28 Şubat 2017 Salı

Et, Nusret, Sosyalizm, Türkiye filan… - KEMAL OKUYAN

Birkaç yıl önce Küba’da bizim görgüsüz mekanlarımızla kıyaslandığında oldukça mütevazı kalan ünlü bir tavuk restoranında gözümüz duvarlara asılmış müşteri yazılamalarına takılmıştı. Arada Türkçe bir şeyler de karalanmıştı, okuyunca öfkelendiren cinsten… Büyük bir şirketin bayi toplantısı için Havana’ya getirdiği zevzeklerden dökülen inciler aşağı yukarı şöyleydi: Küba’yı çok sevdik, doğası pek güzel, kızları da… Ancak yoksulluğu bizi çok üzdü, umarız bir gün bu durumdan kurtulursunuz. Kübalılar bu türden alçaklıkları bilmezler, yakınlık kuran insanları “dost” sanırlar, muhtemelen yüzlerine de gülmüştür bizimkiler garsonların…

Bir kağıt kalem istemiş ve çalışanlardan özellikle o yazılanların yanına asılmasını rica ederek hadlerini bildirmiştik arkadaşların…

Sonra o şirket battı, fabrikalar el değiştirdi, bir sürü insan işsiz kaldı. Kaldı da konumuz bu değil… Konumuz, Türkiye’den kalkıp Küba’ya gidip afra tafra yapanlar…
Şu “ölü et skandalı”na ilişkin bakanlığın açıklamasını okurken birkaç ay öncesinden kalma bir habere rastladım. İngiliz basını tutmuş 2009 yılındaki istatistikleri yayınlamış, bizimkiler de oradan almış. Kontrol ettim, 2002 ve 2016 yılındaki veriler de aşağı yukarı aynı. Ortaya çıkıyor ki, Türkiye’de Küba’dan çok daha az et tüketiliyor. Yılda ortalama 49,4 pounda karşılık 25,3 pound. Kebabıyla, mangalıyla, köftesiyle ünlü Türkiye’yle acımasız bir ablukayla kuşatılmış ve hakkında 50 yıldır “halkı aç, sefil durumda” uydurmacasını dinlediğimiz ülkeyi kıyaslıyoruz!
Havana’daki tavuk restoranında ahkam kesenler muhtemelen bu ortalamanın üstünde tıkınıyordur. Sorun şu ki, Türkiye’de nüfusun büyük bölümü et yemiyor, yiyemiyor. Bunu bilerek, isteyerek tercih eden vejeteryanları, veganları bir kenara koyuyorum; zaten tartıştığımız et tüketip tüketmemek değil, beslenememek.

Bir başka kuşatma altındaki ülke olan, hatta hakkında haftada bir “açlıktan birbirlerini yiyorlar” diye haberler üretilen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) ile Türkiye arasındaki fark o kadar az ki!


Gıcır gıcır AVM’lerimiz, köprülerimiz, otoyollarımız, en az üç en iyisi beş diyen bir reisimiz var lakin beslenemiyoruz!
Ama olsun, şatafatlı ülkeyiz. Kişi başına et tüketiminde dökülsek de bizim Nusretimiz var, İngiltere’ye bile restoran açıyormuş. İngiltere’ye restoran açıyor, Dominik'te kadınları taciz ediyor. Evet Türkiye gelişmiş, Küba yoksul!

Kapitalizmin en büyük mahareti bu… Cehennemi yaldızlamak, üstüne yokluklar, yoksunluklar ve yasakları “cennette her şey var” diye geçiştirmek…

Küba’da ablukaya rağmen neredeyse Türkiye’nin iki katı et tüketilebiliyorsa ve üstelik bu aşağı yukarı topluma eşit dağılıyorsa, fazla söze gerek yok.

Söze gerek yok ama kapitalizm sürekli konuşuyor. Medyasıyla, siyasetçisiyle, imamıyla… Sovyetler Birliği’nin son yılları yaşanırken Moskova’ya giden uçakta bir rehber yolculara “indiğimiz andan itibaren mahrumiyet bölgesinde olacaksınız, aç kalabilirsiniz, sorumluluk size ait” diye bilgi veriyordu. Oysa sosyalizmin ölüsü bile insanlarını asla aç bırakmıyordu, 1991’de kapitalizm Rusya’da egemenliğini ilan ettikten sonraysa, her gece sokakta ortalama 20 kişi can vermeye başladı.
Sosyalizmde eğitim ve sağlık hizmetleri herkese eşit ve ücretsizdir dediğimizde “ama insanlar aç” diye itiraz etmek adettendir. Buyrun rakamlar ortada! Küba’nın yemek kültürü çok farklıdır, alışmakta güçlük çekersiniz ama sosyalizm insanlarına onurlu bir yaşam, bilimsel eğitim, yaygın spor-kültür olanağı ve sağlığın yanı sıra yeterli besini de sağlamakta. Üstelik onca tehdide, kuşatmaya, sabotaja rağmen. Ha, çay bulunmaz, benim gibi onsuz yapamazsanız yanınızda götürün, insanlara çay dediğinizde “papatya çayı” içmek zorunda kalmak istemiyorsanız. Çay dışında sıkıntı yok!

Bizde eğitim çöktü, sağlık paraya teslim, et yerine benzinle besleniyoruz, ot bitmiyor, her yerimizden çimento fışkırıyor ve pek gelişmiş ülke oluyoruz, sonra aydınımız dahil sosyalizme bok atmakta yarışıyoruz.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde muhteşem bir devrim dalgası sarmıştı dünyayı. En fazla da bizim coğrafyamız etkilenmişti bundan. Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti, farklı ideolojilerle, farklı sınıfların elinde ama ikisi de devrimci bir iddia ile tam da bu dönem kurulmuştu.

Sovyetler Birliği, sosyalizme kuruluşa önderlik eden partinin içten içe çürümesi sonucunda çöktü. Türkiye Cumhuriyeti Türkiye’nin patron sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda gerici-yobaz bir ekip tarafından yıkıldı; yerine koymak istediklerini de ülkenin bünyesi kabul etmediği için yaman bir krizle karşı karşıyayız.

Sovyet sosyalizmi yalnızca Rusya’ya değil, daha geri bölgelere söz gelimi Azerbaycan’a, Türkmenistan’a insanca yaşamı, bilimi, sanatı, aydınlığı, eşitliği getirmişti. Sosyalizm yıkılınca bu ülkeler kabile sistemine geri döndüler. İzlemişsinizdir mutlaka, tekrar izleyin.
Gülmek için değil ama öfkelenmek için.
Ve bir daha sosyalizme kara çalarken iyi düşünün!
İşte yıllardır kapitalizme talim eden Türkiye!
Kemal Okuyan / SOL

Türkiye: En geçimsiz komşu - MUSTAFA K. ERDEMOL





Zaman zaman gerginlikler yaşansa da Türkiye’nin arasını bozmadığı tek ülke ABD. Barack Obama’nın Erdoğan’la telefonda elinde beyzbol sopasıyla konuştuğu zamanlarda bile fena sayılmazdı. O sopalı fotoğrafa ragmen Recep Tayyip Erdoğan görüşmek için az peşinde koşmamıştı Obama’nın.


El Bab’da her şeyi halletmiş gibi hiç de zamanı değilken Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın Kardak’a gidip gövde gösterisi yapmasından sonra Yunanistan’la ilişkiler yine “ısındı”. Yunanistan’da koalisyon hükümetinin ortağı partinin mensubu aşırı sağcı Savunma Bakanı Panos Kammenos’un Türkiye için “Kardak’a gelirlerse görecekleri de var” yollu sözlerine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu sert karşılık verdi biliyorsunuz. Gücümüzün ne olduğunu en iyi Yunanların bileceğinden söz etti, ardından da Yunan Bakanı kastederek “Şımarık çocuğa iyi anlatsınlar” dedi.
Bir süredir iyi ilişkiler içinde olduğumuz Yunanistan’la da ilişkileri germiş bulunuyoruz. Gerçekten de etrafında tek bir dostu bile kalmayan bir ülke oldu Türkiye. Oysa 2011’de, o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin üç ülkeyle sorunları var” dediğini hatırlıyorum. Bunlar Suriye, Güney Kıbrıs ve Ermenistan’dı. Bugün ise neredeyse kavga etmediğimiz tek bir komşumuz bile kalmadı. Öyle ki Türkiye’yi uluslararası her alanda destekleyen Bangaldeş’le bile gerginlik yaşadık. İslamcı liderleri idam eden Bangladeş bu idamları kınayan Türkiye’yi içişlerine karışmakla suçlamıştı.

“Şımarık çocuk”
 
Çavuşoğlu’nun Yunan bakanı küçümseyeyim derken kullandığı “şımarık çocuk” tanımlaması pek olmamış bana sorarsanız. Diplomatik üsluba tabii ki uygun değil ama asıl kötü olan Çavuşoğlu’nun büyük bir süper gücün temsilcisi edasıyla muhatabına üstten bakması. “Şımarık çocuk” sempati de barındıran bir tanımlama ayrıca. Yaptıkları hoş görülebilir anlamında. Oysa söz konusu bakan “şımarık çocuk” falan değil düpedüz aşırı sağçı, ırkçı bir politikacı olarak biliniyor Yunanistan’da. “Şımarık Çocuk” adamın ne kadar tehlikeli olduğunu gizleyen bir tanım.
Diplomatik olmayan üslup kullanan Çavuşoğlu değil sadece. Dünya politikasında çok sık rastlıyoruz bu üsluba. En çarpıcı örnek Filipinler Devlet Başkanı Duterte’dir elbette. Barack Obama’ya “onun bunun çocuğu” demesi unutulur gibi değil. Ben bir de Rusya Devlet Başkanı Putin’in sözünü hatırlarım. Gürcistan Rusya savaşı sırasında arabuculuk yapsın diye Rusya’ya giden dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’ye Gürcistan Devlet Başkanı Mikael Saakaşvili için ,“onu hayalarından asacağım” demişti.

ABD ile hep iyi
 
Zaman zaman gerginlikler yaşansa da Türkiye’nin arasını bozmadığı tek ülke ABD. Barack Obama’nın Erdoğan’la telefonda elinde beyzbol sopasıyla konuştuğu zamanlarda bile fena sayılmazdı. O sopalı fotoğrafa ragmen Recep Tayyip Erdoğan görüşmek için az peşinde koşmamıştı Obama’nın. Sadece ABD ile değil, onun etkili olduğu kurumlarla da iyi olmuştur Türkiye’nin arası, bakmayın atıp tuttuklarına bunların. Davutoğlu bir ara övünerek anlatmıştı hatta bu durumu. "Birçok NATO operasyonunda Afganistan dahil Türkiye en etkin katkıyı yapıyor" demişti. Suriye krizinde NATO’nun Türkiye’ye sağladığı Patriot desteğiyle de NATO’nun üyelerine en geniş anlamda güvenlik ihtiyaçlarını karşıladığını söyleyip öven de oydu.
NATO’nun Amerikan önderliğinde, füzesavar sistemin bir radarı Türkiye’ye yerleştirilmişti. Türkiye bunları Kuzey Irak’a dönük hava harekâtına ABD’nin itiraz etmemesi koşuluyla kabul etmişti. İstediğiyle iyi geçiniyor Türkiye yani.
Türkiye halkı nasıl bakıyor acaba bu duruma? Bir süre önce Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nca yapılan kamuoyu araştırmasında Türkiye halkının en büyük dış tehdit olarak ABD’yi gördüğü ortaya çıkmıştı. Ama kamuoyunun kafası karışık olmalı ki zor durumda kalması halinde Türkiye’ye en çok yardım edecek ülke de yine ABD gösterilmiş. Bir başka ilginç sonuçta Türkiye’nin dostu ülkeler arasında ABD, Pakistan’dan önce geliyor. Yani vatandaşın kafası da ülke dış politikası gibi karışık.

Ancak ilginçtir, araştırma sonuçlarına göre Rusya’yı bir tehdit olarak görmüyor Türkiye halkı. Yani hükümetten daha gerçekçi bakıyor konuda demek ki.
Araştırmada Türkiye’ye dost ülkelerin başında Azerbaycan geliyor. İyi de Türkiye bu ülkeyle de ciddi sorunlar yaşadı. Bilindiği gibi Azerbaycan ile Ermenistan arasında geçmişi çok eskiye dayanan bir Dağlık Karabağ Sorunu var. Türkiye, Dağlık Karabağ sorunu nedeniyle Azerbaycan’a hep destek verdi, uluslararası platformlarda sürekli Azerbaycan tezlerini savundu. Ancak reel politikanın kimi gerçekleri bu konuda yalpalamalar yapmasına yol açtı. Örneğin Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden Türkiye’nin 1993’ten beri kapalı tuttuğu Ermenistan sınırını açma girişimi Azerbaycan’ın tepkisine yol açtı. Sadece bu değil 2009’da yaşanan Türkiye-Ermenistan protokolleri krizi de var gerginlik nedenleri arasında.

Özbekistan’la da...
 
Özbekistan Türkiye’ye, özellikle İslam Kerimov’un tutumu bu yöndeydi, pek olumlu bakmamaktadır. 1999’dan beri iki ülke ilişkileri bozuk durumdadır. Burada Türkiye’nin Kerimov muhaliflerine verdiği desteğin de etkisi vardır kuşkusuz. Ankara, Taşkent tarafından, Özbek muhalifleri Türkiye’de barındırmakla suçlandı sürekli. Özbek muhalif liderlerden Muhammed Salih, 1993 yılı ilkbaharında, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın davetiyle Türkiye’ye gelmiş, bir süre barındıktan sonra Taşkent’in baskısıyla ayrılmak zorunda kalmıştı. 16 Şubat 1999’da Kerimov’a yönelik Taşkent’te düzenlenen bombalı suikasta Türkiye vatandaşlarının da katıldığı suçlaması, ilişkilerdeki kırılma noktası oldu. Bunun ardından Taşkent yönetimi, Türkiye’de eğitim gören Özbek öğrencileri geri çekti. 2005’te Özbekistan’ın Andican kentinde düzenlenen protesto gösterisinde Özbek güvenlik güçlerinin ateş açması sonucu yüzlerce kişinin ölmesinin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ele alındığı oturumda Türkiye’nin Özbekistan aleyhine oy kullanması, Taşkent’i kızdırmıştı. O dönem Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu “iki ülke arasında 2006’dan bu yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan bir durağanlık yaşandı” demişti.

Diyanet kökenli diplomat krizi
 
Yakın zamanlarda Almanya ile yaşadığımız Casus İmamlar krizi var. Diyanet’e bağlı DİTİB camilerindeki din görevlilerinin muhalif Türk vatandaşlarını Türkiye istihbaratına ihbar ettiklerinin ortaya çıkması üzerine Almanya çok sayıda din görevlisinin evini basmış, belge aramış, sonra da söz konusu din görevlileri hakkında sınır dışı kararı vermişti.

Türkiye bu suçlamayla daha önce de karşılaştı oysa. Suçlayan Bulgaristan’dı. Bulgaristan yönetimi “diplomasi ile uyuşmayan faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle Türkiye’nin Burgaz Başkonsolosluğu’nda görevli ateşe Uğur Emiroğlu yüzünden Türkiye’ye nota vermişti. “
Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı, Ankara’ya verdiği notada Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu olan ve Türkiye’nin Burgaz Başkonsolosluğu’nda Sosyal Hizmetler Ataşesi olarak görev yapan Uğur Emiroğlu’nun diplomatik görevle bağdaşmayan şekilde Bulgaristan’ın içişlerine karıştığının tespit edildiğini öne sürüp, söz konusu kişiyi Persona non grata (istenmeyen adam) ilan ederek ülkeden ayrılmasını talep etti.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı da, Bulgaristan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli Konsolos Zorrnitsa Petrova Apostolova’yı ‘istenmeyen adam’ ilan ederek, Türkiye’yi terk etmesini talep etti.

Nijerya’ya kadar gerginlik
 
Koca bir dış politikayı Fethullah Gülen’e indirgeyen Türkiye’nin, bu ABD projesi olduğu bilinen adamın örğütüne ait okulları kapatmadığı için Türkiye’de öğrenim gören 52 Nijeryalı öğrenciyi gözaltına aldı Türkiye. Gerginlik için gerekçesi çok AKP iktidarınının.
Gerginlik sadece Fethullah nedeniyle değildi. Üç yıl önce İngiliz gazetesi Times’ın kamuoyuna sızdırdığı kayıtlarda Türkiye'den Nijerya'ya silah taşındığı belirtilmişti. Habere göre silahlar Türk Havayolları uçağıyla taşınmıştı.

Kayıttaki telefon görüşmesinin, THY yetkililerinden Mehmet Karakaş ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanlarından Mustafa Varank arasında geçtiği söyleniyordu. Nijerya'da, radikal dinci gruplardan Boko Haram hükümeti devirerek bir şeriat devleti kurmak için son dönemde büyük can kayıplarına neden olan şiddetli bir savaş yürütüyor. Times'a göre kayıtlar Nijerya'daki iç savaşta kullanılmak üzere silah taşıdığına yönelik iddialar içeriyor.

Kayda göre, Karakaş olduğu iddia edilen kişi Varank olduğu öne sürülen kişiye taşınacak 'öldürücü malzemeler' konusuna açıklık getirilmesini istiyor ve "Onlarca malzeme taşıyorum, Nijerya'ya gidiyor şu anda. Müslümanları mı öldürecek, Hıristiyanları mı? Vebal altındayız, haberin olsun" diyordu.

Yani şimdi Yunanistan’la da yeniden bir kriz yaşamış olması Türkiye açısından yeni bir şey olmayacak.

Türkiye seviyor bunu.

MUSTAFA K. ERDEMOL   / BİRGÜN

Vergilerimiz tek kişiye emanet olsun mu? - ÇİĞDEM TOKER





16 Nisan’da neden hayır diyeceğimi, 41 maddede listeleyerek açıklamıştım. Hayır diyecek kişi, topluluk ve kurumların, birbirine benzer olduğu kadar, hiç benzemeyen, nesnel olduğu kadar, son derece kişisel sayısız gerekçeleri bulunduğu giderek daha yaygın görülüyor.
Bu, zaten hayır diyeceklerin, birbirlerini ikna etmek gibi beyhude, dahası incitici ve haklı öfke uyandıran zorlama ittifak girişimlerine karşı sağlıklı bir gelişmedir.
Yine de bu nedenlerin tamamının bir tek paydada sadeleştiğini görmek mümkün:
O payda, en geniş anlamıyla demokrasinin varlığını oylayacak olmamızdır. 


***
Hayır’ımın gerekçelerini erken sayılacak bir tarih olan 5 Şubat’ta; hukuk, ekonomi, siyaset, eğitim diye bölümlere ayırarak listelemiş olsam da, her geçen gün ne çok eksik bıraktığımı fark ediyorum.
Bugün, o eksiklerden biri olan “bütçe hakkı”na değineceğim.
Bütçe, anayasanın 161. maddesinde düzenleniyor.
Önümüze gelecek değişiklik, şu anda Meclis’e ait olan bütçe hakkını (da) partili Cumhurbaşkanı’na devrediyor. Baştan, teknik detaya girmeden söyleyelim:
Referandumdan evet çıkarsa, toplanan vergilerimizin yönetimiyle ilgili son söz tek kişide, partili Cumhurbaşkanı’nda olacak. 

***
- Anayasanın yürürlükteki maddesinde “bütçe”den tasarı diye söz ediliyor. Bir kanun tasarısı kastediliyor.
Devlet aygıtını, halihazırda yöneten bir hükümet olduğu için, bütçe gibi bir “egemenlik” metninin, Meclis’e tüm hükümet üyesi bakanların imzasını taşıyan bir kanun tasarısı olarak gönderilmesi bize normal geliyor.
Fakat bu sistem tamamen değişiyor. Hedeflenen tek adam rejiminde, hükümet artık olmayacağı için bir kanun tasarısına gerek görülmeyerek, bütçe, “kanun teklifi”ne dönüşüyor. Bu “teklif”i Meclis’e sunan makam da doğal olarak hükümet değil, Cumhurbaşkanı. 

***
Pakette, bütçenin sunuluş ve yürürlüğe giriş takvimlerinde değişiklik yapılmamış. Mali yılbaşından (1 Ocak) 75 gün önce sunulma ve Bütçe Komisyonu’nun 55 günde görüşme süreleri korunuyor.
Gelin görün ki, yürürlüğe girme esasıyla ilgili olarak, tıpkı Meclis’i fesih yetkisinde olduğu gibi, Cumhurbaşkanı’na bütçede de ferahfeza bir yetki ve manevra alanı tanınmış.
Değişiklik maddesinde “bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması” diye bir hal düzenleniyor. (Mevcut anayasada olmayan bu ifadede, olası kriz hallerinin hesap edildiği öngörülebilir.)
Bu durumda önce geçici bütçenin hazırlanacağı, bunun yetişmemesi durumunda da önceki yıl bütçesinin “yeniden değerleme” oranına göre artırılarak yürürlüğe konulacağı hükme bağlanıyor.
Örneğin, 2017 bütçesi 645.1 milyar TL.
Anayasa değişmiş olsa, bütçe maddedeki yürürlüğe giremezse, yeniden değerleme oranı olarak ilan edilen, yüzde 3.83 oranında artırılmış bir 2018 bütçemiz olacak.
Bu kadar kolay yani.
Maliye’nin, bürokrasinin, kurumların, üniversitelerin, yatırımcı kuruluşların aylar boyu çalışıp ihtiyaçlarını belirlemesine, onaya götürmesine filan gerek kalmayacak. Ancak sorun şu ki, ülkemizde yıllık hazırlanan bütçeler, yıl sonu geldiğinde yeniden değerlendirme oranlarının çok üzerinde oranlarla artırılıyor.
Bu, mali açıdan ciddi sorunlar üretecek bir alandır.
Fakat “bütçe hakkı”nda asıl büyük sorun, ülkenin tamamından tahsil edilecek vergilerimiz hakkında, partili Cumhurbaşkanı’nın tek söz ve hak sahibi olmak istemesinde yatmaktadır.
16 Nisan’da, “Vergilerimiz tek kişiye emanet olsun mu” sorusunu da oylayacağız.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

1 Mart Tezkeresi, Irak, Suriye ve Tek Adamlık - EROL MANİSALI


1 Mart 2003’te eğer, ağır aksak da olsa işleyen demokrasi olmasa, 18 maddelik yeni öneri yürürlükte bulunsa ne olurdu:
- 1 Mart 2003 tezkeresi derhal yürürlüğe konur,
- Türkiye, Suriye bataklığından çok daha büyük Irak bataklığının içine, hiç çıkamayacak bir biçimde gömülür,
- Türkiye’nin bütünlüğü kaybolur ve BOP kısa yoldan, ülkeyi parçalayacak biçimde uygulamaya girer,
- Türkiye ve İran askeri olarak da kapışmaktan kendilerini kurtaramazdı.
Bugün Suriye’de BOP uğruna Ankara son 6 yıldır Şam ile karşı karşıya getirildi: Türkiye içeride ve dışarıda IŞİD kıskacı içine sokuldu: Washington ve Moskova arasında Şam, Tahran, PYD ve IŞİD üzerinden yönlendirilen bir konuma sokuldu. 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi ile askeri olarak zaafa uğratıldı. 3 milyon göçmen bir ur gibi sırtımıza bindirildi. Biz Suriye’ye değil, Suriye bize girmiş oldu.
1 Mart 2003’te TBMM’nin AKP’li bazı üyelerinin de katılımı ile bir felaketten dönülmüştü. TBMM, 1 Mart tezkeresini reddettiği için, TSK ile birlikte BOP projesindeki engellerden biri olarak görüldü.
C. Rice 14 yıl önce zaten, Ortadoğu’da 23 ülkenin rejimlerinin ve sınırlarının değiştirilmesi gerektiğini söylerken bunu kastediyordu.
Yeni tek adam formülü eğer geçerse, son halka tamamlanmış olur.
Önce Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını FETÖ ile başlattılar. Sonra sıra 15 Temmuz’a geldi. Bütün kumpaslar rejimlerin ve sınırların BOP doğrultusunda değiştirilmesine yöneliktir. TSK ve TBMM’yi bunun için hedef almışlardı.
TBMM’yi bunun için bombaladılar, TSK’yi FETÖ ile zaafa uğratmaya bunun için giriştiler.
AKP milletvekillerinin, teşkilatlarının ve tabanının bu gerçekleri göz önüne alarak değerlendirme yapmaları gerekir. Son 15 yıldır yaşanan iç, dış ve bölgesel gelişmeleri üst üste koyarak değerlendirmek zorundayız.
Mesele AKP veya Recep Tayyip Erdoğan meselesi değildir; mesele BOP’un ucuna bir fitil gibi yerleştirilen Türkiye meselesidir.

Önce Türkiye
Bizim “Önce Türkiye”miz, Trump’ın “Önce Amerika”sından çok farklı; bizimki bir bütün olarak ayakta kalma, Cumhuriyetimizi ve bağımsızlığımızı koruma meselesidir.
Bu coğrafyanın bataklıklarına gömülmekten kurtulma sorunudur.
Türkiye yoksa, AKP, CHP, MHP ve HDP kalır mı? Başındaki siyasiler de torunlar da ileride Abdülhamit’in torunları durumuna düşerler, artık bu gerçeği görelim.
Suriye’de yaşadıklarımız bize hâlâ göstermedi mi?
- Şam’la güllük gülistanlık dostluk yaşanırken birdenbire düşman yapıldık, “aldatıldık”, tuzağa düşürüldük; sonuçta Kürt kantonu Suriye’de Batı desteği ile kuruldu.
- Ekonomimiz, askeri güvenliğimiz berbat oldu.
- İlkel mezhep savaşlarının bataklığına çekildik, dinci örgütlenmeler siyasete egemen oldu.
- Müslüman Kardeşler, El Nusra ve IŞİD ile aynı havuzun içine sürüklendik.
- 3 milyon göçmen bir kambur gibi sırtımıza yüklendi. İşsizimize ayıracağımız desteği onlara verir hale geldik. Türkiye fakirleşti.
16 Nisan’da yalnız AKP dışındakilerin değil, AKP içindekilerin de bütün bu gerçekleri göz önünde tutmaları gerekir. Özellikle de 1 Mart tezkeresini hatırlayarak.
1 Mart 2003’te Türkiye’yi TBMM kurtarmıştı, ona dört elle sarılmamız gerekir; çünkü ülkemiz Lozan’dan Sevr’e götürülmek isteniyor. Siyasiler yine “kandırıldık” demesinler, çünkü ilerde kimse kalmayabilir, kandırılanlar da dahil...
AKP teşkilatı ve tabanı acaba bu gerçeği görebilecek mi?
Defteri kapanmış “tek adam rejimini” esrarengiz bir biçimde Bahçeli tek başına mı gündeme getirdi? Aynı vukuatı Bahçeli, Ecevit koalisyonunu 2002’de dağıtırken de görmedik mi? Ne tesadüf, o zaman da MHP’yi bitirmişti...
Hem de “tek başına”! Her iki sonuç da BOP’a yaramıyor mu?

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Darbe korkusu ve hayaliyle savaşanlar ve Hürriyet - ORHAN BURSALI


Üç gündür Hürriyet’in haberi üzerinden bir darbe tatavası sürüyor. Koca koca bakanlar ciddi ciddi demeçler veriyorlar... İktidarbaşının medya adamları derhal tetiklerini çekiyor, mermileri sallıyorlar, tak tak tak... Derkeeen soruşturma açılıyor. Bir yazar kılıklı da orduda darbecilerin hareketlendiğini yazıyor! 
 
Hürriyet’in haberini okuduğumda, öncelikle bir gazetecilik olayı ile karşılaştım. Genelkurmay Başkanı’na ve ordu yönetimine yönelik muhalefet saflarında dile gelen bazı eleştirilere karşı görüşleri sorulmuştu. Onlar da yanıtlamıştı. 
 
Yazıda ne iktidara karşı bir eleştiri vardı ne başka bir şey. Yanıtlar da çok sıradandı. Türbanlı subay konusunun da kendilerine sorulmadığı dile getirilmişti. Bir olgu olarak... Yanıttan, bu konunun pek de umurlarında olmadığı anlaşılıyordu. 
 
Üstelik Hande Fırat gibi, iktidarın tercih edeceği bir isim konuyu haberleştirmişti.
“Karargâh rahatsız” başlığı ise muhalefete yönelikti. 

Komplo amaçlı yapmamıştır
Hürriyet bu haberi neden yaptı üstüne yorum üzerine yorum. Kimisi, evetleri hareketlendirmek için... Kimisi orduyu kışkırtmak için... Kimisi Saray’ın oyunu... İktidar medyasında, danışmanlarda akla ziyan çeşitlemeler gırla. Ordu, Savunma Bakanlığı’nın kararlarını sorguluyormuş. Savcılık “Karargâh rahatsız” başlıklı haber içeriğinde “bahsedilen karargâhın hükümetin icraatlarını önlemeye yönelik bir cunta yapılanması olabileceği izlenimi” edinmiş...
Sedat Ergin gazetecidir. Zerre kadar “komplo amaçlı” bir haber yaptırdığını düşünmem. Gazeteci olduğu için atak davrandı, olanaklarını harekete geçirdi ve gerçekten de çok konuşulan bir habere yer verdi gazetesinde. Haberin ve yanıtların oldukça “sıradanlığına” karşı! Karargâh rahatsız başlığı yandaşlarda başka şeyler çağrıştırdı. “Karargâh muhalefetten rahatsız” denseydi, bir itiraz gelmezdi... 

Haber yapma kardeşim
Konu üzerine bunca tantana, haber yapma kardeşim, mantığının nasıl iktidar saflarında kök saldığının kanıtı. Özellikle de söz konusu Hürriyet olduğunda! Hürriyet zaten iktidar ve hempaları tarafından hırpalandıkça kendisine çekidüzen vermek zorunda kalıyor. Mesela CHP’nin ekonominin giderek kötüleştiğine ilişkin gerçekçi bültenlerine yer vermiyor. Başarı öykülerinde saplanıp kalıyor.
Kimine göre tetikçiler silahlarını ateşledikçe Hürriyet kurbanlar veriyor. Son örnekleri Deniz Zeyrek ve Tolga Tanış. Baş tetikçi hiç durmayacaktır. Yalan yanlış her olayı bahane olarak kullanacaktır çünkü bu görevi üstlenmiştir. 
 
İktidarın en çok istemediği şey, habercilik yapmaktır. Havuzlayabildiklerinin dışında kalan ve milletin vicdanına yerleşmiş medyayı, sürekli hırpalayarak, nesnel ekonomik ve siyasal haber üretmede ve toplumu doğru bilgilendirmede engelleyici, korkutucu, tehdit edici davranmaktadır.
Sosyal medyada dolaşımda olan ve dayatılan başka bir tezgâh, kökten gazeteci Sedat Ergin’in yerine AKP’ciliğini resmileştirmiş bir başka gazeteciyi getirmektir.

Cumhuriyet hâlâ neden içeride?
Cumhuriyet’in 11 yazarı, karikatürcüsü, yöneticisi içeridedir. Önceki gün 4 ayı doldurdu arkadaşlarımız, sorgusuz sualsiz. Hazırlayabilecekleri eli yüzü düzgün bir iddianameleri olmadığı için, içeride tutuyorlar. Nereye kadar? Bu keyfiliğin hesabını, hem emir verenler hem uygulayanlar asla vermeyeceklerini düşünüyorlar. Belki de haklılar. 
 
Ama insanda vicdan, utanma, hukuk, yasa, anayasa gibi normların kırıntısı da mı kalmadı? Demek kalmamış! İşte bir dikta hevesinin ülkeyi getirdiği durum üzerinde gözlem yapmanın en iyi olay inceleme konusudur Cumhuriyet, yabancıların deyimi ile bir Case Study! Toplu resimlerine bakıyorum, hepsine gönülden sevgilerimi iletiyorum. 
 
Cumhuriyet’i, AKP her zaman düşman bellemiştir. AKP’yi kuranların geçmişi Cumhuriyet ile, Türkiye Cumhuriyeti ile her zaman çatışma halindedir. Bu inkârcılar iktidara gelince Cumhuriyeti reklam arası ilan ettiler! Şimdi de diktacı bir anayasa ile bu süreci kesin noktalama peşindeler!
Cumhuriyet’in gazetecilerinin içeride tutulmasının ardında şüphesiz ki bir intikam vardır. Aslında istemedikleri Cumhuriyet’in ta kendisidir. Tehlikenin farkında mısınız diye 2007’de bayrak açan bir Cumhuriyet... İntikam, Cemaat adındaki çetenin Ergenekon davasına gazeteyi dahil etmeleri ile başladı. İlhan Selçuk, Cemaatin yargısal cinayetidir. 
 
O zamanlar korkup sinenler, Cemaat yargısının peşine takılanlar, ooohh ne güzel ordunun defterini dürüyor diye tüm sürecin ardına takılan entel mentel takımı, bugün bütün bu sürecin ardında bir kısmının methiye düzdükleri iktidarın olduğunu görüyorlar da, çok geç bir durum. AKP, bugüne kadar tüm ortaklıklarını kullandıktan sonra attı, kimisini de içeriye tabii.

ORHAN BURSALI / Cumhuriyet

27 Şubat 2017 Pazartesi

İş insanı ve devlet yönetimi - İZZETTİN ÖNDER

AKP iktidarı, elemanlarının çoğu iş çevresinden geldiği için, genel niteliği ile iş insanı partisi olarak görülebilir. Devlet yönetimini ele geçiren kadro iş insanı ağırlıklı olunca da, kamusal faaliyetlerin yönlendirildiği alan ve karar alma süreçleri gibi çeşitli açılardan alışılagelmiş devlet yönetimi mantığı ile uyuşmuyor. Sanırım, bundan dolayıdır ki, halkımızın bir kısmı günümüz icraatını fevkalade buluyor, bir kısmı ise şiddetle yeriyor. Bu iş ABD’de de Trump’ın iktidara gelmesiyle benzer şekilde ortaya çıkmaktadır. Konuşma üslubundan tutalım da, karar alma ve davranış biçimleri şimdilik ABD’de de yadırganmaktadır. İleriki dönemlerde çeşitli Avrupa ülkelerinde de benzer gelişmelere tanıklık edeceğiz gibi gözüküyor. Daha doğrusu, siyasilerin bizzat iş çevresinden gelmiş olması gerekmiyor, ancak yeni gelişmeler bağlamında önemli olan devlet yönetimine hâkim zihniyetin iş dünyası zihniyeti olmasıdır.


Kamu hizmetlerinin maliyetli olması nedeniyle, hizmet sunumunda, kaynakların etkin kullanımı açısından temel ekonomi kurallarının geçerli olması zarurettir. Ancak, kaynakların etkin kullanımı ile piyasanın etkinliği her hal ve koşulda örtüşmez. Piyasa etkinliğinin sağlandığı birçok işlemlerde amaçsal etkinlik ya da etkenlik gerçekleştirilmemiş olabilir. İşte, piyasa mantığı ile kamu mantığı arasındaki temel fark etkinlik ile etkenlik arasındaki farktır. Şöyle ki, piyasa mantığında etkinlik koşulunda, piyasaya yansıyan tercihler doğrultusunda taleplerin karşılanması ve olabilen en yüksek kâr sağlanması esastır. Oysa etkenlik mantığında, piyasaya yansıyan tercihlerden farklı olarak, piyasa dışı yöntemlerle kamu yararı oluşturulması hedefi öndedir. Açıktır ki, piyasa mantığı ile çalışan etkinlik kuralında sermaye sahipliği ve onun belirlediği gelir dağılımı, daha doğrusu gelir bozukluğu başattır.

Bu kısa açıklamadan da anlaşılabildiği gibi, piyasa kuralı ile yürütülen işlemlerde doğrudan karşılık bulunmaktadır. Bundan dolayı, piyasaya yansıyan talepler karşılanabilmektedir. Diğer bir deyişle, piyasada alıcısı bulunmayan ve bundan dolayı para karşılığında satılamayan ürün ya da hizmet özel kesim tarafından üretilmez. Piyasada bedel ödeyerek alıcısı bulunmayan mal veya hizmetlerin üretilebilmesi için birilerinin söz konusu üretim için kaynak ayırması gerekir. Şu hale göre, etkenlik kuralına göre üretim yapılabilmesinin bir anlamı gelir dağılımına müdahale etmektir. Gelir dağılımına müdahale kamusal erk olarak devletin görevi olduğu halde, mülkiyet hakkının kutsandığı ve güç ilişkisinin başat olduğu toplumlarda siyasal erkin manevra alanı sosyal dengelerle sınırlıdır. Bu kısa açıklamalarla çizdiğim tablo çok kaba hatlarla kapitalist sistemin işleyişindeki genel bozuklukların genel çerçevesidir.

Kamusal erkin iş insanı zihniyeti ile çalışmasının en mahzurlu yanını, özellikle ekonomik sistem sıkışıklıklarının yaşandığı aşamalarda iş insanı zihniyeti ile sürdürülen kamusal faaliyetlerin topluma ve gelecek nesillere anormal yükler yıkma eğilimine giriyor olmasıdır. Türkiye’nin kapitalistleşme çizgisinde özellikle de son onbeş yılda girişilen faaliyetler böylesi patolojik yürüyüşü gözler önüne serer. Nüfusun ülkede asimetrik dağılımın İstanbul ve diğer bazı önde gelen büyük kentlerde zorunluluk haline soktuğu hizmetler böylesi etkenlikten sapmanın çok açık ve net örneğidir. İstanbul’da trafiğin içine girdiği karmaşa ve bu karmaşayı aşmak için durmadan köprüler, tüneller ya da yeraltı tren inşaatı bir şehrin sahte ilerleme simgesi olabilir, ama genelde ülkenin ve uygulanan politikaların aleyhine işleyen aşırı maliyetlerdir. Kentlerin optimum büyüklükleri ve hizmet sunumunda verimlilik açılarından İstanbul normal bir kent olarak değil, geç kapitalistleşen ekonomideki kıt kaynakların etkinsiz dağılımının yarattığı ilave maliyet olarak görülür. Ne gariptir ki, siyasi kadrolar uyguladıkları politikaların sonucu olarak toplumun baş başa kaldığı ve gelecek nesillere sarkan maliyetleri siyasi başarı olarak topluma yansıtabilmektedir. Böylesi yanlış politikaların maliyeti salt görünen ve muhasebe kayıtlarına geçen maliyetlerden de ibaret değildir. Örneğin, İstanbul’un kilit olan trafiğinde her gün insanların kaybettikleri zaman ve enerji hiçbir muhasebe kaydına geçmeyen çok ciddi maliyettir. Anadolu ve Rumeli yakalarının inanılmaz yeraltı ve yerüstü, hatta deniz altı ve deniz üstü yaya ve vasıta trafiğine olanak sağlayan geçitler bir yere kadar anlamlı, fakat optimum noktadan sonra topluma ve gelecek kuşaklara anlamsız maliyetler yıkan sonuçlardır. Zira söz konusu maliyetler birer sonuçtur. Karşılaştığımız bu sonuçlar aslında kentin aşırı kalabalıklaşmasının da sonucu değildir. Çünkü kentin böylesi kalabalıklaşması da bir ara sonuç olup, kalabalıklaşma da ekonomik gerilik içinde uygulanan yanlış politikaların sonucudur. Aklıselimle hareket edilmiş olup, İstanbul’un trafik sorununun çözümü için yapılan yatırımlar ve kaybedilen insan enerjisinin parasal karşılığı ile Anadolu’ya anlamlı yatırırım yapılmış olsa idi kalkınmanın nimetleri ülkede daha dengeli dağıtılmış olacağından İstanbul’da bu yığılma olmazdı. Geçmiş iktidarlar kadar, fakat AKP daha da şiddetli bir şekilde, aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi, Anadolu’yu ihmal ederek, Batı’ya ve özellikle de İstanbul’a büyük ağırlık koymuştur. İstanbul’a bu denli ağırlık verilerek oluşturulan rantlar aslında toplumsal anlamda yeni gelir olmayıp, Anadolu’dan ya da sair bölgelerden belirli bölgelere yapılan gelir aktarımlarıdır.

Denebilir ki, söz konusu kamu yatırımları özel sektör alanını daraltabileceğinden özel kesim bu gelişmeye karşı çıkabilir. Bu sav genel bakışta doğru olmakla beraber, durgunluk dönemlerinde kamu harcamaları, iş olanakları yaratılması ve sermaye kullanımı açılarından özel kesimin lehinedir. Görülüyor ki, fiilen karar verici ve icracı olarak kamu kesimi ortaya çıktığı halde, arka planda özel kesiminin etkili olduğu gün gibi ortadadır. Hal böyle olunca, yanlış karar alanın da israfa yol açanın da kamu kesimi olduğu algılanmakla beraber, aslında tokmağın özel kesimin elinde olduğu nettir.
Özel kesimin bizatihi kendi icraat ve harcamalarında da piyasa kuralına göre etkinliğe uyulduğu halde, aynı anda muazzam bir etkensizlik yaratıldığı ve kaynak israfı oluşturulduğu birçok hizmet alanında görülmektedir. Bu halin çok tipik örneğini çeşitli parlak isimlerle kurulmuş hastane hizmetlerinde görmekteyiz. Çoğu özel hastaneler, tedavi ile ilgili olmaksızın lüks otelden farksız görüntüsü ile, olağanüstü bozuk gelir dağılımında piyasa etkinlik kuralına uygun olduğu halde, etkenlik kuralından fersah fersah uzakta ve müthiş kaynak israf odağıdır.

İzzettin Önder / SOL

MHP’nin başına gelenler ancak pişmiş tavuğun başına gelir - ORHAN BURSALI

Tamam, Binali Yıldırım’ın eliyle bozkurt işareti yapması, politik bir tavlamadır, dersiniz. Kılıçdaroğlu da Ankara yerel seçimlerinde yapmadı mı, diye de eklersiniz... Kabul. Ama yine de Binali Bey’in o işaret için evde elleriyle epey çalıştığını düşünüyorum da..
Politik tavlama işini salt bozkurt işaretini başarılı bir şekilde yapmakla kalsalar, bir şey demeyeceğim. Ama kısa geçmişte derin bir dram yaşanmıştı, anımsanmayan. “İşaret eline yakışmış” düşüncesiyle yaklaşan Devlet Bahçeli, iktidarın partisine geçmişte kurduğu tuzağı ve dramatik sonuçlarını unutmuş gözüküyor. 


10 MHP ileri gelenini saf dışı operasyonu
2011 genel seçimlerine 1.5 ay kala nisan sonu - mayıs başlarında birbiri ardına seks kasetleri piyasaya sürülmüş ve iki genel başkan yardımcısı ile bazı milletvekili adayları istifa etmek zorunda kalmışlardı. Kaseti yayımlananlar ve yayımlanma şantajı ile istifa edenler; toplam 10 kişi. İsimlerini unutmuş olabilirsiniz. 
 
Recai Yıldırım, Metin Çobanoğlu, Bülent Didinmez, İhsan Barutçu, Deniz Bölükbaşı, Osman Çakır, Ümit Şafak, Cihan Paçacı, Mehmet Taytak, Mehmet Ekici... ABD’den yayın yaptığı belirtilen “Farklı ülkücülük” başlıklı siteden yapılan şantajda, Bahçeli’nin de istifası istenmişti.
Bahçeli, şantajı gerçekleştirenler için “mikrop, AKP” teşhisini koymuştu.
Niyet ise açık ve seçikti: AKP Meclis’te anayasayı tek başına değiştirecek bir çoğunluğa ulaşmayı hedeflemişti: En az 367 milletvekili. Otoriterliğin de ötesinde, diktacı başkanlığı öngören sistem değişikliğini gerçekleştirmek için MHP’nin Meclis dışı kalması gerekiyordu. MHP milletvekillikleri büyük oranda AKP’ye kayacaktı.
Şantaj daha önce de Baykal’a uygulanmıştı. Amaç CHP’yi gözden düşürmek, oy oranını artırmasını önlemekti. Çünkü seçim sistemi en çok oy alan partinin lehine çalışıyordu. 

Olay iktidar kokuyordu
Ama tezgâh tutmadı, CHP yüzde 25’i aştı. MHP özellikle CHP’lilerden gelen büyük destekle yüzde 13’ü buldu. AKP yüzde 49’u aşmasına rağmen, milletvekili sayısı 327’ye düştü.
Hey gidi günler!
Şantaj seçimlere yönelik olarak planlanmıştı. MHP liderleri adım adım izlenmişti. Bu iş ancak polis istihbarat, telefon dinleme, gizli örgüt vb. işbirliği ile gerçekleşebilirdi.
O zaman unutmayın ki, FETÖ çetesi ile AKP iktidarı ortak kaderi paylaşıyordu. Kuzu sarması gibiydiler. Muhalefete karşı operasyonları ortaktı. Ergenekon - Balyoz - Odatv davaları günleri.
Kaset işi iktidar kokuyordu. Ama sistemin içinde ve egemen olan FETÖ’cüler olmadan da bu gerçekleşemezdi. 

AKP’nin bir kompartımanı
Şimdi FETÖ’cülerin tam da şantaj kasetleri konusunda açıklama, gerçekleri ifşa etme zamanlarıdır. Nasıl olsa kaybedecekleri bir şey yok artık!
MHP’nin defterini dürmeye yönelik tuzaklardan sonra gelinen nokta, bir “pişti durumu”dur. Operasyonsuz. Kansız, kurbansız.
Sonuç Binali Yıldırım’ın bozkurt işaretinde dile geliyor.
Bahçeli eline yakışmışdiyor ama, ben o işareti sizi teslim aldık, artık bizimsiniz, AKP’nin bir kompartımanısınızdiye okuyorum!
Hey gidi! “Mikrop, AKP”den “Aslan Başkancılık”a!
MHP’nin geleceği üzerine bir yazı, daha sonraları burada... 

OKUR NOTU:
Hüseyin Üzerli: Başbakan, AKP mitinginde 18 yaşında 7.5 milyon seçmen olduğunun altını çizdikten sonra, referandumdan eğer EVET çıkarsa milletvekili yaşı 25’ten 18’e indirilecek, dedi. Seçim yaşı bağlamında bu boyutu da tartışmaya açmalı, bunun aslında genç seçmenin oylarını avlamakta yem olarak kullanıldığını belirtmeli.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

‘Hayır’ı göstermek gerekir - ERGİN YILDIZOĞLU

Erdoğan, AKP, siyasal İslam, toplumdan, tüm yetkileri bir kişinin elinde toplayacak bir anayasayı kabul etmesini istiyor. Bu akla, “sağduyuya” uygun bir talep değildir. “Evet” diyecek olanlar kararlarını akla değil, inanca dayandıracaklardır. Öyleyse “evet” kimliğe ilişkin bir karar olacaktır.
Bu durumda, sandıktan, manipülasyonları aşabilecek oranda “hayır” çıkması için siyasal İslamın kampındaki kararsızları (siyasal İslamın hegemonyası altında şekillenmiş kimlikleri) etkilemeyi başarmak gerekecektir. Bu amaca, salt “sağduyuya”, ekonomik/maddi çıkarlara hitap ederek ulaşılamaz. Bu düşüncemi geçen hafta dikkatimi çeken üç örneğe dayanarak açmaya çalışacağım. 
 


‘Homer’de kimlik sorunu’
Odissey’in 5. bölümünde, Kral Odysseus, su perisi Calypso’nun adasındadır. Dünya güzeli, ölümsüz Calypso, Odysseus’u çok sevmiştir. Calypso, Odysseus’a, bu her gereksinimin karşılandığı cennette kalmasına karşılık ölümsüzlük vaat eder. Ancak Odysseus bu teklifi kabul etmez. Neden?
9. bölümde, Odysseus “Tepegöz”lerin adasında tutsaktır. Odysseus, kendilerini tutsak alan Tepegöz’ü, benim adım “hiç kimse” diyerek kandırır. Ancak Tepegöz’ü kör ettikten sonra kaçarken son anda durur, Tepegöz’in babası, Poseydon’u daha da kızdırmak pahasına, “benim adım Odysseus” der. Neden?
Bu iki mantıksız tutumun sırrı kimlik ile varoluş arasındaki ilişkide yatıyor. Kral Odissey 5. bölümde tüm maddi olanakları reddderken “başkası olmayı”, 9. bölümde de, sessizce, güvenlik içinde kaçmak varken, zaferinin isimsiz kalmasını kabullenemiyor. Böylece Homer, bir insan için kimliğinin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu vurguluyor. ( https://aeon.co)
 
Orwell ve ‘Kavgam’
George Orwell, “Kavgam” kitabı bağlamında, Hitler’in kişiliğini, halktan aldığı büyük desteğin arkasındaki dinamikleri irdeleyen yazısında (1940) Hitler’in düşüncelerinin, son 15 yılda hiç değişmediğini vurgular. Hitler, “her zaman yüzlerce yıl sürecek, içinde savaşacak gençlerin eğitilmesinden, onların yerini alacak yeni kuşakların yetiştirilmesinden öte başka bir beklentinin olmadığı, geniş bir yaşam alanına sahip bir imparatorluk” arzuluyordu. Hitler, kendini hep haksızlığa uğramış, baskı altına alınmış biri olarak sunmuştu. Hitler, sosyalizme, işçi sınıfına düşman büyük bir hareket yaratmasaydı, büyük sermayenin desteğini alamazdı. Buna karşılık, sağ ve sol akımlar, Nasyonal Sosyalizmin, özgünlüğünü kavrayamıyor, onun muhafazakârlığın bir türü olduğunu düşünüyorlardı.
Orwell, Batı düşüncesinde, insanların akılcı olduğuna, yalnızca konforlu güvenlikli, sağlıklı bir yaşamı, daha kısa çalışma saatlerini, genelde sağduyuyu arzuladıklarına inanıldığını vurguladıktan sonra, ekliyordu; “İnsanlar, en azından arada sırada, mücadele, fedakârlık, hatta davul, bayrak, sadakat deklare edilen merasimler de isterler”. Diğer bir deyişle insanlar, yaşamlarında, kimliklerini dayandırabilecekleri bir anlam, bir aidiyet isterler.
Psikanalizden öğrendiğimiz gibi, kimlik bir kez şekillendikten sonra, dayandığı zemini sarsacak bir travma yaşamadan değişmeye başlamaz. The New Yorker’in son sayısında yayımlanan bir deneme, bu alanda son araştırmaların da, 1975’ten bu yana yapılan bir seri araştırmanın sonuçlarını doğruladığını aktarıyordu: İnsanlar düşüncelerini, kendilerine sunulan yeni verilerle hemen değiştirmiyor, yanlış olduğu verilerle kanıtlanan inançları korumaya, verileri yadsıyarak, inançlarını destekleyen “yanlışlara” sadık kalmaya devam ediyorlar.


Sonuç olarak, bana, “Hayır”ın gücünü, istatistiklerden, sosyal medya, salon toplantıları, ev ziyareti etkinliklerinden öte fiilen, tutkuyla, kitlesel olarak gösterebilirsek, “evet” kampında kuşku yaratabilir, güveni, nihayet kimlikleri sarsabilir, kararsızları daha kolay etkileyebiliriz gibi geliyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYT

26 Şubat 2017 Pazar

İki dünya arasında: Atatürk mucizesi - ZEYNEP ORAL

Karşımda iki güçlü kadın... Biri sanat dünyamızın duayeni, müzecilik tarihimizin mihenk taşlarından Nazan Ölçer; biri iş dünyasının en başarılı ve en güçlü temsilcilerinden Güler Sabancı... İkisi de sadece ülkede değil, çağdaş, evrensel değerler yelpazesinde dünya çapında isim yapmışlar...
İkisinden Sabancı Müzesi’nin 15 yılının serüvenini dinlemek; bu serüveni dillendirirken birbirlerine olan sevgi ve saygıya tanık olmak; birbirlerini yüceltmelerini izlemek; herkesin birbirini boğazlamaya hazır olduğu ya da depresyona girdiği şu sıralarda bana ilaç gibi geldi. 


Sanki bin yıllık
15 yıl mı dedim? Ne çabuk geçivermiş yıllar! Yok, yanlış söyledim!
Orada izlediğim sergiler ve o sergilerden geriye bende kalan birikim öyle işlemiş ki içime, sanki o müze bin yıldır orada... Tortusu öylesine derin.
Bu serüvende “Evinden feragat eden duygusal insan Sakıp Sabancı’yı ve onun bilinçli seçimini” anmadan edemezdik... “Dünya çapında bir müze için dünya çapında bir kadın müdür gerekliliğini” ilk gören olmuştu. (Yaş haddinden Nazan Ölçer’in İslam Eserleri Müzesi Müdürlüğü’nden çıkarılmasını ve buna karşı direnişimizi nasıl unutabilirim ki! Sonuçta: Şerden hayır doğdu!) Ve “Bilgiyle donatılmış cesaretle” Nazan Ölçer kolları sıvadı. (Tırnak içindeki tüm tanımlamalar Güler Sabancı’dan.)
15 yıldır her sergi uluslararası standarttadır. Her sergi bir öykü anlatır. Her sergi kapsadığı alandan çooook daha geniş bir alana yayılır. Üretken olur. Eğitim aracına dönüşür.
Sergiler gelir geçer, geriye birikimi kalır. Görme biçimleri, tartma, tartışma yöntemleri kalır. Sorgulama, düşünme, düşündürtme kalır. Yaratıcılık, düş gücü ve “başka dünya mümkün” kalır.
Başlıktaki “İki dünya arasında” tanımlaması, iş dünyasıyla sanat dünyasının buluşmasını kast etmiyordu... Ancak yazıyı yazarken ikisinin birbirine köstek değil destek olduklarında gerçekleşecek mucizeye de işaret ettiğini gördüm... Bu destek sınırlamayı, baskıyı değil, sadece yer açmayı, olanak sağlamayı, desteklemeyi, “gölge etmemeyi” ve özgür düşünceyi kapsadığında başarıya ulaşabiliyordu.


Osmanlı’yla Cumhuriyet arasında
“Feyhaman Duran. İki Dünya Arasında” isimli sergiyle kutluyor Müze 15. yıldönümünü... Söz konusu olan iki dünya Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarıyla Cumhuriyet Türkiye’si...
Feyhaman Duran’ın (1886- 1970) bu geniş kapsamlı çarpıcı sergisini sanatçının tüm eserlerini, evini her şeyini İstanbul Üniversitesi’ne bağışlamış olmasına borçluyuz. İstanbul Üniversitesi’yle işbirliğiyle bini aşkın eser; ayrıca ressam eşi Güzin Duran’la yaşadıkları Beyazıt’taki evinden kimi bölümler ressamın dünyası sergileniyor.
Serginin ayrıntılarını bu küçük köşeye sığdıramam. Olsa olsa ressamın dünyasına girerken onun eserleriyle birlikte neler “gördüğümü” de sıralayabilirim:
- Çöküş yıllarını yaşayan bir imparatorluktan, resim eğitimi almak üzere sanat dünyasının beşiği Paris’e giden, yurda dönüşünde ise kendini bir dönüşümün ortasında bulan Feyhaman Duran’ın bu yolculuklarının, sanatını nasıl şekillendirdiğini gördüm.
- Bu geçiş aşamasında yaşanan toplumsal çelişkileri, çatışmaları ve gelişmeleri gördüm.
- Hem Doğu hem Batı kültürünün içselleştirilebileceğini; birinin ötekinin düşmanı olmadığını gördüm...
- Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’yle, “asker ressam” geleneğinin sona ermesi sivil ressamlarla arayışın başlamasını, muhafazakârların da modernleşme çabasını gördüm.
- Hem resim hem hat sanatından yaşamının sonuna dek vazgeçmeyen ressamın gelenekle modernliği harmanlama çabasını gördüm...
- Osmanlı’nın çöküş yıllarında da Cumhuriyetin yokluk yıllarında da yöneticisinden mesenine sanata verilen önemi; sanatın desteklenmesinin, “ilerlemenin” olmazsa olmaz koşulu olduğunu gördüm...
- Nereden nereye geldiğimizi gördüm.
- Ve serginin her anında Atatürk mucizesini gördüm.



Zeynep Oral / CUMHURİYET

‘Reis’ için biçilmiş Abdülhamid kaftanı - TAYFUN ATAY






TRT 1 dizisi “Payitaht Abdülhamid”, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne yapılan kundaklama eşliğinde göstere göstere geldi bir bakıma!..

Kundaklamayı gerçekleştiren saldırgan, “Abdülhamid-i sâni”nin fantastik ve spektaküler (göze hoş gelen) torunu Nilhan Hanım hakkında Gezen’in “ileri-geri” konuşmasına duyduğu öfkeyle bir bidon benzini boca edip çakmağı çaktığını söyledi.

Yani gün, Abdülhamid’e dil uzatanın dilini koparma günü. Güncel politik bağlam buna müsait.

Öncesinde, malûm, bir “Ulu Hakan mı, Kızıl Sultan mı” tartışmamız vardı on yıllara yayılan… Ve her iki tezin ateşli savunucuları siyasette de, basında da, akademik-entelektüel çevrelerde de olmuştur. Ancak eski “Statüko”, genelde “Ulu Hakan” tezine mesafeli, “Kızıl Sultan” tezine ise sanki ikrardan gelen bir sükût içinde olmuştur.

Bugün ise Abdülhamid için “Kızıl Sultan” nitelemesi üzerinden temellendirmelerde bulunacakların vay haline!..

Hâlbuki işin esası şu ki karşımızda yapıp ettikleriyle hayli tartışmalı bir figür var ve aslına bakılırsa Abdülhamid ne “Ulu Hakan”dır, ne de “Kızıl Sultan”dır.

Bazılarının gözündeki ürkütücü “Kızıl Sultan”lığı korkularıyla, diğerlerinin gözündeki “Ulu Hakan”lığı da kurnazlığıyla alâkalıdır.

Abdülhamid kurnaz ve o ölçüde de kaygılı, kuruntulu, tedirgin bir padişahtı. Kurduğu hafiye teşkilatından yaygınlaştırdığı jurnalciliğe ve uyguladığı sansüre kadar istibdadı korkularından…

Dışa dönük tüm atraksiyonlarına karşılık daha çok içe-dönük sosyo-politik mobilizasyon hedefleyen Panislamizm siyaseti de kurnazlığından çıkar.

Bu, tarafgirliği ve tazimkârlığı (yüceltme-ululama) aşabilen, sağduyu sahibi muhafazakâr tarihçilerce de kabul edilen bir noktadır.

O halde Cumhuriyet tarihi boyunca bu çerçevede yapılanların çoğu, olumlu ya da olumsuz yönde “Abdülhamid’i baştan yaratmak” arzu ve çabasının sonucudur.

Şimdi karşımızdaki “Payitaht Abdülhamid” dizisi de bu “baştan yaratma” çabasına zamanımızın dinbaz-politik ruhunu kurgusuna maya yaparak katılıyor.

1896’dan, yani Sultan’ın tahtta 20’nci yılından açılış yapan dizi, belli ki dinamizmini Girit Meselesi’nden çıkan Osmanlı-Yunan Harbi, Ermeni isyanlarının en civcivli günleri ve Hamidiye Alayları’nın “görkemi”nden kazanma hedefinde. Bugüne göndermeler, imalar, çağrışımlarda bulunmak açısından da çok uygun bir dönem bu.

Ve elbette, tahta çıkma yolunda İngilizlere de, I. Meşrutiyet’in mimarı Midhat Paşa’ya da “hürriyetçilik” adına, anayasa adına verilen vaat ve teminatlarla başlayan;

Sonra bunları unutup hem Meşrutiyet’le, hem anayasayla, hem de Midhat’la (onu Taif’te boğdurmaya kadar açılan yelpazede) hesaplaşmaya açılan;

Yaklaşık ilk 10 yıllık saltanat dönemi;

Bugünün “Yeni Türkiye”sine göndermede bulunmak için çok “bereketli” bir alan sayılmaz...

Bu dönem olsa olsa şimdiki iktidarın “Ilımlı Başlangıç” evresine (2002-2007) karşılık gelen ve bugünden bakıldığında siyasal ahlâk açısından çok problemli çağrışımlar sunabilir!..

Dolayısıyla seçicilik, anlaşılırdır. Çünkü bu, bize dünü değil bugünü anlatmaya teşne ve siyaseten angaje bir çalışma.

Daha çarpıcı deyişle, “Reis için biçilmiş bir Abdülhamid kaftanı”yla karşı karşıyayız.

O yüzden tamamen idareimaslahatçı çerçevede “ikili oynama”yı kendisine politik strateji yapmış Sultan’ın hayatından bazı cımbızlamalar yapılıp, abartılıp kabartılarak sunuluyor, ama onun aksi istikametteki tasarrufları göz ardı ediliyor.

Tarihsel malzemeden aslı astarı olmayan komik fanteziler çıkarılmış olmasına girmeyelim ve diyelim ki bu bir kurgusal haktır.

Ama bir Abdülhamid sunumu yapıyor ve onu mesela zikrin zevkine kendini kaptırmış tarikat aşığı bir sultan olarak resmediyorsunuz. Buna mukabil aynı padişahın tahta rakip şehzade Mehmed Reşad’ın bağlı olduğu Mevlevi çevresi üzerindeki zapturaptını ve daha genelde tarikatların radikalleşme eğilimlerine yönelik korkularını çizim dışı bırakıyorsunuz.

Hint Müslümanlarını destekleyip onları İngilizlere karşı kışkırtan “Panislamist sultan” havası basıyorsunuz. Ama Ruslara karşı aynı dönemde Andican ayaklanmasını başlatmış Şeyh Madali’nin yakalandıktan sonra Abdülhamid’den halife olarak Rus çarı nezdinde kendisi için girişimde bulunma isteğini karşılıksız bıraktığını göz ardı ediyorsunuz.

“Kur’an tilavetine ziyafet diye bakan bir Sultan”dan dem vuruyorsunuz. Ama onun Türk musikisinden çok Batı klasik müziği dinleyen; tiyatro, opera, operet seven; çocuklarına keman, piyano dersi aldıran; dolayısıyla özel hayatı itibarıyla en “Avrupaî” padişahlardan biri olduğunun üzerini örtüyorsunuz.

Ve “Bismillah” demeden yemeğe başlamayan, gayet dindar bir sultan portresi çizerken, halife olmasına rağmen şarap ihracatını desteklediğini sahnelemekten kaçınıyorsunuz.

(Prof. Kemal Karpat, onun ara sıra yemek öncesinde sakinleştirici niyetine bir kadeh şampanya  içtiğini de kaydetmekte.)

Normaldir… Çünkü burada amaç, esasen insanlara “Ulu Hakan”a baksan da “Büyük Reis”i gör telkininde bulunmak.

Ancak bir uyarsızlık şu ki “Reis ve çevresi”nin özellikle 2011’den beri dış-politik zeminde izlediği yayılmacı arzularla yüklü ihtiraslı ve hırçın dış politikanın karşılığı, aslında Abdülhamid’de yoktur. Olsa olsa onu deviren İttihat ve Terakki’de, daha açık seçik olarak Enver Paşa’da mevcuttur bu… Bilenler, böyle söylemektedir!..

Dolayısıyla bugün karşımızda olan, tatlı bir çelişki halinde, Enver’in ruhunu Abdülhamid kılığında taşımaya hevesli bir iradedir.

O yüzden “Payitaht Abdülhamid” de tüm çabalara karşın isteneni vermekten uzak kalacaktır.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Hayaller satılık, gerçekler bedava! - Mine G. Kırıkkanat

Paris’te bir “bal” dükkânı.
1921’den beri arıcılıkla uğraşan bir aile, doğanın belki de en yararlı ve çalışkan canlısı bu minik kanatlıların dünyaya tatlı armağanı balı değerlendiriyor.
Değerlendiriyor diyorum, çünkü yaptıkları iş balı kovandan alıp satmak değil. Türkiye’de hayal bile edilemeyecek incelikte bir zanaat; çiçeğinden kovanına tüm altyapısı organik bir ortamda 40’tan fazla bal çeşidinin yanı sıra ballı iksirler, ev ilaçları, kozmetik üretiliyor. Dünyanın en kaliteli arı sütü, propolis ve poleni elde ediliyor.
Sanayileşmeyi kesinlikle reddeden orta ölçekli işletmenin merkezi, ortaçağ şatolarıyla ünlü Loire vadisinde 18. yüzyıldan beri var olan bir değirmen. Arıların bal topladığı vadi, zaten kimyasına dokunanın yandığı sit alanı. İşletmenin AB’nin çevreci “bio” patentine sahip laboratuvarı, doğaya dönük yeni teknolojilerin bir tapınağı.
Bizler, Türkiye’de en fazla altı, bilemedin yedi çeşit bal tanırız: Çiçek, çam, kestane, kekik, Karakovan. Bir de devletlilerin ulaşıp halkın avucunu yaladığı Anzar ile kâh bulunup kâh bulunamayan Deli Bal. 

***
Ülkemizde ucuza satılan bal, bol katkılıdır. Katkı maddesi keşke şeker olsa daha az zarar verirdi; ama hayır, glikoz denilen çok zararlı mısır şurubu vardır içinde. Pahalı ve katıksız olduğu varsayılan bal da zaten ev bütçesini yakar...
Oysa başka Avrupa ülkelerine göre aslında pahalı bir yer olan Fransa’da, ortalama bal fiyatı Türkiye’dekinin yarısı. Hem de katkısız! Paris’teki özel dükkânda ise en iyi balı, bizim ülkemizdeki vasat bal fiyatına alabiliyorsunuz. Biricik zorluk; akasya, lavanta, portakal, mandalina, limon, badem, kestane, Jura çamı, süpürge otu falan derken her kavanozu açtığınızda buram buram çiçek özü kokan ballar arasında bir seçim yapmak...
İnsan üzülüyor.
Fransa’nın bir buçuk katı yüzölçüme sahip Türkiye; doğanın harikalar diyarı, yeryüzü cennetiydi bir zamanlar. Topraklarında yetişen her şeyin kalitesi bırakın Fransa’yı, tüm Akdeniz ülkelerindekinden üstündü.
Bugün ise tam tersi. 

***
Yurtdışı muhabiri olduğum yıllarda karpuzun hasını, portakalın özünü, şeftalinin kadifesini yiyebilmek için dört gözle sılaya dönmeyi beklerdim. Şimdi tüm meyvelerin, sebzelerin en kötüsü Türkiye’de yetişiyor. “En iyisi” bizde diyebileceğim ne eti kaldı, ne sütü, ne unu, ne de herhangi bir ürünü...
Tereyağ tereyağ kokmuyor artık, kuşkusuz siz de farkındasınız.
Nasıl bu hale geldik?
Kim tarumar etti bu ülkenin milli servetlerini, kim sattı tarımını, hayvancılığını çokuluslu sözde gıda, özde kimya ve ilaç şirketlerine; çocuklarımızın kanserli doğmasına bile yol açan zehir lobilerine, kim yasakladı yerel tohumların satışını, kim, kim?
Bu cinnet ülkede, gerçekler bedava, hayaller satılık.
Satılık hayallerle avutuluyoruz, uyutuluyoruz; boşuna çobanlık yarıştırmıyor devleti yönetenler, koyun gibi güdülüyoruz.
Satılık hayallerde, şarkılarla türkülerle tarlalardan (tarım ilaçlı) çaylar topluyoruz. Sonra marketten poşet çay alıp folklor takımı tarladan eliyle topladı diye içiyoruz.
Satılık hayallerde, sanayi bisküvi ve pastalarının (kimyasal aromalı) kokusundan anne eli değmişmiş de, çocukluğunun tadıymışmış da gibi abuk sabuk anılar üretiyoruz. 

***
Satılık hayallerdeki abur cubur reklamlarını, asla bir arapsabunu gibi temizlemeyen, ama suları kirleten deterjan yarıştırmalarını, evleri zehirleyen kimyasal kokuları göre göre, reklam sektöründen nefret eder oldum.
Biz ne zaman mutluluğun doğal ve vücudumuzun yaşayan bir doğa harikası olduğunu unuttuk?
Ne zaman birbirinin aynısı bir daire, bir araba, bir de AVM’ye ayarladık sevinç dozumuzu?
Bedava gerçeklere gelince...
Bir millet silahlanıyor. İstanbul’un en daireli, en arabalı, en AVM’li semtlerinde geceleri takır takır silah sesleri duyuluyor. Kaşının altında gözün var diyen dövülüyor, gözünün üstünde kaşın var diyen vuruluyor. İşsizlik, dağlar gibi. Ülkede işlenen tecavüz, cinayet, yaralama, hırsızlık, dolandırıcılık suç tutanaklarını üst üste koysanız, kutupları kaplar. Nasıl kaplamasın? En doğru sözdür: İmam geğirirse, cemaat kusar. Elbet suç kusuyor bu ülke, suç! 

***

Ya biz suçsuzlar, silahlanmayanlar, mutluluk arayanlar ne yapıyoruz?
Hayallerimizi süsleyen beton yığınının içindeki beton kutularda oturuyor, üstüne titrediğimiz arabanın içinde trafiğin açılmasını ve AVM’ye gitme gününün gelmesini bekliyoruz.
Ama hepimizin içinde, bedava gerçeklerin en gerçeği olarak, müthiş bir endişe var. Bu endişenin eskisine “ne olacak bu memleketin hali” denirdi, yenisine “yarın ne olacağız” deniyor. Çünkü vakit geldi, yumurta kapıya dayandı...
Kuzey Kore mi olacağız, Suudi Arabistan mı, Mısır mı, Pakistan mı?
Ülke nereye kadar batarsa batsın birilerinin çıkıp kurtarmasına alışık bir halk, yine birilerinin çıkıp dairesini, arabasını, AVM’sini, kısacası mutluluğunu kurtarmasını bekliyor.
Ama kimse çıkmıyor. İş başa düştü bu kez, ama nasıl?
Ne değiştirecek bilmiyorum, ama tam da bu yüzden, HAYIR!
Mutluluğu betona, arabaya, AVM’ye indirgediği; tarımı sattığı, hayvancılığı tarumar ettiği, doğayı yağmaladığı, sağlığı rant kapısı yaptığı, konuşmayı, gülmeyi, yazmayı engellediği, tehditle susturduğu ve susmayanı ya işinden edip ya da hapse attığı için HAYIR!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

ABD ‘büyük Türkiye’ mi oluyor? - Nilgün Cerrahoğlu


Bizim sosyal medyada gırgır diz boyu: “Biz küçük Amerika olacakken, ABD büyük Türkiye oluyor” diyen çok.
ABD’nin “büyük Türkiye” olup olmayacağını yaşayarak göreceğiz. ABD de gerçi “ileri demokrasi”ye doğru hamleler yapıyor. Ama bu şanlı şahlanışa gelen tepkiler, bizdeki yerel tepkilere(!) hiç benzemiyor.
Trump Beyaz Saray’a gireli bir ay oldu. Kadın düşman emlak kralının Beyaz Saray’a yerleşmesiyle hemen kadınlar, ’70’leri aratmayan bir isyanla sokaklara döküldü.
Ardından ABD anayasasını ihlal eden ırkçı “Müslüman yasağı”na karşı yargıçlar harekete geçti. Bu yasağı uygulatmadılar.
8 Kasım seçimlerinde kendisini desteklemedikleri için Başkan’ın kinlendiği ve hedef tahtasına oturttuğu medya, Trump’ın Beyaz Saray’da daha 3. haftası dolmadan, ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn’in başını aldı. 
 Bununla kalmadı… “Dediğim dedik, çaldığım düdük” havasında oval ofise geçen Obama’nın halefi, çalışma bakanlığına getirmeyi planladığı Andrew Puzder”i de, basının diline doladığı skandallar nedeniyle bu göreve getiremedi.
Trump’a verilen boy ölçüsü nedeniyle Beyaz Saray’ın adı rekor zamanlamayla “kaos saray”a çıktı! 

Yalakalığı görev bilmiyorlar
Bu gelişmeler nedeniyle ABD Başkanı her geçen gün basına biraz daha bileniyor.
Başkanlığa çıktığı ilk günkü yemin törenini izlemeye gelen kalabalıkların medya tarafından kasıtlı olarak “küçük gösterildiği” suçlamasıyla gazeteci milletine nefret kusan Trump, bir ay gibi kısa bir sürede basını “halk düşmanı” ilan etti. En son önceki gün Beyaz Saray’ın basın toplantısından muhalif saydığı basın mensuplarını kovdu. 
 
Biz şaşırdık mı? Hayır. Bu, Türkiye’de maalesef bizim sık rastladığımız bir durum. AKP kongresine -misal- Cumhuriyet, Sözcü, Birgün, Evrensel, Yeniçağ gibi gazetelerin temsilcileri alınmaz…
Öteki medyalar ne yapar? Başlarını, bir şey olmamış gibi öte yana çevirip kongreyi izlerler.
“Dünyanın bir numaralı gazeteci hapishanesi” diye nam salan ülkenin yandaş basın mensupları Başkan’ın uçağında seyahat etmekte mahzur görmez; zaman olur hatta gittikleri yerlerde coşup sokaklarda dans bile ederler.... 
 
“Büyük Türkiye oluyor!” denen ABD’de basın böyle yalakalığı kendine kafadan görev bellemiyor.
CNN, BBC, New York Times, Los Angeles Times gibi dünyanın belli başlı yayın kuruluşlarının olduğu önemli bir medya kesiti, Beyaz Saray’ın basın toplantısına alınmayınca önce bu ambargoya Fox gibi yandaş kanallar itiraz etti. 
 
Benzeri bir durumda Türkiye’de protesto refleksi gösteren bir tek “yandaş yayın organı” örneği düşünebiliyor musunuz? 
 
Benim aklıma gelmiyor. Hiç böyle bir şey hatırlamıyorum.
Associated Press ve Time, toplantıya davet edilmelerine rağmen, içeri girmedi ve “meslektaş dayanışması” adına Beyaz Saray’ın kapısından döndü. 

Diktatörler böyle başlar
Bitmedi...
Ana akım medya bizde olsa Başkanın “Önce Amerika/America first” sloganını başlığına logo yapmak için yarışa girerdi. ABD basınının “amiral gemisi” sayılabilecek Washington Post oysa ki Başkana şakşakçılık etmek yerine kendisine süratle Trump zamanları için uygun yeni bir logo belirledi. Ve bu hafta başından itibaren “Demokrasi karanlıkta ölür” sloganını, iftiharla gazetenin adının yanına yerleştirdi. 
 
Sade basın değil… Başkanın kendi partisinden McCain gibi önde gelen isimler de “reis” filan demeden Trump’a meydan okuyor.
“Bir diktatörün yaptığı ilk iş basını halk düşmanı ilan etmektir” diyor Başkan gibi Cumhuriyetçi Parti’den çıkan John McCain ve ekliyor:
“Tarihe baktığımızda diktatörlerin öncelikle basını susturduklarını görürüz. Tarihten ders çıkarmalıyız. Demokrasiyi bilinen şekliyle muhafaza etmek istiyorsak, özgür basını korumalıyız. Aksi halde bütün özgürlüklerimizi yitiririz. Diktatörler daima işe böyle başlarlar!”
 
ABD’de evet durum ciddi. Ama henüz vahim değil. Çünkü Trump’ın “yeni Amerika” modelini benimsemeyen ve bu modele ısrarla meydan okuyan çok geniş kesim ve kitleler var.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Pazarlamayı, rüşveti sizden öğrenecek değiliz’ - ERK ACARER

Kendi düşen ağlamaz… Herkesin hissettiği, o çıkmaz sokaktalar. Gün geçtikçe daha fazla dillendirilen senaryonun bir gerçekliği var sanki. Mümkün olsa bugün vazgeçecekler… Formül arıyor gibiler. Sandıktan ‘HAYIR’ çıkarsa; bölünmenin, tükenişin, sonun başlangıcı olacak. 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından ortaya ‘çıkarmayı başardıkları’ tablonun bir daha yaşanmayacağı da görülüyor.
AKP, Saray ve ‘Devlet’, çürük bir ip üzerinde dengede durmaya çalışıyor. Sadece MHP’nin ‘üst aklında değil’, AKP vekilleri arasında bile ‘HAYIR’dan medet umanların olduğu yönünde kulis bilgileri bulunuyor. Yani; iktidarında, yandaşında, yancısınında bir heyecan yoksunluğu görünüyorsa sebebi var.


Vaatleri iş yapmıyor, sattıkları mal orijinal değil, rüşvetleri kesmiyor, ‘edebiyatları’ tekrar…
Üstlerinden cehalet akıyor.

Aynı kısırdöngü üzerinde gidip gelen bir siyaset anlayışı… Merkeze koydukları ‘teröristler’ algısı… Vaat ettikleri şey, sadece yüzde 50’yi değil artık neredeyse toplumun tümünü rahatsız ediyor… İdamı geri getirmek, cezaevi inşa etmek…

Güçlü ve güvenli bir Türkiye için Evet!!!

15 senedir kim tek başına iktidardaysa artık… ‘İstikrar’ konusuna girmek bile abes.
Seçmene ‘müşteri’ muamelesi yapmak, sağ geleneğin eski numarası. Ancak AKP bunun suyunu öylesine kaçırdı ki hiç olmadığı kadar sakil duruyor. Ne vakit seçim olsa, Umre yolları görünüyor. Bu paket program… Referandum öncesi Taksim’e cami projesi ve TSK’de başörtüsü paketin hediyesi… “Dini en iyi biz pazarlarız!”
İşin içinde rüşvet de var elbet.
Gariban Suriyeliyi bulup vatandaş yapacaksın. ‘Evet’ derse senindir, demezse hiç senin olmamıştır. Hoş; dese de demese de sonrasına bakacaksın!
Rüşveti de torbaya atacaksın; vergi indirimi, borç yapılandırma, ahilik sandığı, arazi iadesi, türlü muafiyet…
‘Edebiyat’ işin tuzu biberi mutlak…
Vatan millet Sakarya… ‘Bizi yıkamazlar, diz çöktüremezler’… Bozkurt Rabia kardeşliği…
Kürsüde ülkücü işareti…
Sorsan Başbakan Binali Yıldırım’a, “Bu işaret ne?” diye…
Anadolu tarihinin Budist günlerinden kalma bir zafer işaretidir; Hun, Kıpçak, Peçenek Türklerini ve soyu belirtir… 10. yy İranlı Şair Firdevsi’nin Şeyhnamesi’nde Bozkurt işareti yapan Türk kadınların minyatürü vardır…
Herhalde bunlardan söz edemeyecek!
Öylesine… Yersen işte…
Yok; bu kez bu cehaleti, tanıdık rüşveti, ucuz paketi, hep aynı edebiyatı yiyen çok olmayacak…

•••

“Devam et” diyorlar

Piyona çalmanın bina yakmaktan, tweet atmanın silahlı birimler kurmaktan çok daha büyük suç sayıldığı ülke… Aslında yadırganacak bir şey yok. ‘HAYIR’ demenin anlamı da burada. Laçkalığın, suçun, çifte standardın kurumsallaşmaması için.
Suçun, tanımının yazıldığı bir kitabı olur… Yargı açar bakar, kararını verir. Ancak artık ülkede öyle bir şey yok. Taktik aynı. Sanat merkezini mi yaktı; gerekirse tutar, gözaltına alır, serbest bırakır, kamuoyunun tepkisini ölçersin! Uyarsa salar, uymazsa bir daha tutuklarsın.
Yaptırımın nabza verilen şerbet kıvamında olduğu memlekette, cüret de bendini çiğner aşar, enginlere sığmaz taşar… En fenası da budur. Cezasız bırakmak; “Yürü kardeşim” diyip sırtını sıvazlamak, “Kafana göre takıl, devam et” demektir. Niyeti de ortaya koyar.

ERK ACARER / BİRGÜN

Bir güzel insan İSLAM ÇUPİ - BURHAN AYERİ





Spor servisi ile haber merkezi aynı kattaydı. Biz E-5 tarafında onlar Atatürk Öğrenci Yurdu kesimindeydi. Tercüman'da bir laf vardı; "yan yana iç içe". Tam buna uygun çalışıyorduk. Necmi Tanyolaç'ın özel köşesine bitişik masa İslam Çupi'ye aitti. Burayı sadece yazısını yazmak için kullanırdı. Kocaman harflerle bir hattat zarafetiyle kaleme alırdı. Vefa Lisesi'nin 10'uncu sınıfından ayrılmıştı ama kültürlüydü. Çünkü çok okurdu. Arnavut Kralı Zogo'nun akrabası olduğundan söz etmeyi sevmezdi. En büyük tutkusu taraftarı olduğu takımdı. Onun şu lafı ölümsüzler arasına girmiştir; "Fenerbahçe öyle büyüktür ki adı konulamaz". Aklınıza gelen her türlü şık benzetmeler yazısına olağanüstü hava verirdi. Zamanın öğleden sonraki bölümünü genelde Şehremini'ndeki İsmet'in meyhanesinde geçirirdi. Geceleri de Günay'ın Harbiye'deki yerinde. Onunla masaya oturanlar sonunda ortada bırakıp kaçarlardı. Sırtına alıp evinin kapısına kadar taşımak umumiyetle bana düşerdi. Kar çamur demez bu işi yapardım. Başına bir şey gelmesinden korkardım. Onu dairesinin girişine bıraktıktan sonra zile basıp kaçardım. Çünkü karısı başlardı beddua okumaya. Sanki suçlu benmişim gibi. O sızmış adam sabah gazeteye geldiğinde demir basamakları elinde soda şişesiyle çıkardı. Böyle bir taşıma gecesi geçirmişsek, iki girişten benim tarafımdakini tercih ederdi. Tek kelime etmeden kravatımı yakalar sonra alnımdan öpüp yerine yönelirdi. Bunun anlamı netti; "Gece beni taşıdığını hatırlıyorum".

Hangi maça giderse gitsin beni de sürüklemeye çalışırdı. Çünkü oyunu didişerek izlemeyi severdi. Yanıma oturduğu için hababam sırtıma vururdu. Karşılıklı kinayeler yaratıcılığını ateşlerdi. Son dönemlerinde görme yeteneği azalırken, espri anlayışı zirveye ulaşmıştı. Hayatımda küfür kafirleri bana batmayan tek isimdi. Başka birisi bunları söylese kesinlikle hastanelik ederdim. Onunkilere aldırmazdım.

"Elli lira versene"
Çupi'nin dalaştığı diğer isim Erkan Yiğit'ti. Nereden bulup çıkardıysa "İslam elli lira versene" diye bağırır bağırmaz küfürler art arda gelirdi. Bir ara karar aldık sataşmıyoruz. Daha ikinci gün bitmeden başladı bağırmaya; "Zümbülbebe tohumları, ne oldu? Diliniz mi kaçtı?". Tabii en galiz şekilde.
Babamın gazeteye geleceği tuttu. Çupi karşıdan beni kesmeye başladı. Sağa sola sorup misafirimin kim olduğunu öğrendi. Aksak yürüyüşüyle yaklaştı ve babama çok kibar bir şekilde "Hoş geldiniz" dedi. Ben de az muzır değilim hemen çiviledim; "Baba, bu İslam Çupi var ya, her gün anneme küfür ediyor". İslam abi bozuldu. Babam sinirlendi ve bana "Beni gönder" deyip kalktı. Çupi gönül almaya çalıştı; "Beyefendi oğlunuz çok şakacıdır"lara başladı. Cevap alamayınca müthiş hırslandı. Sonra işe daldık. Aradan 10 dakika geçmeden elinde koca bir demir çubuk -nereden bulmuşsa- İslam Çupi gözüktü. Kapısı açılmadık küfürlerle saldırıya başladı. Demiri elinden aldım. Kollarını arkaya kıvırdım. Kulağına da "Ettiğin şu küfürleri keşke babam duysaydı" dedim. Ortalık yatıştıktan bir süre sonra karşıdan seslendi. Sanki hiç kapışmamışız gibi "Burhan ben çıkıyorum. Öptüm". Hiç kini yoktu. Hele sevdiklerine asla dayanamazdı.

Ayağında Kundura
İbrahim Tatlıses'in yıldızının parladığı günler. Her evde, her otoda aynı türkü dinleniyor Ayağında Kundura. Çupi bu defa İbo'ya taktı. Ne zaman bu türküyü duysa basıyor küfürü. Özden Akbal arkadaşımla plan yaptık. Kattaki radyoları birbirine paralel bağladık. Kasetçalara İbo'nunkini yerleştirdik Çupi elinde sodasıyla gözüktüğü an tuşa basıldı. Dört bir yandan Ayağında Kundura duyuluyor. İslam abi durdu. Şaşkınlıkla baktı. Sonra radyolardan birine gitti kaldırıp yere vurdu. İkinciye yönelince yakalayıp durdurdum. Doğal olarak başladı galiz küfürlere. Kontrollü şekilde masasına götürüp gazını aldım. Biraz daha müdahale etmesem sağlam radyo bırakmayacaktı.

İş birliği
Magazin servisi merdivenlerin hemen başında. Semih Yurga'ya gittim ve "Şu Tatlıses'i buraya getirebilir misin" diye sordum. O da "Gayret ederim" sözünü verdi. Merhum Yurga iki gün içinde organizasyonu tamamlamıştı. "Burhan, Cumartesi İbrahim bizde. İzmir'e uçmadan uğrayacak" müjdesini verdi. Malum günde saatler 13:00'ü gösterirken Tatlıses'in binaya girdiği haberi verildi. Doğrudan İslam abiye yönelttik. Yazıdayken kafasını kaldırdı. Herkes nefesini tutmuş, vereceği tepkinin merakı içinde. Ayağa fırladı ve ona sarıldı. İlk lafı "İbocum hoş geldin" oldu. Şaşkınlıkla bakarken İbo'ya doladığı sağ elinin baş parmağını ikinci ve üçüncü parmaklarının arasından geçirip, Brezilyalıların "zafer işareti"ni yapıyordu. Hem de sallaya sallaya. Tabii bana doğru. Bir yandan da "Ulan Burhan bak misafirimiz gelmiş" diye sesleniyor. Gülmekten herkes yerlere düştü. Tatlıses ise şaşkın şaşkın bakıyordu. Çupi'nin Fenerbahçe'yle ilgili sözlerinin yeniden gündemde olduğu günlerdeyiz. Onun için bu son anıyı tekrarlamak istedim.

Kaynak: Bir güzel insan İSLAM ÇUPİ - Burhan AYERİ

25 Şubat 2017 Cumartesi

Bekle bizi İstanbul - ORHAN GÖKDEMİR


Halep’ten cihatçı katiller çıktı, şehir gündemden düştü. Savaşın bakiyesi birkaç yıkıntı görüntüsü kaldı geride. O dinci katillerin işlediği suçları durup araştırma fırsat yok. Zaman akıyor, katiller çekildikleri yerde yeni saldırı hazırlıkları yapıyor. Şehir kanayan yaralarını sarmakla meşgul…
Oysa bizden çok uzak, bize değmez bir şehir değil Halep. Antakya’dan 120 kilometre ötede, bizim de rengimizi, kokumuzu taşıyan bir şehir. Halep’te ölen biziz, direnen biziz, cihatçı katillerin ölümüne kastettiği biziz.
soL’da, “Üç şehir”de yazdım; gitmeyi hayal edip gidemediğim tek şehir Halep. Kanlı katillerin işgal ettiği hayallerin bir parçası bana ait yani. Öyle veya böyle bu savaşın bir parçası olmaktan mesudum.

                                                                              ***
Bu ruh halini bana bulaştıran kişi Serhat Öztürk. Halep üzerine yazdıklarını tamamen rastlantı eseri gördüm. Öztürk’ün “Halep” kitabı Karagöz karakterlerinden Beberuhi’nin bir tekerlemesi ile başlıyor:
“Bindim dolaba
İndim Halep’e
Paraları verdim
Rakı, şaraba...”
Halep’le Beberuhi’nin ruh halinin bir ilişkisi var mıdır bilmem. Benim gibi gitmeden söylemiş de olabilir tekerlemeyi. Ama niyet önemli biliyorum. Niyetliyim ben de. Son cihatçı katil Suriye topraklarından çekip gittiğinde rakıya duracağım Halep’te…
Tekerlemeden sonra taş ve zaman ilişkisi üzerine muhteşem bir giriş bekliyor sizi. Hiç düşündünüz mü deniz ve çöl neden etkiler insanı? Serhat Öztürk’ün bir cevabı var: “Boşlukta ve taşta, insanı zamanı düşünmeye sürükleyen bir şey vardı. David Lean, Arabistanlı Lawrence’ı çekerken dokuz ay kalmıştı çölde. Hemen sonrasında yapılan söyleşide okumuştum, ‘Şimdi niye bütün peygamberlerin çölden çıktığını anlıyorum’ diyordu.” Bizim Deniz Hakan’ın muhteşem Kurban Said çevirisi “Hz. Muhammed”i de işte bu çöl esintisi üzerine kurulu. Çölün boşluğunda ya içmeli insan, ya da peygamber olmalı!
Her ne ise, zamanı da tanrıları da biz icat ettik burası kuşku götürmez. Ama boşlukla olan derin sorunumuzu çözemedik. Evet, boşlukla bir sorunumuz var. Denize bakmanın burnumuzun direklerini yakan bir acı, bir ağlama duygusu vermesi bundan. Denizden geldik ve bir kara parçasına hapsolduk. Onca zamandan sonra suda boğulacağımızı sanmamız ne büyük trajedi. Hiç çöl görmeden göçüp gitmek ne acı. Geçtim bunları, uzayın, evrenin sonsuz boşluğuna şöyle bir bakış atmayı henüz hayal edemiyoruz bile. Şehrin ışıkları alıyor gözümüzü, yıldızlara bakmayı çoktan unuttuk. İcat ettiğimiz zaman, ellerimizle şekillendirdiğimiz taşa inat akıp gidiyor. Şehir budur işte!

                                                                                ***
Öleceğiz ve unutulacağız; Boşluğun bize söylediği bu. Burnumuzun direğinin acıması bu gerçeği hazmetmenin güçlüğünden. Halbuki bize inat direniyor taş. Mısır’da, bilmediğimiz, bilemediğimiz bir zamanın üzerinden bize bakıyor. Machu Picchu’dan bize gülümsüyor. Göbeklitepe’den, Halep’ten, bilmediğimiz bir lisanda melodiler fısıldıyor. Büyük kentlerin beton yığınları arasında anlama yeteneğini yitirmişler olarak çaresiziz taşın söyledikleri karşısında.
“Ölümsüzlük için bir avuntu arayışında taşa varıldı. Tarih oradan başladı.  Yanan alnımızı taşta soğuttuk. Kentler taştan doğdu. Taşlaşmış biçimi zamanın, bir kent budur biraz da. Kentin katı hali. Devasa anıtlar bu yüzden dikilmedi mi? Piramitler bunun içindi, Orhun Abideleri ve Halep Kalesi... İnsan gidip bu anıtların karşısında durduğunda daha geniş bir zamanla bütünleşiyordu; alt kimlikler, yapay sınırlar siliniyor ve ortak tarihe eklemleniyordu. Yine de bütün bunlar zaman ve unutuştan kurtulmaya yetmiyordu. Bizatihi arkeolojinin kendisi bile, unutuşun korkunç boyutlarını gözler önüne sermiyor mu?” Bu da Serhat Öztürk’ün söyledikleri.
Savaştan önce Halep’e gitme hayali, zamanın taşın gücüne boyun eğdiği başka bir zaman aralığına gitme vaadiydi. Sonra Körfez’in ölçüsüz Bedevileri, Küçük Asya’nın nevzuhur Bedevi yancısı imamları birleşip saldırdılar Halep’e. Yıktılar ne varsa Halep’e değin. Şehri düşürmeyi başarsalardı, taşları taşıyıp, yüksek, şekilsiz binalar dikeceklerdi yerine. Halep direndi, taş direndi, zaman direndi. Direnişteyiz…

                                                                              ***
Halep’i cahiliye ordularının saldırıları yıktı evet. Peki, İstanbul’u yıkan kim?
Yıllar sonra Süleymaniye'ye düştü yolum. Tahrip gücü yüksek inşaat ve kar bombası düşmüş üzerine. Etraf biraz Afganistan biraz Pakistan. Geçtim geceyi, gündüz gözüyle gezmesi cesaret isteyen sokaklar halinde her yer. İstanbul'un en güzel köşesi, karanlıklar ülkesinin giriş kapısı olmuş.
Şehrin merkezleri bilinçli bir biçimde çürümeye terk ediliyor uzun zamandır. Banliyölerde tuhaf, şekilsiz, Ağaoğlu tipi binalar yükseliyor. 24 saat trafik, 24 saat keşmekeş. İstanbullu savaş gider gibi çıkıyor evinden, akşam evine dönüp dönemeyeceğinin belirsiz olduğunu bilerek…
Üçüncü köprü icadından sonra Mahmut Bey gişe bir tür aşılmaz cephe görünümünde. Fatih Mehmet gelse, perişanlığı görse yüzgeri dönüp giderdi. Şehrin merkezi yitip gitmiş, kim nereye gidiyor belli değil. Üçüncü havaalanı ucubesi Kuzey Ormanlarını tamamen yok etti. Geriye kalan çam ağaçları tozdan dumandan kahverengiye çalıyor. Ormanı yedi yobazlar. Göçe duran leylekler TOKİ konutlarının tepelerinde konaklıyor çoktan beri. Ab-ı hayat kaynağımız Terkos otoyol kuşatması altında. Dünyanın en şekilsiz, en ucube şehri İstanbul. Dinciliğin şekillendirdiği bir şehir görünümünde artık; Sınırsız, ölçüsüz, bednam, çirkin, kaba, kaotik, kuralsız.
Utanmadan bir de muhafazakâr diyorlar kendilerine. Neyini muhafaza etmişler şimdiye kadar. Yeniye tapıyor cem-i cümlesi. Ne taş, ne zaman. Tepeden tırnağa yeni, tepeden tırnağa beton…

                                                                                ***
Vatan hainliğinin tanımını bugün dağa, taşa, doğaya, suya, kurda, kuşa yapılanlara bakarak yeniden yapacağız gelecekte. Mecburuz buna. Yoksa bu topraklar hepimizi kusacak...
Ülke meselesi değil sadece devrim. Şehir meselesi, taş meselesi, zamana direnme meselesi. İstanbul’u, Halep’i kurtaracağız önce. Ve aralarında insani bir köprü kuracağız. Mecburuz buna!

Orhan Gökdemir / SOL

Demokrasi karanlıkta ölür... - Nilgün Cerrahoğlu



“Washington Post”un yeni logosu bu: “Demokrasi karanlıkta ölür/Democracy dies in darkness”...
Florida’da geçen haftaki gövde gösterisi mitinginde Trump’ın medyayı “halk düşmanı” sözleriyle, diktatörlerin diliyle hedefe oturtmasının ardından WP logosunun altına hızla bu sloganı yerleştirdi: “Demokrasi karanlıkta ölür”. 47 Pulitzer ödülü ile basın tarihine geçen ve Watergate skandalını ortaya çıkarmasıyla destan yazan gazete, çarpıcı logoyu bu zamanlamayla gazete adının yanına ekleyerek Trump’la doğrudan bir bilek güreşine girdiğini iddia etmiyor.
Çünkü her türlü ucuz kahramanlıktan ve fuzuli babalanmadan kaçınıyor. Üst perdeden “hodri meydan”lara gerek duymuyor. Buna karşın “mesajı alan aldı, anlayan anladı” tavrını tercih ediyor.
Gazetenin ilk elden okurları olmak üzere herkes nitekim mesajı aldı. Fox News başta ABD’nin ileri gelen tüm sağ yayınlarında “Bu sözler aslında Trump’a” dokundurması yapıldı. “Japan Times”a kadar mevzu dünyanın dört bucağında haber oldu. 
 
Gazete tüm bunlara cevaben ses getiren slogan seçimini, “Biz sade misyonumuzu ve kim olduğumuzu okurlarımıza anlatmak için bu logoyu kullanıyoruz” diye açıklıyor.
“Demokrasi karanlıkta ölür” sloganının aslında gazetenin 2013’ten bu yana sahibi olan “Amazon.com”un kurucusu Jeff Bezos’a ait olduğu bildiriliyor.
WP’nin efsanevi sahibi Kathrine Graham’ın vârislerinden gazeteyi satın alan Bezos, yapmış olduğu yatırımı bazı söyleşilerinde bu sözleri kullanarak açıklamış:
“Çoğumuz, demokrasinin karanlıkta öldüğünü kabul ediyoruz” diye söze giren Bezos şunları eklemiş: “Aydınlığın sürmesini temin etmekte bazı kurumların öncelikli rolü vardır. ABD’nin başkentinde (yayımlanan) Washington Post o en önemli kurumlardan biridir.”
 
RTE de o listede
WP özetle Trump karşısında (bunun reklamını uzun boylu yapmasa da) “direniş” sergiliyor. WP örneğini uzun uzun anlatmamın nedeni “Uluslararası Af Örgütü/Amnesty International”ın bundan iki gün önce yayımlanan son raporunun, yedi düveli aktif biçimde tam bu tür efendice yapılan direnişlere davet etmesi. AI’nın bu tarz bir çağrıda bulunmasına ilk kez tanık oluyorum. AI, genel olarak uluslararası insan hakları ihlallerini inceler ve bunları derli toplu bir “durum raporu”yla kayda geçer.
Bu kez bununla yetinmiyor. “Durum öyle vahim ki” diyor: “İşbaşa düşüyor. Bu son raporun sunumuyla AI, dünyanın dört bir yanındaki insanları, açık toplumun boğulmasına karşı ön almaya çağırıyor. Gidişat böyle sürerse, evrensel insan haklarının temelleri yekten çökebilir. Uluslararası Kadın Yürüyüşü, Gambia’da demokrasi yanlısı gösteriler, Meksika’da öğrenci gösterileri gibi barışçı hareketler, özgürlüklerimize sahip çıkmak için cümlemize ilham kaynağı olmalıdır.”
Hiç bu denli yüksek tonda alarm çanları çalan bir AI raporu okumadım. Rapor, insan haklarının faşizmden bu yana görülmemiş biçimde geri gittiğini beyan ediyor. “Bu kerte şeytanlaştırma ve ötekileştirmenin ancak (faşizmler çağı) 1930’larda görüldüğüne” değiniyor. AI, insan haklarındaki kazanımlarını yitirmekte hazin bir dünya tablosu çıkarıyor. Bu hazin “geri savruluşa” ön safta damga basan liderlerin isimlerini açıkça sıralıyor: Trump, Orban, Duterte ve Erdoğan

‘En büyük hapishane’ onuru
Türkiye, dünyada insan haklarının en geri gittiği ülkeler arasında ön sıralarda yer tutuyor. Raporun Türkiye sayfaları 15 Temmuz sonrası OHAL’le gelen ağır baskıya, toplu tasfiyelere, hapse atılan vekillere, basına yapılan zulme ayrıntılı yer veriyor.
“Bir sükût hapishanesi: Türkiye’de gazeteciliğin ölümü” başlıklı bölümde “Türkiye’nin dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi olma onurunu taşıdığı” anlatılıyor. Dünyada hapisteki tüm gazetecilerin üçte birinin Türkiye’de bulunduğu açıklanıyor. 160’ı aşkın yayın organının kapatılmasının tek mesajı olduğu belirtiliyor: “Çeneni kapat!”
Evet... Tam AI’nın raporunun yayımlandığı saatlerde “Medya ayağını denk almak zorunda kalacak!” diye gözdağı veren Numan Kurtulmuş’un kulakları çınlasın.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET