15 Mart 2014 Cumartesi

‘ELVANIM KARA GÖZLÜM AĞLATMA BENİ...’_ FİKRET OTYAM / AYDINLIK

Berkin çocuk, toprağına kavuştuğu günün gecesinde, öğrenci Mustafa’yla ikisini rüyamda gördüm... Berkin Elvan çocuk, ‘Gazteci amca’ dedi, ‘Bu sevgi seli boşa gitmez değil mi?’
‘SİLİVRİ 5.ORDU’DA İLK TERHİSLER
EY ÇANKAYA ÇANKAYA, BUGÜN 8 GÜN OLDU SORUMA YANIT YOK! BAYAN HAYRÜNNİSA’NIN KONUT İNADI, CUMHURBAŞKANLIĞI
BÜTÇESİNDEN KAÇA MÂL OLDU, NEDEN NEDEN YANIT YOK?
ERGENEKON’DA İLK AĞIZDA 19 MUSTAFA KEMAL’İN ASKERİ ÖZGÜR KALDI!
MUSTAFA KEMAL YOKLAMADA:
-Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İlker paşam
-Burada
-Muharrir Tuncay beyfendi
-Burada
-Darülfünun’dan Yalçın beyfendi
-Burada
-Darülfünun’dan Kemal beyfendi
-Burada
-Muharrir Çiçekzade Hikmet beyfendi
-Burada
-Amele Fırkası Umumi Reisi Doğu beyefendi
-Burada ... Türkiye’yi birleştirmeye geliyoruz aziz paşam.
-Küçük, Eruygur, Tuncer, Tolon paşalarım
-Burada
-Müdafaacı Kemal beyefendi
-Burada
- Alaaddin, Hasan, Şener, Levent paşalarım
-Burada
-Matbuattan Merdan beyefendi
-Burada
-Amele Fırkası ve Aydınlık ceridesinden Mehmet Bedri, Erkan, Turhan beyfendiler
-Burada
-Zabitandan Fikri,
-Burada
-Sevgi hanımefendi
-Burada
-BERKİN ÇOCUK
-ZAPTİYE KURŞUNUYLA HAKK’A YÜRÜTTÜLER, ŞEHİTTİR PAŞAM.
Ve yoklama sürdü gitti, zincirler koparılanda, barikatlar yıkılanda özgürlük borusu ötende...
BERKİN ÇOCUK ŞEHİT HAZRET-İ HÜSEYİN’İN YANINDADIR GAYRI, TOPRAĞI HER DAİM IŞIKLI...
***MUSTAFA OTOBÜS BEKLİYORDU Kİ BİR KURŞUN ARKASINDAN GİRİP YERE SERDİYDİ.
3 Aralık 1977 Cuma sabahı, İstanbul Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi Kadıköy Elektrik Mühendisliği Bölümü öğrencisi 21 yaşındaki Mustafa Sacit Saraçoğlu, Bağlarbaşı otobüs durağında arkadan vurularak öldürüldü.
Babası Ali Saraçoğlu, Mustafa’ya, ölümünün birinci yıldönümünde “ÖZGÜRLÜK SAVAŞIMINDA YAŞAMLARINI YİTİREN GENÇLERİMİZİN ANISINA ADANMIŞ GÜLDESTE’yi yani “SEN HİÇ OĞUL EMZİRDİN Mİ KÖR KURŞUN” adlı yapıtını, canım, ciğerim gül yüzlüm, sultanım, ışığım kabri her daim ışıklı Nejat Birdoğan’a armağan eder, O da bir ağıt döşenir:
ZULUM İNDİ YOLUMUZA
Kara dinli ölüm geldi
El uzanmaz elimize
Belki hayra çıkar diye
Kimse bakmaz falımıza

Noldu hey ağalar noldu
Can kadehi kanla doldu
Umut söndü çiçek soldu,
Baykuş tündü dalımıza

Devran zalıma el verdi
Dev’i cüceye kul verdi
Kanlı güneşi şal şerdi
Kayıt verdi kolumuza

Yoksul Cevri dövünmem boş
Söylemem boş,savunman boş,
Mustafamız savunman boş,
Zulum indi yolumuza...
(Yoksul Cevri= N. Birdoğan, Nisan 1978)
ALEVİLERİN ARKASINDAN EN ÇOK GÖZYAŞI DÖKTÜKLERİ İNSAN ‘İMAM HÜSEYN’
“Hüseynin de yapılır çardağı
Sahrada oturur gönül ördeği
Yezid’ler kaldırdı dikti bayrağı
Su içmeyip şehit olan Hüseyn”
Pir Sultan Abdal”
“...Bu tarihi şehir Kerbela’nın kendine has mimarisi içinde tuhaf duygular altında bir o yana bir bu yana bakıyor ardı ardına film ve fotoğraf çekiyordum. Ekrana Kubbeleri sarı sarı parlayan nefis bir mabed giriyordu.
Burası Hz. Muhammed’in torunu ‘Gönüller Sultanı’ Hz. Ali’nin oğlu Şehit Hüseyn’in türbesiydi.
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA DEDİ Kİ...
...Ömer’in tesiriyle Ebubekir’e biat olundu. Görülüyor ki Halife’nin intihabında temayülâtı umumiyenin tabii temerküzünden ziyade şahsi tesir tesbiti şekletmiştir.
Resulullah’ın vefatından yirmi beş sene kadar bir zaman sonra âlemi İslamiyet içinde İslamın en büyük zevatından ikisi karşı karşıya iddiayı hilafetle arkalarından sürükledikleri aynı din aynı ırktaki insanları kanlar içinde bırakmakta beis görmediler.
En nihayet hilesinde muvaffak olanı, saf ve nezih olanını mağlup ve evlad ve ayalini mahvu perişan eyledi ve bu suretle hilafet unvanı altındaki saltanatı İslamiyeye tahrif etti...
Saltanatı Emeviye, büyük istilalar yapmakla beraber baştan nihayete kadar hunin ve elim vekayı ile ancak doksan seneyi doldurabilmiştir.”
Gazi Mustafa Kemal 1922 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olayı böyle yorumlamıştı. (Fikret Otyam ‘HÜ DOST’ 6. Basım, sayfa 33)”
O ZAMANLAR TOMA’LAR YOKTU,
O ZAMANLAR BİBERLİ REZİL GAZLAR YOKTU.
O ZAMANLAR DA BİLE SAF VE NEZİH OLANLARIN EVLAT VE AYALİNİ MAHVEDEN, PERİŞAN EYLEYEN YÖNETİM YOKTU, DİNLERİ VE İMANLARI TOMA ORDUSU... ZULUMSA, BAŞ KÖŞEYE OTURAKALDI!
Berkin çocuk, toprağına kavuştuğu günün gecesinde, öğrenci Mustafa’yla ikisini rüyamda gördüm... Güleç yüzlü yüz binlerin sevgilisi/sevgilimiz Berkin çocuk Hazreti Hüseyn’in solunda, birisi Hazreti Hüseyn’in yanında oturuyorlardı. Salt onlar mı? Öncelerinden Abdullah Cömert can/Ali İsmail Korkmaz can/Mehmet Ayvalıtaş/Ethem Sarısülük can ve de Ahmet Atakan can hepsi masum hepsi pak, zulum abideleri onlar, insanlık dışıların acı örnekleri yüklü Alevi canlar...
...Ailelerine sabırlar dilediler sevenlerine selamlar... Berkin Elvan çocuk, “Gazteci amca” dedi, “Bu sevgi seli boşa gitmez değil mi?”
HEP BERABER GÖRECEĞİZ A ÇOCUK...
Kilis’te Ceylan Ali’nin kaçakçı kahvesindeyim sırtımda kocaman bi ses alıcı... Ceylan Ali “Ağam” dedi, “Sen gideli sazı elime almadım”.
Ben gideli altı ay olmuştu. Anası oğul Ali’yi pek severmiş, ondan hep “Ceylanım” dermiş böyle olmuş Ceylan Ali... Ceylan sazı eline aldı gürültü mürültü kalmadı koca kahvede...
Yaşlı bi amca geldi çoğu ayağa kalkıp yer gösterdi, o cebinden bi “otuzbeşlik” çıkardı şişenin dibine bi kaç kez vurdu, mantarı eline alıp şişeyi kafasına dikti lıkır lıkır sonra mantarı yerine soktu...
Ve Ceylan Ali bir hava vurdu, o yaşlı kişi eski bahçecilerden Hüseyin Dobuoğlu imiş. Bunlar üç dört kilometreden seslenirlermiş suyu aç ya da suyu sal gibilerden.
Dobuoğlu bi Barak havası avazlamaya başladı a Berkin çocuk, bi yeri aklımdan çıkmaz atmış yıldır:
‘ELVANIM KARA GÖZLÜM AĞLATMA BENİ...’
İlk kızım oldu adını ELVAN koduk, A Berkin Elvan çocuk... Yenileyeyim avazlanan orasını:
“ELVANIM KARA GÖZLÜM AĞLATMA BENİ”

FİKRET OTYAM / AYDINLIK

Kin ve nefret yoluyla demokrasi mi! - Ömer Faruk Eminağaoğlu/ SOL

Demokratik yolları kullanarak iktidara gelen bir siyasi parti, asla demokrasi dışına çıkmaz denilebilir mi. Demokrasi, sadece iktidara geliş yöntemi yani sandıktan ibarettir gibi bir saplantı söz konusu olabilir mi. Demokrasinin, halkın kendi kendini yönetim biçimi olduğu, hak ve özgürlükler, hoşgörü ve çoğulculuğu esas aldığı görmezden gelinebilir mi.
Başbakan Erdoğan, anakent belediye başkanlığı döneminde, şeriatı savunduğunu, buna kendisinin ve her müslümanın hakkı bulunduğunu, Aziz Nesin’in inanmama düşüncesine saygı gösterildiği gibi, kendisinin de bu ve benzeri düşüncelerine saygı gösterilmesi gerektiğini, adeta bir kabus gibi ifade etmedi mi.
Erdoğan’ın bu anlayışını uygulayan yönetimlerin henüz yaygınlaşmadığı, şeriatın da gelmediği bir ortamda, Aziz Nesin’e bu ülkede yaşam hakkı tanınmayıp diri diri yakılırken, Türkiye halkı her nedense ne olup bittiğini anladı mı.
Milli görüş olarak nitelenen ve dindarlığı siyaset alanına taşıyan anlayış bile eleştirilirken, Erdoğan bu milli görüş anlayışını bile terk ettiğini söyleyip, düşüncelerine göre yapılandırdığı yeni siyasi partiyi, geçmiştekiler yetmiyormuş gibi 2000 yıllarda Türkiye’de karanlık için, yeni bir denemenin aracına çevirmedi mi.
Partisinin, sadece inanan/müslüman Türk vatandaşlarını temsil ettiğini, farklı söylemlerle dile getirmekten hiç geri durdu mu. Sömürdüğü dini, inananların ve kendi tabanının bakış açısına bile bakmadan, kendisini iktidara taşıyan bir yol olarak kullanıp, bundan da sonuç almadı mı.
Bunun öncesinde ise dini, sömürmenin de ötesinde, bir mücadele unsuru olarak ortaya koyup, inananları asker, camileri kışla olarak topluma sunmadı mı. İnanç alanı dışına taşıyarak dini, sömürünün de ötesinde, Erdoğan, kendi içinde barındırdığı kin ve düşmanlığın ifadesi olarak, bir şiir yoluyla topluma sunduğu için de, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten ceza almadı mı.
Sonrasında Anayasa değiştirilip bu mahkümiyet, seçilebilmeye engel olmaktan çıkartılmadı mı. YSK da, Siirt seçimlerini bir biçimde iptal edip, oy verme (seçme) hakkını bu süreçte kazananları, iptal edilen seçimin tekrarı niteliğinde olduğundan yerinde olarak o seçime sokmazken, seçilme hakkı yönünden ise hukuk ve mantık dışı bir karara imza atarak bu hakkı sonradan kazananları ise, yani Erdoğan’ı, tekrar niteliğindeki bu seçime sokmadı mı.
Erdoğan’ın tek belirleyiciliğinden kaynaklanan biçimde partisi, laik ve demokratik hukuk devletine aykırı kimliğe bürünüp, bu durum da ortaya dökülmedi mi. Buna rağmen Erdoğan hükümetleri sürmedi mi! Sürdüğü için de, Başbakan olmadan önce dile getirdiği aynı kinci söylem, eylem ve yaklaşımı, yönetimdeki yegane karakteri olmadı mı!
Şeriat kavramı, hukuk düzeninin dinsel kurallara dayanmasını ifade ederken, inanç özgürlüğü bile ancak laik bir hukuk düzeninin gereği iken, nasıl Aziz Nesin’in inanmama özgürlüğü varsa, geçmişte kendisine de şeriat özgürlüğü tanınmasını isterken, 2014 te Balıkesir’de yaptığı konuşmasında ise, elde ettiği güçten mi olsa gerek artık inanmayanları, hatta kendinden olmayanları, terörist olarak bile nitelemedi mi. Bu söylemle, ayrıştırıcı, kin ve nefrete dayalı düşüncelerinin yoğunlaştığını bir kez daha ortaya koymadı mı. Bu sözler, eğer yaşasaydı, diri diri yakılan Aziz Nesin’in karşısına(!), artık doğrudan kendisinin çıkacağının da ifadesi değil miydi.
Sivas’ta yakılanlara, yakanları savunanları bile partisinde toplamasına ve Erdoğan’ın düşüncelerine bile bakılınca, hala bu ülkede gerçeklerin görülememiş olması nedeniyle Başbakan, rahatlıkla her türlü baskıcı uygulamalara yönelmiyor mu. Aşamadığı her konuda tek karar verici gibi gerekirse tekme, tokat yoluyla bile yasa çıkararak, istediği her şeyin zeminini, yasalar yoluyla oluşturmuyor mu. Yargı veya bir başka yolla engel tanımak istemediğini, açıkça ortaya koymuyor mu.
Gezi eylemlerinde yaşananlar, süreçteki tüm olay ve ölümler, konunun polisin güç kullanmasının orantılı mı orantısız mı olduğu bağlamındaki yüzeysel bir tartışmadan ibaret olmadığını hala göstermedi mi. Polis olmayınca, olay olmadığı, polisin olduğu anda ve yerde ise olayların, ölümlerin yaşandığı da artık ortaya çıkmadı mı. Polis, bu kimliğe büründürülmedi mi. Kin ve nefret anlayışına dayalı yönetim karşısında, artık olaylar ve ölümler, yakılarak otellerle sınırlı biçimde değil, kamu gücünün kullanıldığı her yerde başlamadı mı!
Başbakan, demokratik eylemlere ve tepkilere, yine çok sesliliğe karşı hoşgörüsünü, somut olarak hiç ortaya koyabildi mi! Yaşanan acıları bile paylaşabildi mi!
Tüm bunlara rağmen, Türkiye halkı yaşananları demokrasi sanmaya devam etmiyor mu! Bu coğrafyadan beklentileri nedeniyle, artık ABD harekete geçip, konuyu sadece bir iktidar cemaat çatışması gibi algılatıp geçiştirerek, şimdiye kadar kontrolü altında tuttuğu ve demokratik ortamı da yok eden örgütlenme yönetiminden, kin ve nefreti uygulayan anlayışı uzaklaştırarak, istediği ılımlı islam yönetim anlayışı sürsün de, bu tabloda ister sağ ister sol partilerle sürsün demiyor mu, bunlar hala anlaşılmıyor mu!
 Ömer Faruk Eminağaoğlu/ SOL

Güne Uyarlı Provokasyonlar - ŞÜKRAN SONER

Toplumu patlamaya hazır bomba kıvamında kutuplaştırdıktan sonra, kirli siyasal çıkarları sürdürme adına, ister hepsi iç, ister iç-dış odaklı olsun, güne uyarlı provokasyonları sahneye koymak kolaylaşır. Bu kirli oyunu bozabilme toplumsal barıştan yana çoğunluk iradesini egemen kılabilmede elbette ülkenin toplumsal birikimleri, deneyimleri, “sağduyu” olarak tanımlanan refleksleri çok önemlidir. 

Çok sevdiğim, sık sık kullandığım kaba bir benzetme ile bu ülkenin vatandaşlarının yüzyılların bilinebilen tarihsel çokkültürlü birikimleri Anadolu’da var olmuş uygarlıkların bileşkesi, Anadolu Aydınlanması olarak tanımlanabilecek değerleri, Cumhuriyet kazanımları ile 7 nokta üstü depremlere dayanıklı çimentosu, direncinin çok örneğini yaşadık. Çevremizdeki, yakın tarihlerde dünyamızdaki pek çok ülkeyi paramparça eden projelerde, çağın vebaları ırkçılık ve dincilik, her türden alt kimlik ayrımcılığı üzerinden, özünde en çok yoksunlaşma, yoksullaşma ile beslenen provokasyonlarla iç savaşlara uzanan çatışmalarda, ödetilen kanlı bedeller sonrası parçalanmaların sınırlarından dönebildikse bunu ortak aklımızla oluşmuş dayanıklılığımıza borçluyuz. Ancak üst üste yaşanan bu ağır depremlerin yarattığı yıpranmanın üzerine, daha güçlü depremleri oluşturacak koşullara karşı önlemlerimizi almada ortak irade giderek çuvallıyorsa riskler katlanıyor demektir. 
Provokasyonlarda geçerli stratejiler için bir dönemler sendikacılarımızın diline dolanmış söylemle; “yöntem hep aynı yöntemdir”. Provokasyonların boyutları, sonuçları ne olursa olsun bir ucunda göreceli kolayca açığa çıkarılabilecek tetikçiler, diğer ucunda ipleri ellerinde tutan güç odakları vardır. Tetikçileri yakalamak, tetikçileri besleyen bataklıkları kurutmak elbette çok önemlidir. Yetmez. Zor olanı ipleri ellerinde tutan çıkar odaklarının oyunlarını bozmak.
***
Berkin Elvan-Burakcan’ın ölümlerinin ardından, uzun zamandır uykuda, duyarsız “sağduymuzun” uyanışına tanıklık ediyoruz. Seyirci kalma lüksünün olmadığını görüp sorumlulukla bir şeyler yapma gereğini duyanların içinde, ne yazık ki demokrasilerde var olması gereken olmazı, hukuk devleti düzeni içinde kamu erkinin işletilmesi, İktidarları, siyasi erkin kurumları, sorumlularından eser yok. Tam tersi iktidar erkinin liderliği, başbakan başta toplumu kutuplaştırmada, provokasyonlara elverişli koşulları yaratmada nerede ise başrolü oynuyorlar. Berkin Elvan ile Burakcan’ın acılı aileleri çok daha duyarlı, siyasi erkin üstlenmediği sorumluluğu sırtlarında taşıyorlar. Ülkede çok uzun yıllar toplumsal işlevlerini yerine getirememiş, bir biçimde kolları kanatları kırılmış toplumsal örgütlülükler geleceğimizi karartmakta olan tehdidin boyutları karşısında korkmuş olarak uzun bir uykudan uyanmışçasına kimi cılız ama anlamlı duruşlar sergiliyorlar. İşveren, işçi, meslek örgütlerinden çocukları öldüren provokasyonlara, kirli oyunlara kaşı en azından ilkesel doğru çıkış sesleri yükseliyor. 
Berkin Elvan’ın cenazesinde toplanan yüz binlerin buluşmasındaki ortak güç, toplumsal tepkinin, doğrudan örgütlülüklerin dinamiklerinin ürünü olduğunu söyleme lüksümüz yok. 12 Mart-12 Eylül yasaklı düzenlerinin yıkımının üstüne sivil İktidarlarının güne uyarlı provokasyonları ile hukuk devleti düzeni içinde hak arama örgütlülüklerini içten yıkma projelerinin katkıları ile gelen kırılmalar var. Demokratik düzen içinde örgütlü hak arama dinamiklerindeki dibe vuruşun getirdiği bu dağılmada, moral değerler yıkımında, gelişen güne uyarlı tepkiler de var. 
Gezi direnişleri kıvılcım, sosyal medya iletişim aracı, ortak sorunlar, kaygılar, korkular karşısında ortak tepkileri buluşturan her toplumsal hareket, neden, bir anlam, işlev kazanıyor. Berkin Elvan’ın cenazesindeki kendiliğinden büyük buluşma yüz binlerin diliyle “yetti gayri” anlamında bir büyük patlama, uyarı niteliğini taşıyor. 
Elvan’ın ölümüne giden yolda o kadar çok İktidarlarının doğrudan doğruya sorumlu oldukları haksızlık, hukuksuzluk, provokasyon içerikli gelişmelere var ki. Büyük tepki, hepsine birden cenazeyle de olsa birlikte karşı duruş, uyarı içeriğini taşıyor. İktidarları yürüyüşü, gidişi yolu için bir kırılma noktası. En azından cephe yandaşlarını diri, yanında tutma anlamında güne uyarlı provokasyonların acilen gündeme sokulması gerekiyor. İşte Burakcan’ın canını alan güne uyarlanmış provokasyon aynı akşam böylece sahneye konuluyor. Kaosun yumağında, bu ülkenin birikimleri ile hiç de hak etmediği bir yerlere çekilmesi uğruna, İktidar erki başrollerde, nefret söylemi araç, toplumu cephelerde kutuplaştırmada güne uyarlı yeni provokasyonlar gündeme sokuluyor.  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

‘Tatarlar Şimdiden Yok Ediliyor!’ - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Kırım yazılarınızı beğeni ile okuyorum” diyor Ukrayna’da yaşayan ve olayları yerinden izleyen bir okurum. Sonra devam ediyor: 

Size bilgi aktarımı olarak duyduklarımızı, gördüklerimizi yazmak istiyorum. Rusların tarih içinde Müslüman halklara yaptıkları bilindiğinden birçok Tatar aile göçtü bile. Binbir güçlükle geri dönerek elde ettiklerinden sonra 20 yıl ertesinde tekrar yollara düşmek. Yeni bir yaşam için göçmek… Kırım’da seyahat edenlere kimlik soruluyor. Tatarların kimliklerini alıp yırtılıyor. Yok edilme başladı bile. 
Kırım’a elektrik veren Dinyeper Nehri üzerindeki, Kakhovka hidroelektrik santralına iki gün önce helikopterlerle Rus askerlerinin indirildiği söyleniyor. 
Kırım’da geçen haftadan beri yerel TV kanallarının hepsi kapalı. 
8 Mart günü Tatarlara ait otel, işyeri ve araçlar yakıldı. 
Ukrayna merkez bankasının Kırım bağlantıları kapatıldı. Para biriminin ruble olacağı, bir süre Ukrayna Grivna’sının da tedavülde olabileceği söylendi bile. Yani referandum iyi planlanmış kısa bir piyes görüntüsüne girdi bile. 
Ruslar Donuzlav Gölü’nün dar geçitinde hurdaya ayırılmış eski bir savaş gemisini batırarak, içeride bulunan Ukrayna deniz filosuna ait kimbilir kaç gemiyi hapsettiler. 
Böylece (Ukrayna’nın Rusya’ya Kırım’da yapmış olduğu gibi…) kendi topraklarında başka bir ülkeye üs vermek nelere mal oluyormuş görüldü. Meclisten geçmeyen teskereyi hatırlamak lazım. Özellikle bugünlerde. 
Ben şöyle düşünüyorum: Glasnost sonrası Sovyetler’in dağılmasıyla beraber, Avrupa’daki eskinin Varşova Paktı ülkelerini Batılı yapacaksın. Büyük kale Polonya gidecek, Doğu Almanya yok olacak. Geçmişin yaramaz çocuğuÇavuşesku’nun Romanyası’nı AB’ye alıp, üstelik Köstence’ye olağanüstü büyük bir üs yapıp Karadeniz’de dayılanacaksın. Çekleri, Slovakları, Bulgarları, Slovenya,Litvanya yazmıyorum bile. 
Sonra Rusların tarih boyu buna göz yumacağını bekleyeceksin. 
Bu saflık olurdu ama görünen o ki olmuş…
Körlüğün nedeni ‘kibir’ 
Kırım’da yaşananları içerden özetleyen “yurttaş gazeteciliği” ve hem Irak tezkeresine yaptığı gönderme nedeniyle çarpıcı ve etkileyici bulduğum okurumuzun çözümlemesinden ayrıştığım tek nokta; son satırdaki, kinayeyle kullanılmış olduğuna inandığım “saflık” tespiti. 
Okurumuz tarafından özlü biçimde sıralanan Kırım’ın işgaline yol açan dinamiğin kilidi gerçekte Batı’nın “saflığı” değil “kibri” oldu. 
Soğuk Savaş sonrası dönemin “çıkar birliği” ile önceleri olmadığı ölçüde Washington’la kenetlenen AB ülkeleri ve başta ABD bir “kibir tutulması” yaşadı. 
Soğuk Savaş’tan ezici zaferle çıkan Batı; öyle anlaşılıyor ki Rusya’nın çeyrek asır içinde silkinip kendi “lebensraum/yaşam alanı” içinde gördüğü bir coğrafyada tekrar dünyaya kafa tutacağını hesaplamadı. 
11 Eylül konjonktüründe; Çeçenleri tepelemek tutkusuyla “İslamcı terör karşıtlığında” Batı ile el sıkışan Moskova ile kurulan bu yeni ilişkilerin yeni bir denge olduğu varsayıldı. 
Batı açısından bakıldığında Rusya böylece hem eski kıtada geriye püskürtülüyor hem 11 Eylül sonrası dünyada İslamcı terör karşıtlığında kendi safında yer alıyordu. 
Özellikle Obama döneminde Washington-Moskova hattına damga vuran bir “yeni başlangıç/ reset” arayışı Moskova ile varıldığı düşünülen bu özel “yumuşama/detant” varsayımının sonucuydu. 
2008 Gürcistan’daki alarm çanları dahi Batı’nın “aşırı güç” havalanmasından gelen bu “uyuşukluk halini” üzerinden atmasını sağlamadı.
Ve referanduma saatler kala 
Yeni küresel düzenin ilişkileri ayrıca son dönemde bambaşka bir dünya yarattı. Öyle ki Kırım’ın işgali ardından Batı bugün dahi Rusya’ya verilmesi gereken kararlı tepkiyi ortaya koyamıyor. 
Putin’i “hukuk yerine orman kanunu uygulamakla” suçlayan Merkel örneğin iş yaptırımlara geldiğinde ayak sürüyor. Rusya’ya ihracat yapan 6200 Alman şirketinin, işlerinin bozulmasını istemiyor. 
Almanya’da çok net ortaya çıkan bu tablo aslında Batı ve Batı’nın tüm büyük şirketleri için geçerli. Çokuluslu şirketlerin hepsi birer “devlet” olmuş; uluslararası ilişkilerde “devletlerin” ağırlığı ile yarışıyorlar. 
14 milyar dolar Rusya’ya yatırım yapan Exxon örneğin, “yaptırımlara” karşı. 
ABD’den sonra Rusya’yı 2. büyük pazar seçen Pepsi ve gene burada büyük yatırımlar peşinde olan Boeing gibi şirketler hep yaptırımlara karşılar.
Moskova’ya verilecek “askeri bir karşılık”ta bulunmayınca Kırım hamlesinden Putin önemli bir zaferle çıkmış sayılıyor. 
Okurumuzun da değindiği üzere Ukrayna ile bağlantısı günler öncesinden kesilen ve yüzünü artık fiilen Rusya’ya çeviren Kırım’da “referendum” yalnızca bir formalite. 
Bu formaliteyle Kırım, daha güçlü bir otonomi mi ile “Rus protektorası mı” olacak yoksa damardan Rusya’ya mı bağlanacak sorularının yanıtı bulunacak. 
Meşru şekilde yapılmayan referandumu Batı haliyle tanımıyor. 
Ama öyle ya da böyle Putin, Kırım’ın statüsünü fiilen değiştirdi bile! Ve bunu “orman kanunlarıyla” yaptı. 
New York Times’ta gördüğüm son karikatür Putin, Obama ve Merkel’i bir satranç tahtasıyla betimliyordu. 
Üzerinde Kırım yazan satrancın yüzeyinde, Batılılar piyonlarla oynuyordu… 
Putin ise, “piyon” yerine yalnızca tank, tüfek, askerlerini öne sürüyordu… 
Kırım’da kimin mat olacağını son kertede zaman içinde göreceğiz.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

13 Mart 2014 Perşembe

‘Ekmekler Berkin Kokuyor!’-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bütün ekmekler Berkin kokuyor!”, 
Hoşça kal zeytin gözlü çocuk!”,
Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil…” 
Milyonları yasa boğan Berkin’in cenazesinde acıyı haykıran sloganlar bunlar… 
Gülben Ergen bile… 
Bile… diyorum, Ergen nihayet “şov devam etmeli!”düsturunu şiar edinen gösteri dünyasından geliyor…
 
Onun gibi bir gösteri yıldızı bile türkülü, şarkılı eğlence programını iptal ediyor. Sosyal medyada Berkin’in anısına Nâzım Hikmet’in; “Ürkek bir serçe gibi eğme başını… Dimdik dur. Bu senin değil, ülkemin ayıbı. Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk”dizelerini paylaşıyor… 
14 yaşında başına gelen bir gaz kapsülü ile yaşamdan koparılan Elvan için vicdan, yürek taşıyan herkes Türkiye’de yas tutuyor. 
O Berkin ki; sıcacık evinden; “Sen gazdan kaçamazsın ben hızlı koşarım anne, ekmeği ben alırım!” diye çıkmış. 
Bir daha geri dönememiş. 
Yürek dayanmaz bir durum. 
Ama AKP kodamanları ve liderlerinin yürekleri yürek değil, taş!. 

Pınarhisar’la değil “Alo Bilal”le anılacak
 
Siirt’te seçim propagandası faaliyeti içinde olan Başbakan, -en azından bu yazının yazıldığı saatlere dek- Berkin’in ailesinden bir “başsağlığı mesajını” esirgiyor. 
Hâlâ israrla Pınarhisar’da geçirdiği “mapusluk”günlerinden “mağduriyet” devşirme egzersizleri yapıyor. 
Durup durup gündeme getirdiği “minareler süngümüz” şiiri ile Pınarhisar’a nasıl gittiğini anlatıyor: “Bugünlere pek çok badireler atlatarak ulaştık” diyerek hikâyenin sonunu bağlıyor. 
Başbakanın etrafında, “Ayol Berkin’in cenazesine, Okmeydanı’na bir dön de bak!Ortada hiç badire atlatılmış bir durum var mı?” 
diyebilecek kimse yok! 
Ayakları yerden kesilen Başbakan, Türkiye’nin salt kendisiyle başlayıp, kendisiyle bittiğini düşündüğü için; ülkeyi Berkin’in ailesiyle kenetleyen yası görmüyor ve hissetmiyor. 
O oranda “gerçeklerden” kopmuş kendisi…. 
Türkiye gerçeğinden Erdoğan’ın kopukluğunun ölçüsünü; aslında Berkin gösterileri ve cenazesini dolduran kalabalıklarla görebilirsiniz! 
Berkin’den başsağlığı mesajını esirgeyen Erdoğan; bu dönem de bir gün geride kaldığında… sandığı gibi aslında Pınarhisar serüvenleriyle değil; “Alo Bilal” ve bakan çocuklarının evlerinden çıkan para sayma makineleri ile hatırlanacak. 
Evinden ekmek almaya çıkan çocuklar geri gelmezken bakan çocukları evlerinde kasa kasa para sayıyordu!” denecek.

“Üzüldüm gerçekten” yapaylığı…
 
Başbakandan daha basiretli ve biraz daha insancıl olmakla tanınan CumhurbaşkanıGül ise evet… başsağlığı mesajı vermesine veriyor… 
Ancak o da seçtiği sözlerinin özensizliği ile göz çıkarıyor.
Habere üzüldüm gerçekten” diyen Gül, kuru birkaç cümleyle “aileye”gayet üstünkörü ve baştan savma başsağlığı dilemekten öte gitmiyor. 
Tüm ülkeyi sarsan büyük trajedi karşısında, “üzüldüm gerçekten” kalıbından daha uzak ve daha uzaylı bir söylem olabilir mi? 
Misal… 
Yakınınızdan birinin evladını kaybettiğini düşünün: “Üzüldüm 
gerçekten”gibi buram buram “yabancılaşma” içeren, mesafeli bir ifade kullanır mısınız?
Benim aslında bu derece üzülmem gerekmiyordu. Ama heyhat vallahi deüzüldüm!” dercesine içeriği boşaltan ve hafifleten bir ifade bu! 
Alevisiyle, Sünnisiyle… tüm TC’nin yurttaşlarına eşit yakınlıkta olması gereken Cumhurbaşkanlığı’nın kapsayıcılığını ileten bir beyan değil her halükârda. 

Boşluğu Gülen dolduruyor
 
Fettullah Gülen…. taa Okyanus ötesinden şaşırtıcı biçimde oysa Cumhurbaşkanının yapmadığını yapıyor. 
Alevilerin kaybına evirip çevirmeden açıkça vurgu yaparken bir taraftan da tırmanan “nefret atmosferi”, “kutuplaşma”ya dikkat çekiyor:
“ Elvan ailesine ve yakınlarına başsağlığı diler, bugüne kadar pek çok dağidar olmuş ama temkin ve teyakkuzunu korumayı başarmış Alevi kardeşlerimize sabrı cemil niyaz ederim” diyen Gülen, mesajına şu uyarıları da ekliyor: 
Bir AVM inadıyla başlayan hadiseler teskin edileceğine, kutuplaştırcı bir dille körüklenmiş ve bugüne kadar birçok gencimizin hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. 15 yaşındaki küçük Berkin Elvan, bu atmosferin son kurbanı… Bu nefret atmosferi, toplumun muhtaç olduğu sevgi, sükûnet ve birbirini anlama çabasını ortadan kaldırmakta; yukardan aşağıya doğru çatışmacı bir üslubu telkin etmektedir…” 
Bir din adamından önce, bunlar, “laik devletin” ön saftaki temsilcileri tarafından verilmesi gereken mesajlar… 
Ama gelin görün ki… 
Laik devlet” yerine Türkiye’de öncelikle “Sünni mezhebinin devleti” haline gelen devlette çıkan boşluğu Gülen’in nasıl doldurduğuna böylece bir kez daha tanık olmuş oluyoruz.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Ekmek adlı çocuk - ALİ RIZA AYDIN/SOL

Hukukla lehe getirilen kurallar tabii ki uygulanmalıdır. Tabii ki uzun ve haksız tutukluluklar sona ermelidir. Tabii ki özgürlük asıl tutukluluk tali olmalıdır.
Ancak, Cumhuriyet’i dönüştürmekle görevli bir siyasi iktidardan ve planlanarak yaratılmış siyasi davalardan söz ediliyorsa, bu siyasi davalar açılırken ve görülürken adaletsizlikten ve hukuksuzluktan söz ediliyorsa, aynı siyasetten hukuk yoluyla çözüm bekleyemeyiz. Olsa olsa siyasi çıkar bekleriz. Hem de kirli amaçlarına ulaşanların pişkinliği içinde…
Kaldı ki, davalar devam etmektedir; tutukluların tahliyesi, hukuken aklanma olmadığı gibi, siyaseten de hakkın yerine getirilmesi değildir. Kaldı ki, Haziran Direnişi’nde halka yaşatılan şiddet, Berkin’e yaşatılan vahşet, onun ölümünden sonra da devam etmektedir. Huylu huyundan vazgeçmemiştir.
Siyasi davaları kurgulayan AKP ile bugünkü AKP arasındaki fark, bugünkünün daha hırçın ve şiddet yanlısı olmasıdır. Berkin için ayağa kalkan halka yapılanlar, AKP’nin şiddetinin daha da artacağının, kışkırtmalara kalkışılacağının, “şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” sebebiyle olağanüstü hal bile ilan edileceğinin emarelerini vermektedir.
“Güdümlü” olmaktan, “AKP’li” olmaya terfi eden yargıdan hak aramak çözüm müdür? Bireysel başvuru ya da Yüce Divan gibi düzen müesseselerinden umut beklemek çözüm müdür?
“Kul hakkı” ve “günah işleme özgürlüğü” ile beslenen AKP kanunları çözüm müdür? Karşılaştığı her olumsuz olay karşısında kanunlarla yargılamaya müdahale eden ve yargıyı biçimlendiren AKP’nin tahliye formülleri çözüm müdür?
Kimilerine göre, bu tür soyut sorulara olumlu yanıt verilmesi olanaklı. Kimilerine göre “istikrar” gerekli. Ve o kimileri, şiddetle, gericilikle, emperyalizmle, sömürüyle ilgilenmiyor bile…
“Burjuva demokrasisinin ve hukukunun, bu hukuku dayalı yargılamanın olağan kuralları çalışmıyor, çalışmalı” savı, AKP döneminde hep yinelendi. AKP ise hep kuşa baktırdı. Şimdi, devletin ve hukukun iplerini elinde tutan ve koltuğu bırakmamak için her şeyi göze alan AKP’den umut bekleyenleri de aynı gelecek bekliyor.
AKP faşizmi, “Alman Faşizminin Kuramları”nı inceleyen Walter Benjamin’in sıraladığı ayrıntıları göstermese de gericilikle estetize edilmeye mahkum edilen Türkiye yönünden tehlikesi yadsınamaz.
Şöyle diyor Benjamin: “Faşizmin, oluşumu da, topluma kendini kabul ettirebilmesi de modern toplumların kültür yaşamının kendi işleyişinden ve işlevinden yararlanarak olmaktadır. Yaşamın kendisi üzerinde etkide bulunabilmek, yaşamı özgürce biçimlendirebilmek olanaklarından soyutlanan modern toplum insanı; faşizm olgusu henüz ufukta gözükmediği zamanlarda dahi, faşizmin oluşturucu temelleri üzerine kurulmuş bir hayatın ve bu hayatı sürekli kılan bir yaşama üslubunun içindedir.”
Hukuk, egemen siyasete bağlanmış; yaşam, gericiliğe mahkum edilmiştir. Bundan en çok yararlanan ise ilkel yaşam tarzını seven AKP olmuştur.
Siyaseten içeri tıkıp, sonra da siyaseten çıkaranların sunduğu özgürlükler yalnızca yanılsamadır. AKP’nin yaptıklarına, yine onların açtığı deliklerden bakarken görüldüğü sanılan umut, yanılsamadır.
Haziran Direnişi’nde kaybettiklerimizin, Berkin’in, ekmeğin ve emeğin katillerini çürümüş düzenin çürümüş mahkemeleri yargılayamaz. Adaletsizler, adalet dağıtamaz. Ekmek almanın da, hastaneden cenaze çıkarmanın da şiddete maruz bırakıldığı ülkede devletten söz edilemez.
Siyasi davalar da piyasacı ve gerici siyaset de, AKP gitmeden bitmez. AKP gitse bile hesap sorulmadan bitmez. AKP’den kurtulma gerçekleşse ve hesap sorulsa bile, yerine aynı siyaseti savunanlar geldikçe de bitmez.
“Ekmek” adlı çocuk gitmedi. Küçük vücudundaki büyük yüreğini, bedenlerin katillerinden ve mücadeleci halkın yaşamını katledenlerden hesap sorulması ve güzel günlerin getirilmesi için Haziran Direnişi’nin neferlerine devretti.

ALİ RIZA AYDIN/SOL

Paralelini al da git! - TUNÇ SİPAHİ/ SOL

Haydi bakalım, babaannemin dediği gibi “yetti gari”. Git artık, “paralelini” al da git. Hep beraber gidin.
Bu ülkeyi, Kürdüyle Türküyle, Alevisiyle Sünnisiyle, başı kapalısıyla açığıyla, taş devrine döndürmeden git. Git de bize halk olmanın gururu kalsın.
Ekonomiyi çökertmeden git. Bari umudun yakasından elini çek. Git ki bu ülkenin geleceğini halk tahayyül etsin.
Barışın ümidini bırak bize. Bırak da biz çözelim. Sahte çözüm sürecini al da git.
Git artık. Dünyadan haberin yok. Dini de bilmiyorsun. Yobazlığını yanında götür.
Verdiğin zararı kaç yılda ortadan kaldıracağız? 10 mu, 20 mi, 30 mu? Çözümün ağırlığını taşırız. Yükünü bize bırak da git.
Git. Bir daha gelme. Bu ülkenin insanlarına varlığınla hakaret etme; tamam, yeter, kafi. Günah işleme özgürlüğünü al da git.
Gitmezsen ne olacağı belli. Sadece sen anlamıyorsun.
Git. Bir ABD çetesi tarafından atandın. Proje çöktü ve sen bunu da yanlış anladın. Başkasının gücünü kendine vehmettin. Senden ne istendiğini bile anlayamıyorsun. Emperyalizme hizmetini al da git.
Eğitimin yok. Dünyayı bilmiyorsun. Çarklar nasıl döner anlamıyorsun. Siyaseti adam kandırmaktan ibaret sanıyorsun. Gelecek 10 yılımızı da, geçmiş 10 yıl gibi, çalacağını umuyorsun. Ama artık deniz bitti, devran döndü. “Ekonomik mucizeni” al da git.
Ama nereye gideceksin?
Aslında en iyisi, gitme. Kal ki bu halk seni yargılasın. Kal ki suç işlediğin insanlara yaptıklarının hesabını ver. Kal ki bari önce başka ulusların mahkemelerinde savaş suçlusu olarak yargılanma. Önce burada yargılan.
Gitme, kal. Kal ki Berkin kalksın ve yüzüne tükürsün. Kal ki Ali İsmail yakana yapışabilsin. Kal ki kandırdığın mütedeyyinler tiksintilerini suratına haykırabilsinler.
Gitme, kal. Sakın gitme.
Yok öyle. O kadar kolay değil. Kal da yargılan.
Kal ve yargılan çünkü karanlıkların en karanlığını ancak böylece arkamızda bırakabileceğiz. Birleşik, umutlu, güçlü bir halk olarak 76 milyon aynı anda kurtulacağız.
Kal ve yargılan çünkü sen yaşayan her şeyden nefret ediyorsun. Çünkü sen tanımını dahi bilmediğin insanın celladısın. Çünkü sen aklımızı bozuyorsun.
Çünkü sen ruhumuzu çürütüyorsun. Bastığın toprakta açan çiçekleri solduruyor hastalıklı kinin. Kal.
Hepiniz kalacaksınız. Hepiniz yargılanacaksınız.
Toplum o zaman normale dönecek. Kabus o zaman bitecek.
Gerçek siyaset o zaman başlayacak.

TUNÇ SİPAHİ/SOL

9 Mart 2014 Pazar

‘12 Yıllık Esaret’ ve 8 Mart-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Gelmiş geçmiş en “kadın düşmanı” hükümetlerle yönetilen Türkiye’de 8 Mart’lar bana artık “zul” geliyor. 

Posta kutum, “dünya kadınlar gününü” hâlâ iyi niyetle kutlayan mesajlarla dolup taşıyor… 
Ama “tebrik” ve “kutlama” mesajları bana “coşku” yerine artık yalnız yitirdiğimiz zemini hatırlatıyor… 
Son “12 yıllık esaret” döneminde başımıza gelenleri şöyle bir hatırlayalım mı? 
Göğsünü gererek “kadın erkek eşitliğine inanmadığını” söyleyen ve sezaryen-kürtaj karşıtı kampanyalarının yanında, kadınlar için düşünebildiği en büyük vizyon “üç çocuk” olan bir başbakan; erkekler kahvesi gibi bir kabine, adından “kadın” logosunu silen, kadınlar adına o bugün ne yaptığını bilmediğimiz ağır muhafazakâr bir “aile bakanlığı”; ortalama günde 4 kadının öldürüldüğü bir ülkede “kadına karşı şiddetle uğraşacağımıza önce insanlığa karşı şiddeti önleyelim” açıklamalarıyla gündeme gelen bir Diyanet İşleri Başkanı, çocuk gelinlerde rekor kıran yaşam pratikleri, “toplumsal cinsiyet eşitsizliği raporlarında” 2000’lerde hiçbir kayda değer değişme ve gelişme göstermeyen, bilakis hep en beter ülkeler sınıflamasına giren değerlendirmeler… 
Bu arada 4+4+4 “devrimi”nin kız çocuklarının eğitimine indirdiği darbelere değinmiyorum bile. 
Nereden baksanız elinizde kalıyor. “Gerici” tablo, nerden tutsanız ürkütüyor… 
Ürkütücü bu tabloya baktıkça, üstüme karabasan çöküyor, yüreğim kararıyor. En ufak bir “özel gün” heyecanı hissetmiyorum. 
Bu yıl bu nedenle bir “8 Mart” yazısı yazmamaya karar vermiştim… Ta ki Haklı KadınPlatformu’ndan Tijen Mergen’den tepkisiz kalamayacağım bir telefon alana dek.
‘Haklı Kadın Platformu’ çağrısı 
Haklı Kadın Platformu (HKP); 41 kadın STK’nin kurduğu bir kadın hakları örgütü! Örgüt siyasette kadınlar için öncelikle eşit temsil mücadelesi veriyor. 
Kadının ikinci sınıf vatandaşlıktan çıkamamasının en önemli nedeninin siyasetten dışlanması olduğu görüşünden hareketle; kadına siyasette daha çok yer açma çabasında olan HKP, 30 Mart öncesi hali pürmelalimize dikkat çekiyor! İvedilikle bu konuda tüm seçmenleri, özellikle de tabii kadınları sandık başında tavır almaya çağırıyor. 
Medya ve sanal ortamda “Kadınlar İçin Projeni Açıkla Oyumu Yakala” adıyla bir kampanya başlatan HKP; kampanya kapsamında “yerel seçim adaylarından tüm plan, program ve bütçelerine ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ sağlayacak her türlü çalışmayı dahil etmelerini ve bu çalışmaları kamuoyu ile paylaşmalarını” istiyor. 
Seçmenlerden de beri yandan, “yalnızca kadın politikalar ve (bu bağlamda gene)somut projeler açıklayan adayları desteklemelerini” talep ediyor. 
İnternette change.org sitesinde http://chn. ge/1i2WqfS bağlantısıyla bu amaçla bir imza kampanyası açan HKP, bu çok can alıcı konuda kamuoyunu, gerek sandıkta adaylar gerekse seçmenler düzleminde harekete geçmeye çağırıyor. 
Türkiye’de doğan, büyüyen, yaşayan bir kadın olduğum için” diyerek destek olanlardan, “toplumsal barışın sırrı toplumsal cinsiyet barışından geçtiği için buradayım” diyenlere dek change.org’daki kampanyaya çeşitli gerekçelerle şimdiden çok sayıda imzacının katıldığı görülüyor. 
Kadın” konusu diğer deyişle ses getiriyor ama bu hassasiyet, siyasi düzlemde, kapı duvar… en ufak karşılık görmüyor.
Kadın düşmanı ülkede aday haritası 
Bu kampanya çağrısı üzerine, HKP’nin sitesine girip yerel seçimlerde kadının konumunu inceledim. 
Sitenin ana sayfasına “2014 Seçimleri Kadın Adayları Haritası” konmuş, göz atmanızı öneririm. 
Haritaya baktığınızda, uluslararası “kadın erkek eşitsizliği” raporlarında neden her yıl sistemli olarak en kadın düşmanı ülkeler arasında yer aldığımızı anlayacaksınız. 
Kadın erkek eşitsizliği uçurumunda 136 ülke arasında dünyada “120. sırada çıkan” ve Etiyopya, Ürdün gibi ülkelerin dahi gerisine düşen Türkiye’de 30 Mart seçimlerindeki belediye başkanı adaylarının sadece yüzde 6’sı kadınlardan oluşuyor. 
Bu minik ve zavallı “yüzde”nin daha da aşağılarda çıkmamasının tek nedeni gerçekte BDP. Yüzde 17 oranında “kadın aday” gösteren BDP, bu yüzdeyi yukarı çekiyor. Hükümet partisi AKP ve MHP’nin kadın aday oranları sadece yüzde 1. 
Yazıyla yüzde bir! 
Sözde “merkez sol”a sahip çıkan CHP’de de bu oran, utanç verici yüzde 4’ten ileri gitmiyor. 
Sorun salt AKP’de değil özetle. CHP de heyhat “kadın” konusunda AKP ile neredeyse aşık atan bir gericilik düzeyinde kulaç atıyor! 
Coğrafi açıdan kadın adaylar dağılımına baktığınızda, orada da yürek paralayıcı bir manzara önümüze çıkıyor: 
Dev İstanbul’da tüm partilerin kadın aday sayısı “19”, ikinci sırada “17” adayla en Batılı kentimiz İzmir var. 
Başkent Ankara’da rakkam hızla “9”a düşüyor! 
YozgatÇorumErzincan’da “kadın aday” sayısı “0”! 
SiirtMalatyaErzurumKırşehir gibi kentlerde kadın adaylar, mavi boncuk gibi “1”i geçmiyor. 
HKP Türkiye’nin derin yarasına parmak basıyor. 
Elimizden geldiği ölçüde kampanyayı izleyelim ve destek verelim.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

İşadamlarının dayanılmaz sefaleti-IŞIL ÖZGENTÜRK

Bu kadar tape arasında, hiçbir şey geldiğimiz zavallı noktayı, Erdoğan - Demirörentapesi kadar açık bir biçimde bize gösteremezdi. Tapeyi defalarca dinledim ve her seferinde Atatürk’ün yoksul bir Cumhuriyeti bağımsız bir devlet yapabilmek için verdiği iktisadi kararlar ve çırpınmalar aklıma geldi. Ne olursa olsun, bir burjuva sınıfı oluşturulmalıydı. Bu ülkede, demokrasinin işleyebilmesi için bu vazgeçilmez bir şarttı.
 
Çünkü daha iyisi olmadığı için örnek alınan Batı demokrasilerinde, demokrasinin temeli burjuva devrimleriyle atılmıştı. Bu durumda burjuvanın bile olmadığı genç Cumhuriyet’te bazı girişimciler devlet eliyle desteklenecek ve bir zorlama burjuvazi ve sanayi grubu oluşturulacaktı. 
Devlete direkt göbek bağıyla bağlı sanayi grubu oluşturulması uzunca bir süre Türkiye’yi idare etti. Ve güçlendi. Öyle ki bu grup, tüm siyasilerden farklı bir yol izleyen ve gelir eşitsizliğini dikkate alan, yoksuldan yana tavır koyan Ecevit hükümetini devirmekte çok başarılı bir rol oynadılar. Ülke onlarındı! Tüm darbeler onların daha güçlü olması için yapıldı. Solun en ufak bir başkaldırısında, hemen durumu kendi lehlerine çevirmeyi başardılar. 
Devlet artık onlarındı! İstedikleri ihaleyi alabilir, istedikleri yasaları çıkartabilirlerdi. 
Sonra bir şey oldu. Yeni bir oluşum, farklı bir sınıf bile diyebiliriz, yönetime geldi. Bu sınıfı önce küçümsediler, ardından hemen uzlaştılar, gazeteleriyle, televizyonlarıyla bu yeni yönetimi sonuna kadar desteklediler, bir süre bu yeni oluşumda onların her dediğini yaptı, her istediği yasayı çıkardılar. Ama ne zaman ki, bu oluşum gelir pastasından pay almaya başladı, daha önce pek bir rahata alışmış olan sözüm ona sanayiciler tedirgin oldular. 
O da ne, kendilerine verilmesi gereken maden arama izinleri, hiç bilmedikleri, şimdiye kadar hiç görmedikleri sermaye gruplarına da verilmeye başlanmıştı. Bir gün ona, bir gün ötekine verilen devlet ihaleleri, bu yeni gelişmekte olan gruba kaydırılıyordu. 
Akıllı olanlar hemen bu yeni gruba nasıl dahil olurum diye düşünmeye başladı. Bu durumda güçlü olabilmek için medyaya ihtiyaçları vardı. Bu işe girdiler ve hemen yeni oluşumun yanında yer aldıklarını beyan ettiler. Bunun için, programlarını değiştirdiler, muhalif gazetecileri hemen işten attılar. Tek dertleri, yeni oluşumun başına yaranmak ve arkasından bir randevu koparıp devlet ihalelerinde aslan payını yeniden almaktı. Demokrasi, insan hakları, sendikalar, yargı bağımsızlığı umurlarında bile değildi. Varsa yoksa aslan payı. 
Bunları çok iyi okuyan ve hiçbir kurala uymayan bir başbakan vardı. Onları azarlayan bir Başbakan! 
Şaşırdılar, kem küm ettiler. Ağladılar, evet, yaşını başını almış bir işadamının bir başbakan karşısında ağlaması, dünyanın hiçbir yerinde olmaz! Ama bizde oldu, ektiklerini biçiyorlar. Birbirlerine çok benziyorlar, ikisinin de bu ülke umurlarında değil.
Ve biz bu koşullarda yaşamayı hak etmiyoruz! Etmediğimizi de hem azarlayan Başbakan’a hem de sulu gözlü işadamına da göstermemiz gerekiyor! 
Bu arada, Beyoğlu’nda Demirören’lere ait bir kocaman AVM var. Yarısı kaçak. Ve tam bir estetik faciası. Eh, gazete almanın bu kadar bir faydası olsun. Ama durun bu çok küçük bir pay, olmaz ki…  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet