22 Ağustos 2017 Salı

AKP’yi iktidarda tutan ne? - Erol Manisalı

AKP’yi 2002’den beri iktidarda tutan şey, “İslamcı örgütlerin 2003’ten beri yavaş yavaş demokratik sivil örgütlerin yerini almasıdır”.



İmam hatip okullarından vakıflara, şirketlerden hükümetin emrine verilen kamu kurumlarına kadar yeni tip örgütlenmelere gidildi.
Siyasal İslam, rejimin en etkili parçası ve temel dayanağı haline sokuldu. Bu durum AKP’ye siyasetten ekonomiye, eğitimden medyaya kadar tekelci bir zemin hazırladı.
TBMM’nin tamamen ellerinde bulunması, bürokrasi, adalet, eğitim, kaynakların dağılımı ve medya araçlarının tekeli ile iktidar, mutlak bir fiili egemenliğe dönüştü. Seçim sürerken kural değişti.
15 Temmuz sonrası getirilen OHAL ve son referandum ile siyasal İslam fiili bir rejim haline geldi.
Bütün bu gelişmeler olurken alternatif örgütlenme olanakları, “katı bir haksız rekabet ortamı kurularak” ortadan kaldırıldı.
Etkin sendikalı işçi sayısının yüzde 5’e düşürüldüğü bir ortamda rejim AKP açısından sağlamlaştırıldı. İktidar-devlet bütünleşmesi oldu.
Temel sorun, siyasal partiler dahil, “demokratik örgütlenme ortamının fiilen ortadan kaldırılması ve yerine, tarikatlar başta olmak üzere dini örgütlerin her alanda egemen hale getirilmesidir”.
 
ABD ve AB için siyasal İslam
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat bu noktaya getirilmek için düzenlendi. 1990 sonrası Türkiye’yi siyasal İslam aracılığı ile Lozan’dan Sevr’e sürüklemek isteyen, önceleri TSK ve büyük sermaye ile bunda başarısız kalan Batı, siyasal İslamı kullanmak yolunu seçti.
Batı’daki ve FETÖ’deki “yeni Türkiye ve ikinci cumhuriyet savunucuları”, 90’lı ve 2000’li yıllarda siyasal İslama dört elle sarıldılar ve 15 Temmuz 2016’da FETÖ’yü sahneye çıkardılar.
Ve AKP’yi de bu tuzağın içine “PKK ve Suriye açılımları ile sürüklediler”. Eski ortaklar tarafından sürüklendiğini (ve aldatıldığını) gören iktidar bugün, iki arada bir derede kalmış durumda.
Plan zaten ülkenin PKK ve FETÖ ile parçalanarak siyasal İslam modeli içinde Sevr’e sürüklenmesiydi. 15 Temmuz’da kısa yoldan sonuca ulaşamayan FETÖ ve emperyalizm, şimdi siyasal İslamı uzatmalı olarak kullanmak istiyor.
Demokrasiyi, Atatürk devrimlerini, çağdaş değerleri ve ülkenin bütünlüğünü savunan büyük kitleyi yine siyasal İslama yedirmek amacındalar.
Atatürk’e son günlerde saldıranlar mı? Onlar en azılı FETÖ’cüler ve ülkeyi Sevr’e taşımak isteyen düşmanın tetikçileridir. Aynen “Kurtuluş Savaşı”nda olduğu gibi.
AKP, “dış ilişkilerde bazı dengeleri değiştirerek, emperyalizmin amacına ulaşmasını engelleyemez”. Engellemek için “siyasal İslam tuzağından kurtulması gerekir”. Yoksa Graham Fuller’in senaryosunu uygulamış duruma düşer.
15 Temmuz 2016’da Ankara’daki genel merkeze astığı dev Atatürk bayrağını, Türkiye üzerinde bugün de dalgalandırması gerekir. Tek çıkış yolunun bu olduğunu artık görün.
Türkiye parçalanırsa ortada ne iktidar ne de muhalefet kalır, istisnası olmaz, kimse de kaçıp kurtulamaz.
Zekeriya Öz ve Adil Öksüz’ün zavallı durumuna düşerler. 


Ve Dibeklihan’da bir sohbet
Dibeklihan Kültür ve Sanat Merkezi’nde 24 Ağustos 2017 akşamı saat 21.00’de bir konuşmam var. Neleri mi konuşuruz? Siz bana ne var ne yok diye sorarsınız, ben de bugüne kadar “yolumun kesiştiği ünlülerin” Türk siyaseti içindeki konumlarını, dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışırım; hangi lider “Batılı”, hangisi “Batıcı” ve hangileri “İslamcı” gibi. Tam da Türkiye-Avrupa “krizi” yaşanırken, Dibeklihan’da görüşmek üzere...


Erol Manisalı / CUMHURİYET

21 Ağustos 2017 Pazartesi

'Helal' kesimin kurbanın ağrı hissi üzerindeki etkisi ya da din bilimi nasıl katleder - İLKER BELEK

Bir üniversite ekibi kurbanı “helal” yöntemle kesmenin hayvanın ağrı hissini “kesinlikle yok ettiğini” saptamış. Kimi basın bunu Türk “bilim adamlarının önemli keşfi” olarak duyurdu.
“Bilim adamları”mız bu güzide “araştırma”yı kurban bayramının yaklaştığı şu günlerde konuyla ilgili spekülasyonlara son vermek üzere yapmışlar. Böylece bilimin pratikle nasıl ilişkilendirilebileceğini de örneklemişler.
                                                                           *****
Öyle gözlemle falan da yetinmemişler. İşin içine kimyayı, nörolojiyi, endokrinolojiyi, cerrahiyi de dahil etmişler.
Kesim öncesinde, sırasında ve sonrasında kurbanlıkların endorfin düzeylerine bakmışlar ve o da ne, kesimden itibaren kan seviyesinin artmaya başladığını, kesim sonrasında tam 4 kat yükseldiğini bulmuşlar.
Okuduklarımdan pek çıkaramadım ama bilimsel yayın yapmanın zorunlu kriteri olarak işin içine kesinlikle istatistiği de dahil etmişler, t testi, Mann Whitney U, ki kare gibi çok mühim analizleri de yapmışlardır. Aksi düşünülemez zira böylesine yeri doldurulmaz çaba hepten heba olur giderdi.

                                                                             *****
Sonuç mu? Endorfin ağrı kesici özelliği olan bir madde olduğuna göre keşfetmişler: “Helal“ kesim hayvanda ağrıya neden olmuyor, hayvanı düşünerek özel önlemler almaya gerek yok.
Bu yapılanın, duayla büyütülen fesleğenlerin daha hızlı geliştiğini “keşfeden” dindar ilköğretim öğrencilerininkinden “araştırmacı”ların yaş ortalamaları dışında ne farkı var.

                                                                              *****
Herkes biliyor ki bu iş bilim değil.
Doğru, endorfin ağrı kesici etkisi olan ve sinir sistemine sahip bütün canlıların değişik düzeydeki sinir uçları tarafından tehlike, acı ve zevk durumlarında sentezlenen bir madde. Şöyle diyelim endorfin salgılamak organizmanın ağrıya, sıkıntıya verdiği bir yanıttır ama spor ve orgazm (tövbe) gibi durumlarda da salgılanır.
“Araştırmacı”lar gerçekten merak taşıyor olsalardı, duayla ya da duasız, hakaret ederek, tekmeleyerek ya da saygı göstererek kesilen insan dahil bütün sinir sistemlilerin kanında yüksek düzeyde endorfin saptayacaklarını bileceklerdi.
Ama bu bilgi kendilerini, muhtemelen hiç hoşlarına gitmeyecek bir gerçekle, yani evrimle yüzleştirmekten başka bir sonuç ortaya koymamış olacaktı. Zira bu tür biyokimyasal mekanizmaların gelişimi de evrimsel bir süreç izler ve evrim ağacında ortak geçmişe sahip bütün türlerde ortak bir yapı sergiler.
Biz de bir tarafımız kesildiğinde endorfin salgılarız. Ama hiçbir cerrah, neşteri attığında salgılanmaya başlanacak endorfin nasıl olsa ağrısını azaltacak diye hastasını canlı canlı ameliyata almaz. Eminim ki bu “araştırmacılar” da parmaklarının ucu dahi kesildiğinde endorfinlerine güvenerek kesiğin anestezisiz dikilmesini tercih etmeyeceklerdir.
Bunlara göre kendi sıkıntıları dışında din çözümdür ve “helal” kesilen hayvanın can havliyle çığlıklar atmasının da gerçeği görmeleri bakımından herhangi bir önemi yoktur.
Gerçek öylesine dindedir ki endorfinin ağrıya yanıt olarak değil, ağrıyı önlemek amacıyla salındığı gibi bir idealizm içindedirler ve yine aynı felsefi sefalet nedeniyle, acı çekmesinler diye uyuşturularak kesilen hayvanların endorfin düzeyleri yükselmediği için ağrı çekerek can verdiklerini iddia edebilir ve buradan da “helal” kesimin üstünlüğüne kanıt çıkarabilirler.

                                                                          ****
Bu gibileri neden ve nasıl böyle saçma sonuçlara ulaşıyorlar, saçmalığı çok açık bu işlere hangi saiklerle zaman ayırıyorlar?
1-Artık üniversiteler üniversite olmaktan çıktı ve İslam’ın üstünlüğünü gösterecek, yaşatacak, “kanıtlayacak” kadrolaşma süreci epeydir başat hal aldı.
2-Amaç bilim, araştırma, veri toplama, gözlem, hipotez oluşturma, hipotezi test etme, keşfetme, bilinmeyeni açıklama değildir. Amaç nasıl olursa olsun dogmatik yöntemlerle İslam’ın doğruluğunu, ululuğunu “ortaya çıkarmak”tır.
3-Bu çaba en ilkel cinsinden siyasi bir faaliyettir, bilimle hiçbir ilişkisi yoktur.
4-Sorun bu “araştırma”ya ve bu “araştırma”yı yapan ekibe özel değildir.

Din genel olarak bilimi, aklı ve gelişmeyi engelleyen bir yapıya sahiptir. Nedeni hem canlı hem cansız doğa hem de toplumsal yaşam hakkında kesin, her koşulda geçerli ve değişmez olduğuna hükmettiği kuralların varlığına, bu kurallar da dahil her şeyin bugün var oldukları halleriyle doğa üstü bir güç tarafından yaratılmış bulunduklarına inanmasıdır. İnançları her tür yaratıcı faaliyeti engeller. Nesnel idealizmleri gerçeğin oluş halini anlama kaygısına hiçbir hareket alanı bırakmaz. Aslında laboratuarlarda çalışan dindar insanlar da içinde yer aldıkları o maddi faaliyetle, dinin hükümlerini çiğnemiş olurlar.

Dinle bilim arasındaki savaş, insanla egemenler arasındaki savaştır ve sömürü sistemi yıkılıncaya kadar devam edecek.


İlker Belek / SOL

Batı medyasının Venezuela yalanları bitmiyor - ÖMÜR ŞAHİN KEYİF

Dünya, Venezuela haberlerini Batı medyasından takip ediyor ama Batı medyası, “emperyalizmin bölgedeki ortağı” olmaktan başka çaresi olmayan sağcı muhalefetin sözcüsü konumunda.


Batı’nın “prestijli” ana akım medyasında Venezuela’da neler olduğunu öğrenmek için bir gezintiye çıkarsanız; halkın açlıktan hayvanat bahçelerine saldırdığını (Reuters), “diktatör” liderin yüzde 98’in karşı olduğu Kurucu Meclis seçimiyle gücünü daha da perçinlediğini (New York Times), yerel kaynakların 4 dolar olduğunu söylediği dönemde bir hamburgerin fiyatının 170 (AFP), 3 dolar olduğu söylenen yumurtanın ise 130 dolara çıktığını (LA Times) okuyabilirsiniz.

Bu haberlerin her biri, Venezuela’nın yerel kaynakları tarafından yalanlansa da “Ana akım medya gerçekleri ya görmezden geliyor ya da haberlerin derinliklerine saklıyor”. İfade, Venezuela’yla ilgili gerçekleri yerel kaynakları kullanarak aktaran Avrupa merkezli kolektif Investig’Action’ın yazarlarından Ricardo Vaz’a ait. Vaz’ın odaklandığı konular arasında Venezuela aleyhindeki medya propagandası da bulunuyor.

Tüm dünyadaki ana akım, Venezuela haberlerini takip etmek için Batı medyasına başvuruyor. Batı medyası ise Vaz’ın ifadesiyle iktidara gelmek için “emperyalizmin bölgedeki ortağı” olmaktan başka çaresi olmayan sağcı muhalefetin sözcüsü konumunda. Bolivarcı Devrim’in merkezi konumundaki Venezuela hem sosyalistler hem de ABD için kilit öneme sahip. Bu nedenle 2013’te hayatını kaybeden sosyalist lider Hugo Chavez’in  iktidara geldiği 1998’den beri, “ülkeyi çiftlikleri sandıkları” eski düzenin geri gelmesini isteyen zenginlerden oluşan muhalefet, ABD tarafından milyon dolarlarla destekleniyor. Vaz’a göre Batı medyasının Venezuela haberlerindeki hedef Bolivarcı Devrim’i şeytanlaştırıp, ülkeyi uçurumun kenarında göstermek.

Öte yandan, Batı kaynaklı haberlerde neyin konu edilmediği de önemli bir veri. “Haberlerde Venezuela’ya yönelik emperyalist tehditten hiçbir zaman bahsedilmiyor” diyor Vaz.
2011’de Sussex Üniversitesi çatısı altında BBC’nin Venezuela haberleri üzerine yapılan bir araştırmanın sonuçları ilginç.

-Haberlerde Venezuela ulusunu muhalefet temsil ediyor.
-Bolivarcı Devrim sınıf savaşı bağlamından koparılarak ele alınıyor.
-Muhalefet ve Başkan Nicolas Maduro yanlılarının taleplerin sınıf temelli farklılaştığı saklanıyor.
-Tarih seçilerek anlatılıyor: Daha önce “ahenk içinde” ve “demokratik” olan ülkede işlerin Chavez iktidarıyla bir anda rayından çıktığı resmi çiziliyor. Nisan’dan beri muhalefetin şiddetli eylemlerinin neden olduğu kayıpların tüm sorumluluğu hükümete yüklenirken, Chavez iktidarından 10 yıl kada önce, 1989’da, IMF’nin uyum programlarının ekonomik yıkıma neden olduğu ülkede yapılan protestolarda resmi rakamlara göre 300, tahminlere göre ise 3 bin kişinin öldürüldüğü gerçeği bu tarihin içinde geçmiyor. Haberlerde, Bolivarcı Devrim’in sosyal, ekonomik ve sağlık alanındaki kazanımlarından bahsedilmiyor.

Vaz, Batı medyasında kullanılan farklı haber “teknik”lerini şöyle aktarıyor:

1- Açık yalan: Bazı durumlarda, açık yalan söylüyorlar. New York Times’ın Maduro’nun Kurucu Meclis’e “seçilmiş destekçiler” atayacağı haberi gibi.

2- ABD Dışişleri’nin izinden: Çoğu zaman propaganda daha sofistike. Genellikle muhalefetin ya da ABD Dışişleri’nin tonu belirlemesi sağlanıyor ve hikâye onun etrafında kuruluyor. Daimi çarpıtmalardan biri vahşi protestocuların neden olduğu kayıplarla ilgili.

3-“Maduro söyledi…”: Resmi anlatının karşısında olan her şey “Maduro söyledi…” diye veriliyor. Kurucu Meclis seçimlerinden önce, oy verilen makineleri üreten Smartmatic şirketi, toplam oyların 1 milyon kadar şişirildiğini iddia etti. Smartmatic’in seçmen verisine erişiminin olmadığı ya da iddiaya bir kanıt gösteremediği gerçeği haberlerde yer almadı. “Smartmatic bu şekilde tahmin etti, Maduro reddetti şeklinde verdi” diye verilen haberlerde adeta, “Havalı yazılım şirketi bunu söylüyor, size diktatör olarak gösterdiğimiz diğer adam da yalanlıyor, hangisine inanacaksınız?” diye soruluyor.

4-Haber seçmek: Yaygın başka bir yöntem, çizilen resmin doğruluğunu sorgulatacak her şeyi görmezden gelmek. Örneğin, 19 Nisan’da ve 1 Mayıs’ta büyük Chavista eylemi ve aynı zamanda büyük muhalefet protestosu vardı. Fakat sadece muhalefetin eylemi haber oldu. Aksi olsaydı medya, “herkes hükümete karşı” anlatısıyla ters düşecekti.

Emperyalist talepler seslendirildi
Söz konusu anlatıyla ters düşmemek için yapılanlardan biri de geçen ay sonu gerçekleşen Kurucu Meclis seçimleriyle ilgiliydi. Hükümet, seçimlere rekor düzeyde katılım olduğunu belirtti, ancak medya açıklanan rakamların yanlış olduğu söylemine yüklendi. Şöyle anlatıyor Vaz: “Ana akım medya yaygın şekilde muhalefetin bu seçimin Anayasa’ya aykırı olduğu (madde 348’e bakıldığında yanlış olduğu görülecektir) söylemini ve ABD ile kuklalarının sürecin durdurulmasına yönelik emperyalist taleplerini seslendirdi. Sonuç olarak oylamaya büyük katılım oldu, bu ispatlanabilir bir veri, fakat medya açıklanan sayıların yanlış olduğuna yönelik her türlü iddiaya başvurdu. Boş oy verme merkezi fotoğraflarından başka kanıt sunulamadı.”

Hayvanat bahçesi iddiası
Vaz’ın verdiği bir başka örnek ise hafta içinde Türkiye medyasında da yer bulan Reuters haberi. Haberde “Venezuela halkının açlıktan hayvanat bahçesindeki hayvanları yemeye başladığı” ileri sürülüyordu. Benzer bir haber tam bir yıl önce “Aç Venezuelalılar hayvanat bahçesine saldırarak bir atı kesti” şeklinde verilmişti: “Guardian’ın haberinde, bir yetkili bu olayın alelade bir suç ya da nesli tükenmekte olan türlerin kaçakçılığı olabileceğini söylemiş. (Batı’da da) Hayvanların hayvanat bahçesinden çalındığına dair pek çok haber var. Ama bu sadece Venezuela’da siyasi modelin çöktüğünün kanıtı olarak alınıyor.”
Venezuela’da ekonomik kriz olduğu ve özellikle yoksulların acı çektiği doğru, diyor Vaz, ama ona göre tekil örneklerle desteklenerek önümüze konulan ‘kıyamet çok yakın’ senaryosu propagandadan ibaret. Yapılan, “Haiti’de kapitalizmin iyi işlediğinin kanıtı olarak başarılı bir girişimciyi göstermenin tam tersi.”
***
Patronlar korktu
Ricardo Vaz: “Anaakım medya, dış politika konusunda, nadiren ‘resmi’ anlatıdan sapar. Hiçbir şeyin doğruluğu kontrol edilmemiştir, her şey söylenebilir: “Kuzey Kore herkese tek tip saç modeli dayatıyor” gibi…

(…) Dışişleri’nin amacı ABD’nin emperyalist çıkarlarını savunmak ve ilerletmektir. Bu da ABD egemenliğine ve çok uluslu şirketlerin para kazanma kapasitesine karşı duranlarla ters düşer. Ana akım medyanın çoğu, çıkar sahibi bir avuç holdingin elinde toplanan kâr amaçlı işletmelerdir. Yani editoryal çizgilerinin Dışişleri’nin resmi çizgisiyle yakın olması normal.

Fakat Venezuela’ya özel bir şey var ki onu Libya ya da Suriye gibi ABD ‘hedef’lerinden ayırıyor. Bolivarcı Devrim’in amacı sosyalist bir toplum yaratmak. ‘Normal” seçimlerle iktidara geldiler ve üst üste seçim kazandılar. Bu fikirlerin Batı’da da belirebileceğine dair korku, batılı medya kuruluşları ve sahiplerinde histeri yarattı. Venezuela karşıtı propagandanın bir hedefi de Batı’da kapitalizmin çaresizliğini onarmak. Bu propagandayı ‘Eğer sosyalizm isterseniz haberin başlığındaki felaket sizin başınıza da gelecek’ diyebilmek için yaratıyorlar. Venezuela, Corbyn ya da Melenchon gibi isimlerin projelerini karalamak için bir silaha dönüştü.”

ÖMÜR ŞAHİN KEYİF / BİRGÜN



"Bu kadar eşitsizliğin olduğu ülkede sosyal demokrasinin gelişmesi lazım" - (SÖYLEŞİ / BİRGÜN)

Doç. Dr. Yunus Emre: Sosyal demokrat yönetimler gerçekten reformcu ve eşitlikçi bir politika demetini sebatkâr bir şekilde uyguladıkları takdirde büyük değişimler yaratıyorlar. Uruguay’dan Mauritius’a bunun çok önemli örneklerini gördük son dönemde. Türkiye’de olamaması üzerinde düşünmek gerekli.

Sosyal demokrasi kavramı Türkiye’de ideolojik ve sosyolojik açıdan çok tartışılmasa da gündelik siyasette sıkça karşımıza çıkıyor. Özellikle CHP’nin niteliği ile ilgili tartışmalarda sosyal demokrasi üzerine de yorumlar yapılıyor. Sosyal demokrasinin toplumsal karşılığına baktığımızda ise azımsanmayacak bir oran karşımıza çıkıyor. Sosyal demokrasi denilince Türkiye’de akıllara gelen simge isimlerden Erdal İnönü’nün tabiriyle ‘Aslan sosyal demokratlar’ bugünün Türkiyesi için ne anlama geliyor? Söz konusu konuya ilişkin geçen haftalarda ciddi bir kitap yayımlandı. Haksızlıklar Ülkesinde Sosyal Demokrasi çalışması Yunus Emre, Burak Cop, Aras Aladağ ve Şenol Arslantaş’ın katkılarıyla yayımlandı. Ekranlarda da sıkça gördüğümüz Doç. Dr. Yunus Emre ile sosyal demokrasinin kuramsal ve tarihsel arka planı ile pratikteki karşılığı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Sosyal demokrasi meselesi tarihsel olarak Türkiye’de sık tartışılıyor. Sizce hakkıyla yapılıyor mu bu tartışma?
Ülkemizde sosyal demokrasi tartışmalarının gerçek başlangıç dönemi 1960’lı yıllardır. Bu, Batı Avrupa’ya kıyasla geç, gelişmekte olan dünyaya kıyasla erken bir dönemdir. Ama Türkiye’nin talihsizliği şurada: Türkiye’de sosyal demokrasi bağımsız bir siyasal hareket ve ideoloji olamadı. 1960’larda yükselen sola karşı bir set olarak düşünüldü. Türkiye’de kendilerine sosyal demokrat diyen partiler ve politikacılar, kendilerinin ne yapacağından ziyade 
topluma solun ve sağın ne yapmaması gerektiğini anlattı. 1960’larda işçi hareketinin ve solun genel yükselişi temel belirleyiciydi ama bu, CHP’nin dışında ve hatta CHP’ye rağmen ortaya çıkmış bir gelişmeydi. CHP içinde bu gelişmenin önemini gören politikacılar oldu. Önemli gayretler oldu. Ama ideoloji, örgütlenme, toplumsal taban bakımında sosyal demokrasiye benzemeyen bir yapılanma çıktı Türkiye’de ortaya. Bu CHP’de çalışan insanların iyi niyetinden bağımsız bir şey. Tartışmanın layıkıyla yapılıp yapılmadığına dönersek CHP’liler öteden beri Türkiye’de sosyal demokrasi fikriyatının gelişememesinden şikayetçidir. 12 Eylül koşullarında Turan Güneş “sosyal demokrasi Türkiye’de anlaşılamadı” düşüncesiyle sosyal demokrasiyi tanıtan bir kitabı çevirmeye girişir. Bugün hala CHP’liler sosyal demokrasiyi tanıtan kitapların çevirisiyle meşgul . AKP’nin temel başarısı AKP-CHP farkının bir muhafazakâr parti-sosyal demokrat parti farkı haline gelememesini sağlaması. AKP şunu yapıyor: Türkiye’yi ve CHP’yi birtakım semboller ve politikalar üzerinden başka ayrım hatları etrafında mevzilenmeye yönlendiriyor. Bu ayrım hatları daha çok kimlikler üzerinden tanımlı ve doğal olarak çoğunluğu AKP’nin yanında bırakmayı hedefliyor. CHP on beş yıldır buna bir alternatif geliştiremedi. Bu, tam da sizin sorunuzla yani sosyal demokrasi meselesinin hakkıyla tartışılmamasının bir sonucu. İdeoloji, örgütlenme ve toplumsal taban. Meselenin özü bu konular etrafında sosyal demokrasiyi tartışmak.

“Haksızlıklara karşı sosyal demokrasinin önerdiği metot evrimci mi yoksa devrimci bir metot mu?
Sosyal demokrasi 19. yüzyılda kapitalizmin yarattığı büyük toplumsal sorunlara bir tepki olarak işçi sınıfının siyasal hareketi olarak doğdu. Erken aşamada evrimci ve devrimci kanatlar sosyal demokrat partilerin bünyesinde bulunuyordu. Ancak Birinci Dünya Savaşı ve Bolşevik Devrimi bu iki kanadın yollarını kesin olarak ayırdı. Evrimci doğrultu, sosyal demokrat partilerin tanımlayıcı özelliği oldu. Lenin’in ünlü 21 Koşulunu yerine getiren partiler de yollarına devrimci komünist partiler olarak devam ettiler. İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme ise Soğuk Savaş rekabeti temel rengini verdi. Evrim-devrim meselesine dönersek ben evrimci bir stratejinin de sonuçları itibarıyle devrimci sonuçlar verebileceği kanaatindeyim. Bunun en önemli örneği İskandinav toplumları. Bu ülkeler Avrupa’nın en geri, tarımsal yapıların en hâkim konumda olduğu toplumlar iken sosyal demokrat partilerin evrimci stratejileriyle devrimci dönüşümler yaşadılar. Kapitalizmin yarattığı büyük adaletsizlikler seçimlerle iktidara gelen ve kapsamlı reformlar yapan sosyal demokrat partilerin politikalarıyla tersine çevrilebildi. Özellikle emeğin meta niteliğini sınırlamaya dönük çalışma yaşamında gerçekleştirilen değişimler ve konut, sağlık, eğitim gibi alanlarda yapılan reformlar insanlık tarihinin en önemli dönüşümleri arasında.

“Sosyal demokrasinin ana muhalefet partisindeki karşılığı nedir?
CHP’liler demokrasiye bağlı, Tükiye’nin iyiliğini düşünen insanlar. Buna şüphe yok. Kuruluşundan beri de böyle. Ama sosyal demokrat olmak başka bir mesele. Ben CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğunu düşünmüyorum. Kimi momentlerde CHP sosyal demokrasiye yaklaştı. CHP içinde partiyi sosyal demokrat yapmak isteyen çok sayıda politikacı oldu. Hâlâ da var. Ama bu CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğu anlamına gelmiyor. Bugün AKP ve CHP arasındaki fark da bir sağ parti - sol parti farkı değil. AKP kaynakların iktidara yakın olma kriterine göre dağıtıldığı bir kapitalizm türünü temsil ediyor. CHP ise daha rasyonel işleyen bir kapitalizm türünü. Aslında bu iki sermaye fraksiyonu arasındaki fark olarak yorumlanabilir. Tabii AKP ve CHP arasındaki tek ayrım hattı bu değil. Bu ekonomi politikalarındaki farklılık. Onun dışında demokrasiye bakış, laiklik gibi birçok temel farklılık var.

“Türkiye’deki sosyal demokrat hareket nasıl olmalı? Batı’dakilerin aynısı ya da benzeri biçiminde mi yoksa Türkiye koşullarına özgü yanları mı ağır basmalı?
Batı’da sosyal demokrasi 1990’larda “Üçüncü Yol” kuramıyla birlikte küreselleşme ve neoliberal politikalarla uyumlu bir hal aldı. 2008 finansal krizi ise bu anlayışın itibarını sıfırladı. Ama Üçüncü Yol ağır bir tahribat yarattı. O da merkez sağ ve merkez solun aslında seçmenlere gerçek bir seçenek sunamamasıdır. Bu durum yükselen otoriter popülizmin en önemli nedenidir. Avrupalı seçmenlerin önüne iki alternatif kondu aslında. Birisi merkez sağ ya da merkez sol olarak sunulmuş olsa da AB teknokratlarının reçeteleri. Diğeri ise sağcı popülizm. Son bir yıldır bu eğilim değişir gibi oluyor. Corbyn bu değişimin en iyi örneği. ABD’de Sanders’ın herkesi şaşırtan başarısı da öyle. Bunun yanında 2000’li yıllarda ileri kapitalist ülkeler dışında sosyal demokratların büyük başarılar sağladığı gelişmekte olan ülkeler var. Sandbrook ve arkadaşlarının Türkçeye de çevrilen “Social Democracy in the Global Periphery” kitabı bu kapsamda dört örneği çok iyi ele alıyor. Latin Amerika’da sol 2000’li yıllara damgasını vurmuştu. ABD’li bir gazetecinin verdiği isimle bir “Pembe Dalga” yükselmişti Latin Amerika’da bu dönemde. Pembe vurgusu yeni solun “eski Kızıla” kıyasla ılımlı oluşuna işaret ediyordu. Özetle Türkiye’den bakınca sosyal demokrasi için günümüzde Batı da özenilecek bir noktada değil. Belki yarın değişir. Bu, Corbyn ve benzerlerinin başarılı olmasına bağlı. Ama gelişmekte olan ülkelerde sosyal demokrasi deneyimleri Türkiye için büyük dersler sunuyor.

“Toplumsal muhalefetin diğer kanallarıyla sosyal demokratların ilişkisi nasıl olmalı?
Türkiye’de AKP iktidarının artan otoriter eğilimi geniş bir muhalefet bloğunu kendiliğinden oluşturuyor zaten. Özel bir çabaya gerek yok. Otoriter popülizmin hakim olduğu örneklerde bir parti yoluyla değil partilerin de dahil olduğu bir toplumsal hareket formunda muhalefetin bir araya gelmesi daha gerçekçi bir strateji. İki turlu başkanlık sistemi bu durumu daha da kolaylaştırıyor aslında. Ama burada eksik olan bir şey var. İlkeler tartışılmıyor. Herkes elinde sihirli değnek olan bir aday arayışında. İşbirliği ve güç birliği nasıl yaratılacak? Politikacıların temel bir mesleki deformasyonu vardır. İşlerine başkalarının karışmasından kesinlikle hoşlanmazlar. Birlikte iş yapma kültürleri çok sınırlıdır. Örneğin bir seçim çevresinde mahalli adaylar belirlenirken meslek kuruluşları, sendikalar, siyasal faaliyetleri yoğun dernekler nasıl aday tespit sürecine katılacak? Bu soruya bir yanıt gerekli. İnsanlar muhalefet partisinin yanına gelsin ve destek olsun beklentisi haklı ama sınırlı bir beklenti. Muhalefet partisi politikalarının oluşumu ve adaylarının tespiti süreçlerine kendisi dışındaki kesimleri nasıl açacak? Bunu üzerinde düşündüklerini sanmıyorum. Yani “AKP’ye karşı olan herkes muhalefet partisini desteklesin” beklentisinin yanına “muhalefet partisi desteğini beklediği kesimleri siyasete katsın” beklentisini de eklemek gerek. Siyaset profesyonel particilerin uğraşı olmakla sınırlı kaldığında muhalefetin murad ettiği başarıyı sağlaması mümkün değil.

“Sosyal demokrasinin neoliberal düzendeki karşılığı nedir? Ilımlı ya da ‘insani’ bir kapitalizm mümkün mü, değilse kapitalizmi aşmak gibi bir hedef söz konusu mu?
Az önce, sosyal demokrasi gelişmiş Batılı ülkelerde gerilerken birçok gelişmekte olan ülkede başarı sağladı, demiştim. Bu sorunun yanıtı o başarıda gizli sanırım. Bu ülkelerde sosyal demokrat partilerin kurdukları hükümetler başta insani gelişmişlik olmak üzere toplumsal refah ve demokratik sivil toplumun gelişimi gibi birçok alanda önemli dönüşümler yaratmıştır. Örneğin, gelişmekte olan ülkelerde ortalama ömür beklentisi 64 iken sosyal demokrat yönetimlerin olduğu gelişmekte olan ülkelerde ortalama ömür beklentisi 70’tir. Yine gelişmekte olan dünya da okuryazarlık oranı %75 iken bu gruptaki ülkeler içinde sosyal demokrat yönetime sahip olanlarda bu oran %90’ların üzerindedir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Sosyal demokrat yönetimler gerçekten reformcu ve eşitlikçi bir politika demetini sebatkar bir şekilde uyguladıkları takdirde büyük değişimler yaratıyorlar. Uruguay’dan Mauritius’a bunun çok önemli örneklerini gördük son dönemde. Türkiye’de olamaması üzerinde düşünmek gerekli.

***

AKP-CHP ayrımı
CHP-AKP ayrımı bir sosyal demokrat parti - muhafazakâr parti ayrımı değil. Biz yaptığımız araştırmada bu konuyu da CHP’lilere sorduk. CHP’lilerin gözünde de CHP-AKP ayrımı bilindik bir sol parti-sağ parti ayrımı değil. Sosyal bilimciler yüzyıldan fazla bir süredir ABD’de neden sosyal demokrat bir emek hareketinin ortaya çıkmadığını tartışıyor. Werner Sombart’ın ünlü makalesiyle başladı bu tartışma. Hâlâ da sürüyor. Türkiye’de de bu soruya bir yanıt gerekli. Ama ben iyimserim; bu kadar eşitsizliğin olduğu, demokrasi sorunlarının bulunduğu bir ülkede sosyal demokrat siyaset için büyük fırsatlar var.

Söyleşi- CAN UĞUR- BİRGÜN

Katalan solcuları Türkiye’ye nasıl bakar? - TAYFUN ATAY

Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Ömer Çelik, Barselona’daki saldırıdan sonra orada İslamofobi’yi köpürtmek isteyenlere aman vermeyen “Sol”un hakkını teslim etmiş.
Tabii esas vurgusu, İslamofobik “Beyaz ırkçılık” ve faşizmle “IŞİD karası”nı buluşturmak, onları “simbiyotik” (birbirinden beslenen) bir ilişkiye sokmak.
Twitter mesajında diyor ki “Barselona’da İslam karşıtı gösteri düzenlemek isteyen faşist bir grubu, sol görüşlü Katalan örgütlerin temsilcileri ve halk engelledi”.
Devamla, sol görüşlü göstericilerin, “Faşistler dışarı”, “Halklar arasında dayanışma”, “Ne DEAŞ ne Faşizm” pankartları taşıdıklarını da aktaran AB Bakanı, “Bu olay bize DEAŞ ve Avrupa’daki ırkçıların birbirini nasıl beslediğini gösteriyor” şeklinde de not düşmüş. 

***
Çelik’in Barselona’da Katalan solcularının kendi ırkçılarına ve kendi topraklarındaki faşizm tezahürlerine karşı Müslümanlığın ve Müslümanların arkasında durmalarından duyduğu mesut bahtiyarlığı bozmamayı dileyerek soralım:
Acaba Katalan solcuları bizim topraklarda olup bitenler karşısında kimlerin yanında olur, arkasında dururdu?
Kendi cevabımı vereyim:
Aynı Katalan solcuları, bu topraklarda şimdi açlık grevinin 167’nci gününde ölümün eşiğine gelmiş Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın yanında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Aynı Katalan solcuları bu topraklarda düşüncelerini yazdıkları, halkın haber hakkını savundukları için zindanlara attığınız, kahir ekseriyeti solcu-sosyalist gazetecilerin arkasında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!



Aynı Katalan solcuları, başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere memleketin üçüncü büyük siyasi partisinin milletvekillerine reva görülenler karşısında onların yanında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Aynı Katalan solcuları, ülkenin Güneydoğu’sunun cehenneme dönmesi karşısında devlete ve hükümetinize barıştan yana uyarı ve çağrıda bulundukları için lânetlenen, cadılaştırılan, şeytanlaştırılan, işinden, ekmeğinden edilen akademisyenlerin yanında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Aynı Katalan solcuları, Cumhuriyet davasında Cumhuriyet’in, Enis Berberoğlu davasında Enis Berberoğlu’nun, Sözcü davasında Gökmen Ulu ve Mediha Olgun’un arkasında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Aynı Katalan solcuları, cezaevlerinde hak ihlâllerine, sağlık ihmallerine ve tecride uğrayan tutukluların da arkasında olacaktır, hiç kuşkunuz olmasın!
Ve aynı Katalan solcuları, tabii ki o muhteşem Barselona taraftarlarıyla birlikte, tribünde “Nuriye ve Semih yaşasın” pankartı açtıkları için tutuklanan Beşiktaş taraftarlarının yanında olacaktır. Bundan da hiç kuşkunuz olmasın!..
***
Elbette sadece Katalan solcuları değil, genelde Sol düşünce ve hareket, ırkçılığın her türüne, İslam ve Müslüman karşıtlığından istim alanı da dâhil olmak üzere karşıdır.
Çünkü Sol, Müslümana Müslüman olmaktan önce insan olarak bakar.
Ama siz, insana, insan olmaktan önce Müslüman olarak, alnı secde görüyor mu görmüyor mu diye sorarak bakarsınız!
O yüzden değil mi ki “Alnı secdeye varıyorsa yeter” diye her tarafa tereddütsüz doldurduğunuz kadroların ihanetine, saldırısına, darbesine uğradınız?! 

***
Elbette “Beyaz Irkçılık” ile “Kara IŞİD” arasında birbirini besleyen bir ilişki var ve söyledikleriniz geçerli, ama yeterli değil!..
“Ne DEAŞ ne Faşizm” derken işin içine faşizmin her türünü ve “İslamofaşizm”i de katmanız gerek.
Bu köşede defalarca yazdığımız üzere, İslamofobi ile İslamofaşizm “tek yumurta ikizi”dir. Bunlar, birbirinden beslenerek büyür, gelişir, azmanlaşırlar.
Mesele, İslam-karşıtlığına karşı duruşları nedeniyle sitayişle bahsettiğiniz Katalan solcularının, sizin de içinde yer aldığınız Türkiye iktidarına nasıl baktıkları...
Onu, İslamofobi kadar karşısında oldukları “Faşizm”in neresine koydukları...
Uzağına mı, dışına mı, kıyısına mı, içine mi, göbeğine mi?..
Kafa yormanız gereken soru bu.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Sömürge savaşlarına hoş geldiniz! - ERGİN YILDIZOĞLU

Sömürge paylaşım savaşları Afrika’da başladı. En azından sinema sahnesinde... Çocukluğumda, sömürge paylaşım savaşlarının filmleriyle büyüdüm. Amerikalı ya da İngiliz, ender de olsa Fransız ordularından özel timler, lejyonerler vardı, bunlar iyiyi, uygar olanı, özgürlüğü temsil ediyordu. Bunların karşısında, kiralık askerler, bazı yabancı (SSCB ya da ÇHC) güçlerin desteklediği fanatik yerli savaşçılar (dinci ya da milliyetçi- aslında isyancılar) ya da doğrudan, bu iki Batı karşıtı devlettin o bölgedeki komplolarının ajanları vardı. Bunlar da kötüleri, “ilerleme”, “özgürlük” karşıtı olanları...
Sonra, Çin-ABD yakınlaşması, SSCB ile detant (yumuşama) başladı konu da uluslararası suç örgütlerine, ya da SSCB’den, ÇHC’den kimi yumuşamayı hazmedemeyen fanatik generallerin, III. Dünya Savaşı çıkarma çabalarına kaydı. Benim izleyebildiğim kadarıyla da yakın zamana kadar bu tarzla devam etti. 


Çin’de vizyona çıktıktan sonra ilk 11 günde 470 milyon dolar hasılat yaparak tarihi gişe rekorları kıran, yakında Londra’da vizyona girecek olan Çin yapımı “Kurt Savaşçı 2” başlıklı film, benim büyürken izlediğim sömürge paylaşım savaşlarını anımsatıyor. Ben filmi henüz izlemedim. Ancak BBC ve Financial Times’da film üzerine yayımlanan yorumlardan ortada ilginç bir şeyin olduğunu anlayıp, hem “Kurt Savaşçı”yı (I) izledim, hem de ne kadar tanıtma yazısı bulabilirsem okudum. 



Kim Çin’e bulaşırsa...
Kurt Savaşçı 2”nin alt başlığı, (whoever offends China will be haunted) biraz abartılarak, janra uygun bir dille, “Çin’e bulaşan belasını bulur” biçiminde çevrilebilir. İlk filmde de benzer bir tema vardı. İlk filmde kahramanımız (müthiş bir keskin nişancı, otoriteye karşı inisiyatif gösterebilen, içkiye dayanıklı, çapkın biri) Çin topraklarına giren (işgal senaryosu), Afganistan-Irak deneyimli, Amerikalı kiralık askerlere karşı savaşıyor. Kiralık askerlerin patronu, salt Çinlileri etkileyecek (ırksal özgünlük fikri) bir genetik kimyasal silahı Çin’in düşmanlarına satmaya çalışıyor.
Film boyunca, ABD filmlerindekini aratmayan bir komuta merkezinden dev ekranlar, holografik haritalar ve harekât masaları, savaş alanını sürekli gerçek zamanda izleyen İHA’lar, uydular ile yönetilen Çin özel kuvvetlerinin, “sibernetik ağlara” bağlı savaş taktiklerini - gerekirse yağmur bile yağdırabiliyorlar- izliyoruz. Kötüler kendi aralarında konuşurken, ne zaman biri Çin’in askeri kapasitesini sorgulasa, patron, “sakın ha azımsamayın” diye uyarıyor. “Kahramanımızla”, kötü adamların lideri arasında “Neden vatan için savaşıyorsun boşuna, bak ben para için savaşıyorum” gibisinden bir diyalog bile var filmde. 


Kurt Savaşçı 2”de kahramanımız bu kez, Çin’in, hammadde ve tarım alanlarında büyük yatırımlarının olduğu, mal ihracının yanı sıra Çinli nüfus da ihraç ettiği Afrika’da. Afrikalılarla birlikte yaşıyor, çok seviliyor, içki içme yarışında onları geçiyor (ırk üstünlüğü teması). Bir Çinli kadın doktor, yerli halkı pençesine almış çok tehlikeli bir salgın hastalıkla mücadele ediyor (uygarlığı bilimi temsil eden fedakâr doktor, -yine bir sömürge teması). 


Bir Çinli topluluğun huzur ve uyum içinde yaşadığı o Afrika ülkesinde iç savaş çıkıyor. Amerikalı kiralık askerler ülkeye giriyor. Bu sırada, Çin devleti, yönetenler arasındaki uyumsuzluktan dolayı (tek liderin önemi), gereken yardımı gönderemiyor. O zaman “iş başa düşüyor”. Kahramanımız hem doktoru, hem de orada yaşayan Çinli (yerleşimciler) nüfusu bu işgalcilere karşı korumak için savaşıyor. Filmde Çin milliyetçiliğini yansıtan ifadeler çok yoğun biçimde yer alıyormuş. 


Bu janrın yaratıcısı yıllarca, “Sandokan”, “Bovani İstasyonu”, “Pekin’de 55 gün”, “Karanlık Güneş”, “Dört Beyaz Tüy”, “Sarı Kurdele”, “Apaçi Kalesi” (Kovboy-Kızılderili filmleri) gibi sömürgeciliği meşrulaştıran filmler yapan ABD ve Batı kültür endüstrisiydi. Şimdi yeni bir büyük güç yükseliyor, özellikle Afrika’daki varlığı giderek dikkat çekiyor. O da, kendi misyonunu meşrulaştıran filmler yapmaya başlıyor, hem de ilk üretenlerin modelini nereyse aynen kopyalayarak...


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

20 Ağustos 2017 Pazar

16 yılda evrensel model de çöktü - ALİ SİRMEN

Geride bırakmaya hazırlandığımız hafta, AKP kuruluşunun 16. yılını kutladı. Bu vesileyle, AKP’nin adında simgeleşmiş vaatleri olan adalet ve kalkınma alanlarındaki performansıyla, bu 16 yılın iç ve dış güvenlik alanındaki olumsuz sonuçları ve bu ağır bilançonun Türkiye’nin önünü tıkadığını belirtmeye çalıştık.
Bütün bu gelişmeler olurken, bu arada AKP’nin timsali olduğu evrensel bir modelin de çöktüğünü görmezden gelirsek bu partinin geçmişten gelen çizgisini doğru okuyamaz, geleceği konusunda berrak bir fikir edinemeyiz.

16 yaşını, bunun 15’ini iktidarda geçirmiş olarak tamamlamış bulunan AKP’nin en büyük özelliklerinden biri de uluslararası bir ortak yapım olmasıdır.
Gerçekten de AKP Bush’un Körfez müdahalesi sırasında, Ecevit’in yerine geçmek üzere dizayn edilmiş bir Amerikan-Türk ortak yapımıydı.
Olayı yalnızca Körfez müdahalesi sırasında Türkiye’nin direksiyonunda Ecevit’e alternatif yaratmakla sınırlı olarak algılamak veya Bush dönemi ile Neo- Con’ların projesi olarak görmek de bütünü kavramayı engelleyecektir.
Olay Neo Con’ların iktidara tırmanmalarından daha önceki dönemde, CIA sosyal laboratuvarında hazırlanmış bir projeydi ve salt Ecevit’e alternaif yaratmanın ötesinde evrensel bir model oluşturma çabasıydı.
***

“Ilımlı İslam” (ılımlı yazılır, uyumlu okunur) etiketi altında piyasaya sunulan model, Erbakan’ın “Milli Görüş” gömleğini çıkarıp, kapitalist sistem, sınırlı da kalsa, onun aksaksız yürümesini sağlayacak nispeten demokratik bir üst yapıyla ve Batı (emperyalizmi de içerir) uzlaşıp, işleri uyumlu yürütecek dinci yanı da ağır basan bir uygulamayı amaçlamaktaydı.
Model, belirtildiği gibi, CIA tezgâhlarında, önce Türkiye için dizayn edilmişti.
Tayyip Erdoğan geniş kesimleri peşinden sürükleyen, başlangıçta uyumlu görünen politikasıyla, yeni uygulamanın evrensel liderliğine kuruldu.
Bu konumu ile Tayyip Erdoğan, içerde bütün dizginleri eline geçirirken sistemin gereksinim duyduğu dış kaynak akışı için zorunlu güven ortamını sağlıyor, Arap baharına bağlanan umutlara koşut olarak simgesi olduğu “ılımlı İslam”ın ne zamandır aranan ideal model olduğu düşünülüyordu. 

***
Şimdi, AKP’nin 16. yılında varılan yer, o noktanın çok uzağındadır.
AKP’nin kapitalizm ile, onun onsuz olmazı sınırlı demokratik sistem ile, Batı ve emperyalizmi ile uyumu sağlayamadığı, genel bir uyumsuzluğun egemen olduğu görülüyor.
AKP gerçi Türkiye’de bütün dizginleri ele geçirmiş görünüyor ama, ülkenin en üretken, en eğitimli, en donanımlı yarısının tepkisi bütün baskılara karşın dinmiyor, dinmek bir yana gittikçe büyüyor.
Tayyip Bey’in içerde ve dışarda, uyum ortamına ters düşen ihvancı politikaları, kişiliğine bağlanan beklentileri boşa çıkarırken, Mısır’da Tahrir ayaklanmasını kullanarak iktidara tırmanan İhvancı Mursi de aynı şekilde beklenen uzlaşmacı ılımlı ortamı sağlayamayacağını kanıtlıyor, CIA da bunun üzerine, çark ederek askeri vesayet ile İslami vesayet arasında tercihini yeniden Sisi’nin kişiliğinde somutlaşan askeri vesayetten yana kullanıyordu.
AKP’nin kuruluşunun 16., iktidarının 15. yılında, AKP modeli iç ve dış planda iflas etmekle kalmıyor, aynı zamanda simgesi olduğu ılımlı İslam modeli de çöküyordu.
Çöküş, yalnızca AKP ve onun politikaları ile de sınırlı değildir. Model bütün İslam dünyası için çökmüştür.
Bu çöküşten sonra, AKP’nin kuruluşunda sağladığı iç ve dış destekleri sağlaması ve artık aşikâre çıkmış olan gizli hedefine varması için zorunlu olan enstrümanlara hâlâ sahip olmayı sürdürebilmesi olanaksızdır.
Bu durumda değişim kaçınılmazdır. Ama çok acılı olacağı da açıktır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Katalonya: Bağımsız ve savunmasız - Mine G. Kırıkkanat

Geçen yıl yayımlanan Hiç Kimse başlıklı polisiyede, romanın baş kahramanı Lejyoner namlı suikastçının niçin Barselona’ya yerleştiğini şöyle açıklamıştım:
Katalonya, İspanya’dan bağımsızlık istemi doğrultusunda Madrid’deki merkezi otoriteyi uzun süredir dışlıyor, İspanyol polisini iç güvenliğine karıştırmıyordu.
Oysa Katalan polisinin uluslararası terör ve suçlularla mücadele edecek istihbaratı da yoktu, deneyimi de. Yerel yönetimin zafiyetinden doğan boşluk, Katalonya’yı polisiye anlamda ‘no man’s land’ haline getirmişti. Başkenti Barselona, dünyada kırmızı bültenle aranan teröristlerin saklandığı, kiralık katil ve casusların müşteri beklediği bir korsan iniydi. Hem de yıllardır.




Hiç Kimse’nin konusu zaten gerçekti, çözüm kurgusu yayımlandıktan kısa süre sonra gerçekleşti ve Barselona’nın teröristlerin rahatça saklandığı bir zafiyet bölgesi olduğu, son terör eylemleriyle doğrulandı, sevgili okurlarım.
***
Aynı romanda, çok sayıda devlet istihbarat örgütü tarafından Barselona’da kiralanan suikastçıların, dünyanın herhangi bir noktasındaki “görev” yerine gitmek için Fas üzerinden geçtiklerini de yazmıştım.
Katalonya’nın başkentini kana bulayan terör eyleminin soruşturmasında, şimdi bu güzergâhın tersine işleyişinin kanıtlanmasını bekliyorum…
Elbette yanılabilirim.
Bekleyip göreceğiz.
Tarihsel kimlikler ve kinler, asla silinmez. Sadece hafif ya da derin uykuya dalar ve en küçük bir sosyal tıkırtıda, dipdiri ayağa kalkarlar.
İspanya toprakları, IŞİD’in propaganda yayınlarında nasıl “Endülüs Emevi halifeliğinin yeniden fethi” rüyasıyla yer alıyorsa; İspanya halklarının belleğinde de o toprakların Araplardan kurtarılışının gururu kazılıdır.

***
İspanya’nın salt en zengin değil, en kültürlü toplumunu oluşturan Katalan halkı; cilası biraz kazınırsa altından ırkçılık derecesinde milliyetçiliğin fırladığı bir tabana sahiptir.
Barselona, milyonlarca turist tarafından eğlenceli, keyifli ve özgür bir yaşam alanı olarak algılanıyor.
Ne var ki bu özgürlüğün ardında toplumsal bir hoşgörü değil, ticari bir zihniyet ve uyuşturucu alım satımına seyirci, hatta her tür kaçakçılığa ilgisiz kalan polisiye bir laçkalık var.
Ama mülküne yerleşen yabancıları Katalanca öğrenip konuşmaya zorunlu tutan zihniyetin mezhebi pek geniş sayılmaz.
El Kaide’nin 2004’te 191 kişiyi öldüren Atocha istasyonu saldırısından sonra, Madrid’de İslam karşıtı aşırı sağcı bir gösteri yapılmadı. Barselona’da ise Müslüman düşmanı bir grup Katalan milliyetçisi, sokağa dökülüp karşıt görüşte gençlerle çatıştı. 


***
Madrid merkezli İspanyol güvenlik birimleri, 2004 saldırısından öteye İslamcı terörizmi önlemek için Fas hükümetiyle yakın işbirliği içine girdi. Aldığı önlemler etkin olmalı ki, Avrupa’nın benzer saldırılarla sarsıldığı 12 yıl boyunca İslamcıların “Endülüs’ü yeniden fetih” hayallerine rağmen teröre sahne olmadı.
IŞİD’in Barselona’ya sızışı, özerk hükümetin Madrid’i dışlayarak yarattığı güvenlik boşluğu sayesinde gerçekleşti.
Kanlı saldırıdan hemen sonra Katalan hükümetin İspanyol devlet yetkilileriyle bir araya gelip verdiği dayanışma mesajının bir sonucu şimdiden alındı: Katalan hükümeti ve polisi, Madrid’le yeniden işbirliği başlattı.
İkinci sonuç ise, Katalonya özerk hükümetinin İspanyol Anayasa’sına göre geçersiz sayılacağını bile bile sonbaharda yapacağını ilan ettiği bağımsızlık referandumunu, şimdilik ya da uzun süre rafa kaldırması olabilir. 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

*Kırmızı Kedi Yayınları, 2016

Beton tapımı ve terörü - TAYFUN ATAY

“Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın! Bu beton makinesi böyle pat pat vurdukça Türkiye kalkınıyor... O beton pompa, vurmaya başlayacak, Türkiye birilerine rağmen kalkınacak. Bu beton pompaları hiç durmasın! Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın. Silah seslerinin yerine, terörün yerine insanların birbirine acımasızlığı yerine beton santrallarından beton çıksın ve o beton pompaları insanlara güzel güzel evler, yollar, otobanlar, havaalanları yapsın. Rabbim bunu hep nasip etsin!..”

İki yıl önce dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce Cevizli Bahçe kentsel dönüşüm konutlarının temel atma töreni vesilesiyle sarf etti bu sözleri.
AKP iktidarının dinbazlıkla sarmalanmış ekonomi-politik pratiğinin herkesin anlayacağı dilden bir güzellemesi olan bu sözlerden iki yıl sonra, önceki gün...
Beton pompalarının hiç durmayıp “pat pat” vurması arzusuyla hepimiz için “inşaat cehennemi”ne dönmüş İstanbul’da bir beton mikseri...
Adeta “kalkınma hızımız”la doğru orantılı şekilde “uçup” yoldan çıktı ve içinde 5 kişi bulunan bir otomobilin üzerine “pat pat” vurdu!..
Bir ölü, dört yaralı bırakarak...
***

Göztepe Sanayi Köprüsü’nde meydana gelen kaza, diğer benzerleri gibi “vaka-yı âdiye”den muamelesi görmüş. Bizim gazete, “İstanbul’da inşaatlarda kullanılan araçların yol açtığı kazalara bir yenisi eklendi” diye geçmiş haberi.
Onun hemen yanında da yine “sıradan” ve daha da küçük puntolu bir başka haber: “Hafriyat kamyonu bisikletli iki çocuğu ezdi”.
O da yine İstanbul, Esenyurt’tan... Kamyonlar, “kentsel dönüşüm” denilen her kapıyı açan anahtar sayesinde artık daracık mahalle yollarında bile boy gösteriyor ya, işte bunlardan biri, ara sokaktan bisikletle çıkan iki çocuğa vurmuş.
“Pat pat” vurmuş!
Beton mikseri nasıl “pat pat” vuruyorsa öyle. Aynı minval üzere!..
Sakın “Hafriyat kamyonu yine terör estirmiş” tepkisi vermeyin!
Çünkü ne diyordu eski bakan Güllüce iki yıl önce:
“Terörün yerine, beton çıksın, Rabbim bunu hep nasip etsin!..”

 
***
İslam tarihine bakıldığında bu dinin doğuş yeri olan Arap yarımadasından tüm dünyaya yayılırken farklı yer ve zamanların doğal, kültürel, siyasal, ekonomik koşullarına bağlı olarak yeni biçimlenmeler kazandığı gerçeğiyle karşılaşılır.
Aslında olan, başka diyarların yaşam biçimine dayalı söylem, eylem, değer, beğeni, tercih ve yönelimlerinin “İslamizasyon”udur.
Ben yukarıda kaydettiğim İdris Güllüce sözlerinde de böylesi bir “mekanizma”nın işlerlikte olduğunu ileri sürmek istiyorum!
Şu âhir zamanda bu memleket sathında kaba-saba bir “inşaat kapitalizmi”nin İslamizasyonundan ibaret durum!..
Peki, betona taparlığı İslam’la bağlantı içine sokarken hanidir ardı arkası kesilmez olmuş kazalarla hayatımızın “rutin”i haline gelen beton terörüne de bir “manevi” formül üretmek gerekmez mi?
Yoksa onları da kaza değil “kurban” mı telakki etmeli?!
Tapınılan betona adak niyetine “kurban”lar olarak!.. 


***
Elbette olan biteni böylesi “metafizik” yorumlamanın berisinde çok daha maddi, dünyevi ve “rasyonel” bir açıklama yapmadan olmaz.
O açıklama da dünkü gazetelerdeki şu haberin içinden çıkıyor: Uluslararası bir inşaat sektörü dergisinin “Dünyanın En Büyük 250 Uluslararası Müteahhidi” listesinde Türkiye hem geçen yıl 40 olan firma sayısını 46’ya çıkarmış, hem de 10 yıldır Çin’in arkasından en çok firma ile yer alan ülke pozisyonunu korumuş.
Yani dünyada inşaat sektöründe etkinlik itibarıyla Çin’den sonra ikinciyiz!..
Aslına bakılırsa 1 milyar 300 milyonu aşkın nüfusuyla 65 firması listede yer alan Çin’in yanında 80 milyonluk Türkiye’nin 46 firma ile konumlanmasını, “inşaat” denince dünyada esas “1 numara”nın o olduğuna ve kalbimizin “İnşaat Ya Resulullah” diye attığına delil saymak çok mu yanlış olur?!
Bu istatistiksel veri, Türkiye’de mevcut dinbaz iktidarı hâlâ neyin ayakta tuttuğuna en çarpıcı örnek.
Ve o iktidarın “maddi” sürekliliği için betonun kutsanıp betona dayalı kazaların da “kutsala kurban” sayılmasının “manevi” gerekliliğine bir kanıt!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Atlantik’te ilk Türk Beykozlu büyük denizci - NAZIM ALPMAN

Yaklaşık dört beş yıl önce sosyal medya üzerinden kısa bir mesaj aldım:
-Dünya Beykozlular Gününüz kutlu olsun hocam!


Beykozlu olmasına Beykozluydum ama böylesi uluslararası bir günümüz olduğunu bilmiyordum. Gençler bu işi de halletmişler 19 Ağustos’u Beykozlular Günü ilan etmişlerdi. Beykoz Gençlik Kulübü’nün kuruluş yılı olan 1908 tarihini 19 ve 08 olarak iki bölmüşler dünyanın dört bir yanındaki Boğaziçi’nin sarı siyahlılarını kutlamaya başlamışlardı.
Ben de bu yıl “Dünya Beykozlular Günü”nü dünya çapında bir başarıya imza atmış -ama pek bilinmeyen- bir Beykozlu büyüğümüz Mustafa İhsan Denizaşan’ın hikâyesiyle kutlayayım istedim.

•••

1903 yılında Beykoz’da dünyaya gelen Mustafa İhsan, İstanbul Sanayi Mektebini bitiriyor. Yirmili yaşlarının  sonuna doğru içinde alevlenen bir tekne ile uzaklara gitme duygusunu hayata geçirmeye karar veriyor.

Bunun için kesin kararını verdiği tarihi kendisi hatıratında şöyle yazıyor:

“Düşündüğüm her şey mübhemliğini (belirsiz korku) kaybediyor ve bulanık çizgiler açıklık kazanıyordu. 1931 yılında arzularla dolu ruhum nihayet karara vardı. Yola çıkacaktım.”

Mustafa İhsan kendisine daha sonraki yıllarda “Denizaşan” soyadını haklı biçimde kazandıracak olan macerasına böylece başlıyor.

1932 yılının Nisan ayında kayığını inşat etmeye başlıyor. Modelini Fransız dergisindeki bir kotra modelinden esinlenerek çiziyor. Beş milimetre kalındığında galvaniz çubuklar ile teknenin iskeletini meydana getiriyor. Boyu 5 metre, eni ise 1.5 metre olan kayığın üstü açık, altı düz biçimdeydi.

Mustafa İhsan, kapakları kauçuk olan dört sandık içine gerekli malzeme ve eşyalarını dolduruyor. Giysiler, yiyecek içecek yanında yanına iki şey daha alıyor:

-Gramofon ile iki plak. Cumhuriyet (İstiklal Marşı) ve İzmir Marşı!

Yolculuk sırasında çıktığı limanlarda onu karşılamaya gelenlere bu iki marşı çalacaktır.

Bütün hazırlıklar bittiğinde 30 Haziran 1932 sabah saat: 05.00’te Salacak İskelesinden sakin bir havada denize açılıyor. Annesine de “merak etme Mersin’e gidiyorum” diyerek veda ediyor.

14 Kasım 1932’ye kadar Marmara, Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs seyri yaparak teknesini ve kendisini kontrol edip büyük macera için hazır olup olmadığını kontrol ediyor.

18 Temmuz 1933’te Suriye’nin Lazkiye limanına giriyor. 18 Ekim 1933’de Mısır’ın Port Sait limanına, 30 Ağustos 1934’te Tunus’un Porto Farina limanına giriş yapıyor.

Atlantik’e de çıkıp, kuzeye yöneliyor. Cebeli tarım Boğaz’ından geçip İspanya’nın Cadiz şehrinin kuzeyindeki Huelva limanına kadar çıkıyor.

Mustafa İhsan’ın maddi imkanları buraya kadar yetiyor. Geri dönüş yoluna buradan başlıyor, 1936’da Türkiye’ye dönüp İstanbul’da macerasını tamamlıyor.

Mustafa İhsan 1934’te çıkan kanundan ancak dönüşünde haberdar oluyor. Ve hiç kimsenin itirazı olamayacak hak edilmiş soyadını alıyor: Denizaşan!

Mustafa İnsan Denizaşan 1989 yılında vefat ediyor. Paşabahçe Mezarlığında toprağa veriliyor.

•••

Bu bilgileri Yeni Deniz Mecmuası’nın Mart 2016 tarihli 1. sayısında Tümamiral Cem Gürdeniz’in bilgi dolu uzun makalesinden aldım. Gündeniz de kaynaklarını yazının içinde belirtiyor. Dergiyi ise Beykozlu öğretmenlerim Şahin ve Lale Köktürk’ün küçük kızları Esra Köktürk bana verdi.

Beykoz’dan Mustafa İhsan’a layık başka gençler de yetişti. Mesela Tarzan Mehmet üzerinde “Barbaroslu” yazan kendisinin bez ve ahşap çıtalarla yaptığı kano tarzı iki metrelik teknesiyle Samsun-İstanbul ve İstanbul-İzmir arasını kat etti.
Şahin Köktürk ise 1960’ların ilk yarısında Sapanca Gölü kenarında kendisinin inşa ettiği 6 metrelik yelkenli teknesini karadan İznik Gölü’ne at arabası ile götürüp, sonra da aynı yöntemle İzmit körfezine indirmiş, oradan da Beykoz’a kadar denizden götürmüştü.

19 Ağustos Beykozlular Günü’nde geniş ufuklu Beykozlu büyüklerimizi sevgi ve saygıyla anıyoruz.

***

Tuncay Terzihanesi kapandı

Sevgili Sunay Akın pek çok gösterisinde anlattığı aşağıdaki hikayeye aynı başlıklı kitabında da yer verdi.

•••

“Trabzon'un en ünlü terzilerindendi Tuncay Bey... Dükkânının rafları aldığı siparişlerin kumaşlarıyla doluydu. Genç adam modayı takip eden, yenilikçi biri olduğu için onun diktiği bir elbiseye sahip olmak isteyenler, araya hatırı sayılan insanları koyarlardı: "Şu bizim komşunun mantosunu bir zahmet sıkıştırıver!.."

Kedilerinin pençelerinin balık koktuğu bu kentte, bir gün, on yedi yaşında bir genç kız girer Terzi Tuncay'ın dükkânından içeri. Yanında annesi, elinde ise bordo renkli bir kumaş vardır. Kendisine bir ceket dikmesini ister genç terziden. Aşk tanrısı Eros'un attığı ok Tuncay Bey'in kalbini delmeden önce, içeri giren genç kızın güzelliği karşısında, tuttuğu iğne eline batmıştır çoktan!
Terzi Tuncay genç kızı provaya çağırmaya başlar. Hem de yalan yere ve kaç kere!.. Hatta bir seferinde şu türküyü bile mırıldanır, hafiften:

Sen yağmur ol, ben bulut
Maçka'da buluşalım
Ölçü iyice alınmıştır!.. Bordo renkli ceket tamamlanır sonunda.
Üç tane düğmesi vardır bordo ceketin... İşte ben, o ceketin ortanca düğmesiyim!”
Bu ceket İstanbul Oyuncak Müzesinde duruyor.

•••

Değerli ağabeyimiz Atilla Aşut ise sayfadaki fotoğrafla birlikte aşağıdaki notu yolladı.
“Sevgili Nazım merhaba,

Sunay Akın'ın babasının cenaze törenine katıldığını öğrendim. Tuncay Akın (bizim aramızdaki adıyla 'Terzi Tuncay'), Trabzon'da çok yakın arkadaşımızdı. O yıllarda çalıştığım "Hâkimiyet" gazetesinin sahibi Şahap Eyuboğlu gibi Tuncay Akın da Maçkalıydı ve aynı köydendiler. Daha da önemlisi, gazetemizin Şekerfabrikası Sokağı'ndaki bürosu ve basımeviyle Tuncay  Akın'ın terzi dükkânı yan yanaydı. O yüzden de günlerimiz hep bir arada, iç içe geçerdi. Bazen birlikte meyhaneye gittiğimiz de olurdu. Sana o günlerden bir fotoğraf gönderiyorum. Ben, Tuncay Akın ve Şahap Eyuboğlu, dönemin en ünlü lokantalarından Gülbahçe'de oturmuş, günün yorgunluğunu atmaya çalışıyoruz...”
Tuncay Akın Ağabeyimizi 14 Ağustos 2015 günü sonsuzluğa uğurladık.
Ve Tuncay Terzihanesi şimdi kapandı.

Nazım Alpman /BİRGÜN

Artık ruh hali en ufak muhalefeti bile kaldırmıyor - ERK ACARER

Artık Türkiye'nin önünde fazla seçenek yok. 'Tek adam'ın ülkeyi kapalı bir kutu haline getirmek istediği görülüyor. İçeride; can suyunu yobazlık ve yozluğun temel ilkelerinden alan bir Arap modeli örülüyor. Dış siyasette ise bolca hamaset yapıp aslında 'istenilen' tavizi veren bir sistem inşa ediliyor. Şeriatçı teröristle işbirliği yapıp, 'Fırat'ın batısı' diye bas bas bağırırken, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Cumhurbaşkanı Mesut Barzani'nin Türkiye'nin bir bölümünü de içine alan bağımsızlık haritasını görmezden gelmek yeterince ipucu veriyor.

'Hesap sorulamaz', 'ben yaptım oldu', 'kapalı kutu' rejmine doğru hızla savruluyoruz. Depremden önce, balıkların karaya vurması kadar açık emareler var. Enis Berberoğlu'nun tutuklanması, Adalet Yürüyüşü'nün ardından, CHP Lideri Kılıçdaroğlu'nu hedef alan ve dozu artan kumpas planı... Tepeden gelen emir, bir yandan havuz medyası ve AKP siyasetçileri eliyle 'evde zor tutuyorum tabanını' kemikleştirirken öte taraftan başka bir şey  oluyor. Kılıçdaroğlu'nun tutuklanma ihtimali öylesine normalleştirildi ki, gerçekleşirse kimse şaşırmayacak. Goebbels taktikleriyle ayrım yapılmadan tüm kamuoyu bu plana hazırlandı.

Konuyla ilgili; iki çarpıcı analizin özeti net geçiyor. Biri Fatih Yaşlı'nın, BirGün'de yayınlanan makalesi. Fatih Hoca'nın, başlığı bile yeterli. Spoiler'i; Winter is coming' sözleri ile veriyor. Diğer yazı; Artı Gerçek'ten Celal Başlangıç'a ait. Anafikri açık; savcılardan önce iddianameyi AKP Genel Merkezi yazmış! Aslında, Başlangıç, 'geçen kıştan' olacakları söylüyordu. Cumhuriyet'e yapılan operasyonların ardından, hüzünle gülümsemiş; gazete avlusunda birkaç kısa kelam etmişti: "HDP'den sonra sıranın kime geldiği belli. Cumhuriyet üzerinden şimdi bir başka mahalleye atladılar. Süreç tıpatıp aynı."

Yumurtanın kapıya dayandığı ya da Perşembe'nin gelişinin Çarşamba'dan belli olduğu çok fazla belirti yaşandı. Hâlâ ortada olan 'Kılıçdaroğlu zaten Erdoğan'ın istediği tarzda muhalefet yapıyor' sözlerinin ise anlaşılır bir tarafı yok. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tavrı çok belirgin. Artık yürüdüğü yolda, ayağına değecek bir taşa bile tahammülü yok. Açıkçası bunu büyük risk olarak gördüğü belli oluyor. Dolayısıyla ruh hali en ufak muhalefeti bile kaldırmıyor.


Bu yüzden Erdoğan ve AKP'nin artık topluma sunduğu bir seçenek bulunmuyor. İstikbal derdi ve 2015 Haziran'ından sonra keşfedilmiş 'kontrollü kaos' ile ellerinde kalan tek şey kini, nefreti, kutuplaştırmayı derinleştirmek. Havuz medyasındaki yeni yapılanma da buna işaret ediyor. Gerçekçi olmak gerekirse; 2019 yolu da bu plan üzerinden inşa edilecek. AKP siyasetçileriyle dillendirilen 'kaos' ve suikast' sözleri boş değil. Öte yandan devlete endeksili paramiliter güçlerin, çete benzeri oluşumların, iktidar ağzı ile konuşan mafya tetikçilerinin misyonu ve varlığı da şüphe götürmez.
Ne yazık ki tablo karamsardır. İşte Türkiye'nin önünde kalan iki seçeneğin anlamı da budur: Ya insanca yaşayacağız ya da dükkânı kapatacağız! Fakat bu fırsattır. 33 kişinin yaşamını yitirdiği, IŞİD canileri tarafından gerçekleştirilen Suruç katliamı sonrasında, çokça söylenen 'hiçbir şey eskisi gibi olmayacak' sözleri çoğu açıdan gerçeği yansıtıyor. Suruç'un ve ardından gelen Ankara katliamları aynı zamanda önemli misyonlar da üstlendi. Korku iklimi yayıldı, toplum bir araya gelmekten ve protesto hakkını kullanmaktan çekindi. CHP'nin 16 Nisan referendumunun ardından halkı Yüksek Seçim Kurulu'nın (YSK) önüne toplayamaması da bu açıdan anlaşılırdır. Sonrasında; çok kez; ülkede 'iç savaş çıkabilirdi' açıklamaları yapıldı.

Yaratılan bu korku iklimi üzerinden, avuçlarını ovuşturanları seyrederken, trenin kaçmakta olduğunu da görebiliyoruz. Gerçekçi olmak bu açıdan önemli. O büyülü sorudur muhatabımız: "Peki ne yapacağız?" Bu sorunun yanıtı çok yakın geçmişte gizlidir aslında... Biraz sitem, biraz kırgınlıktır: "Cumhuriyet davasında 30, Berkin Elvan davasında 300 kişiydik!" 'Diyanet'in ensest fetvası', 'Ensar skandalı', 'IŞİD bombaları' haberlerimizi milyonlarca kişi paylaştı. Ama bu haberlerin protestolarında sadece yine bizler vardık! Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat; meslektaşları tarafından hediye edilen 'Süpermen kıyafetiyle' aramızda, sevimli ama acı duyulması gereken bir kahramana dönüşmüştür. Sorulması gereken şudur: Neden gecesini yazı işleri masasında, gündüzünü meslektaşlarının duruşmalarında geçiren Polat, neden yeterince kalabalık değildir? Acıdır; BirGün, Evrensel ve Cumhuriyet gazetelerinin toplam tirajı 60 bini bulmuyor. Çözüm mü arıyorsunuz, o çüzüm Ahmet'in eşi Yonca Şık'ın sözlerindedir: "Ahmet kahraman değil. Herkes elini taşın altına sokacak."
Gazetecilere, sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına ve dahası toplumun geneline artık daha büyük işler düşüyor. Bir kahraman yok, hepimiz kahramanız. Farkında mısınız? Türkiye 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' eşiğini çoktan aştı. Dokunacaklar... O iki yola bir kez daha vurgu yapalım. Kitaplarımızdan evrimi, hayatlarımızdan gülüşü çıkardılar. Basit bir muhalefet tarzıdır bu! Daha başlangıçındayız: Toplumsal muhalefet topu  topu "Çocuklara elini sürmeyeceksin, ağaçları kesmeyeceksin, Hasankeyf'e dokunmayacaksın, kadınlara el kaldırmayacak, istismar etmeyeceksin. bunlara özendirmeyeceksin! Ormanlarımızı, ormanlarımızdaki canım hayvanlarımızı rant için yaktırmayacaksın" deme cesareti, kararlılığı ve kalabalıklığıdır.
Basittir her şey...
Hani aylardır; artık daha çok 'Kılıçdaroğlu'nu bağlayan', 'ihanet haberleri' yapılıyor ya... 'Vallahi de billahi de o TIR'lar IŞİD'e gidiyordu' diyen AKP'li vekilin sözlerinin araştırılması için 20 milyon dilekçe yolla bakalım Cumhuriyet savcılarına neler oluyor!

Erk Acarer / BİRGÜN

Medyanın turnusol kâğıdı: Nuray Mert - Ayşenur Arslan

Uzun ve “kişisel” bir yazı olacak. Zira, konu hem medyayı, hem bilim ve siyaset yapma anlayışını kapsıyor... Hem de bu alanlarda “suyun başını tutanlara” uzanıyor... Öte yandan, Nuray Mert, Ahmet Hakan, Akif Beki gibi isimlerle, mesleki serüvenimin tam ortasından geçiyor!

•••

Anlatmaya, 2012 yılından bir anıyla başlayayım.

Malum, Ergenekon’du, Balyoz’du derken Türkiye’nin en sıcak yıllarından biriydi. Ben de, güncel ve siyasal bir gündemin ekrana taşındığı Medya Mahallesi programıyla, o harareti ensemde hissediyorum. Hemen her gün bir uyarı / talimat alıyordum: Şuna değinme.. Bunu konuk etme.. Aman falan konuya hiç girme..

Aslında her bir uyarı, bugün RTE’den bakanlarına, Aydın Doğan’dan gazetecilerine herkesin kabul ettiği, onayladığı başlıklar ve isimlerdi. Gülen Cemaati’nin kumpasıyla başlatılan operasyonlar gibi.. Hanefi Avcı ve şu ünlü “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabı veya Uludere Katliamı gibi...

Evet, gerçeği bugün herkes şu ya da bu tarafından gördü. Ama 2012 yılında o gerçek yasak ve tehlikeliydi. Bu da, benim hedef tahtası haline gelmem demekti.

Bir gün, o sıralarda CNN Türk Genel Müdürü olan Barış Tünay, yine bir “talimat” verdi. Konuyu değil ama itiraz ettiğimi hatırlıyorum. “Yukarının emri” dedi.

“Yukarısı kim?” diye sordum.

Anlamayışıma (!) şaşırmış bir şekilde “Tabii ki Aydın Bey” dedi.

“Kusura bakma” diye karşı çıktım, “Aydın Bey bana talimat veremez. Ben gazeteciyim. Doğru / gerçek bildiğimi anlatırım. Ve o gerçeği kendi dünya görüşümle yorumlarım. Patronun bana ‘şunu yap bunu yapma’ deme hakkı yok. Benim üstümde tek bir hakkı var. Benimle çalışmama hakkı...”

Aynı şeyi, Aydın Doğan “benimle çalışmama hakkını” kullandığı zaman O’na da söyledim.

Ahmet Hakan’ın “yorumu”!
O konuşmaya döneceğim ama şimdi devam edelim..

CNN Türk’ten kovulduktan sonra Ahmet Hakan köşesinde şöyle yazdı:

“Ben Ayşenur’un tek başına, tek taraflı yayın yapmasına karşıydım. (...) Bu nedenle Ayşenur’un yanına Akif Beki’nin eklenmesini doğru buldum. Aslında Akif’in eklenmesiyle iyi bir sonuç da çıkmıştı ortaya. Ayşenur bir şey diyor, Akif başka bir şey diyordu. Muvazaasız, yapaylıktan uzak, dişe diş bir tartışma izliyorduk. İzleyici ilgisi de yüksekti. Fakat olmadı, olamadı.”
Peki Ahmet Hakan’a göre neden olmamış, olamamıştı dersiniz?

Meğer şundanmış:
“Ayşenur ile Akif, ekranda ‘bir arada barış içinde var olma’ pratiğini uzun süre götüremedi. Akif, Ayşenur’un Cumhuriyet gazetesine verdiği röportaja içerledi; Ayşenur Akif’in gönlünü alamadı. İki ismin aynı ekrana çıkması imkânsızlaştı ve program bitti. Yazık oldu, yazık ettiler.”

•••

Evet, Akif Cumhuriyet’teki röportaja içerlemişti. Nesine mi?

“Programa tek başına başlamışken, sonra neden iki kişilik formata döndünüz?” sorusuna verdiğim yanıta!
Çünkü, “benim tercihim değildi” demiştim. Programa devam etmek istiyorsam, yanıma birinin getirilmesinin şart olduğunu söylediklerini anlatmıştım.

Akif Beki buna içerlemiş. Yalan mıydı? Hayır! Eksik miydi? Hayır!

Ama komik adam.. Sanki öyle değilmiş gibi, “vay efendim, beni zorla onun yanına tepeden inme mi gönderdiler” diyormuş. Bir kırılmış bir kırılmış, Nuh diyor peygamber demiyormuş. Ben de, Ahmet Hakan’ın yazdığı üzere “gönlünü alamamışım”.. Vah vah, program da bitmiş.

Aydın Doğan’a sorsaydı!

Oysa, Ahmet Hakan -hadi bana sormadı- yanından ayrılmadığı Aydın Doğan’a sorsa doğrusunu öğrenirdi.

Çünkü programın neden bittiğini, veda konuşmamızda, Aydın Doğan’a ben de sordum. Hatta, Dört Bir Taraf programını örnek vererek “Onlarınki oluyor da neden Medya Mahallesi olamadı” demiştim de şu yanıtı almıştım:

“İyi de kızım, onlar çata çat kavga ediyor. Nagehan Enver’in, Enver Nagehan’ın hakkından geliyor. Ama Akif Beki senin yanında zayıf kaldı, seninle baş edemedi…”

Ya Ahmetçim! O program Akif Beki “başarısız olduğu için” bitti. AKP’nin ve o sıradaki rol arkadaşları Gülenciler’in beklentilerini yerine getiremediği için bitti.

Sizin cephede, biliyorum, algılama süresi bir hayli uzundur. Ergenekon / Balyoz vs konularında benim / bizlerin gördüklerini sizler yıllar yıllar sonra gördünüz. RTE’nin gerçek ajandasını yıllar yıllar sonra keşfettiniz. Akif Beki’nin de aslında iktidar kapısını açacak kilit olmadığını, programları gibi yazılarının da “alıcı” bulmadığını yıllar yıllar sonra anladınız!
Ve sonunda Saray’ı rahatsız edecek iki kelam etti diye yolu gösterdiniz.

•••

Doğrusu, Akif’in gönderilişi hakkında hiçbir şey söylememeni anlayabiliyorum. Ne diyebilirsin ki!
Nuray Mert’in Cumhuriyet’ten gönderilişi hakkında yazılanlara gösterdiğin hassasiyeti de anlayabiliyorum. Ne de olsa çok yakın arkadaşın.

Ama, benim, “başıma komiser olarak gönderilen” Akif Beki’nin gönlünü almam gerektiğini nasıl düşündün... Hiç anlayamadım.
Nuray Mert hakkındaki köşe yazıları için söylediklerini de aynı ölçüde tuhaf ve yakışıksız buldum. Diyorsun ki; “Köşe yazısı yazdıkları gazeteden bir köşe yazarını kovdurttukları için... Öyle mutlular ki... Vakar içinde iki dakika sessiz kalmayı beceremiyorlar. Etekleri zil çalarak kutlamalara doyamıyorlar... Midem bulandı...”

Sizin de “ilkeleriniz” yok muydu!
Ben Cumhuriyet’te senin bu tanımlamana uyan hiçbir ifade görmedim.

Cumhuriyet’te, BirGün’de, Sözcü’de bu konuda yazan hemen her köşe yazarı meseleye “ideolojik / bilimsel” bir yaklaşım gösterdi. Nuray Mert’in yazılarının, Cumhuriyet’in (hani sizin Doğan Yayın Grubu’nda olduğunu iddia etiğiniz gibi) YAYIN İLKELERİNE UYMADIĞINI vurguladı.

Evet, Nuray Mert inandığı / düşündüğü gibi yazmakta özgürdür.

Keza, şu ya da bu televizyona çıkıp çıkmamakta da özgürdür.

Nitekim, Halk TV’de program yaptığım sırada, bir gün kendisini Medya Mahallesi’ne davet ettim. “Ben o televizyona katiyen çıkmam” yanıtını aldım. Zira, CHP’ye karşıydı. Halk TV’ye ise karşı olmaktan öte, belli ki sinir oluyordu.

Uzatmadım, peki dedim.

Öyle ya, insan falan televizyona çıkıp çıkmamakta da bir konuyu şöyle ya da böyle yazmakta da özgürdür. Ama aynı şekilde, yazdığı gazete de o yazıyı “ilkelerine uymuyorsa yayınlamamakta” özgürdür.

Buraya kadarında anlaştığımızı umut ediyorum.

Ancak...

Benim açımdan, daha sorunlu bir durum var. Mesele sadece bir yazarın düşündüğü gibi yazmasından ibaret değil.

Evrim teorisi “bilim” değilmiş!
 
Nuray Mert, bir akademisyen, bir bilim insanı.

Oysa, benzetmeyi O da herkes de mazur görsün ama aklıma başka bir örnek gelmiyor, cerrah diye göreve aldığınız kişinin kasap çıkması gibi… Bilimden şöyle söz edebiliyor:

“İslama uygun veya değil, ben de evrim teorisinin bilim yerine konmasına karşıyım. Adı üzerinde evrim teorisi, ne kadar bilimsel kesinlik kazandırılmaya çalışılırsa çalışılsın veya ne kadar bilimsel olarak çürütülmeye çalışılırsa çalışılsın, nihayetinde insanın oluşumuna ilişkin bir akıl yürütme biçimi.”

Kimi yazarlar vurguladı. Söz konusu olan EVRİM KURAMI’dır. Teorinin gündelik dildeki kullanımıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu yüzden kimse, hele bilim insanı olduğu iddiasındaki bir kimse çıkıp da “canım adı üstünde teori, kanıtlanmış bir şey değil ki” diyemez.

Daha doğrusu, elbette der de, deyince ciddiye alınmaz. Diplomasından falan şüphe edilir.

Nuray Mert adına üzgünüm ama, mevcut Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz bile -muhtemelen gelen tepkiler üzerine- ne dedi, biliyor musunuz:

“Biz evrime karşı değiliz. Bilim bir şey diyorsa buna karşı olabilmek mümkün değil. Biz sadece ‘Öğretilecek o kadar konu var ki, bu konu bu eğitim seviyesinde verilmesin, ortaöğretimin üstünde verilmesi uygundur’ diyoruz.”

•••

Din / inanç sistemi doğruluğu deneyden geçirilmeden, sınanmadan kabul edilen bir “öğreti”, yani DOGMA’dır.

Bilimse, tam tersine yanlışa / tartışmaya / deneylere / sınanmaya yenilenmeye / eksikleri gidererek ilerlemeye açıktır.

Ancak, bu asla bilimin SAKAT olduğu anlamına gelmez. Bilimsel temel asla gözardı edilemez. Örneğin, evrim bilimsel bir gerçekliktir. Bu anlamda tartışılmaz. Ancak evrimin işleyişi tartışmaya / deneme ve sınamaya açıktır.

Artık ayrılmalı / ayrışmalıyız
 
Nuray Mert, konuyu DİNİ DOGMA DAYATMASI ile POZİTİVİST DAYATMA diye karşı karşıya getirerek, sadece Cumhuriyet’te değil.. Bana sorarsanız herhangi bir gazetede köşe yazarı olma, siyaset yazma özelliğini yitirmiş demektir.

Belki böyle dertlerin hiç söz konusu olmadığı magazin alanında yazabilir... Ya da, “evrim kuramının en büyük düşmanı” Yiğit Bulut’un yanında Saray’a danışmanlık için aday olabilir... Ancak, hem O’nun yazıları hem de savunucularının iddiaları göstermiştir ki, artık orta sahada top çevirmenin zamanı geçmiştir.

Yani, “hem evrime kuramına karşı çıkayım, hem müftü nikâhını savunayım hem de Cumhuriyet’te yazayım” demek oksimorondan öteye gitmez.

Onlar / Nuraylar Ahmetler / bilimle dinsel dogmayı karşı kefelere koymaya kalkanlar ile...

Bizler / dinsel dogmaya karşı bilimi ve bilimsel aklı savunanlar..

Artık tümüyle ve net biçimde ayrışmalıyız. Ayrılmalıyız.

Ahmet Hakan, Akif Beki ile “barış içinde bir arada yaşamayı başaramadığımızı” söylüyor ya...
Meslektaşlarımızı “tutsak” alan, gencecik hayatları söndüren, Nuriye ve Semih’i daha yargılanmadan suçlu / terörist ilan eden, ülkeyi kaosa teslim eden bir anlayışla... Ve o anlayışa şu ya da bu gerekçeyle prim vermeye devam edenlerle...

Barış içinde bir arada yaşayamayız.

Onlar barışa inanmıyorlar. Bizleri düşman olarak görüyorlar. Laikliği sona erdirip  Cumhuriyet’i tasfiye ederek hayallerindeki YENİ TÜRKİYE’yi adım adım inşa ediyorlar.

Evet, onlarla artık tümüyle ve net biçimde ayrışmalıyız.

Dogmaya teslim olmayı reddetmeliyiz.

Nuray Mert, bu açıdan bir turnusol kâğıdı işlevi görmüştür. İyi de olmuştur!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Bu iş de imama kadar gider! - NURCAN GÖKDEMİR

Hükümet, sadece hukuk eğitimi alanların yapabildiği uzlaştırmacılık görevini “yeterince hukuk eğitimi” koşuluyla siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat veya maliye alanlarında yüksek öğrenim gören herkesin yapabilmesinin yolunu açtı.  


Hükümet, müftülerin resmi nikah kıyabilmelerine olanak sağlayan düzenlemesine benzer çok önemli bir adımı da yargıda attı. Hırsızlık, dolandırıcılık, yaralama, tehdit gibi suçlar için sadece hukuk eğitimi görenler değil “yeterince” hukuk eğitimi alan üniversite mezunları yargıda geleneksel kadı sisteminin benzeri olan uzlaştırmacılık görevini üstlenebilecek.
Eski Adalet Bakanı Bekir Bozdağ döneminde TBMM’ye sunulan tasarıda yer alan ancak AKP’li hukukçu milletvekillerinin muhalefete desteği ile tasarıdan çıkartılan hüküm yönetmelikle uygulamaya konuldu. Bozdağ’ın tepkisine karşın yasalaşan hüküm yönetmelikle aşıldı.

Adalet Bakanlığınca hazırlanan “Ceza Muhakemesinde Uzlaştırma Yönetmeliği” yürürlüğe girdi.

“Yeterince hukuk” yetecek
Sadece hukuk öğrenimi görenlerin uzlaştırmacı olabilmesine yönelik düzenleme yönetmelikle genişletildi. Üniversitelerin hukuk fakültelerinden mezun olanlar uzlaştırmacı olabiliyorken yeni düzenleme ile “hukuk ya da hukuk bilgisi programlarına yeterince yer veren siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat veya maliye alanlarında en az dört yıllık yüksek öğrenim yapan” herkese uzlaştırmacı olabilme olanağı sağlandı. Kasten işlenmiş bir suçtan mahkumiyet alanlar, terör örgütleriyle irtibatlı olanlar, disiplin yönünden meslekten veya memuriyetten çıkarılan ya da geçici olarak yasaklananlar uzlaştırmacı olamayacak.

Hırsızlık uzlaştırma kapsamında
5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 253’üncü maddesinin birinci fıkrasında sayılan “kasten yaralama, taksirle yaralama, tehdit, konut dokunulmazlığının ihlali, hırsızlık, dolandırıcılık, çocuğun kaçırılması ve alıkonulması, ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi ve belgelerin açıklanması” suçları için uzlaştırmacılık devreye girecek.
Suça sürüklenen çocuklar bakımından mağdurun veya suçtan zarar görenin gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi olması koşuluyla üst sınırı 3 yılı geçmeyen hapis veya adli para cezasını gerektiren suçlarda da uzlaştırma yoluna gidilebilecek.

“Dini gruplar etkili olur”
TBMM Adalet Komisyonu’nun CHP’li üyesi Ömer Süha Aldan konu hakkında, “Uzlaştırmacılık yargıyı özelleştirme, ulusal yargıyı etkisizleştirme girişimidir. Bu düzenleme ile tarikatlar, cemaatler ve belli baskı grupları yargıda daha etkin olmaya başlar, geçmişte olduğu gibi ‘mahallenin büyüğü aranızdaki sorunu çözsün’e kadar iş gider. Ancak salt yerel düzeyde değil uluslar arası düzeyde de sonuçları olabilecek bir girişim. Küresel şirketlerin de bu tür kurumları çok istediği gözden kaçırılmamalı. ‘Ulusal yargı olmasın, sorunları gizli kapılar ardında uzlaşmacılarla çözelim’ arzusundalar” dedi. Aldan, yasaya aykırı yönetmelik çıkartılamayacağını, iptali için idari yargı yoluna gidilebileceğini de ifade etti.

NURCAN GÖKDEMİR / BİRGÜN

19 Ağustos 2017 Cumartesi

On altı yılın bilançosu çok ağır - ALİ SİRMEN

Perşembe günü, 16. kuruluş yıldönümünü büyük yanılsama parkı “Harikalar Diyarı”nda kutlayan AKP’nin, seçmenine iki büyük vaadi, adalet ve kalkınma alanlarında yaya kaldığını yazmıştım. 


Bugün de on altıncı yaşını idrak ederken iktidarının da on beşinci yılını yaşayan AKP’nin dış ve iç güvenlik alanlarındaki bilançosuna bakalım.
AKP’nin iktidara gelişi ile Ortadoğu’ya Amerikan silahlı müdahalesi eşzamanlıdır.
AKP’yi dizayn edenler de, partinin yerli kurucu ve yöneticileri de, zaten bu müdahale vesilesiyle oluşturulmuş kuruluşun ABD yanında, onun yönlendirmesi altında önemli roller oynayacağı, Washington’ın göstereceği hedefler ve çizeceği sınırlar ile uyumlu olarak, bölgede ağırlık sahibi olacağını düşünmüşlerdi.
Bu tasavvurlar, daha ilk adımda TBMM’de yapılan tezkere görüşmelerinde darmadağın oldu.
Ankara, daha ilk adımda büyük operasyonda kendine düşeni yerine getirememiş ve ABD güçlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girişini sağlayacak kararı TBMM’den çıkaramamıştı.
Gerçi bu durum Tayyip Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanlığına adaylığını teyit etmesine engel olmamıştı ama Washington Ankara’yı artık eşbaşkan olarak görmekten vazgeçmişti.
Irak ve ardından patlak veren Suriye krizleri sırasındaki yanlış politikaları sonunda Türkiye bölgede kırmızı çizgileri sürekli çiğnenen, ağırlığı gittikçe azalan, inisiyatifi değişik Kürt güçlerine kaptırmış bir ülke konumuna geriliyordu.
Bir zamanlar bölgenin desteği aranan gücü Ankara iken, şimdi PYD olmuştur. Bu durum herkes tarafından Ankara’nın yüzüne karşı açıkça söylenmektedir. 


***
Tayyip Bey’in iktidarının başlangıcında, AB’nin karar vericilerinin de, kamuoyunun da kendi içlerinde görmek istemedikleri hususunda hiçbir kuşku bulunmayan Türkiye, yine de kuruluş ile ilişkilerini düzgün bir çizgide yürütmekteydi. AKP iktidarının on beşinci yılında ise, Türkiye-AB ilişkileri fırtınalı sularda seyrederken, Ankara en fazla antipati toplayan, en çok eleştirilen ve ilişkilerin askıya alınması tartışılan başkent konumuna gerilemiştir.
Siyasiler katında işler zaman içinde düzelecek olsa bile iki tarafın halkları arasında oluşan karşılıklı güvensizlik ilişkilerde uzun süre giderilemeyecek köklü tahribata neden olmuştur. Türkiye’nin şu anda Avrupa’daki itibarı konusunda en iyi fikir verebilecek olan olay ise AİHM’ye aday gösterdiği isimlerin gerekli vasıflara sahip olmadıklarından, ciddi olarak incelemeye dahi alınmamasıdır.
Dış ilişkilerde Rusya ile yaşanan kriz yine Ankara’nın geri adım atmasıyla normalleşme yoluna girmiş, ancak Moskova’dan Ortadoğu’da Türkiye’nin umduğu ölçüde bir destek sağlanamamıştır.
ABD ile ilişkilerdeki gerilmenin sorumluluğunu Obama’ya yükleyen AKP, büyük umut bağladığı Trump’ın tutumundan da kısa sürede düş kırıklığına uğramış ve bölge ile ilgili beklentilerinin gerçekleşemeyeceğini görmüştür.

***
Nevraljik Ortadoğu’nun kritik döneminde dış politikadaki bu zayıf konum, Türkiye’yi bölgedeki gelişmelerden toprak bütünlüğü açısından bile en fazla etkilenebilecek riskli ülkeler kategorisine sokarken, içeride de 2016 Temmuzu’ndaki TSK ve kamuoyunun büyük ezici çoğunluğunun karşı çıktığı girişim başarı ile önlenirken, FETÖ ile mücadele konusunda gerektiği kadar mesafe alınamamıştır. FETÖ hâlâ ülke için ciddi tehdit olma konumunu sürdürmekte, ülke sürekli OHAL altında olmasına rağmen kesin sonuç elde edilememektedir.
İçeride ve dışarıda, “FETÖ ile mücadele”nin daha ziyade OHAL uygulamalarına bahane olarak kullanıldığı yolunda güçlü bir izlenim mevcuttur.
Kısacası, toplumsal uzlaşma, ekonomi, eğitim gibi konulara bile değinmeden yapılan kısa bir analiz, kuruluşunun on altı, iktidarının on beşinci yılında AKP nin bilançosunun negatif olduğunu göstermektedir.
Bu durumda “Harikalar Diyarı”nda neyin kutlandığını anlamak gerçekten güçtür.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Deprem… - AYDEMİR GÜLER

Suçu doğaya atmak kolay. Kumdan kale gibi dağılan, aslında bir mezar olduğu o gün anlaşılan evler... Bu, alçak oldukları su götürmez “deniz kumu müteahhitlerinin” ve diğer yetkililerin işi de değildi. Onlar olsa olsa tetikçiydi.
Tetikçiler katmanını kazıdığınızda onlarca yıldır iş başına gelip sonra biri diğerini kovan hükümetlerin topluca bir “imar affı koalisyonu” oluşturduğu gerçeği çıkıyordu karşınıza. Lakin suç onlarda da bitmiyordu.
İnsanların beton mezarlara tıkıştırılmasının arkasından aynı insanların kentlere yığılması sırıtıyordu. Ucuz emek gücüydüler. Onları çalıştıranlar, onları iskân edenler, ya bu gerçeği hiç düşünmeme suçunu işlemişlerdi, ya da daha kötüsü mezar binaları yaparken de bile isteye kârlarını arttırmışlardı.
Ama biri yapmasa diğeri yapacaktı. Sağlam, insana yaraşır bina yapacağım diye tutturan daha az kazanacaktı, orada da kalmayacak başkaları tarafından silinecekti piyasadan. Tek tek kapitalistler alçaklık etmeye mecbur!
Bu sermayenin kanunu ve suçlu sermaye düzeni.
Bu gerçekler 1999 depreminden önce de biliniyor ve söyleniyordu. Ama sermaye düzeninin iki güvencesi vardı. Bir tanesi; acının bu kadar ağırı insanı mücadeleye değil kurtarıcı aramaya, suçu doğaya yıkmaya, felaketin doğaüstü bir varlık tarafından yollandığı inancına iter. Din bir afyondur denir ya, afyon acıyı dindirir bir süreliğine…
İkincisi ise, “depremle yaşamaya alışmalıyız” diye ahkam kesen bilim (!) adamları iş başındaydı. Kentleri “biz” yeniden planlayıp, bilimin ve insanca yaşam ilkelerinin ışığında yeniden inşa etmeyeceksek, herhalde halktan beklenen ölümü kanıksaması oluyordu!
17 Ağustos 1999’dan sonra haber bültenleri ölü, yaralı ve kayıp sayılarını ilan etti günlerce. Toplu mezarlara yığıldığı söylenen kayıp insanlarımız nasıl sayılacaktı ki? Ama daha tuhafı, bir süre kayıplar azaldıkça yükselen ölü sayısı, bir noktadan itibaren kayıplar azalmaya devam ederken düşüşe geçti. Ölenler dirilmeyeceğine göre ortada bir saçmalık vardı. Türkiye buna tanıklık edemedi. Acıdan göz gözü görmüyor, kulaklar bültende okunan sayıları beyne iletemiyordu.

*             *             *

1999’da “eski Türkiye”de yaşıyorduk. Süleyman Demirel cumhurbaşkanıydı, Bülent Ecevit başbakan. 17 Ağustos bu tarihsel kişiliklerin baş aşağı gidişinin de simgesidir.
Demirel bir yıldan daha az bir zaman sonra görev süresini doldurduğunda arkasında sadece depremin değil cumhuriyetin de enkazını bırakacaktı. Sağın ülkeyi ne hale getirdiğinin sembolüdür, bir anlamda 99 depremi.
Ecevit birkaç yıl daha devam etti. Ölümünden önce kayda geçen son değerlendirmelerinden birinde siyasi kariyerinin en önemli unsurunun komünizme karşı mücadelesi olduğunu söyleyecekti. Komünizme karşı mücadelenin ödülü ülkenin yıkılması mıdır? Herhalde öyledir…
Ama Ecevit Cumhuriyet çocuğuydu ve Cumhuriyetin patinaj çağında, Cumhuriyet çocuğu olmak, anlamazdan gelme, görüp de adını koyamama hali yaratıyordu. Bir nevi şaşkınlık. Bu hal Ecevit’te Öcalan operasyonu hakkında söylediklerinde apaçık görülür. Yine 1999’da Öcalan hapse konduktan sonra başbakan Ecevit de seçimi kolaylıkla kazanmıştı. Ölümüne az kala soranlara “Amerikalılar Apo’yu bize niye verdiler, anlamadım” diyecekti. 70’lerde kendisine suikast düzenleyen kontrgerillayı da anlamadığını söylüyordu.
Birinci cumhuriyetin anlamazdan gelme halinin adı Ecevit’tir.
Bülent bey açıklanan ölü sayılarının neden azaltıldığını çözebilmiş midir acaba? Türkiye Cumhuriyeti’nin görevdeyken yürüme, konuşma ve düşünme becerilerini yitiren tek başbakanının eski cumhuriyetle özdeşleşmiş olması rastlantı mıdır?
Deprem bunları ve benzerlerini süpüren bir dalganın ilk kabarışıdır. Ölü bedenlerden yükselen koku ülkeyi sararken “7.4 yetmedi mi" pankartı yaklaşan asıl felaketi haber veriyordu.
Yaklaşan ahlaksızlığı, üstümüze çökecek olan insanın insandan nefretini, karanlığı…

*             *             *

Bizim de anılarımız var 18 yıl öncesinden. Eski Türkiye depremle süpürülür ve yobazın yaklaşan karanlığı pankart açarken “biz” yardıma koşuyorduk.
Kum siteler çöktü, yerlerine çadır kentler kurduk. Ölülerimizi taşıdıktan sonra o çadırların arasında şarkılarımızı söyledik. Yardım kampanyaları, çadır kentler, çadırların altına koymayı sonradan akıl ettiğimiz paletler, çadırların içine kurulan sobalar; şöyle şuraya da bir fidan diksek…
Bizim -yani solun- yaptığımız şeyler, yarattığımız “insanlık”, Deprem vergisi toplayıp iç eden alçakların yok ettiklerinin, yıktıklarının yanında ne kadar da azdır! On binlercemizi öldürdüler. “Biz” kurtarabildik mi?
Bugün de görünüşte öyle değil midir? Türkiye’de insana ve emeğe saldırının kötülük abidelerinin yanında direnen, örgütlenen insanlık çok mu azdır, çok mu zayıftır?
Görünüş çoğu zaman yanıltıcıdır. Yıkımın ve mezarın karşı tepesine kurulan çadır, göründüğünden daha büyük bir meydan okumadır. Geleceği çadırların arasında söylenen o türküler kurar.

Aydemir Güler /SOL