dağıtılıyor” denildi.  

ÖZLEM YÜZÜAK
Cumhuriyet

Nasıl ‘İnsan’ Bunlar? - Deniz Kavukçuoğlu

Akşam karanlığında ellerinde sopalarla kaçışı zor bir sokakta pusu kuruyorlar. Kentin caddelerinde, anayasada güvence altına alınmış toplanma ve gösteri yürüyüşü yapma haklarını kullanan genç insanları düşürecekler pusularına. Bir genç giriyor sokağa. Kendisini bekleyen şiddetten, birazdan bedenine inecek ölümcül darbelerden habersiz... Yürüyor...
Bir kapı
 karanlığından çıkan bir adam arkasından sinsice yaklaşarak çelme takıyor delikanlıya. Yere yuvarlanıyor. Sonra öbürleri geliyor. Ellerindeki sopaları acımasızca indiriyorlar delikanlının yerde kıvranan genç bedenine. Sopa darbeleri yetmiyor, nereye rastlayacağını düşünmeksizin tekmeler savuruyorlar.

Delikanlı direnemiyor. Gücü kesilmiş. Anne karnındaki bir cenin gibi dizlerini karnına çekip hareketsiz kalıyor. Adamlar onu öylece bırakıp gidiyorlar.
***
Adının sonradan Ali İsmail Korkmaz olduğunu öğreneceğimiz delikanlı, aldığı onca darbeye karşın “henüz” ölmemiş.

Bir mucize... Ayağa kalkıyor, atabildiği kadar hızlı adımlarla sokağın bitimine doğru yürüyor, akşam karanlığında kayboluyor.Yine sonradan onun arkadaşlarıyla buluştuğunu, arkadaşlarının onu hastaneye götürdüğünü, hastanede Ali İsmail Korkmaz’ın beyin kanaması geçirdiğini“anlayamayan” doktorun onu ortopediye sevk ettiğini öğreneceğiz.
***
Ali İsmail Korkmaz, 37 gün komada kalıyor, pusuya düşürüldükten 38 gün sonra yaşama gözlerini yumuyor. 19 yaşında, kanı kaynayan cıvıl cıvıl bir üniversite öğrencisi eksiliyor hayattan.
Katilleri yargılanıyorlar... Bir grup polis ve sivil yardakçıları...
Nasıl “insan” bunlar? Savunmasız bir insanı öldüresiye dövecek kadar gözlerini hırs bürümüş. Bu hırsın kaynağı nedir?Psikologlar, bir insanda öldürme güdüsünün harekete geçmesindeki başlıca etkenler arasında çocuk yaşlarında aileden ve çevreden gördüğü kötü muameleleri göstermektedir. Bir etken de yine çocuk yaşlarında cinsel tacize uğramış olmaları ve bunun etkisiyle yetişkin hale geldiklerinde kendilerini güçten yoksun ve yetersiz olarak duyumsamalarıdır.
Bu ve
 daha başka olumsuz etkenler insanda aşağılık duygularının doğmasına neden olmakta, aşağılık duyguları da onları kurbanları üzerinde güç kullanmaya ve güç kazanmaya zorlamaktadır. Bu katiller kendilerine nefret duyulacak ölçüde de zavallı ve sefil insanlardır. Masum insanlara acı çektiren, işkence eden polisler de bunların arasından çıkmaktadır. Bunların, yurttaşların başı sıkıştığında ilk başvuracağı Emniyet kurumunda yuvalanmaları/yuvalanabilmeleri, kendi aşağılık duygularını tatmin için masum insanlar üzerinde şiddet uygulamaları, kimi zaman da uyguladıkları şiddetin devlet tarafından da teşvik edilip desteklenmesi, toplumumuz açısından bir talihsizlik olduğu kadar ülkemizin dış dünyada saygınlığını yitirmesine yol açan bir etmendir.
***
Bu potansiyel katillerin varlığı nedeniyle toplumun Emniyet örgütüne güveni kaybolacak ölçüde sarsılmıştır. Bu nedenledir ki son bir ayda üstü ve astıyla binlerce polis bir yerden bir yere savrulurken toplum sessiz kalmakta, polise sahip çıkmamakta, kurunun yanında yaş da yanmaktadır.
Polise düşen görev, kendini içindeki potansiyel katillerden arındırmak, toplumun güvenini yeniden kazanmak için ciddi çaba göstermektir.
***
Ali İsmail Korkmaz, artık annesi Emel Hanım’ın, babası Şahap Bey’in oğulları, ağabeyi Gürkan Korkmaz’ın kardeşi olduğu kadar, bu ülkenin erdemli, onurlu, özgürlükçü, demokrat tüm insanlarının da bağırlarına bastıkları evlatları, kardeşleridir.
Katillerinden hesap sormak hepimizin ortak görevidir.  

DENİZ KAVUKÇUOĞLU
Cumhuriyet

Soğuk Savaş Kurbanı Ülke - Mine Kırıkkanat

Ergenekon ve Balyoz davalarıyla esas olarak bürokrasideki ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki son Kemalist kadronun önemli bölümü tasfiye edildi. Cumhuriyetçi muhalefet ezilerek, sol ve sosyalist muhalefetse lekelenerek itibarsızlaştırılmaya ve böylece etkisizleştirilmeye çalışıldı. Bu davalar, siyasal, ideolojik ve toplumsal bakımdan yeni bir hegemonya kurmanın; rejimi değiştirmenin ve dinci-faşizan bir karşıdevrimin aracı olarak kullanıldı.
Eğer davaya inandırıcılık kazandırmak için araya serpiştirilen JİTEM ve kontrgerilla bağlantılı isimleri bir kenara koyarsak Ergenekon ve Balyoz davlarında yargılanan askerler ağırlıklı olarak NATO’dan çıkmak isteyen; Rusya, Çin, İran ve Suriye’yle Avrasya odaklı bir ittifak kurarak ABD’yi ve NATO’yu dengelemeyi planlayan subaylardı. Dahası bu davalarla, Kürt sorununu savaşmak yerine, Türkiye merkezli olarak, siyasal yöntemlerle ve adil biçimde çözme çizgisine yaklaşmış bir ekip imha edildi.

Böylece, bu topraklarda yaklaşık 150 yıldır kesintilerle sürdürülen Osmanlı-Türk modernleşmesi ve aydınlanma süreci sert bir kırılmaya uğradı.
***
İdeolojik bakımdan burjuva aydınlanmasının önemli ocaklarından biri olan Harbiye,imam hatip karşısında yenildi. Tanzimat’tan beri iki çizgi arasında süren mücadelede inisiyatif, İslamcı-muhafazakâr kanadın eline geçti.
Tasfiye edilen ekip, bürokrasi ve ordudaki son Kemalist kadrolardı. Bunlar ağırlıklı olarak sağcı Kemalistti. Çünkü TSK ve bürokraside “solcu Kemalist” yoktu.Kalmamıştı.
Soğuk Savaş döneminin başlamasından sonra, yaklaşık 60 yıldır solcular, sosyalistler ve sol Kemalistler, devletten tasfiye ediliyor. Öyle ki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin bir amacı solu ve sosyalistleri imha etmekse, çok önemli bir diğer amacıda bürokrasi ve TSK’den “solcu Kemalistleri” tasfiye etmekti.
Cumhuriyetin başlangıç ilkelerini ve kuruluş varsayımlarını terk eden, Cumhuriyeti bazı simgelere indirgeyerek içini boşaltan, deyim uygunsa kendi devrimine ihanet içindeki TSK egemen eğilimi ve Batıcı sermaye çevreleri, dinci gericilikle ittifak halinde 60 yıldır Cumhuriyetin solunu tasfiye etmekle uğraştılar. Sol, Cumhuriyeti aşmaya, onu tarihsel ve kategorik olarak daha ileriye taşımaya çalışıyordu. Solun bu iddiayı güçlü şekilde ortaya koyması, Cumhuriyetin daha geriye çekilmesini önlüyor ve bir denge kuruluyordu. Bu nedenle solu tasfiye edilen Cumhuriyet, aslında bütün gücünü de yitirdi.
***
Solu hoyratça ezen, onun karşısına İslamcıları, ırkçı milliyetçileri ve faşistleri dikerek gericiliği besleyen sağcı Kemalistler, bu tutumun bedelini AKP-cemaat iktidarının 2007-2008 örtülü darbe ve karşı devrim operasyonundan sonra çok ağır şekilde ödediler. NATO ve ABD tarafından Soğuk Savaş döneminde solla kavga etmeye formatlanmış TSK, bu gerici saldırı karşısında şaşırdı, bir şey yapamadı ve adeta elleri kolları bağlı bir kurbanlık gibi kaderini bekledi.
Dinciliği ve muhafazakâr-ırkçı milliyetçiliği destekleyerek solun yükselişini engelleyeceklerini düşünen bu Kemalistler, sonuçta kendilerini Türkiye gericiliğiyle baş başa buldular. Artık yalnız kalmışlardı ve kendi Cumhuriyetlerini savunacakgüçleri de yoktu. Sonuçta, kollayıp büyüttükleri güç, kendilerini tasfiye etti. Olay bundan ibarettir(*).
(*) MERDAN YANARDAĞ’ın “Türkiye Neden Feda Edildi” (Destek Yayınları, 2013) başlıklı araştırma kitabından alıntıdır.
***
Sevgili arkadaşım ve onurlu meslektaşım Merdan Yanardağ’ın sade, vurucu diliyle yazdığı bu billur gibi kitap, Türkiye’nin geçirdiği son 12 yılın en anlaşılır, en doğru veçarpıcı analizi. Okumanızı hararetle öneririm!
G NOKTASIKopya çeken bir öğrencinin savunması:
1- Sınavda kopya çektim, önceden de çekiyordum, şimdi yakalanmam manidar!2- Sınavda kopya çektiğim araştırılsın, ama niye şimdi? Bu bana yapılan birkomplodur ve yakalayanlar cezasını çekecektir.
3- Eğer biz matematik sınavında kopya çekseydik, tarihten 10 alabilir miydik,edebiyat sorularını çözebilir miydik?
4- Bir kopyacı bunu yapar mı? Bakın bizden önce de kopya çekiliyordu. 1946’da tek parti döneminde Mehmet de kopya çekti. Ona niye sustunuz?5- Sınavda kopya çektiysem, soralım bakalım sınıfa çekmiş miyim çekmemiş miyim? Bu sınıf beni üç dönemdir sınıf başkanı seçiyor!
6- Sınavda kopya çektiysem bana bildirin, somut bir şey varsa gereğini yaparım...
Y.N. Bir okurumun gönderdiği bu muzip savunmayı, “kopya” çeken öğrenci değil depolitikacıymış gibi okuyun, çok lezzetli oluyor!
► “Senin partini bırakıp başka partiye geçene hain, başka partiyi bırakıp seninkine geçenedeğişti denir.”
GEORGES CLEMENCEAU  

Mine Kırıkkanat
Cumhuriyet

4 Şubat 2014 Salı

Sü-lale Devri! - MUSTAFA BALBAY

17 Aralık sürecinden sonra ortaya çıkan kimi gerçeklerle AKP iktidarı döneminde yolsuzluğun lokal ya da kişisel değil, kurumsal bir nitelik kazandığı görülüyor. Önceki iktidarlar döneminde de benzer dosyalar ortaya çıkardı. Bir süre saklanmaya çalışılsa bile gizlenemez, bütün çıplaklığıyla kamuoyunun gözleri önüne serilirdi. AKP iktidarı döneminde ise o klasik Anadolu sözüne gönderme yapmak gerekirse, şöyle bir yol benimsenmiş görünüyor: 
Yolsuzluğu yapan, yasasını hazırlar.

Sadece Kamu İhale Kanunu’nda son 10 yılda 30’dan fazla değişiklik yapıldığını anımsatırsak, ne demek istediğimiz anlaşılacak. 
Genel bir hükümet icraatı olarak yapılan bir işlem yasaya aykırı ise anında yasa değiştirildi. Böylece sözüm ona, o işlem yasaya uygunmuş gibi gösterildi. 
Resmi Gazete bunun onlarca örneğiyle dolu. Yasalar böylesine kolay değişince elbette yönetmeliklerin esamisi okunmadı. Her yönetmelik göstermelik bir prosedür haline getirildi. 
Bunun devamında da yolsuzlukları ifade eden kimi suç tanımları da değişti. Örneğin, ihaleye fesat karıştırmak diye bir suç artık yok. Onun yerine ihaleye fırsat karıştırmak var. Kim hükümet şemsiyesi altında fırsatını bulabilirse ihalesini alıyor.
***
Yasalara uydurulmuş bu usulsüzlük dolu işlemlerin yanında bir de taşınmaz tabiat ve kültür varlıkları ile tapu müdürlüklerine dayalı mülkiyet değişimleri var. 
Başbakan üzerine öyle yetkiler aldı ki, tapu dairelerinin son onay amiri desek yeridir. 
17 Aralık’tan sonra ortaya atılan iddiaların ne kadarının gerçek olduğu, ne kadarının delillendirildiği önemli bir sorundur. Neyle suçlanırsa suçlansın, herkesin adil yargılanma hakkı vardır. Herhangi bir suçlamayla karşı karşıya kalan kişilerin toplum vicdanını da rahatlatacak ölçüde savunma hakkına sahip olması gerekir. 
Bunlar hukukun evrensel ilkeleri. Ancak bizim burada konu ettiğimiz hükümetin doğrudan kendi üzerine aldığı yetkiler. 
Örneğin yerel belediyeden büyükşehir belediyesine hiçbir kurumun onaylamadığı bir imar değişikliği doğrudan Başbakan’ın onayıyla gerçekleşebiliyorsa, burada açıklanmaya muhtaç bir durum var demektir. Son dönemdeki dosyalarda buna benzer onlarca örnek yer alıyor.
***
Her nasıl oluyorsa hükümet icraatının zenginleştirdiği kesimlerin başında yine hükümet üyelerinin ve iktidar ortaklarının yakınları geliyor. 
Türkiye’de öteden beri yerleşmiş bir hastalık vardı. Bu hastalık şöyle bir söylemle kendini gösteriyordu: 
“Arkadaş adam çalıyor ama, iş de yapıyor!” 
AKP iktidarı döneminde uzun süre bu hastalık su yüzüne çıkmadı. Ancak gelinen noktada, başta da vurguladığımız gibi tek tek yolsuzluklar yerine kurumsal bir hastalıkla karşı karşıyayız. Toplumun bu hastalığa nasıl tepki vereceği 30 Mart seçimlerinde belli olacak. 
Yerel seçimler doğası gereği başkan adayından yerel sorunlara kadar farklı verilere dayalı seyrediyor. Ancak 17 Aralık sonrası bir dönemin icraatının ne olduğunu ortaya koyan çok ciddi belgeye, delile dayalı yolsuzluklar gündeme geldi. Son günlerde katıldığım toplantıların çoğunda insanlar adeta birbiriyle sözleşmiş gibi şu haykırışlar yükseliyor: 
“Hırsız vaaaaar!” 
Buna duymadım karşılığını verince bütün salon bağırmaya başlıyor. 
Bu durum, “Çalıyor ama iş de yapıyor” hastalığına toplumun çare aramakta olduğunu gösteriyor. 


Başbakan’ın arada bir gönderme yaptığı Osmanlı tarihiyle karşılaştırmak gerekirse Osmanlı’da bir Lale Devri vardı, Türkiye’de de sü-lale devri yaşanıyor. 
Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi bunun da ömrü uzun olmayacak.  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Skandal Arsızı Olduk - NİLGÜN CERRAHOĞLU

12 Haziran seçimleri arifesinde konuştuğum bir taksi şoförünü hatırlıyorum. “İsterse diktatör olsun ablacığım!”demişti: “Yeter ki bize hizmet etsin. Erdoğan hizmet ediyor. Yollar, havaalanları, hastaneler, sağlık hizmetleri… saymakla bitmez. Ben Erzurumluyum. Erzurum’a döndüğümde memleketi tanıyamadım...” 

17 Aralık’tan beri o şoförü düşünüyorum. 
Oyunu AKP’ye veren kemik seçmenin bu defa; “İsterse yolsuzluk yapsın ablacığım!”diyeceğine eminim… 
Demokratik ve etik değerlendirmeler kaygı unsuru olmaktan çıktıktan sonra armudun çöpü, üzümün sapı ne fark eder ki? 
“Ben çıkarıma ya da çıkarım diye algıladığım şeye bakarım!” diyor özetle adam:“Ötesi beni ilgilendirmez!” 
Ülke, başka nasıl bu kadar skandal arsızı olabilir ki? 
Bir buçuk aydır, hiç gün geçmiyor ki bir yeni skandal ortaya çıkmasın… 
‘Havuz problemi’ de sarsmıyor 
Ayakkabı kutuları, para sayma makineleri çok gerilerde kaldı. 
Umut Oran’ın soru önergesine konu olan son “havuz problemine” bakın! 
Böylesine çetrefil bir “havuz problemi” ile karşı karşıya olan bir iktidar partisi, değil iki ay sonra yeni sandık sınavından geçmeyi; koltuğunu bir gün koruyamaz. 
Problemi” biliyorsunuz… 
Başbakan’a yakın işadamlarından 100’er milyon toplanıp “havuz” oluşturuluyor. 
Havuza akıtılan milyonlarla yandaş medya yaratılıyor… 
Havuza oluk oluk kaynak aktarılacak imkânı olmayana kamu bankasından kredi temin ediliyor… 
Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misali… fedakârlığın karşılığı ihalelerle ödeniyor. 
Böylece bir yandan ballı börek ihaleler yandaşlara giderken; bir yandan “yancebime/bonus” yandaş basın yaratılıyor. 
Bonus kart” reklamlarındaki bedava puan hediyeleri var hani… 
Onun gibi… 
İktidarın yandaş medyası da bir nevi ihale bonusu şeklinde yaratılmış oluyor. 
Bunlar yetmezmiş gibi soru önergesiyle bu kural dışı antidemokratik sistemi mimarisini göz önüne seren milletvekili, hodri meydan sansürleniyor… 
İhale yolsuzluğu bir yanda… 
Bonus medya” inşansı beri yanda… 
Muhalefeti hiçe saymak, milletvekili üzerinde baskı kurmak ve ifade özgürlüklerini sınırlamak başka yanda…. 
Daha ne olabilir? 
Ama bakıyorsunuz iktidar bir teflon tava gibi! 
Skandalların tek bir tanesi dahi üzerlerine yapışmıyor. 
Sanki bunlar TC’de değil de, Okyanusya’da ya da Gambiya’da oluyor… 
Sokağa çıktığınızda hayat, hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor. 
Bu yüzden iktidar yandaşları “bonus medya”da çekinmeden şöyle yazabiliyorlar: 
Başbakan ‘bağımsız yargıyı yok ediyorsun’‘polisi dağıtıyorsun’ gibi eleştirilere, değişik gelen tepki ve baskılara aldırmadan yoluna devam ediyor… 11 yıllık yıpranmışlığa, yolsuzluk dosyalarına, ekonomideki sarsıntıya rağmen hükümet darbe girişimini atlatmış görünüyor. İnisiyatifin esas olarak hükümetin eline geçtiği’tespiti yapılabilir. Halkın önemli bir kesiminin, ekonomideki durumun faturasını,esas olarak, ‘paralel yapı’ya kestiği söyleniyor.” 
‘Fren-dengeler’ yerine propaganda 
Neden böyle? 
Neden inisiyatifi-hâlâ, her şeye rağmen hükümetin elinde? 
Çünkü ‘fren-denge’ler adına Türkiye’de artık hiçbir şey kalmadı. 
İktidarın bir elde toplanmasını kurumsal anlamda denetleyecek/engelleyecek tüm güçler devre dışı. 
Türkiye; “denge-fren mekanizmaları devreden çıktığında bir ülkede neler olur/olabilir” sorusu karşılığında artık öyle ki bir “vaka çalışması/case study” örneği olarak sunulabilir. 
Teflon” gibi kimsenin üzerine yapışmayan bu skandal arsızlığı iktidarın, muhalefetten ayrıca zerre kadar çekinmediğinin kanıtı… 
Anayasa, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı, muhalefetin işlevi toptan derin dondurucuya kaldırılmış görünüm arz ederken, sistem fiili bir “tek parti-tek adam”dinamiği ile çalışmakta… 
Skandallar bir TV dizisi gibi birbirini izlerken, hesap verilebilirliğin garantisi olan muhalefet ve denge-frenler çalışmayınca; meydan salt “tek adam/tek parti” sisteminin propagandasına kalıyor. 
Erdoğan hologram olarak -misal!- beliriyor… 
Darbe teşebbüslerine girişen “paralel yapılar”, dış güçlerin emrine giren şer eksenlerine karşı yeni bir “istiklal savaşı” vaat ediyor. 
Türkiye’yi şöyle dönüştürdük. Böyle dönüştürdük. Dünyanın 17. ekonomisi yaptık!” diye caka satıyor… 
Geliyoruz başta sözünü ettiğim gözü kapalı güce tapan, “bonus basın”la beyni yıkanan ortalama “tek parti” seçmeni mantığına: 
İsterlerse yolsuzluk yapsınlar valla! Onlar yapmazsa başkaları yapmayacak mı? Yeter ki bize hizmet etsinler!” dendi mi… tamam! 
Erdoğan itiraf edelim ki “tek parti seçmeninin” dinamiğini ve düşünce sistemini avcunun içi gibi tanıyor. 

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet 

3 Şubat 2014 Pazartesi

Oy Güvenliği - MUSTAFA BALBAY

Cumartesi günü Caddebostan Kültür Merkezi’nde Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün ev sahipliğinde Sevgili Tuncay Özkan ve toplum vicdanında kabul görmemiş davalar nedeniyle hapiste yatan yurtseverler için buluştuk. 

Tuncay Özkan’ın Ötekiler romanını Ali SirmenUğur DündarAtilla SertelZeytep AkatlıErol Mütercimler ve sevgili Nazlıcan’la birlikte imzaladık.
Caddebostan Kültür Merkezi ağzına kadar dolduğu gibi, bir o kadar da dışarıda sinevizyonla salona katılan vardı.
Ortak payda elbette özgürlüktü. Salondakilerle bir kez daha toplum vicdanında kabul görmemiş davalar nedeniyle hapiste yatan tüm yurtseverler serbest olana dek kendimi özgür hissetmeyeceğimi paylaştım.
Salonda bir arada bulunmanın getirdiği özgüven ve umutluluğun yanı sıra ister istemez hüzün de vardı. Herkes tıpkı benim gibi bir yarısını içeride hissediyordu.
Benimle ilk karşılaştığında gözyaşlarını tutamayanlara şöyle seslendim:
“Bu hasret gözyaşları zafer gözyaşları olacak. Yaşadığımız bunca acıyı zamanlabal eyleyeceğiz. Ama bal eylemekle kalmayacağız. İktidar eyleyeceğiz.”
***
Kitap imzalarını en gerçekçi sosyal araştırma anketi olarak görüyorum. Ayaküstü dört-beş cümleyle içinde bulunduğumuz durumu, yakın geleceği ve yapmamız gerekenleri paylaşıyorum.
Uğur Mumcu’yu kaybettiğimiz 24 Ocak ile Profesör Muammer Aksoy’u kaybettiğimiz 31 Ocak arasındaki dilim, Adalet ve Demokrasi Haftası olarak anılıyor. Onun hemen ertesinde de 1 Şubat Abdi İpekçi’nin katledileşinin yıldönümü.
Geçen cumartesi, özgürlüğe kavuşmamın 53. gününde 95. konuşmamı yaptım. Son 30 konuşma Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesindeydi. Salonlarla ve meydanlarla şu düşüncemi paylaştım:
“Uğur Mumcu’lara Muammer Aksoy’lara, Ahmet Taner Kışlalı’laraBahriye Üçok’lara büyük bir borcumuz var.
Bu borç ancak
 onların fikirlerini ülke yönetimine taşıyınca ödenir.”
Bu düşüncemi paylaştıktan sonra sordum: “Bu borcu ödemeye var mısınız?”Malatya’dan Adana’ya, Antalya’dan Bolu’ya, Muğla Milas Ortaca’dan İzmir’in tüm ilçelerine, Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi’nden Caddebostan Kültür Merkezi’ne tüm salonlarda güçlü bir evet yanıtı aldım.
***
Önümüzdeki üç seçim birbirini etkileyecek. O nedenle 30 Mart’taki yerel seçimler, hemen sonrası Cumhurbaşkanlığı ve 2015’teki genel seçimlerin de kapısını aralayacak.
İnsanlarla önümüzdeki üç seçimde de zafer hedefini paylaştıktan sonra kitap imzası sırasında söyleşirken en çok şu kaygıyı dinledim:
“Peki oylarımız güvende mi?”
Öyle arada bir sorulan soru değildi bu. Pek çok kişi hem örnekler vererek, hem AKP zihniyetinin altını çizerek oy güvenliği kaygısını iletti.
Sözün özü; Türkiye’de can güvenliği ve hukuk güvenliğiyle birlikte bir de oy güvenliği sorunu var.
Bir yurttaş sandığa gidip oyunu kullandığı andan itibaren, oyunu hangi partiye verdiyse artık sorumluluk o partinindir. Tartışma ister istemez AKP ile CHP arasında geçiyor. Örneğin 2009 yerel seçimlerinde İstanbul’da gece yarısı elektrikler kesilmeden önce CHP öndeydi. Karanlıkta AKP’nin oyları arttı. 5 puan öne geçti.
Bu kaygıyı CHP Parti Meclisi’nden arkadaşlarla paylaştığımda, bu kez işi daha sıkı tuttuklarını, sandıktaki ıslak imzalı tutanak sonuçlarının anında ilçe örgütlerine ulaştırılması için örgütlenme yaptıklarını söyledi. Pek çok yurttaş da bana sandık gönüllüsü olmak istediğini iletmişti.
İki çabayı birleştirip sağlıklı sonuca çevirmek en uç örgütlenme olarak ilçe başkanlarının sorumluluğunda görünüyor.  

Mustafa Balbay
Cumhuriyet

1 Şubat 2014 Cumartesi

Seçimler Öncesinde Uyarılar(1) - ATAOL BEHRAMOĞLU

Yöresel seçimler yaklaşık iki ay sonra.
Ardından cumhurbaşkanı seçimi ve milletvekili seçimleri geliyor.
Yöresel seçim sonuçları sadece şu andaki iktidar partisi bakımından değil, TBMM içindeki ve dışındaki bütün partiler bakımından belirleyici olacak.
Şu ya da bu ölçüde yenilgiye uğrayacak AKP için böyle bir sonuç çözülmenin başlangıcı olacak; tersine, bu seçimden başarıyla çıkan, en azından şu andaki konumunu koruyabilen bir AKP, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler için üstünlük elde edecektir.
CHP başta olmak üzere bütün öteki siyasal partiler bakımından da, seçim sonuçlarına ve onların da kaçınılmaz sonuçlarına ilişkin benzer şeyler söyleyebiliriz...

***
Burada sıralayacağım uyarıların bir uzmanın görüşleri değil, az çok bilinçli sıradan bir yurttaştan da işitilebilecek gözlem ve öneriler olduğunu öncelikle belirtmeliyim...
Bütün muhalefete yönelik olarak ilk uyarım, Başbakan’ın “cemaat”e karşı göstermelik savaşımından ve “yeniden yargılanma” konusundaki sözüm ona olumlu tavrından ötürü sanki demokrasi ve adalet savunucusuymuş gibi cilalanıp pazarlanması tuzağına düşmemek gerektiğidir.
Böyle bir tuzak hazırlığının belirtileri görülebiliyor...
***
Hemen ardından TÜSİAD’a bir uyarıda bulunmak istiyorum.
Sizler genellikle Cumhuriyet Türkiye’sinin ürünü, Cumhuriyetin en azından laiklik değerlerine bağlı kişiler ve kurumlarsanız, Başbakan’ın, kuşkusuz hepinize yönelik,“vatan haini” hakaretini yalayıp yutacak mısınız?
Yutacaksanız sizlere söyleyecek sözüm olamaz.
Kendi idam hükmünüzü kendi ellerinizle imzalıyorsunuz demektir.
Yutmayacaksanız, ağır hakaretine uğradığınız ve tehditlerinin hedefi olduğunuz kişiden Türkiye siyasetinin kurtulması için bütün olanaklarınızı kullanarak elinizden geleni ardınıza koymamalısınız...
Eğer sadece kişisel ve kurumsal çıkarlarınızı değil ülke çıkarlarını da düşünüyorsanız, öncelikle açık sözlü ve cesur olmalı, uğradığınız hakaret ve tehditleri daha açık ve cesur bir dille sahibine iade etmeyi göze alabilmelisiniz.
Kaldı ki, ülke elden gittiğinde Cumhuriyetin ürünü bir burjuvazinin de, kurumlarıyla, laik yaşam değerleriyle yıkılıp gideceği açıktır.
***
AKP, geleneksel merkez sağın da oylarını toplayarak iktidar olabildi.
Olağan koşullarda toplumun yüzde onunun bile oyunu alamayacak bu aşırı sağ hareketin yüksek oy oranıyla iktidara gelmiş ve oylarını yükseltmiş olmasının başlıca nedeni sağdaki bu boşluk ve sonrasında da iktidar olanaklarını kullanmış olmasıdır.
Merkez sağ ya da liberal oluşumlara akıl hocalığı yapmak bana düşmez.
Fakat bu kişi ve çevreler, Türkiye’nin çağdaş bir ülke olarak yaşamını sürdürme savaşımında, en azından bu aşamada, omuzlarına büyük görevler düştüğünün umarım bilincindedirler...
Seçimlere bu kadar az bir süre kala partileşemeyeceklerine göre, tercihlerinin laik yaşam tarzının savunucusu parti ya da partilerden yana olduğunu herhalde açıkça belirtmeli, olanaklarını bu yönde kullanmalıdırlar...
***
Bu ilk “uyarı” yazısında son olarak iktidar partisi milletvekillerine; onların hırsızlığa, yolsuzluğa bulaşmamış olanlarına, yüreklerinde yurt sevgisi taşıyanlarına seslenmek istiyorum...
Sayılarının hiç de az olmadığına inandığım pek çoğunun, insanların inançlarına, mezheplerine göre karşıt kamplara bölünmediği; Müslümanlığın alçak gönüllüce, gösterişe kaçmaksızın yaşandığı; dinin siyaset yoluyla hiçbir zaman bu ölçüde saygınlıktan uzaklaştırılmadığı; siyasetçinin bu ölçüde yolsuzluklara bulaşmadığı bir Türkiye’nin özlemi içinde olduklarından kuşku duymuyorum...
Türkiye’nin haksız bir savaşın kışkırtıcısı ve tarafı olmasından, etnik ayrımcılığın ülke ortamına hiçbir zaman olmadığı ölçüde sokulmasından rahatsızlık duyduklarına da inanıyorum..
Onlara dostça, arkadaşça, yurttaşça uyarım, kendilerinin ve kendilerinden sonrakilerin geleceği için, işlenen ve işleneceği kuşkusuz suçlara daha fazla ortak ve destek olmamalarıdır...
Başkaca “uyarı”larımı gelecek haftaki yazıma bırakıyorum...
PROF. DR. KEMAL ALEMDAROĞLU 
AĞIR HASTA VE KİMSEYLE GÖRÜŞTÜRÜLMÜYOR. 
İNSANLIK SUÇLARI İŞLENMEYE DAHA NE KADAR SÜRE DEVAM EDİLECEK?

ATAOL BEHRAMOĞLU
Cumhuriyet