3 Mart 2017 Cuma

Başkanlık sistemi! (1-2) RIFAT OKÇABOL

(1)
Başkanlık sistemiyle yönetilen 40 küsur ülkede, bir ikisi dışında demokrasinin varlığından bile söz edilemiyor. Bu ülkelerin büyük çoğunluğunu, bir zamanlar İspanya’nın sömürgesi olan Latin Amerika ülkeleri, resmi dilleri İspanyolca olan ülkeler oluşturuyor. Bunları Afrika ülkeleri izliyor. Başkanlık sisteminin olduğu pek çok ülkede başkan, kısa sürede diktatöre dönüşüyor. Günümüzde Azerbaycan’ında ve Suriye’de görüldüğü gibi, başkan yıllarca başkanlığını yürütüyor ve genelde istenmeyen olaylar sonucunda (Mübarek, Saddam ve Kaddafi gibi) başkanlığı bırakmak durumunda kalıyor.

Başkanlıkla yürütülen ve demokrasileri sorunlu olan ülkelerden yalnız ikisi, Kolombiya ve Güney Kore ekonomik gelişme sürecini yakalamışken diğerleri her konuda zorluk içinde bulunuyor. Teokratik, faşist ya da piyasacı anlayışların hakim olduğu başkanlık sistemiyle yönetilen ülkeler, hem demokrasi açısından hem de sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma açısından bir ikisi dışında, Türkiye’den daha iyi durumda bulunmuyor. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin durumuna bakanlar, biraz olsun insan haklarına değer veriyorlarsa,  başkanlık sistemine prim vermiyor. Dolayısıyla dünyadaki uygulamaların ışığında, başkanlık sistemi isteği, ülkenin daha iyi bir duruma gelmesiyle, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma beklentisiyle ilişkili olmuyor. Bu tür istekler genelde, başkanın gücüne imrenmekten, istediğini yapma ve kininin davacısı olma hırsıyla ve “ben” merkezli anlayışlarla yaklaşımlardan kaynaklanıyor.

ABD’deki başkanlık sistemi, hem başkanların en çok (iki dönem) sekiz yıl başkanlık yapabilmeleri ve (yasama, yürütme ve yargı gibi) kuvvetler ayrılığının varlığı nedeniyle, hem de siyasal yapının kedine özgü niteliği nedeniyle, diğer ülkelerdeki başkanlıklara benzemiyor.

Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini kuran irade, padişahın egemenliğine son vermiş, başkanlık sistemini reddedip egemenliğin halkta olduğunu, üniter devlet yapısını ve parlamenter demokrasi anlayışını benimsemiştir. ABD’deki dönüşüm ise farklı olmuş, 1776’daki bağımsızlık savaşı sonunda 13 devletin bir araya gelerek oluşturdukları ABD, federal devlet yapısını ve (Amerikan usulü) başkanlık sistemini yeğlemiştir.

ABD’de, başkanlıkla yönetilen diğer ülkelere göre hukuk daha iyi işliyor. Vergi kaçırma, rüşvet, hainlik, hukuk dışı davranma ve kamuoyunu kandırma gibi yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan başkan bile yargılanabilmektedir. Amerikan temsilciler meclisinin kararı üzerine Yüksek Mahkeme başkanının başkanlığında senato tarafından yargılanan başkanın suçlanması için 60 senatörün oyu gerekmektedir.
Örneğin Nixon’un başkan yardımcısı Spiro Agnew, 1960’larda vergi kaçırdığı ortaya çıkınca, yargılanmadan kaçınarak 1974’te başkan yardımcılığından istifa etmiştir. 1972 seçimlerinde Demokrat Partinin seçim bürosundan hukuk dışı yollarla bilgi toplattığı ortaya çıkan Başkan Nixon, yargılandığında başkanlıktan atılacağını bildiği için, Agnew’den hemen sonra istifa etmek zorunda kalmıştır. 1868 yılında Başkan Andrew Johnson ve 1999 yılında da Başkan Clinton açılan davalar nedeniyle yargılanmışlar, onları suçlu gören senatör sayısı 60’a ulaşmadığından başkanlıklarını koruyabilmişlerdir.

ABD’de başkan, genelde seçime girdiği partinin lideri falan değildir. ABD’de, 435 kadar seçim bölgesinden seçilen birer milletvekilinden oluşan temsilciler meclisi ile 50 eyaletten seçilen ikişer kişiden oluşan Senato vardır. Başkan’ın üst görevler için aday gösterdiği kişiler, Yüksek Mahkeme üyeleri gibi, Senato’nun onayını almaları durumunda o göreve atanabilmektedir. ABD’de, birkaç dönem Demokrat başkan seçilmişse arkasından cumhuriyetçi başkan seçilmektedir. Temsilciler meclisi ile senatoda, partiler genelde mutlak çoğunluk elde edememektedir.

ABD başkanı, yapmak istediklerini gerçekleştirmek için hemen her konuda, muhalefetin desteğini almak durumundadır. ABD’de temsilciler meclisi üyeleri ile senatörler, parti başkanı tarafından aday olarak belirlenmemektedirler ve de parti başkanına bağımlı değildirler.  Partilerindense, seçim bölgesi ya da eyalet seçmenine karşı sorumludurlar.  ABD’deki siyasal anlayışta, hiçbir başkan, her gün televizyonlara çıkmayı, muhaliflerine hakaretler yağdırmayı, karikatürünü çizenlere dava açmayı, muhtarları, yazarları, akademisyenleri toplayıp nutuk atmayı aklından geçirmemektedir; rektör atamayı da, tiyatroya, sanata ve spora karışmaya da. ABD’deki başkanlık sistemi, başkanın diktatörleşmesini olabildiğince önleyebilen bu siyasal ortamda ve koşullar altında işlemektedir.
Başkanın diktatörleşmesini önleyecek süreçlerin olmaması durumunda başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşmesini engelleyecek bir yol yoktur.

Bu nedenle, demokratik yaşamdan uzaklaşmamak ve seçilecek başkana diktatörlük yolunu açmamak için, başkanlık sistemiyle ilişkili halkoylamasında, “HAYIR” demek gerekmektedir.

                                                                        ***
(2)
ABD, dünyanın en güçlü sömürgen/emperyalist devletidir ve dünyada üretilen toplam gelirin yüzde 80 kadarına sahiptir. ABD, pek çok ülke liderini toplumuna yabancılaştırmaktadır. ABD’nin bu emperyalist gücü, güç peşinde olanlarda başkanlık sistemine hayranlık yaratmaktadır.

Ancak dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olsa da, ABD’nin başkanlık sistemi, kendi insanına bile yararı olmayan ve dünyaya da çeşitli kötülüklere ve felaketlere neden olan bir sistemdir. ABD’nin kendi insanına reva gördüklerinin bir bölümü şöyle özetlenebilir:
Amerikalılar, her Kasım ayının son perşembesini, kıtaya ilk ayak bastıklarında yiyeceklerini paylaşarak onları açlıktan kurtaran yerlilere atfen “Şükran günü” olarak kutlamaktadırlar. Ancak bu günü kutlasalar da, birkaç milyon yerliden geriye ancak birkaç bin yerli bırakan da onlardır.
ABD, yüzyıl boyunca Afrikalı siyahları köleleştirmekte ve köle olarak kullanmakta ve köle ticaretinde olduğu gibi yerli halkları yok etmede emperyalist İspanyollarla at-başı gitmiştir. ABD, yakın zamana kadar, siyahları insan yerine koymamış, öldürülmelerini bile suç saymamış ve onlara eğitim hakkı vermemişti.  Pek çok insanın hayranlık duyduğu ve demokrasi sembolü saydığı Kennedy’nin başkanlığında- 1960’ların ilk yıllarında bile, otobüslerde ve lokantalarda “Zenciler ve köpekler” giremez uyarıları asılmıştır.

ABD, I. Dünya Savaşı sonrasında gücünü artırmış ve II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın en zengin ülkesine dönüşmüştür. Ancak bir çiftçi çocuğunun üniversiteye gitme şansı 1913-1975 yılları arasında anlamlı bir şekilde değişmemiştir (bkz. S. Bowles ve H. Gintis, Schooling in capitalist America, 1976). ABD’de, üst çeyrek gelir grubundan gelen bir öğrencinin 24 yaşına kadar üniversiteden mezun olma şansı, en alt çeyrek gelir grubundan gelen öğrenciden 1979’da dört kat ve 1995’te 10 kat fazladır (bkz. T. Mortenson, The educational attainment by family income, Postsecondary Opportunity, November, 14, 1, 1995).

Türkiye’ye de burnunu sokmuş olan CIA ajanlarından G.E. Fuller, başkanlık rejimiyle yönetilen Amerika’yı, ekonomik ve sosyal problemlerini çözemezse, etnik yapının demokrasiyi tehlikeye sokacağı konusunda uyarmıştır (bkz. M. Aydoğan, Yenidünya düzeni: Kemalizm ve Türkiye 2, 1999). ABD’nin önde gelen piyasacı vakıflarından Carnegie Vakfı ile ilişkili bir Komisyonun başkanlarından Ernest Boyer de, “Kendimizi yurttaş olarak eğitmemiz için daha sağlıklı bir yol bulamazsak, Amerika’nın yeni bir karanlık çağa girme riski vardır” demektedir (bkz. O. Ichilov, Citizenship and citizenship education in a changing world, 1998). 1990 yılında yapılan bu uyarıların üzerinden 25 yıl geçmiş olsa da, ABD, bu konularda daha iyi bir noktada değildir. ABD’yi bu noktaya getiren başkanlık sistemi, sorunları çözmekten de uzaktır. Yoksul ile varsıl arasındaki fark giderek artan ABD, çeşitli suçlarda ve tecavüz olaylarından da pek çok Avrupa ülkesinin önündedir.
Diğer faşist başkanlıklar gibi, ABD sisteminin de faşist dönemleri olmuştur ve her an olabilmektedir. O dönemlerden biri, 1940 sonlarında başlayıp 1950’lerin ortalarına kadar yaşanan ve Makkarticilik, İkinci Kızıl Panik ya da cadı avı olarak adlandırılan dönemdir. Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarthy ile bazı din adamlarından, gazetecilerden ve FBI Başkanı Hoover’dan oluşan yandaşları, karşıtlarını komünist ya da komünist duygudaşı olmakla suçlamışlardır. İspiyonculuk artmış, her kesimden pek çok kişi, mağdur edilmiş, nedensiz yere yargılanmış ve ABD’den kaçmak zorunda kalmıştır. Bu süreçte komünistlikle suçlanıp işini kaybeden ünlülerden biri, bilim insanı Julius Robert Oppenheimer’dır. Bu sürecin en vahim olayı, Ethel Greenglass ve  Julius Rosenberg çiftinin, ABD Komünist Partisi üyesi oldukları için haksız yere Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla suçlanıp 19 Haziran 1953 günü idam edilmeleridir. Bu arada ABD’de haksız yere suçlananlar ve idam edilenler, ne yazık ki bu çiftle de sınırlı değildir.

Radikal Müslümanların 11 Eylül 2001 günü gerçekleştirdikleri ikiz kuleler faciası sonrasında, ABD’de bu kez Ortadoğulu avı başlatılmıştır. Yeni başkan Trump’ın, ABD nedeniyle düzeni ve iç huzuru bozulan bazı Müslüman ülkelerin yurttaşlarına ülkeye giriş izni vermeme çabası, ABD faşistliğinin son halkasıdır.

Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin yukarıda özetlenen durumunu görmek istememektedirler. Başkanlık sisteminin, Richard Nixon gibi rakip parti merkezinde casusluk yaptıran, Gerald Ford ve George Bush gibi zeka düzeyleri nedeniyle haklarında şakalar çıkarılan ya da günümüzün Donald Trump’ı gibi faşist başkanlar ürettiğini de görmezden gelmektedirler.
Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin pek çok ülkenin iç işlerine karışmasını, pek çok ülkede yandaşları aracılığıyla darbe yaptırmasını, pek çok diktatörü, kukla gibi oynatmasını da görmezden gelmektedirler, son yıllarda Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta,  Afganistan’da yaptıklarını da.

Kuvvetler ayrımının olduğu ve göreceli olarak diğer başkanlık sistemlerinden daha demokratik süreçleri içeren ABD başkanlık sisteminin bile ABD’yi bu duruma getirmesi, başkanlık sistemlerinin özenilesi bir sistem olmadığını göstermektedir. Türkiye’ye dayatılan başkanlık sistemi, ABD başkanlık sisteminde her bakımdan çok daha tehlikeli bir sistemdir. Bu durumda, birazcık demokratik haklara saygı duyanların yapacağı tek şey vardır: Başkanlığa çağrıştıracak her sistem ya da girişime, “HAYIR”  demek.


Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gamil.com

Şarap zararlı, seks de mi doktor? - ÜNAL ÖZMEN

Bir profesör doktor, yaşam süresi ortalamanın üzerindeki “Mavi Bölgeler”de yaşayan insanların beslenme ve yaşam alışkanlıkları arasında bulunan şarabın “zararlı” olduğunu söyledi. Listenin son maddesi seksi ise atladı! Bir bilim insanının(!),üzerine konuştuğu araştırma verilerini çarpıttığı programı izlerken buradan gündemi eğitim olan yazarınıza bir konu çıkar dedim; bakalım çıkacak mı!
Doğal yaşam ve beslenme yollarını araştıran, yazan, konuşan Dan Buettner adındaki Amerikalının Mavi Bölgeler’ini siz de duymuş olmalısınız. Bizim beslenme uzmanlarından duyduğunuz her şeyi bu adam mutlaka önceden söylemiş oluyor. Dan Buettner, uzun süren araştırma sonunda, sakinlerinin ortalamanın üzerinde yaşadığı yerleri Mavi Bölgeler olarak adlandırıyor. Mavi Bölgelerdeki insanlar, ülke ortalamasından 8-10 yıl fazla yaşıyor.

Dan Buettner’in Mavi Bölge olarak adlandırdığı ve beslenme alışkanlıkları birbirine çok benzeyen beş yerleşim biriminden biri de Kuşadası’nın hemen batısındaki Yunanistan adası Ikaria. Araştırmaya göre Ikarialıların beslenme ve yaşam alışkanlıkları şöyle: Temel besin kaynakları mevsiminde tüketilen sebze, meyve; tam tahıllı ekmekler, balık, zeytinyağı, keçi sütü, peynir ve şarap; bakliyat, patates ve kahve; günde en az dört yemek kaşığı sızma zeytinyağı… Ve seks…


İki yıl kadar önce Hürriyet’te yayımlanan Dan Buettner söyleşisi ezberimde; şarap, Ikarialıların günlük besin listesinde tahıllı ekmek, balık, zeytinyağı, peynir gibi yer alıyor. (Söz konusu araştırma üzerine yapılan bir başka söyleşide, Buettner de şarap ayrımı yapmadan birkaç kadeh alkolün iyi bir antioksidan olduğunu söylüyor). Gençleri ne yapıyor bilemem ama araştırmacının söylediğine göre “65 ile 85 yaş arası adalıların yüzde 80’i seks yapıyor.” Araştırmacı, yapabiliyorlar demiyor; anladığım kadarıyla seks, Ikarialıların, günde dört kaşık sızma zeytinyağı içmek gibi haftalık performanslarının arasında.

CNN Türk’ün Gündem Özel programında “uzun ve sağlıklı yaşamın şifreleri” konuşuluyor: Profesör olan doktor, Mavi Bölgeleri ve Ikaria halkının beslenme ve yaşam alışkanlıklarını Dan Buettner’den sıralıyor. Bizim profesör doktor, “zeytinyağı, keçi sütü, peynir ve şaraptan” diye devam eden maddeyi okurken şarabın inandığı din tarafından yasaklandığı aklına geldi ve genelleme yaparak “alkol zararlı” deyiverdi (sanırım “günah” demek istiyor)! Tahmin edeceğiniz gibi doktor, göz attığı listenin son maddesi seks konusuna girmedi; faydalı mı, zararlı mı yoksa günah mı anlayamadık. Beş maddeden ikisini çıkaran profesör, uzun yaşamanın sırrını üçe indirmiş oldu!



Bilimin en yüksek unvanına sahip ve bilim insanı sıfatıyla konuşan kişi, inancı ve kendinden menkul “toplumun genel ahlakı” ile bilimsel sonuç arasında bir tercih yapıyor ve bu bilim insanı(!), hiçbir kanıt öne sürmeyen inancının galebe gelmesini sağlıyor! İşte o an bir kez daha dedim ki inançla bilim birlikte düşünülemez! Bence bunu, benden önce inançlı insanların düşünmesi lazım! Ne zaman doğup, nerede ne zaman öleceği önceden belirlenmiş canlıların yaşam süresini uzatmaya çalışmanın kendini her şeye kadir olana şirk koşmak olduğunu ilkin onlar düşünmeli! Öyle ya, sonunda ‘Allah bilir’ diyeceğin bir konuda araştırma, inceleme, gözlem yapıp ahkam kesmenin ne anlamı var. (İnançla bilim birlikte düşünülemez ise referansı bilim olan eğitimle inanç da birlikte düşünülemez. Sanırım bu cümle ile yazının eğitimle bağını kurmuş oldum!).


Kim ne derse desin, günah da olsa, üzümü mamul maddeye dönüştüren biri olarak benim kulağım şarabın antioksidan olduğunu kanıtlayanlara dönük. Aksi halde, hafta sonunu bekleyen niyetime binaen günah sayılması gereken bağımı budamaktan vazgeçmem gerek. Ki, geçerli bir kanıt sunulana dek ne bağımı bor bırakırım ne de içeceğim şarabı yapmaktan vazgeçerim!

 ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

AKP, 28 Şubat’ın mağduru değil mamûlüdür! - TAYFUN ATAY

Saadet Partisi (SP) Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, Erbakan’ı ölüm yıldönümünde anmak için düzenlemek istedikleri etkinliklere iktidarın engel çıkarmasından yakınmış. Valilikler programları iptal ediyor, belediyeler de önceden tahsis ettikleri yerleri geri çekiyormuş.
Neden böyle olduğuna dair verilebilecek en “çevik” cevap, elbette SP başkanının referandumda hayır oyu kullanacakları açıklamasında bulunmasıdır. Bunun AKP çevrelerinde sessiz sedasız bir gerilim ve tepki yaratmış olması kuvvetle muhtemel. O yüzden bu resmî ve beledî yaptırımlar gündeme gelmiş olabilir. 

 
Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da siyasi kariyerinde çok şey borçlu olduğu Erbakan anısına düzenlenen programa SP’nin davetine icabet etmemiş, mesaj göndermekle yetinmiş. Ama Kemal Kılıçdaroğlu katılmış. Bu da SP’ye karşı (hiç kuşkusuz tabanını onun aleyhine kışkırtmaya yönelik) bir eleştiri konusu olmuş: Bakın, SP, CHP ile el ele gibisinden…
Çok büyük ihtimaldir ki benzeri bir eleştiri, Alevi hafızaya kanla işlenmiş Madımak katliamı dolayımıyla CHP tabanından da Kılıçdaroğlu’na gelecektir. 
 
Neyse, bu yazıda ben başka “eski defterler”i açma niyetindeyim. İktidarın neden Erbakan anması hususunda teşvikten çok müşkül çıkardığına dönelim ve bunun daha “derin” sebeplerine dair bir sondaj denemesinde bulunalım!.. 
 
Bir kere ortada müthiş bir çakışma var: Necmettin Erbakan’ın ölüm tarihi 28 Şubat 2010. Ve malûm, “28 Şubat”, Türkiye tarihinde 1997’de vuku bulmuş “postmodern darbe”nin günü. AKP’nin de “Yeni Türkiye” inşasında büyük ve “kritik” önem atfettiği bir gün!..
28 Şubat”, AKP ve önde gelenleri için bir “mağduriyet stoku”. Şimdi ne kadar muktedir ve mağrur olurlarsa olsunlar, bir mağduriyetten geldikleri, onu giderdikleri ve varlıklarının böylesi mağduriyetlerin bir daha yaşanmamasının teminatı olduğu yolunda toplumu güdümlemek için başvurulan bir stok…
28 Şubat”, bugün bir baskıcı iktidara rızanın tarihsel gerekçesi olarak işlevselleştirilen ve araçsallaştırılan simge bir gün…
Bu “özel” günün Erbakan’la, onun ölüm yıldönümü olması münasebetiyle doğrudan ilişkilendirilmesi ise AKP ve onun “ebedi reis”i nezdinde istenmedik titreşimlere yol açmakta olsa gerek.
Bir kere 28 Şubat 2010, Erbakan’ın maddeten ölüm tarihidir. Onun “manen” ölüm tarihi, 28 Şubat 1997, yani üç gün önce AKP’nin eşine eşine gündem yapıp lanetleme ayinleri düzenlediği o meş’um “postmodern darbe” günüdür.


Darbe, Erbakan’a karşı yapıldı ve onu bir anlamda siyasi mevta’ya dönüştürdü.
Ancak, belki paradoksal gelecektir, 28 Şubat 1997, Erbakan’ın “ölümü” olduğu kadar, Erdoğan’ın da “doğduğu” bir tarihtir. 
 
Darbe sonrası yıllarda yaşananlara bakıldığında Erbakan’ın ve onun her ne kadar fantastik de olsa kendince özgün ve en önemlisi Batı kapitalizmine karşı şekillenmiş “Milli Görüş/ Adil Düzen” anlayışının tarihe karıştığını görürüz. Buna karşılık aynı siyasi gelenek içerisinden “yenilikçi” genç bir kuşağın yükselişe geçtiğini fark ederiz. 
 
Genç kuşağın “yenilikçi”liğinin özü, Erbakan’ın anti-kapitalist çizgisinin terk edilip yürürlükteki küresel sistemin isterleriyle uyarlı, “pro-kapitalist” bir çizginin benimsenmesidir. İşte AKP budur.
Doğrudur, AKP Erbakan’ın “Milli Görüş” geleneğinden gelen, ama onu “değilleyerek” gelen bir harekettir. 
 
Ve evet, Erbakan ile Erdoğan arasında kültürel- ideolojik bir “genetik” devamlılık vardır, ama bu “mutant”, mutasyona uğramış bir devamlılıktır. 

 
Erdoğan ve AKP’si, “siyasal İslâm” çığırında 28 Şubat’tan gerekli dersi çıkarmış, dünya kapitalist sistemi ile uyarlı bir rotada yola koyulmuş, bunun sonucu olarak iktidara oturmuş ve işte bugün Türkiye’de siyasetin egemeni olmuştur. 
 
28 Şubat darbesi, arkasına dünya düzenini de alarak o günkü konjonktürde küresel sisteme tehdit olarak Erbakan’ı bertaraf etti. 
 
Dolayısıyla 28 Şubat’ın siyaseten asıl (belki de tek) mağduru Erbakan’dır. E, bu durumda her yıl 28 Şubat günü kendisine geçmiş mağduriyetlerden kalıcı ve kahredici hâkimiyetler devşirmek isteyen AKP için de Erbakan, bir sıkıntı kaynağıdır. 

 
Çünkü, kaderin dehşetengiz bir cilvesi olarak 1997’den 13 yıl sonra yine bir 28 Şubat’ta vefat etmiş Erbakan’ı o gün anmak, aynı zamanda gerçekte kimin “postmodern darbe”nin mağduru, kimin de mamûlü olduğuna ilişkin hepimizi tekrar tekrar düşünmeye sevk etmektedir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İktidar - Meriç Velidedeoğlu

Gerek yazılı, gerek sözlü, görüntülü basında, “iktidara göre”, “iktidarın sözü”, “iktidarca”,  “iktidarın kararı”, kısaca “iktidar” denildiğinde ya da bu bağlamda yazılanın, okunanın, “Cumh. Bşk. R. Tayyib’e göre”, “Cumh. Bşk. R. Tayyib’ce”, “Cumh. Bşk. R. Tayyib’in sözü” demek olduğu iyice kabul edildi, olağanlaştı. 
 
Hele bunu -Cumhurbaşkanı’nın tıpkı “benim muhtarım” der gibi, “Benim Başbakanım” dediği-“Binali Yıldırım”ın, hep gülerek, “Cumhurbaşkanımıza göre...” söylemiyle ortaya koyduğunda insan daha iyi anlıyor; sanki kendini “Erdoğan”a adamış gibi... 
 
Ne var ki, geçen salı günü AKP’nin grup toplantısında yaptığı konuşmada sınırı aşmış; “Cumhurbaşkanı”nın -son seçim dışında- hep “Meclis’ tarafından seçilmesini, dolaysiyle “ 97 yıllık TBMM”nin bu tutumunu -çocuksu bir neşeyle-“abidik gubidik” tekerlemesiyle değerlendirmesine, insan ne diyeceğini bilemiyor... 
 
Bay Yıldırım’ın söylediklerine göre -“Cumh. Bşk. R. Tayyib”in isteği olan-“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” geçerli olursa, millet “yetki”yi sandıkta doğrudan “Cumhurbaşkanı”na verecek, böylece “TBMM”, devreden çıkarılacak; dolaysiyle Meclis, Cumhurbaşkanı’nın icraatını, yetkisini, “abidik gubidik oyunlarla, tezgâhlarla” değiştiremeyecek... 
 
Dönemin tüm emperyalist güçlerine karşı yapılan “Kurtuluş Savaşı”mızı yürütüp, zaferle sonuçlandıran -dolaysiyle tüm mazlum uluslara önderlik edecek bir süreci başlatan-ve “Büyük Zafer”in ardından “Cumhuriyet”i ilan eden; “Devrim Yasaları”nı, bir bir kabul ederek uygulayıp, “1923 TürkDevrimi”niyaratan, “çağdaş, laikbirhukukdevleti” olan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni kuran ve bütün bunları “Meclis”i oluşturan halkın temsilcileriyle (milletvekilleriyle) tartışa, tartışa yapan “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne, ne olacak dersiniz, “yok” gibi “var” olacak... 
 
Bay Yıldırım’ın -o eşsiz- anlatımıyla söylersek “Abidik gubidik bir Meclis” olacak...
Kuşkusuz, böyle olmasına izin vermeyeceğiz, “16 Nisan”daki “Hayır” oylarımızla.
Ve değerli dostlar bugün, az önce sözü edilen “Devrim Yasaları”nın ilkinin kabulunün “93. yılı”.
“1924” yılının, “3 Mart” günü “TBMM”, dört saatlik bir toplantı sonunda, “Öğretim Birliği” (Tevhidi Tedrisat), “Hilafetin Kaldırılması” ile “Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması”nı içeren üç yasa tasarısını kabul etmişti. 
 
Bu “üç tasarı”dan, milletvekillerinin ilgisini çeken, dahası büyük bir heyecan yaratan, “Halifeliğin Kaldırılmasını” içeren yasaydı.
Oysa, gerek bu yasanın gerekse “medreselerin kapatılmasını ve iki türlü yapılan eğitimin birleştirilmesini” öneren yasanın sürekliliği -bir bakıma-üçüncü öneri olan, “Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin Kaldırılması”nı içeren yasaya bağlıydı. 
 
Çünkü, bu yasanın birinci maddesi, “Halkın dünyaya ait işlerinin görülüp çözüme bağlanması, TBMM’nin koyacağı yasalarla olur. Yüce İslam dininin, ‘inanca ve ibadete’ ilişkin bütün kurallarının ve işlerin yürütülmesi ve dinsel kurumların yönetimi ise yeni kurulacak olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir” diyordu. 
 
Böylece, “3 Mart 1924” tarihinden başlayarak , “şeriat”ın, “dünyasal, günlük yaşam alanı” ile “dinsel alan” birbirinden bütünüyle ayrılıyor, “inanç ve ibadetlerden” oluşan dinsel alan olduğu gibi hiç dokunulmadan “Diyanet’e bağlanıyor; temeli “değişime” dayanan dünyasal, günlük yaşam alanının düzenlenmesi ise “TBMM”nin koyacağı, dayanağı akıl olan yasalara bırakılıyordu.
Ne demekti bu? Kısaca söylersek “laik yaşam düzeni”ne geçişti... 
 
Yasanın kabulünün ardından, “1926”da TBMM”nin oluşturup onayladığı “Medeni Kanun” (Yurttaşlar Yasası), “1400 yıllık şeriat”ın, can damarı olan “Kadın-erkek eşitsizliği”ni kaldıran temeli oluşturacaktır.

 
Birbirini izleyen ve “laik yaşam”ı, düzenleyen yasların özü, temeli hep “4 Mart 1924” günü, “Meclis”in kabul ettiği üç yasadan biri olan “Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin Kaldırılması” adını taşıyan yasanın ilk maddesinde yer alır. 
 
“3 Mart”ın, “93. yılı”nı kutlamanın, bu yasalara sahip çıkmakla, bu yolda yılmadan, ürkmeden, “savaşım” vermekle sağlanacağının ancak bir anlamı olacağını görmeliyiz... Bilmem ki katılır mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Nasıl bir seferberliktir bu? - ÇİĞDEM TOKER

Ankara’da Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle iki şehir hastanesi yapılıyor. Bilkent Entegre Sağlık Kampusu (ESK) ve Etlik ESK. 



Bugün Etlik ESK ile ilgili bir konudan söz edeceğim. Etlik ESK (3577 yatak) bittiğinde, Ankara’da halen hizmet veren, kamuya ait altı hastane kapatılıp buraya taşınacak.
Yatırım bedeli 1.1 milyar Avro olarak açıklanan projenin temeli, 2013’te atıldı. İnşaatı, 2015 Aralık ayında başladı. 3.5 yıllık (42 ay) bir inşaat süresi öngörüldü.
Etlik ESK’nin 2019 Haziran ayında hizmete açılması planlanıyor. Bu bilgiler, hastaneyi yapan Astaldi-Türkerler ortaklığından Türkerler Holding’in yönetim kurulu üyesi Kaan Türker’den alıntı. (25 dakika süren kapsamlı röportaja internet ortamında erişmek mümkün. Kasım 2016’da yüklenmiş.)

***
Önce şu iki verinin altını çizelim:
- Türker, inşaatta halen 1600 kişinin çalıştığını, en yoğun olduğu dönemde de toplam 6 bin kişinin çalışacağını söylüyor.
- İnşaatta istihdam edilecek işçi sayısına dair diğer önemli veri, yine şirketin hazırlattığı raporda. Etlik ESK için yaptırılan 2013-Mayıs tarihli “Çevresel ve Sosyal Etki raporunun” 24. sayfasındaki “İnşaat ve İşletme Dönemlerinde Yerel Geçim Kaynakları Üzerindeki Olumlu Etkiler” başlığında şu ifadeye dikkat:
Sayıları yaklaşık 4 bini bulacak ve yerel kaynaklardan sağlanacak inşaat işçilerinin saha üzerinde 42 ay civarında çalışmaları beklenmektedir.
Biri 6 bin, diğeri 4 bin olan iki rakam birbirini tutmasa da kesin olan bir şey var:
Etlik ESK inşaatında, en az 4 bin inşaat işçisinin çalışacağı, ta 2013 yılından belli.
Gelelim şimdi, Türkerler Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Türker’in, Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir ile birlikte yaptığı dünkü basın toplantısına.
Türker, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başlattığı istihdam seferberliğini, Türkiye’ye daha çok hizmet etmek için bir fırsat olarak değerlendirdiklerini söylüyor.
Bütün personel sayısını yüzde 50 oranında arttırdıklarını, 14 bin 500 olan personel sayısını, 7 bin 279 kişi arttırarak 21 bin 800’e çıkaracaklarını söylüyor.
İlk aşamada nisan sonuna kadar 2 bin 669 kişiyi işe alacaklarını belirtiyor. 

***
Türkerler, Etlik ESK’yi Astaldi ortaklığı ile yaparken, porföylerindeki diğer iki şehir hastanesi olan Kocaeli (1180 yatak) ile İzmir Bayraklı’yı da (2060 yatak) Gama Holding ile birlikte gerçekleştiriyor.
Toplamda 6 bin 817 yataklı üç büyük projenin iki ortağından biri yani.
Şehir hastanelerinde, hem bakanları hem de müteahhitleri, en çok yüksek inşaat teknolojileri ve devasa ölçekli büyüklüklerle görüyoruz.
Bu inşaatlar büyüklükleri nedeniyle hazır beton üretim tesisi kuruyor. Yani ölçekler öylesine büyük ki, yatırımları tamamlamak için, müteahhitler binlerce inşaat işçisini, zaten istihdam etmek zorunda.
Eğer binlerce inşaat işçisi çalıştırmazsa, devletin 25 yıl boyunca ödeyeceği kiranın üç dört yıllık tutarıyla yatırım bedelini çıkaracağı kampusları fizik olarak bitiremez.
Bu realitenin Cumhurbaşkanı’nın son istihdam seferberliği çağrısı ile bir ilgisi olamaz.
Kendi yatırım ihtiyacını karşılamak üzere istihdam edeceği işçileri, Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla yeni yapıyormuş gibi göstermemek gerekir.
Örneğin, Türker’in hastanelerin devreye girmesiyle sağlanacağını söylediği 20 bin yeni istihdamın büyük bölümü, şirketine milyarlarca lira gelir getirecek ticari alanların işletilmesi için çalıştırılacak personeli kapsıyor. Görüntüleme, dokümantasyon...
Ezcümle, eğer Türkerler Holding’in seferberliğe katkı olarak açıkladığı istihdam rakamı, portföylerinde yıllardır bulunan, inşaatı başlamış projeler değil de yeni “giriş”ler olacaksa bunun mevcut portföyden ayrılarak sunulması gerekiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Din ve devlet arasındaki uygunsuz ilişki - MİNE SÖĞÜT

Kalabalıkları feodal ahlakla terbiyeleyin ki;
Tecavüze uğrayan insanı da doğrudan suçlu saymaya meyletsinler.
Tecavüze uğramış bir hayvanı hemen kessinler.
Tecavüze uğramış bir kadını hemen öldürsünler.
Tecavüze uğramış bir çocuğu toplumdan dışlasınlar.
Tecavüzcüsüyle birlikte hatta bazen tecavüzcüden önce mağduru cezalandırsınlar.
Çocuklara erkenden cinsel bilgiler verilmesine zinhar karşı durun ki;
Bedenlerini hiç tanımasınlar.
İsteklerini hiç anlamlandıramasınlar.
Cinsel tercih diye bir meseleyi ağızlarına alamasınlar.
Çağdaş hukuk sistemi yerine dini referanslarla desteklediğiniz ve meşrulaştırmaya çalıştığınız çağdışı bir hukuk sistemine heveslenin ve beşeri değil ilahi adaleti övün ki;
Yatılı bir Kuran kursunda büyük çocuklar küçüklerin hayatlarını yatakhanedeki cinsel tacizlerle kâbusa çevirdiğinde...
Ve Diyanet Bakanlığı’nın dili, olayla ilgili hazırladığı raporda cinsel istismar demeye dönmediğinde...
Olan bitene “Çocukların arasındaki gayri ahlaki ilişkiler” dediğinde... diyebildiğinde...
Bu ülkede yer yerinden oynamasın.
Kıyametler kopmasın.
Veliler ayağa kalkmasın.
Halk galeyana gelmesin.
Başbakan hiddetlenmesin.
Cumhurbaşkanı zehir zemberek açıklamalar yapmasın.
Pedagoglar hemen işe el atmasın.
Devlet o küçükleri özel olarak korumaya ve büyükleri de psikolojik tedaviye almasın.
Yaralar... yaralar hiç sarılmasın;
Her şey kanasın, daha çok kanasın.
Olayı görmezden gelen, önemsemeyen yöneticiler bu işten paçayı kolayca sıyırsınlar.
Alan memnun veren memnun cehaletindeki resmi algı, alsın başını yürüsün.
Sorumlular suçu günah diye kodlasın; herkes cezayı öbür dünyaya bıraksın. Ve çocuklar...
O küçücük çocuklar...
Cinsel istismara uğrayanlar...
Başlarına geleni kendi suçları bilsinler.
Ve çocuklar...
O büyük çocuklar...
Yaptıklarının nasıl bir sonucu olduğunu hiç bilemeden daha da büyüsünler, rahatça büyüsünler.
Ahlak ve ahlaksızlık arasında kasten açılan derin çukurdan aşağıya aşağıya aşağıya düşsünler.
Kendilerini o kâbustan kurtarabilecek hiçbir yetişkine ulaşamadıkları için, yataklarında... tek başlarına... ve korunmasız ve korunmasız ve korunmasız yatan tüm çocuklar...
Gözlerini bir daha hiç ama hiç kapatamasınlar.
Ömür boyu tedirgin günler ve geceler yaşasınlar. 

***
Neden?
Biz kendi aramızda laikliği tartışmakla vakit kaybettiğimiz için.
Demokrasi, özgürlük ve hukuk tanımlarını doğru yapmakta fena halde geç kaldığımız için.
Ve nihayetinde inanç nedir ve ne değildir diye konuşamayacak hale geldiğimiz için.
Şimdi düşünün.
Gerçekte gayri ahlaki ilişki hangisi?
Dinle devlet arasındaki değil mi?


Mine Söğüt / CUMHURİYET

2 Mart 2017 Perşembe

'Cumhuriyet' ama yetmez - ALİ RIZA AYDIN

“Hangi cumhuriyet” sorusunun karşılığı olarak, burjuva devletlerin adını cumhuriyet koyduğu o kadar çok yönetim şekli var ki, öyle sekiz-on çoktan seçmeyle başa çıkılmaz.  “Cumhuriyet hiçbir şeyden çekmedi kapitalist düzenden çektiği kadar” demek yanlış olmaz.

Bizden örneklersek, “tarihsel ilerleme” olarak tanımlanan “Cumhuriyet”in 93 yıllık “dönemsel referansları”nın altından kalkmak; kesintilerin, zaaf ve sapmaların ağırlığı altındaki dönemlere göre analitik anlatıma girerek “ilerleme tarihi” yazmak hiç de kolay değil.

Anayasal akışa göz atarsak, 1921 Anayasasında “Büyük Millet Meclis Hükümeti” ile tanımlanan “Türkiye Devleti”, 29 Ekim 1923’de “Cumhuriyet” olarak tanımlanıyor. Burada cumhuriyet “hükümet biçimi”ni gösteriyor.
“Hükümet biçimi”, 1924 Anayasası ile değişiyor, “Cumhuriyet” artık “devleti” işaret ediyor ve bu rejim 1961 ve 1982 Anayasalarında da devam ediyor.

Anayasaların, yenisi yürürlüğe girene kadar askıda olduğu 1960’lı ve 1980’li yılların başlarında da; ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetsel krizlerde de; tek parti iktidarlarında ya da koalisyonlarda da “Cumhuriyet” hep “devlet biçimi” olarak tanımlanıyor.
Biçimsel sorunu aşacak alan içerik… Her üç Anayasada da “soyut” cumhuriyetin, “nitelikleri” sayılarak içeriğe kavuşturulduğu görülüyor. Ancak, yazılı nitelik tanımlaması da cumhuriyeti “soyut” olmaktan kurtaramıyor.

1961 Anayasası, cumhuriyeti, “seçimle gelen yönetim biçimi”ne, devletin ve hükümetin şekline sıkıştırmaktan kurtaran bir gerekçe yazıyor: “Türkiye Cumhuriyetinin her türlü saltanat, şahıs ve zümre hakimiyeti şekillerini reddeden demokratik bir Devlet olduğunu” söylüyor. Bunun anlamı, Anayasada “ulus” yazsa da, “egemenliğin halka ait olduğu” cumhuriyet biçimi.
Anayasa Mahkemesi de 1970’li yıllarda verdiği kararlarda bu gerekçeyi genişletiyor: Cumhuriyetin, belli nitelikleri olan bir “devlet sistemi” ve siyasal iktidarın bütün öğeleriyle ulusa geçişi olduğunu; “temel kuruluşları, hak ve ödev kurallarıyla bir ilkeler topluluğu”nu tanımladığını söylüyor.
Anayasa Mahkemesi, yalnızca "Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup, “bütün bu nitelikleri, hangi istikamette olursa olsun, tamamen veya kısmen değiştirme veya kaldırmak suretiyle” bir başka rejimi meydana getirecek değişikliklerin Anayasa'ya aykırı düşeceğinin tartışmayı gerektirmeyecek derecede açık olduğu”nu da, bugünleri anlatır gibi,  anımsatıyor.

Şimdi, cumhuriyeti nitelikleriyle birlikte koruyan bu tür Anayasa Mahkemesi kararlarının oluşmasına katkıda bulunan partilerin, milletvekillerinin ve kararı alan hukukçuların adı kaldı “yadigar”.   
Cumhuriyet için gerçeğin yanıtı aslında soyut anayasa kurallarında değil, “yaşam”da ve “uygulama”da… Bu gerçek, Türkiye’nin uygulama ayrımları ve keyfilikleriyle; zaafları, çelişkileri ve krizleriyle gözümüzün önünde duruyor. Bu zikzakların, yalnızca siyasi iktidarların değil, kapitalizmin genel karakteri olarak yansıdığını söylemeye gerek yok.

Bugün, kapitalizmin “karakteri bozuk” yapısı ile bu yapıya koşut “siyasal iktidar” buluşmasının zirvede olduğu fiili durum içindeyiz. Anayasa değişikliği Kanununda da “cumhuriyet” sözcüğüne sözde doğrudan dokunulmuyor ama dolaylı yollarla içi boş sözcük olarak bırakılıyor. Cumhuriyet ve cumhurbaşkanı, yalnızca sığınılan sözcükler.

Tek kişiyle yönetilecek ve nitelikleri tek kişinin keyfiyle uygulanacak bir cumhuriyetin, günlük ve kısa vadeli çıkar ilişkilerine hizmet edecek gibi gözükse de, bu kadar yüklü kriz batağından çıkışı değil, batışı getireceği açık. Artık bütünüyle çözülen, paramparça olmuş bir devlettir söz konusu olan.
Sermaye sınıfının elinde epeyce “cumhuriyet” paketi var. “Seç beğen al” derler de, içeriği göstermezler. “Devlet şeklinin adı cumhuriyet, devleti elinde tutanın adı da cumhurbaşkanı olsun, ama bizim düzen yıkılmasın, yeter” diyorlar.

Cumhuriyet tarihi, epeyce badire atlattı. Ekonomi krizlerinde de, siyaset ve demokrasi krizlerinde de, kesintilerde de “cumhuriyet” adı hep kaldı. Ama şimdi, “en sahte” seçenek halkın önüne kadar geldi. “Sahte”, çünkü cumhuriyet de temsilcisi de yanılsama. “En sahte”, çünkü cumhuriyetin niteliklerinin içi emekçiye “karşıtlık”la, halka “düşmanlık”la dolu; temsilcisinin yetkileri de sınırsız ve keyfi kullanıma açık, hükümdarca…
“En sahte”ye, sermaye sınıfı yönünden “en rahat”, düzen yönünden de “tahakkümü en yüksek” denilebilir; “anti demokratik, anti laik, anti sosyal ve hukuksuz devlet” de denilebilir.    
“Hayır”, cumhuriyetin en sahtesine “dur” diyecek ama cumhuriyeti 1923’den bu yana lime lime eden sermaye düzeni ve gericilik ne olacak? Paranın ve dinin saltanatı ne olacak?

"Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup onunla defalarca oynayanlar, “etnik” kavgaya da sığınıp paranın ve dinin saltanatını elinde tutanlar olmadı mı hep? Ve anayasal kurum ve kurallar bu teslim alma oyunlarına karşı suskun kalırken, halkın direnişlerini bastıranlar da aynı sömürücü ortaklar değil mi?
Hem ilerleme hem de ilerleme için uygun biçim olarak Cumhuriyeti bu tahakküm gücüne teslim etmemek gerekir. Doğru… Ama yetmez.

Bugünden 16 Nisana, 17 Nisan sabahından geleceğe hangi cumhuriyet için mücadele edeceğini bilmeden “hayır” da boşta kalır. Sömürenlerin, ezenlerin, zorbaların, yalancıların, gericilerin elinde kılıktan kılığa sokulan, “tahakküm” altında kalıp kendisini “tahakküm” aracı olmaktan kurtaramayan “cumhuriyet” de bu “hayır” ile kendisini kurtarmak zorunda.
Çünkü cumhuriyet, sermayenin egemenliğini, gericiliğin baskısını, dinsel özgürlükle kandırılmış sözde laikliği,  emekçi halkın sömürülmesini ve ezilmesini, eşitsizliği ve adaletsizliği, hukuksuzluğu, tutsaklığı, keyfiliği, yalanı, talanı, hırsızlığı, cinayeti, kıyımı içinde taşıdığı sürece halktan kopar; çıkarcıların tahakkümüne hizmet etmeye başlar, sahteleşir.
Sahte cumhuriyette, “cumhurbaşkanı” da yalnızca adıyla kalır. “Partili”, bir de “parti başkanı” olan, aynı zamanda yürütme organını tek başına üstlenen, yasama ve yargı organlarına hükmeden kişi, hem siyaseten hem de hukuken “tarafsız/hakem” niteliğini kaybeden “yanlı baş” olur.                   
“Cumhuriyet”, ama yetmez.
Ne milliyetçilik ve dinsellik, ne burjuva devlet ve tek kişi yönetimi… Bunları aşıp, “devrimci koşulların yaratılma sürecini” ihmal etmeden gerçek eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri içinde yaşayacak, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma odaklanmak şart.

“Hayır”ı, siyasetsiz bir Türkiye’yi ve sahte cumhuriyet girişimlerini reddetmenin,  düzene karşı sınıfsal mücadelenin, örgütlülüğün anahtarı yapmak şart. 

“Cumhuriyet”, ama yetmez.



İşçi sınıfının öncülüğünde, halkın ülkenin gerçek sahibi olacağı, her yurttaşın yaşamının her alanında yönetime gerçek anlamda katılacağı, tüm yönetim kademelerinin aşağıdan yukarıya seçimle geleceği ve seçmen önünde hesap vereceği, toplumsal denetimde ve denetim organlarında herkesin etkin görev alacağı gerçek bir cumhuriyete; “sosyalist toplumun sosyalist cumhuriyeti”ne kilitlenmek şart.

Ali Rıza Aydın / SOL

Amiral gemisinin batışı - L. DOĞAN TILIÇ

Hürriyet’in “Türk basının amiral gemisi” sıfatına hiç itirazı olmayanlar bile, epeydir geminin su almakta olduğunu söylüyordu. “Canlar alan” şu “Karargâh Rahatsız” fırtınasından sonra “battı” derseler haksız sayılmazlar.

Konuyu biliyorsunuz; 25 Şubat tarihinde “7 ELEŞTİRİYE 7 YANIT” manşetiyle çıkan gazete, iç sayfadaki haberine de “KARARGAH RAHATSIZ” başlığını atmıştı.

Galiba haber şöyle oluşmuştur: Son zamanlarda muhalefet kaynaklı ve doğrudan Genelkurmay Başkanı’na yönelik eleştirilerden rahatsız komutanlar bir gazeteci ve gazete seçmişlerdir. Sürekli cumhurbaşkanı ile geziyor, darbe sanığı Dişli ile villa arsası aldı, Akit’e başsağlığı diledi, Amerikalı generalin ayağına gitti, Çuvalcı generalden madalya aldı, Kardak’a turistik gezi yaptı iddialarına cevap vermiş, araya da “orduda başörtüsü serbest bırakılırken bizden görüş alınmadı” gibi hükümetin üzerine alınacağı bir şey ekleyip “yaz gazeteci” demişlerdir! Kısacası, Genelkurmay, Hürriyet üzerinden tipik bir halkla ilişkiler operasyonu yapmış!

Zaten resmi açıklama ile de yazılanların tümünün kendi “bilgilendirme”lerine dayandığı, yalnızca “Karargâh Rahatsız” rahatsız ifadesinin kendilerinden çıkmadığı belirtilerek haber doğrulandı.
Aslında haberde ve haberin birinci sayfadaki manşetinde hükümeti rahatsız edecek bir şey yok. Hükümetle arayı bozmamak için canını dişine takmış olan ve iktidarın en küçük salvosunu bile kurban vererek savuşturmaya çalışan Hürriyet’in “hükümete çakmak” gibi bir motivasyonu olabileceği de düşünülemez.

Tersine, haberi yaparken habercilik dışında bir motivasyon olmuşsa, o da ancak iktidarla olağanüstü uyum içinde olan Genelkurmay Başkanı’nı savunarak göze girmeye çalışmak olabilir.
Sonuçta, gideceği epeydir konuşulan Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin ve onunla birlikte iç sayfa sorumlusu editörler gitti. Hükümet de, tıpkı 15 Temmuz’u bir fırsata çevirdiği gibi, pek riski de olmayan haber başlığını, tam da referandum öncesinde ve 28 Şubat’ın yıldönümünde safları sıklaştıracağı bir fırsata dönüştürdü.

S. Ergin gibi deneyimli ve diplomasi birikimi olan bir gazetecinin “Genç Subaylar Tedirgin” manşetini unutarak “Karargâh Rahatsız” ifadesini kullanacağına ihtimal vermem. Zaten genel yayın yönetmenleri genellikle birinci sayfaları hazırlarlar ki, oradaki “7 ELEŞTİRİYE 7 YANIT” manşeti tam da S. Ergin’lik.

Komplocu spekülasyonlarla, S. Ergin’e rağmen içeride tam da hükümetin kullanımına uygun bir başlık atılarak, hem referandum öncesi AKP’ye malzeme verildi hem de Ergin uzaklaştırılarak bir başka iktidar talebi karşılandı diyecek değilim.

Derdim gazetecilik açısından karşı karşıya olduğumuz felaket: Bir siyasi otorite (bu durumda Cumhurbaşkanı) bir gazetenin manşetini “terbiyesizlik”, “seviyesizlik”, “densizlik” olarak niteliyor ve “bedelini ağır ödeyecekler” diyor.

Bu öfke, olayı fırsata dönüştürme niyetinden kaynaklanmıyorsa, iktidar kanadında hala ağır bir darbeye hedef olma korkusu var demektir.

Önce haberini savunmaya çalışan gazete, Cumhurbaşkanı’nın öfkeli çıkışı karşısında geri basıp özür diliyor ve kurbanlar vererek gazaptan kurtulmaya çalışıyor. Salı günü “Konuşsanıza Hulusi Paşa” başlıklı köşesinde, “‘Karargâh Rahatsız’ haberi 28 Şubat türü bir haber mi?” kritik sorusuna “ilgisi yok” diyen yazar, dün “bu başlık darbeyi anımsattı” diyerek geminin suya indirilen yelkenleri yanına çöküyor!

Bir gazete, içeriği kaynak tarafından doğrulanan haberine o içeriğe de uygun bir başlık atabilme hakkından vaz geçiyor! Tut ki hata, “özür” ve “üzgünüz” demekle kalmayıp kurbanlar veriyor!
Bir grup “gazete” de; “Bedelini ağır ödeyecekler”, “Atılan manşet terbiyesizlik, seviyesizlik”, “Çirkin Başlık”, “Bu ne densiz yaklaşım” gibi manşetlerle, çoktan iktidara teslim ettikleri manşet hakkı üzerine tüy dikiyorlar!

Sadece amiral gemisinin batışı değil, gazeteciliğin ölümü bu!


Bize düşen de; bir gazetenin, iktidarın Twitter hesabı gibi manşetlerle yol almayı batmamak sanmasına HAYIR demek!

 L. DOĞAN TILIÇ /  BİRGÜN

Deniz Gezmiş 70 yaşında - NAZIM ALPMAN

Deniz Gezmiş Türkiye Devriminin en güzel 100 metresini en hızlı koşan delikanlıydı. Büyük şair Can Yücel, “Mare Nostrum” (Bizim Deniz) şiirinde böyle diyordu Deniz Gezmiş için…
Türkiye gibi siyaset sahnesinde nefes alıp veren ölülerin çok olduğu bir ülkede Deniz Gezmiş olabilmek hiç de kolay ulaşılabilecek bir yer değildi.


28 Şubat 2017 gecesi Kadıköy  Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi’nde Deniz Gezmiş’in 70. doğum günü kutlandı.
Organizasyon resmi olarak Deniz Gezmiş Bağımsızlık ve Özgürlük Vakfı tarafından düzenlenmişti. En önemli partneri ise Kadıköy Belediyesiydi.
Böylesi işlerin görünen ve görünmeyen kahramanları vardı. Ancak bu gece Deniz Gezmiş dostlarının tam bir ortaklaşa çalışmasıyla kotarılmıştı.
Deniz Gezmiş yakın arkadaşları Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte katledildikleri 6 Mayıs 1972’den bu yana geçen 44 yılda ölmek ne kelime özgürlük rüzgarı olarak ülkenin üzerinde esmeye devam ediyorlar.
Deniz Gezmiş 70 Yaşında gecesi biletli bir organizasyondu. Gecenin geliri Deniz Vakfı tarafından tahsil hayatına devam eden öğrencilere verilecekti.

•••
Gecenin sunuculuğunu Sunay Akın yapıyordu. Sunay muhteşem bir araştırmacı ve hikaye anlatıcısı olduğunu bir kez daha gösterdi. Öylesine uzak ve derinlerde kalan tarihi gerçekler ile Deniz’i bir araya getirdi ki, hepimizin ağzı bir karış açık kaldı!
Mesela 1800’lerin ikinci yarısında esir düşmüş bir Osmanlı askerinin kibrit kutusunun içine sığacak büyüklükte yazdığı anılarından Deniz Gezmiş’in büyük babasını çekip çıkarttı. 1960’larda Sivas’tan İstanbul’a kamyonla gelen Gezmiş ailesinin hikâyesini; Türkan Şoray ve Kadir İnanır ile birlikte başrolünde “kamyon” olan Selvi Boylum Al Yazmalım filmine bağladı. Sonra da bu filmin efsanevi fon müziğinin bestecisi ve icracısı Cahit Berkay’ı sahneye davet etti.
Cahit Berkay Moğollar Grubu’nun kurucusu ve halen de lideridir. Cem Karaca ile birlikte çaldı söyledi yıllar boyu… Şimdi oğlu Emrah Karaca ile çalıyor ve söylüyor. O de 1968’den günümüze erişen bir dev müzisyen olarak Deniz’in yanında yer aldı bir kez daha…
Sonra Hayko Cepkin’i sahneye çağırdı Sunay, Cahit Berkay onunla birlikte gençlik rüzgarları estirdi.
Edip Akbayram ise Can Yücel’in o unutulmaz şiirini milyonlara ezberlettiği bestesiyle “Aşk olsun sana çocuk” diyerek bütün yürekleri kabarttı. Edip tevazu sahibi kişiliğiyle yaptığı büyük işlerin altını çizmeden yürüyüp giden bir başka büyük sanatçı olarak Deniz’in yanına çok yakışmıştı.
Hüseyin Turan, Ruhi Su Dostlar Korosu ve Mazlum Çimen eski türkülerimiz ve yepyeni besteleriyle gecenin ruhunu yükselttiler.
Zuhal Olcay bir Livaneli bestesiyle herkesi kendine bağladı. Onun özel sesi ve kendine ait yorumuyla bir başka güzeldi her şiir, her şarkı, her türkü…
Bütün gece durmaksızın bütün sanatçılara Cem Öğretir orkestrası eşlik etti. En küçük bir aksama yaşamadılar, yaşatmadılar.
Sunay Akın birbirinden ilginç Deniz Gezmiş hikayelerini sıralamaya devam etti. En sonunda da idam öncesi “son isteğin nedir?” diye sorulduğunda Deniz’in ağzından çıkan sözleri Sunay aynı onun gibi telaffuz ediyordu:
“Rodrigo’nun gitar konçertosunu dinlemek istiyorum!”

•••
Gecede kısa konuşmalar da yapıldı. Deniz’in kardeşi Hamdi Gezmiş vakıf adına çok kısa bir konuşma yaptı. Avukatı Mükerrem Erdoğan, idam gecesinden bir ayrıntıyı paylaştı:
“Deniz, idam sehpasına doğru yönelirken ‘Hadi bana eyvallah’ diyerek yanımızdan ayrıldı. Bu bir film sahnesi gibiydi.”
Böylesi yiğitlerin hangi cenahtan çıkabileceğini biraz sonra sahneye gelen bu yıl 50. sanat yılını kutlayan Zülfü Livaneli söyledi:
“Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Deniz Gezmiş… Bizim arkamızda bu isimler var. Soruyoruz, sizin arkanız da kim var?”
Türkiye’de siyasi sağ böylesi başkaldıran isimlere sahip değildi. Bu yüzden, başkaldırı hikâyelerine ihtiyaç duyduklarında sola gelip, ödünç şiirler, şarkılar, cezaevi hikayelerini alıp kürsülerden seçmenlerine savuruyorlardı. Çünkü kendilerinde yoktu!
Livaneli “bizim bütün yiğitlerimiz için birlikte söyleyelim” dedi:
“Yiğidim aslanım burada yatıyor!”
Gecenin sonunda bütün sanatçılar ve gecenin hazırlayıcıları sahneye çağırıldı. Olayın orta direği olan Sunay Akın ve onun sağ kolu Can Ersal ilk kez yan yana geldiler. Sürpriz olarak Eşber Yağmurdereli de oradaydı. Ve varlığıyla çok alkışlandı. Sadece Deniz orada değildi. Ya da bütün salondakilerin kalbindeydi:
“Deniz Gezmiş 70 yaşında!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

Türkiye büyük devlettir - ÖZGÜR MUMCU

Başkanlık sistemini getireceği ileri sürülen ancak azgelişmiş ülkelere özgü başkancı sistemi içeren anayasa değişikliğinin savunulacak bir yanı yok. Neresini savunacaksınız? Nasıl savunacaksınız?
Bir devletteki bütün yetkileri tek bir insana vereceğiz ve o insanın herhangi bir şekilde denetlenmesini fiilen imkânsız kılacağız diye oy toplamak zor. Gelgelelim değişiklik aşağı yukarı bunu öngörüyor. Açıkça belli ki değişiklik Tayyip Erdoğan için özel olarak tasarlanmış. 
 
Başkancı sistem kendisine saygısı olan bir devlet için utanç vericidir. Farklı toplum kesimlerinin demokratik bir uzlaşmayla kendini yönetmesi yerine bir “başkan baba”ya ihtiyaç duyulduğunu iddia etmek, toplumu yeterince olgun bulmamak anlamı taşır. Başkancı sistem bu sebeple “milli irade”ye taban tabana zıt, hatta “milli irade”ye en aykırı sistemdir. 
 
Seçildiği süre boyunca başkanın yanılmaz, kandırılmaz, aldanmaz ve hata yapmaz olduğunun da peşin kabulüdür. Öyledir çünkü bu süre boyunca başkanın denetlenmesi ya da hesap vermesi mümkün değildir. Hatta Meclis biraz rahatsızlık verirse OHAL ilanıyla Meclis’in tamamen devreden çıkarılmasının da önünde bir engel yok. “Efendim, Cumhurbaşkanı’nın OHAL KHK’lerini Meclis bir ay içinde karara bağlamak zorunda.” O zorunluluğu kaldıran bir OHAL KHK’sini kim denetleyecek? Anayasa Mahkemesi, OHAL KHK’lerini denetlemeyeceğini çoktan karara bağladı.
“Müslüman aynı yerden sokulmaz” demesine rağmen bir zamanların üstü örtülü koalisyon ortağı cemaat tarafından defalarca kandırılmış bir anlayışın bir daha asla kandırılmayacağını kim ileri sürebilir? Peki, başyaver bile cemaat üyesi olduysa, başkanın yardımcıları arasına cemaat ya da başka bir odaktan birinin sızmayacağını nasıl bilelim? Bilsek de denetleyemeyiz ki. Bu anayasa herkesin elini kolunu bağlayacak. Hatta yurtdışına çıktığında bizzat başkanın kendi bile bir yardımcısı tarafından devre dışı bırakılabilir. 
 
Bu ve benzeri onlarca sebepten dolayı “evet” propagandası basit bir hamasetten ibaret. Siyasi hayatı başkanlığa karşı açıklamalarla dolu Devlet Bahçeli’nin neyi, neden savunduğu zaten belli değil. Defalarca sorduk en fazla sabahlara kadar kendisiyle tartıştığını söyledi. Bundan çıkarılabilecek tek sonuç Sayın Bahçeli’yi daha yeni uykuya daldığı için sabah erken saatlerde arayıp rahatsız etmemek gerektiği oldu. 
 
Bir “evet” panelinde partisinin başkan yardımcısı da neden “evet” dediğini soran birine cevap veremeyip kendisine özel olarak anlatabileceğini söyledi. Kaldı ki aynı kişi daha eylül ayında güçlendirilmiş parlamenter rejimden yana olduğunu söylüyordu. 
 
Sayın Erdoğan hayır oyu verenleri terörist ilan etmek dışında elle tutulur bir açıklama getirmedi. Binali Yıldırım Bey ise başkanlık sisteminin “Erdoğan için değil her doğan” için olduğunu ilan ederek basit kelime oyunları haricinde bir gerekçesi olmadığını defalarca ispat etti. 
 
Şayet bu medya baskısı ve OHAL şartları olmasaydı, “evet” oyu Türkiye referandum tarihinde görülmemiş bir mağlubiyet alacaktı. Muhtemel ki yine mağlup olacak. 
 
Türkiye, millete anlatılamayacak kadar kötü, böyle bir geri kalmış devlet yönetim biçimini reddedecek kadar büyük bir devlettir.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Irak anayasası Binali Yıldırım'ı yalanlıyor - Ahmet TAKAN / Yeniçağ

Çapulcu başı Barzani'nin Türkiye'ye gelişi, Atatürk ve Esenboğa Havalimanlarının gönderine çekilen peşmerge paçavrası ile ilgili meydana gelen haklı büyük tepkilerden devam edelim...
Skandal ötesini savunan Başbakan Binali Yıldırım'ın Salı günkü partisinin grup toplantısında söylediklerini bir kez daha hatırlayalım;
 "Irak anayasasına göre Kuzey Kürdistan Bölgesel Yönetimi özerk bir yapıdır. Parlamentosu, başbakanı, bakanları, ayrı bayrağı vardır ve dünyada bu şekilde tanınır. Türkiye Irak'ın toprak bütünlüğüne sonuna kadar saygı duyar. Irak Anayasası'nın gereği neyse ona da saygı duyar."
Türkiye Cumhuriyeti anayasasını rafa kaldıran iktidarın Başbakanı Yıldırım acaba Irak anayasasını skandala dayanak ederken doğruları konuşuyor mu?.. Hayır!.. Irak anayasasında "Kuzey Kürdistan Bölgesel Yönetimi"ne ayrı bayrak hakkı tanınmıyor.

Irak anayasasının maddelerini tek tek inceleyen Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, YENİÇAĞ'a yaptığı açıklamada, "Başbakan Yıldırım'ın söylemleri gerçeklerle bağdaşmıyor" dedi. Yalım'ın açıklaması şöyle:
"Irak Anayasasının 12. Maddesine göre 'Irak bayrağı, Irak halkının bileşenlerini yansıtacak şekilde yasayla belirlenir.' 13. maddeye göre de 'Irak Anayasası Irak'taki en üst yasa olup, Irak'ın istisnasız her bölgesinde geçerlidir. Anayasayla bağdaşmayan yasa çıkartılamaz. Bölgesel anayasalarda veya diğer hukuki belgelerde Irak Anayasası ile çelişen hükümler geçersiz sayılır.'

Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Anayasası'nın 4. maddesine göre 'bölge halkı Kürtlerden ve Türkmen, Asuri, Keldani ve Arap ulusal azınlıklardan oluşur ve anayasa söz konusu azınlık haklarını tanır.' 6. maddeye göre de 'Irak Federal Cumhuriyeti'nin bayrağına ek olarak, Kürdistan bölgesi özel bir bayrağa sahip olacak ve durum yasa ile düzenlenecektir.' Bölgesel Yönetimin hazırladığı anayasanın 6. maddesi hem kendi içinde 4. madde ile çelişmekte hem de Irak anayasasının 12 ve 13. maddeleri ile çelişmektedir.

Irak anayasasına göre Irak'ın tek bir bayrağı olup bölgesel yönetimlerin ayrı bayraklarının olması mümkün değildir. Irak anayasası, Başbakan Yıldırım'ın söylemlerini yalanlıyor. Ayrıca, Yıldırım ve AKP Hükümeti, Irak'ın toprak bütünlüğüne ve Irak anayasasına saygı da duymuyor."
Fiili durumu hukukileştirme tezgahları tek Türkiye ile sınırlı değil demek ki!..

"Bahçeli oturuyor"

Ümit Yalım, Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin, bayrak krizi konusunda sınır tanımadığına işaret etti. Yalım, Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin himayesinde, 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığına Yunan bayrağı çekildiğini ve 2004 yılından beri tam 13 yıldır Türk topraklarında Yunan bayrağı dalgalandığını hatırlattıktan sonra da şöyle konuştu:
"Erdoğan ve AKP Hükümetinin "evet"çi ortağı Devlet Bahçeli, 'sözde Kürdistan bayrağının Türkiye'de, Türk bayrağına eş tutularak asılması skandaldır, aymazlıktır, rezalettir' dedi. Aynı Bahçeli, İzmir, Aydın ve Muğla il sınırları içinde 13 yıldır dalgalanan Yunan bayrağına ve elini kolunu sallayarak dolaşan Yunan askerlerine seyirci kalıyor, Balgat'taki makamında sessiz sedasız oturuyor. Bahçeli, 'evet'çilere destek vermek suretiyle, vatan topraklarını Yunan askerine teslim eden Erdoğan ve AKP Hükümetlerine de açık destek veriyor."

Ziyaretin diğer yüzü

Ümit Yalım, Barzani ziyaretinin karanlık yüzünü de şöyle araladı:
"Barzani ziyaretinin bir maksadı da Kerkük petrollerinin dünyaya pazarlanması. Geçtiğimiz günlerde Irak Hükümeti ile İran Hükümeti arasında bir mutabakat zaptı imzalandı. Anılan zapta göre Kerkük petrolü, boru hattı ile İran'a akıtılarak İran üzerinden dünyaya pazarlanacak. Boru hattının inşa edilmesi halinde Barzani'nin gelir kaynağı kesilmiş olacak. Kerkük petrolü hâlihazırda Türkiye üzerinden Ceyhan'a ulaştırılarak başta İsrail olmak üzere dünya ülkelerine pazarlanıyor.

Mehmetçiğe kurşun

Amerika, Saddam yönetimini devirdikten sonra, Kerkük-Ürdün-Hayfa/İsrail Petrol Boru Hattı'nı açmak istedi, ancak Ürdün Hükümeti boru hattını açmayı kabul etmedi. Amerika, Ürdün'ün açmadığı petrol boru hattı yerine daha kolay bir yol seçti ve petrolün Türkiye üzerinden Akdeniz'e çıkarılmasını sağladı. Amerika ve İsrail'in vesayeti altında olan Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti,  Barzani yönetimine hayat öpücüğü verdi ve İsrail'in petrol maliyetlerini düşürdü. Barzani, PKK terör örgütüne silah, mühimmat, yiyecek ve giyecek desteği sağlıyor. Yani Türkiye üzerinden Akdeniz'e çıkarılan petrol, Mehmetçiğe kurşun olarak geri dönüyor."


Kaynak: Irak anayasası Binali Yıldırım'ı yalanlıyor - Ahmet TAKAN

1 Mart 2017 Çarşamba

Soruyorum Diyanet’e: Gezer mi kapı önünde terlik? - TAYFUN ATAY

“Payitaht Abdülhamid” dizisini izlerken çok acayip bir reklam filmi de çıktı karşımıza. Dizinin sponsoru olan Gezer Terlik, başlangıçta ve aralarda seyrimize sunduğu reklamla bu toplumda gündelik hayatın içinde ciddi anlaşmazlık kaynağı olan bir kültürel pratiği alenen teşvik etti.
Gezer’in reklam filmi, bir apartman dairesinin kapısının önüne boca edilmiş mebzul miktarda terlik çiftleriyle açılıyor. Sonra bir hanımefendinin eve yaklaşan terlikli ayaklarını görüyoruz. Kapının tam önünde, belli ki elinde "ev-içi" için getirdiği bir başka terlik çiftini giyip eve giriyor. Koridorda yürüdüğü terliği ise kapının önüne (elbette hepsi “Gezer” olan!) diğer terliklerin arasında bırakıyor.
Tabii reklamın “Payitaht Abdülhamid” dizisi eşliğinde karşımıza gelmiş olması, anlamlandırma çabasını daha da kışkırtan bir nokta!..

Şöyle ki elimizde güvenilir bir araştırma, istatistiksel bir veri olmasa bile kısmi gözlemler eşliğinde bu alışkanlığın bir “gelenek”le, üstelik dine göndermeyle meşrulaştırma yoluna gidilen bir gelenekle bağının kurulduğunu öne sürebiliriz.

Ve bu doğrultuda söz konusu pratiğin makro ölçekte 150 yıldır devam eden “kültürel değişme” maceramızda karşı karşıya kalınan toplumsal gerilim, sürtüşme ve çatışmaların gündelik hayatın içinde, mikro ölçekli bir izdüşümüne kaynak oluşturduğu da düşünülebilir.

Yelpazenin bir ucunda evin içinde bile ayakkabıyla dolaşmayı veya konuklarını dolaştırmayı tercih eden, hiç kuşkusuz sınırlı oranda bir toplum kesimimiz var. Diğer uçta da dışarıda giydiği ayakkabısını, terliğini evin kapısının eşiğinden dahi içeri sokmaktan kaçınan hatırı sayılır bir toplum kesimimiz var.

Ve bu tercihler, açık konuşmak gerekirse, alafrangalık-alaturkalık, modernlik-gelenekçilik ve (hiç gücenilmesin) "gâvurluk-dindarlık" ikiliklerine de oturtulma cihetine gidilmekte. O yüzden Abdülhamid gibi İslâm’la, İslâmcılıkla en vurgulu şekilde özdeştirilen bir padişahı yücelten dizinin içinde böylesi bir reklamın sıkça karşımıza çıkmasını rastlantıdan öte bir durum olarak düşünmek de çok yadırganmamalı.

Bir Müslüman, dışarıda gezdiği ayakkabıyla, terlikle evde dolaşmaz; aynen cami gibi evine de kutsi bir önem verir ve bunları içeri sokmayıp kapının dışında bırakır;  buna karşı çıkanlar kendi değerlerine yabancılaşmış, İslâm’ın “harîm” (kutsal sayılan, öyle her önüne gelenin görmesine izin verilmeyen şey ya da yer) kuralından bihaber gafillerdir… Zahir, böyle demeye getiriliyor!..
Peki, ama ayakkabılarımız, terliklerimiz de (dışarıda giyilsin, giyilmesin) aslında “harîm”imizin bir parçası değil midir? Karımızın, kocamızın, kızımızın, oğlumuzun, evimize misafir gelmiş kadınlı-erkekli ahbabımızın ayakkabılarını veya terliklerini tüm hararetleriyle kapının önünde herkese teşhir etmek, ahlâken, edeben ve dinen ne kadar doğrudur acaba?..

Bu soru, açık açık sorulamıyor. Çünkü bu “sorun”, genelde komşu şikâyetleri doğrultusunda apartman-site yöneticilerinin terlik ve ayakkabı yanı sıra kapı önüne hiçbir şey (çocuk arabası, süs, çiçek, hatta paspas) bırakılmaması şeklinde aldığı kararlarla üstü örtük şekilde çözülmeye çalışılıyor. (Hoş, bunu da çok kaale alan olmuyor, herkes bildiğini okumaya devam ediyor.)
Fakat şimdi Gezer Terlik, hem de “Abdülhamid-i sâni” gibi “İslâmi gelenek”le en tepeden özdeş birinin ruhunu şâd etmeye dönük dizinin sunumuna apartmanlarda kapı önüne çifter çifter terlik (ayakkabı) bırakma “geleneği”ni de eklemliyor ve bu pratiği meşrulaştırıyor.

Elbette bu simgesel buluşma, algısal semere de verecektir: Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz hesabı, Müslüman sitesinde de terlik-ayakkabı kapıdan içeri sokulmaz gibisinden!..
Gerçekten öyle mi acaba?..


İyisi mi olur olmaz her şey için fetva istenen resmi din kurumumuzun kapısına bu defa da biz dayanalım ve soralım Diyanet’e:
Apartman ve sitelerdeki ortak yaşam alanlarında komşuların rızasını dahi almaya gerek duymaksızın kapıların önüne tozuyla çamuruyla, teriyle kokusuyla, çizmesi-botu topuklusuyla ayakkabı (ayrıca da terlik) bırakmak makbul müdür, mekruh mudur?

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İki ‘karanlık’ sözleşme daha - ÇİĞDEM TOKER





Kestirmeden söyleyeyim:
Başlıktaki karanlık sözcüğünü; halktan ısrarla saklanan, açıklanmayan anlamında kullandım.
Çünkü devlet:
- Hazine kaynaklarından, özel şirketlere 25 yıl boyunca kira ödeme yükümlülüğü altına giriyorsa
- Çeyrek yüzyıla uzanacak bu taahhütler, bizlerin vergisinden ödenecekse
- 30’a yakın projede, ta 2038 yılına kadar milyarlarca liralık kamu kaynağı çıkacaksa bu tutarlar ve sözleşmeler açıklanmalıdır. 


***

Şehir hastaneleri ile ilgili yeni bir gelişmeden söz ediyorum
Dünkü Resmi Gazete’de “2017 Yılı Ocak Ayına Ait Teşvik Belgeleri Listesi” açıklandı.
Ekonomi Bakanlığı’nca yayımlanan listede, farklı sektörlerde toplam 528 şirket ve kuruma devletçe sağlanan vergi indirimi, sigorta ve faiz desteği gibi teşvikler ayrıntısıyla yer alıyor.
Listede Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle (Gama Holding-Türkerler) yaptırılan ve yeni kurulacak iki şehir hastanesine ilişkin yatırım teşvikleri şöyle:
- Kocaeli Hastane Yatırım ve Sağlık Hizmetleri A.Ş
1180 yataklı Kocaeli Şehir Hastanesi, 900 milyon TL’ye mal olacak. Devlet, Kocaeli Şehir Hastanesi için şirkete KDV istisnası, yüzde 50 vergi indirimi, yüzde 15 de yatırıma katkı oranı sağlıyor. Toplam teşvik 64 milyon 227 bin TL.
- İzmir Bayraklı Hastane Yatırım ve Sağlık Hizmetleri A.Ş
2 bin 600 yataklı İzmir-Bayraklı Şehir Hastanesi, 1 milyar 700 milyon TL’ye mal olacak. Aynı şekilde KDV istisnası, yüzde 50 vergi indirimi ve yüzde 15 yatırıma katkı oranı sağlanıyor. Toplam 110 milyon 802 bin TL. Sadece iki şehir hastanesi için devletin bir yılda sağlayacağı teşvik 175 milyon TL. Üstelik bu tutar bedava verilen Hazine arazisini kapsamıyor.
 
Kira bedeli niye gizemli?
 
Sağlanan teşviğin kuruş kuruş yayımlandığı Resmgi Gazete’de, Sağlık Bakanlığı’nın bu şirketlere kaç lira kira ödeyeceği bilgisini bulamazsınız.
Kalkınma Bakanlığı’nca yayımlanan 2015- KÖİ raporunda, 17 şehir hastanesi için devletin 27 milyar dolarlık kira yükümlülüğü altına girdiği belirtiliyordu.
Şehir hastaneleri sayısının 30 olacağı gururla açıklanıyor da. Döviz mi yoksa TL üzerinden mi yapıldığını bilmediğimiz kira sözleşmelerinin toplam tutarı, niyeyse aynı gururla açıklanmıyor.
Bu durumda şu çerçevesi ısrarla vurgulamakta yarar var: 

Yatırım üç-dört yılda amorti oluyor
 
KÖİ yöntemli şehir hastaneleri, şirketin 25 yıl boyunca işletmesi, süre sonunda da devlete devretmesi esasına dayalı.
Model, devletin bedava arazi vermesi, vergi, SSK, faiz teşviki sağlaması, şirketlere 25 yıl boyunca da kira ödemesi, doktor ve sağlık personeli sağlaması, yüzde 70 oranında hasta doluluk garantisi, şirketlerin -kira geliri dışında-, otopark, güvenlik, temizlik, yemek, görüntüleme, dokümantasyon gibi hizmetler karşılığında para kazanması esasına dayalı.
Önceki yıllarda bağıtlanmış şehir hastanelerinde, kira bedeli-sabit yatırım tutarlarına bakılırsa müteahhit şirketin yatırım bedelini, üç-dört yıl gibi bir sürede amorti edeceği görülebiliyor.
Sözgelimi Türk Tabipleri Birliği verilerine göre Ankara’da inşaatı süren Etlik Şehir Hastanesi’nin sabit yatırım bedeli: 1 milyar 97 milyon TL.
Buna karşılık, devlet bu projeyi yapan Türkerler-Astaldi’ye 25 yılda toplam 6.9 milyar TL kira ödeyecek. Hastane yatırım bedelinden 5.8 milyar TL üzerinde, devletten çıkacak bir tutardan söz ediyoruz.
Ezcümle, pek çok soru ve sorunu içinde barındıran şehir hastaneleri konusu “Amerika’dan daha çok yataklı hastanelerimiz var” hamasetiyle cakası satılacak bir konu değil.
Uygar ülkeler, sağlık politikalarında koruyucu sağlık hizmetlerine kaynak ayırırken, vatandaşına hastaneye gitmeyi teşvik eden bir sağlık politikasıyla, ancak yeminli partililerinize övünebilirsiniz.
Yıllar sonra bugünkü KİT açıkları gibi şehir hastaneleri kara delikleriyle karşılaşacağımızı bilen bize değil.
Neyse ki Varlık Fonu kuruldu!..

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Karargâh muhalefetten rahatsız - ÖZGÜR MUMCU

Taşı sıkar mağduriyet çıkarır bir iktidar bu. Hem popülist sağ siyaset hem de onun Ortadoğulu yansıması siyasal İslamcılık, toplumun kurulu düzenden duyduğu memnuniyetsizliği hatta o düzene duyduğu öfkeyi sömürerek büyür. 
 
Bu sebeple de hem o öfkenin hedefindeki düzenden nemalanır hem de kendini geniş halk kitleleriyle beraber o düzenin mağduru gibi gösterir. 
 
Eski ancak son derece geçerli ve işleyen bir stratejidir bu. Hele dünya bugünküne benzer zamanlardan geçerken. 
 
İşte her yerde kendine karşı büyük bir oyun oynandığına inanan ve mağduriyet detektörleri haldır haldır çalışan bu anlayış en son Hürriyet gazetesinin haberinden nur topu gibi bir mağduriyet devşirdi. 
 
Haber, muhalif çevrelerin yönelttiği eleştirilere Genelkurmay’ın verdiği cevapları içeriyor. Dün TSK’den yapılan resmi açıklamada da görüldüğü üzere haber kaynağı bizzat TSK. Ne diyor açıklama:
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Genelkurmay Başkanı’nın şahsına yönelik eleştiri kisvesi altında iftiraya varan iddialar ile ilgili bir basın mensubuna bilgilendirmede bulunulmuş ve bu hususlar 25 Şubat 2017 tarihinde yayımlanmıştır.” 
 
Nedir bu “iftiraya varan iddialar”: Silahlı Kuvvetler’de başörtüsü yasağının kaldırılması, Akit’e başsağlığı telefonu açılması, Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanı ile yaptığı ziyaretler, Genelkurmay Başkanı’nın ABD’li generalin ayağına gittiği iddiası, Kardak ziyaretinin “turistik gezi” olarak değerlendirilmesi, Çuvalcı komutanın madalya takması, Hulusi Akar’ın darbe girişimi sebebiyle tutuklu General Dişli ile ortak villası olması. 
 
Bu iddiaların ilki hariç hepsinde TSK’nin ya iddiaları yalanladığı ya da kendince izah edip eleştirilerin haksızlığını göstermeye çalıştığı anlaşılıyor. Başörtüsünün serbest bırakılması meselesinde ise herhangi bir yargıda bulunmadan kararın Milli Savunma Bakanlığı tarafından verildiği söyleniyor. 
 
İktidara yönelik herhangi bir eleştiri, bir ima yok. Gazete haberin devamını iç sayfalarda “Karargâh Rahatsız” şeklinde duyurmuş. Dünkü TSK açıklaması ise kendilerinin böyle bir ifadesi olmadığını belirtiyor. 
 
Zaten bu bir manşet. Genelkurmay’ın ifadesi değil. Kaldı ki Karargâh gerçekten rahatsız. Ama Cumhurbaşkanı ya da hükümetten değil muhalefetten rahatsız. Haberin içeriği de takip eden TSK açıklaması da bunu açıkça ortaya koymakta. 
 
O vakit iktidar medyası neden ayaklandı? Neden TSK’nin resmi kaynaklarına dayanılarak yapılan haberi “uydurma, masa başı” haber diye okurlarına aktardı? Cumhurbaşkanı neden haberi “terbiyesizlik ve seviyesizlik” diye değerlendirerek “bedelini ağır ödeyecekler” dedi? 
 
Tekrar edelim. Karargâh rahatsız ama muhalefetten rahatsız. Haberin içeriği muhalefetin iddialarına yanıttan ibaret. Bu hangi sebeple iktidarı da rahatsız ediyor? 
 
Referandum öncesi mağduriyet sızlanmasıyla kafaları bulandırmak gibi basit bir amaç haricinde iktidar çevreleri hangi sebeplerle Hürriyet’in bu haberine saldırıyor? 

 
Anlayan var mı?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Kaçak hakikat - BÜLENT USTA

“Saatin tik takları arasında yaşamak…” Lawrence Durrell’in “Clea” adlı romanında vardı. Yazarken zamanın elinden kurtulduğumu hissediyorum, ama bir gazete yazısı nasıl zamansız olabilir ki? “İskenderiye Dörtlüsü”nü okuduğum günlere dönüyor zihnim, kendi zamansızlığında. Beyoğlu, yağmurlu sokaklar, öğrenci evlerinde, izbe bar köşelerinde kendimizi, aşkı ve hayatı sorguladığımız günler. Kanımız kaynatacak ne çok fikir vardı. Var mı hâlâ? Fikirler bir yere gitmez, karşılaşmanız ve baştan çıkmanız ya da baştan çıkarmanız gerekir. Aşk gibi… Kendinizi teslim edince yaşayacağınız bir büyü. Sonu nasıl olur bilinmez, düşünülmez de… Sonunu düşündüğün şeyden korkarsın çünkü, önce yaşamaktan…


O kadar ağır ve acı olaylar yaşandı, öylesine derin bir belirsizlik ve tehlikeyle kuşatıldık ki, içimiz dışımız gündem oldu. Her an tetikte, her an büyük ve öncekinden daha saçma, berbat, acı bir şey olacak duygusuyla yaşamanın bedeli, şöyle sakince zamanın dışına çıkıp fikirlerle buluşmayı imkânsızlaştırdı, önemsizleştirdi. Tam tersinin olması gerekmez miydi? Asıl şimdi, kanımızı kaynatacak fikirler lazım değil mi?

Aragon’un yeni çıkan, 91 yıl sonra Türkçeye çevrilmiş “Paris Köylüsü” romanını okurken de bu duyguyu yaşadım. Gerçeküstücülerin kendinden eminliği, yeni bir şey söylüyor olmanın coşkusu… Kanı kaynayan bir dolu genç… Aragon, 26 yaşındayken yazdığı romanın önsözünde, “kaçak hakikat”ten bahsediyor örneğin, bakışların sırt çevirdiği topraklardaki kapkara bir krallıkta gezinen. Yazmak, “kaçak hakikat”in peşinde, o kapkara krallığa ait topraklarda yolculuğa çıkmak... Peşinde olduğun hakikate belki hiçbir zaman kavuşamayacaksın, ama o yolculuğun kendisi bir hakikate dönüşebilir, dönüşüyor…

Winnicott’ın “Oyun ve Gerçeklik”te yazdığı gibi, “dünya ve dünyayla ilgili ayrıntılar sadece uyulması gereken ya da uyum talep eden bir şey olarak” yaşanırsa, bu boyun eğiş birey için bir boşunalık duygusunu da beraberinde getirir; hiçbir şeyin önemli olmadığı, hayatın yaşamaya değmediği düşüncesine neden olur. Kitle kültürü ve şu dillerinden düşmeyen çoğulculuğun dayattığı şey, insanın kendisinden ve hakikatten vazgeçmesi değil mi? O yüzden mi, iktidara boyun eğenlerin umurunda olmuyor hakikat?

Önümde karbonatlı çay ve kitaplar, geçip giden gemilere bakıyorum balıkçılar kahvesinde. Balıkçıların dönmesini bekleyen şu kedilerle aramda bir fark yok. Gemilerden birine atlayıp açık denizlere gitme hayali bile kurmaz oldum. İstanbul’u keşfetme isteğiyle de yanıp tutuşmuyorum artık, sanki her şeyini biliyormuşum gibi. Hayal kırıklıklarıyla baş edemediğim için belki de. Aragon’un 1920’lerdeki Paris’i başka bir gözle, kaçak hakikatin peşinde sokak sokak yazdığı gibi, ben de İstanbul’u yazamaz mıyım? Walter Benjamin, “Pasajlar”ı yazma fikrini, Aragon’un bu romanından esinlenmiş. Benjamin, “bugünü düşle bağıntılı olan uyanık dünya niteliğiyle yaşayabilmek için”, olup bitenin bir düşün yoğunluğu içerisinde ele alınması gerektiğini yazmıştı. Tarihçi, bir tür düş yorumcusu gibi olmalıydı, işte o zaman kaçak hakikate yaklaşabilirdik.
Benjamin, gerçeğin kitlelere, kitlelerin de gerçeğe göre şekillendiğini yazmıştı. Nazilerin yükselişine tanık olduğu o günlerde, faşizmin, “kurtuluşunu, kitlelerin kendilerini ifade edebilmelerini (elbet haklarını tanımaya yanaşmaksızın) sağlamakta” bulduğunu görmüştü. Bu anlamda çoğulcuydu faşizm. Faşizmin siyaseti estetize etmesine karşılık, komünistlerin sanatı politize etmeleri gerektiğini söylüyordu ısrarla.

Çayımdan son yudumu alıp iskeleye çıkıyorum. “İskenderiye Dörtlüsü”nü okuduğum günleri, kanımı kaynatan fikirleri düşünüyorum. Şöyle yazmıştı Durrell, “Clea”da: “Büyük aşk okulları doğacak, duyusal bilgiyle zihinsel bilgi hızlarını birbirlerinden alacaklar. İnsan denilen hayvan kafesten çıkarılacak, bütün taşlaşmış inanç artıkları, pis kültür samanları temizlenecek…” Açık denizlere doğru geçip giden gemilere bakıp gülümsüyorum, Durrell’in “Hayat her şeyin efendisidir. Aklın doğasına aykırı biçimde yaşamaktayız. Gerçek öğretmen dayanma gücüdür” sözünü hatırlayarak…

Bülent Usta / BİRGÜN

En zoru yandaşlık - MUSTAFA K. ERDEMOL

Birbirlerine düşman kesilmeleri için uzun uzadıya düşünmeleri gerekmiyor bunların. Öyle hazırda bekliyorlar ki kelle almak için, aynı “cephede” saf tutmuş olmaları bile bir anlam ifade etmiyor. Hani “ahde vefa”dır, “aynı kutlu yolun yolcusu olma”dır, hak getire.

15 Temmuz’un yarattığı “kahramanlardan” biri de Hande Fırat adlı meslektaşımız bilindiği gibi. Darbe girişimi sırasında Erdoğan’la gerçekleştirdiği telemuhabbet sayesinde “millet” sokağa çıkmış, darbe önlenmişti bir anlamda. Sonrası başına “devlet kuşu” konmuş gibi olmuştu Hande Fırat’ın. Öyle ki Deniz Zeyrek’i apar topar görevden alıp Hürriyet’in Ankara Temsilcisi yaptı Doğan Grubu yöneticileri. AKP’lilerin arzusu doğrultusunda tabii.

Şimdi Hande Fırat’ın “devlet kuşu” kondurulmuş o başını isteyecekler neredeyse. Bu tür ortamların en cengâveri olan Cem Küçük istedi bile. Şu Hürriyet’teki “Karargâh rahatsız” başlıklı haber yüzünden tabii. “Darbe tezgâhçısı”ndan tutun, “FETÖ’cü komplocu”ya kadar bir sürü sıfatla anılıyor kaç gündür Fırat.

Muhalif olmak tabii ki çok zor. Kuşağımın mensuplarının büyük çoğunluğu gibi ben de kendi çapımda işkence, sürgün türü zorluklarını yaşamışımdır muhalif olmanın. Ama itiraf ediyorum, yandaşlık muhalif olmaktan çok çok daha büyük bir zorlukmuş meğer. Her gün tanık oluyorum buna kendi adıma. Muhalif olmak gerçekten kolay; ikbal beklentisinden, menfaatten uzak tuttu mu kendini kişi, uzun yıllar muhalif kalabilir de. Muhalifliği korumak için çok çaba sarf edilmesi gerekmiyor yani. Olduğu konum her neyse o konumda kendini sürekli korumaya çalışması bir insan için çok yorucu bir durum olmalı. “Yandaş olmaktan da daha zor ne var” diye sorulsa, işte bu yüzden “yandaş kalabilmek” olur yanıtım.

Çünkü, diğer yandaşların, bir yandaş tarafından yapılan her şeyi, atılan her adımı “düşmanlık” gibi görmeleri saniyelere bağlı. Her gün örneklerini görüyoruz. Hande Fırat’ın başına gelen de bu zaten. Benim bildiğim “muhafazakar sağcı” kesimin tutumu “kol kırılır yen içinde kalır” idi bir zamanlar. Bu nev zuhur güruh bir başka tarza sahip. Bel altı, bel üstü ne varsa kullanıyorlar birbirlerine karşı. Ayarlarının bozulduğu çok ortada. Çünkü ilk kez “İslamcı iktidarı” bu kadar çabuk kaybetmeye yakın durumdalar, bakmayın hala gücünü koruyorlar “tespitlerine” kimilerinin. Bu “kaybetme” gibi büyük bir altüst oluş bozar dengeyi bozsa bozsa. Çok ama çok acımasızlar birbirlerine karşı saldırılarında.
Eski mücahit falan da dinlemiyorlar doğrusu. O kadar şirazeden çıkmış durumdalar. Vakit gazetesinde, evet dikkatlice okurum ben her gün, Mehtap Yılmaz hanımefendi dünkü yazısında Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu için “İç güveysi Temel” dedi örneğin. Karamollaoğlu’ndan ben de hazzetmem ama Yılmaz’ın onu böyle tanımlamasının nedeni benimkinden çok farklı tabii. Referandumda parti olarak “hayır” diyeceklerini açıkladığı için kızgın Temel Bey’e. Bu arada, hanımefendi kusura bakmasın ama o yazıları sanırım kendisi değil rektör olan saygıdeğer eşi yazıyor sanıyorum. Bir kadın yazı yazamaz diye düşündüğümden değil, ama sanki bir erkek üslubu var yazılarında. Tadı tuzu yok o ayrı, komik olmaya çalışıyor yazılarında ama yazıları değil komik olma çabası çok komik. Neyse, sadece “hayır” diyeceğini açıkladığı için Temel Bey gibi davasının “askeri”ni (asker deyince Madımak Katliamı geldi aklıma) içgüveysi diye aşağılıyor. İşte böyle anında çiziyorlar yani cephedaşlarını.

Bu süreçten, ki mutlaka aşacağız, isim olarak bunların hangisi kalacak diye bekliyorum. Yandaşların birbirlerine olan dalaşmalarının bu dönemleri aştıktan sonra mutlaka gündeme getirileceğini, en iyi yandaş olma çabasında hem çıtanın, hem de onur, itibar gibi ne tür kavram varsa onların nasıl ayaklar altına alındığını daha rahat konuşacağız.

Bu dönemlerin hiç geçmeyeceğini sanıyorlar. Hande Fırat’a, darbeci, komplocu diyorlar, olacak şey değil. Hanımefendiyi savunduğum yok, düne kadar “kahraman” dediklerini bugün nasıl hainlikle suçluyorlar ibretlik bir durumdur bu. Yandaşlık diğer yandaşların her türden saldırılarının hedefi olmak demek.

Muhalif olmanın bu tür sıkıntıları yok.


Ne güzel.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Hande Fırat gazeteci mi? - ENVER AYSEVER

Niyetim bir dönem birlikte çalıştığım bir insanı hedefe koymak ve kolay yolla eleştirmek değil. Sadece Hande örneğinden hareketle, kuşatılmış basın ortamını büyüteç altına almak istiyorum. Hemen şunu söyleyeyim; eğer siyasal iktidar bir gazetecinin sırtını sıvazlıyorsa, o kişi o gün ya mesleği bırakmalıdır ya da hemen hatasını kavrayıp, kendine çeki düzen vermelidir.


15 Temmuz gecesi bir muamma. Hande Fırat’ın ekranda yaptığı mülakat son derece önemliydi. Lâkin CNNTÜRK’ün basılması, canlı yayında tüm bunların izlenmesi bir tuhaftı! Sanki darbecilerle, karşıtları halkla ilişkiler etkinliğini de düşünerek davranıyordu. Kimilerinin sandığı gibi 15 Temmuz bir kurgu değildir. Gülen Cemaati’nin açık bir kalkışmasıdır. Ancak pek çok yönü karanlıkta kalan, gizemli bir gündür. Sonucunda Gülen darbesi gerçekleşmediyse de, başka bir karşıdevrim süreci yaşanmakta. Dahası bizim ülkemiz her zaman, yazık ki darbe riski altındadır.

Doğan Grubu’na RTE kini Hürriyet’in; “Muhtar Bile Olamaz” manşetinden kalmadır. Bana sorarsanız Aydın Doğan’ı hâkim karşısına çıkarıp, içeri tıkmadan da bu nefreti dinmeyecektir RTE’nin. Hürriyet’i ele geçirmeden de kendini zafer kazanmış saymayacaktır Cumhurbaşkanı. Başka türlü söylersek, “Eski Türkiye” simgesi saydığı bu amiral gemiyi batırmaya yemin etmiş RTE. Onca basın gücüne, memleketin tüm kurumlarını ele geçirmiş olmasına karşın bunu unutmaz, unutamaz RTE. İnsan böyle bir varlıktır çünkü. Dünyayı verseniz ille de Hürriyet diyecek!


Aydın Doğan sırasıyla gazetecileri kurban olarak verdi iktidara. Bir konuşmada kendisine de söyledim, sizinle paylaşayım: “Biz RTE için önemli bir hedef değiliz. Bizim kovulmamız asla ona yetmeyecektir. Hedefi sizsiniz, kurban vererek kurtulamazsınız. O tüm Doğan Grubu’nu istiyor” demiştim. Kısa süre sonra Aykırı Sorular yayından kaldırıldı, ben de kapı önüne kondum. Tıpkı diğer arkadaşlarım gibi. Kelle verilmeyle sonuç alınacak bir durum değildir içinde bulunulan.

Damat Mehmet Ali Yalçındağ iktidara müjdeyi veriyor bir iletiyle. Hakan Çelik, Hande Fırat göreve gelecek, diyor. O gün göstermelik biçimde görevinden istifa etti Yalçındağ ama dediği oldu. RTE’nin damadı Albayrak’a ne dendiyse yapıldı. Artık Doğan Ankara temsilcileri, genel yayın yönetmenleri AKP halkla ilişkilerini yapmakta. Bir tek Hürriyet yayın yönetmeni kalmıştı, o da geçici olarak şimdilik Milliyet’te iktidar ilişkisi deneyimi edinen Fikret Bila’da! Hakiki genel yayın yönetmeni ne zaman gelir, göreceğiz. Fatih Çekirge ilk bayrak sallayan oldu ama bu işler aceleye gelmez.

Gelelim ortalığı sarsan habere. Haber içeriğinde iktidarı rahatsız edecek bir şeycik yok. Asıl mesele başlıkta. Bu tür bir başlığın nelere yol açacağını Sedat Ergin bilir elbet. Lâkin onun izniyle olduğunu düşünmek saflık olur. Hande Fırat doğrudan Aydın Doğan’a bağlıdır ve bu iki isim de deneyimlidir. O halde şu tez yanlış olmaz: Büyük sıkıntı içinde olan AKP’ye bir can suyu vermek gerekiyordu, üstelik 28 Şubat öncesi buna ayrıca gereksinim duymaktaydı iktidar. Yani? Güçlü bir “evet” kampanyasına başlamak için uygun zemin hazırlanmış oldu böylece…

Yalnız bir konuya dikkat etmek gerek. Bu bir yalan haber değildir. Hande Fırat gibi bir isim kafadan atarak bir metni kaleme almaz. Yani? Genelkurmay muhalefetle Hürriyet üzerinden hesaplaşırken, Doğan Grubu’nu da bitirmiştir. Anlayacağınız bir taşla tüm kuşlar vuruldu. Bu denkleme baktığımızda “Hande Fırat gazeteci midir?” sorusu yanıtlanmış oluyor. Geçmişte öyle idiyse bile artık değildir. Dikkatinizi çekerim, Sedat Ergin görevden alındı, lâkin Hande görevde. Bu ne anlama geliyor peki?

Artık bu ülkede temsili olarak bile basından söz edemeyiz. Hürriyet’e iyi bir gazeteydi diyecek halim yok. Lâkin artık o kadarına bile tahammülü olmayan bir iktidar var. Meslektaşları(!) hapiste, işsiz, sanık olarak mücadele verirken, konforlu koltuklarında yalancı kahramanlığa soyunan bir takım isimlere de ‘gazeteci’ diyecek halimiz yok! Sonunda utanacaklar hepsi… Bedeli tüm halk ödeyecek…

Neden mi hayır diyeceğiz sorusunun yanıtı bu işte!

Çürümüşlüğe hayır!

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

28 Şubat 2017 Salı

Karadeniz’e sözümüz… - ORHAN GÖKDEMİR

Bir gün bir şehirden kalkarsın, bir başka şehre doğru yola koyulursun. Terk ettiğin şehri tanımamışsındır daha, sokaklarında adamakıllı yürümemişsindir. Kıyısında durup denizindeki karartısına yüz sürmemişsindir. Geride bıraktığın şehir nüfus kâğıdındaki bir kayıt bilgisinden ibaretse, o şehri terk etmiş bile sayılmazsın üstelik.

Sonra neden geldiğini bilmediğin bir başka şehir kucaklar seni, sarar, sarmalar. Bütün sokaklarında yürürsün, bütün duraklarında beklersin, bütün kedileriyle, köpekleriyle, martılarıyla selamlaşırsın… Fakat bir gün o şehir de terk eder seni. Fark edersin ki nüfus kâğıdında kaydı bile yoktur artık bu terk edişin.

“Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at” diyor göçürülmüş eski bir Ege türküsü. Geride bırakılmış şehirlerin hüznüdür bu. Öyle bir hüzün ki yanarken daha harlı yanmak istersin, sığ sularda boğulurken derin denizlere atılmak istersin. Çünkü bilirsin, çok derinlerdedir kaybedilmiş şehirlerin acısı. Dindirmek için kendi içindeki ateşte yanman, kendi içindeki denizde boğulman gerekir.

Konstantinos Kavafis, “Bir başka ülkeye, bir başka denize gitmek istiyorum; bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz” diye başladığı dizelerini şöyle tamamlıyor:
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma…”
İstanbul’dan İskenderiye’ye göçtü. Oradan kalkıp pek çok şehre yüz sürdü şair. Neden sonra döndüğü İskenderiye’de öldü. Arkasından kovalayan şehir İskenderiye mi yoksa İstanbul mu kim bilebilir? Bir aşk masalıdır bu ve kimin hangi şehre gönül düşürdüğünü ancak şiir açığa çıkarabilir.
Ama sanırım doğduğu şehirdir dizelerde böylesine güçlü izler bırakan. Öyleyse tamamlayabiliriz; Nereye gidersen git doğduğun şehir arkandan gelecektir. Dönüp dolaşıp o şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma…

xxx

Pazar günü sabahı Samsun yolundayım. Samsun Kitap Fuarında Enver Aysever’le buluşup Samsunlu okurlarla “cumhuriyet” konuşacağız. Ama Samsun benim için bir fuar etkinliğinden daha fazlası. Annemin şehri. Samsun’un Canik ilçesinin arkasını yasladığı dağın doruğunda, şehre ve Çarşamba ovasına tepeden bakan küçücük bir mezarlıktayım. Geçmişimin bir kısmı bu mezarlıkta. Şehir ayaklarımın altında. Betonun nasıl bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldığı buradan açıkça görülüyor. Her yer inşaat. Bütün şehirler böyle; baştan ayağa kâr, tepeden tırnağa rant, yağma, görgüsüzlük…Köye çıkan yol üzerindeki özel üniversite boşaltılmış. Fethullahcılarınmış; hay Allah nasıl da fark etmişler ki? Biraz daha yükselince, yeşilin ortasında tuhaf bir gökdelen. Şoför “Araplar yaptı abi” diyor. Körfezden gelenleri kastediyor belli ki. Malum, bizimkiler onlara bayılıyor; Hem paraları var, hem Sünni mezhebinden. Siz Emevi sayın, doğrusu budur.
Samsun’un nüfusu 1 milyon 200 bin civarında. Bu nüfusun yarısı devletten yardım alarak geçimini sağlıyor. Devlet ise uzun zamandır AKP demek. Dolayısıyla AKP’nin şehirdeki hâkimiyeti tartışılmaz. Tartışılmayan bir başka şey de şehirdeki ahlaki çürüme. Gazetelerin cinai sayfalarına en çok haber düşüren şehirlerden biri Samsun. Düşkünlük, ahlaki çürüme, dinselleşme, yoksulluk bu şehrin bir yanı. Kuşatılmış bir şehir Samsun..


Ama öbür yanında bir başka Samsun var. Pazar günü fuara akın edenler o yanın sakinleriydi. Geldiler, koca salonu doldurdular. Söylenenleri büyük bir dikkatle dinlediler. Bitince hararetli konuşmalar yaptılar, sorular sordular. Endişeliler evet; hemen hepsi laikliğin, cumhuriyetin ellerinden kayıp gittiğini görüyor, hissediyor. Ama kararlılar da. Cumhuriyet’i kuran dip dalgası bu şehirden doğdu. Yine olmaması için bir neden yok. Onca yıkımdan sonra bu kent hala ayaktaysa umut hep vardır.

xxx

Samsun Karadeniz’in merkezi. Etrafındaki küçük ölçekli iller de bu şehre akıyor. Fuarda Ordu’dan, Giresun’dan gelenler de vardı haliyle. Küçük ölçekliler ama bu, yeni düzenin yarattığı tahribattan kurtulabilecekleri anlamına gelmiyor. Giresun’daki, Ordu’daki “fındık üreticileri”nin sosyo-ekonomik hallerinden bahsetmiştim daha önceki yazılarımda. Her şehirde olduğu gibi, bu iki şehirde de kentsel nüfus artıyor ve kırsal nüfus azalıyor. Devletin verileri böyle söylüyor. Benim iddiam kırsal nüfusun tamamen yok olmak üzere olduğu. Kırsal nüfus kırsal nüfus değil çünkü. Bu iki Karadeniz kırsalı İstanbul’un banliyösüne dönüşmüş durumda. İstanbul’dan gelip “kır”ı yağmalayıp büyük şehre dönüyorlar. Onların değmediği şehirlerdeki tek üretici faaliyet ise inşaat.
Dinci gericiliği var eden ekonomik toplumsal altyapı işte bu. Bir düşkünler toplumu yarattılar ve o düşkünler toplumuna dayanarak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ama bilmedikleri şu: Düşkünün dini, milliyeti, ülkesi, vatanı, inancı olmaz. Düşkün için tek gerçek aldığı sadakadır. Düşkünlere dayanarak iktidar olabilirsiniz ama iktidarınızı düşkünlük üzerine oturtamazsınız.

xxx

Annemin kucağındaydım: Giresun’dan çıktım, Samsun’da konakladım. Arkamdan geldi bu iki şehir nereye gittiysem. Hoş, yeni bir ülke değil zaten aradığımız, başka bir şehir, başka bir deniz değil; Sadece biraz aydınlık.

xxx

Dönüş yolundayım. Dağlar duman altında. Ovanın üstünde sisli bir hava, hafiften yağmur çiseliyor. Denizde karartı var ki Karadeniz de budur zaten. Karadenizliler güneşin, ışığının değerini bilir o yüzden. Ve bilirler ki, bir rüzgâr çıkar aniden, sisi, dumanı dağıtır. Güneşin ışığında yıkanan dağın yeşili, denizin maviliğine karışır. Aydınlık imkânsız değildir yani.
Ama evet, deniz uzun zamandır bir karartının tasallutu altında… Olsun. Sözümüz var, ellerimizde bayraklar, marşlar söyleyerek döneceğiz bir gün o şehre. Bir rüzgâr çıkacak o gün. Dağıtacağız o karanlığı!

Orhan Gökdemir / SOL