9 Ekim 2018 Salı

Brezilya’nın Trump’ı Amerika’nın adamları - İBRAHİM VARLI

İki binli yılların başlarında Güney Amerika’da esmeye başlayan sol rüzgârın başat ülkelerindendi Brezilya. Venezuela’dan Ekvator, Bolivya, Şili, Arjantin, Paraguay, Uruguay, Nikaragua, Peru ve El Salvador’a uzanan “solcu iktidarlar kuşağı” yeni bir umut dalgası yaratmıştı. Latin Amerika’nın en büyük ekonomisine, coğrafyasına ve nüfusuna sahip ülkesi Brezilya, Lula da Silva’lı İşçi Partisi iktidarıyla birlikte ayağa kalkmış, küresel güç olma hedefi taşıyan bir Latin Amerika ülkesine dönüşmüştü.

Brezilya muazzam kalkınma hamlesinin de etkisiyle küresel siyaset sahnesinde de roller kapma arayışına girdi. Lula, pek çok açıdan güçlü ve istikrarlı bir ülke yaratarak bölgesel güç Brezilya’yı küresel bir aktörlüğe taşıdı. İran nükleer krizi için arabuluculuğa soyunacak kadar insiyatif almaya başladı. Lula, İran’ın nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanma konusunda diğer ülkelerle aynı haklara sahip olduğunu söylerken, İran’ın nükleer programına da destek verdi.

‘Brezilya kalkışa geçti!’
ABD’nin bugüne kadar Güney Amerika’ya yönelik ortaya koyduğu en büyük projesi olan Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’ne karşı çıkan ülkelerin başında yer aldı. Güney Amerika Savunma Konseyi sayesinde, bölge devletlerini Avrupa Birliği benzeri bir yapı altında birleştirmeye çalışan Brezilya, bu vasıtayla bölgedeki ekonomik, sosyal, güvenlik meselelerine en uygun ve hızlı bir şekilde cevap verileceğini gösterdi.

Petrobras aracılığıyla Exxon ve Chevron’un Brezilya’daki faaliyetleri sınırlandırıldı, başta Venezuela olmak üzere diğer sol iktidarlarla dayanışmaya öncelik verildi, neo liberal dönüşüm politikalarına set vuruldu.

Brezilya’nın bölge ülkeleri ile derinleşen ilişkileri, yükselen yeni aktörlerle temasları, Irak Savaşı ve Küba ambargosuna duyduğu tepki ve Kolombiya’daki krize el uzatması, Amerikan askeri varlığına yönelik tutumu ABD nezdinde endişe yarattı.

The Economist dergisi Kasım 2009’da ki ‘Brezilya Kalkışa Geçti!’ başlıklı kapağında son derece sembolik bir şekilde Rio’ya tepeden bakan 40 metrelik meşhur İsa heykelinin uçuşa geçtiğini gösteren bir kapakla çıkıyordu.

ABD hegemonyasına meydan okuma
Bu süreçte Brezilya, Çin’in Güney Amerika’ya açılan kapısı oldu. Çin, ABD’yi geçerek Brezilya’nın en büyük ticaret ortağına dönüştü. Çin ile yakın ilişkiler kuruldu, BRICS oluşumuna imza atıldı, Güney Amerika Milletleri Birliği-Unasur ve Güney Amerika Ortak Pazarı-Mecrosur’un liderliği üstlenildi. Çin, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika ile stratejik ilişkiler kuruldu, aynı zamanda uranyum zenginleştirme faaliyetleri sürdürüldü. 1967 öncesi sınırları bağlamında bir Filistin Devleti’ni resmi olarak tanıdığını beyan etti. Ramallah’ta daimi bir diplomatik temsilcilik de açtı.

Brezilya gelişmekte olan ülkelerle, üçüncü dünya ülkeleriyle ve Güney ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmek için yoğun bir çaba sarf etti. Hindistan ve Güney Afrika ülkelerinin oluşturduğu IBSA Diyalog Formu kurdu. Brezilya, IBSA sayesinde Asya ve Afrika kıtalarındaki bu ülkelerle işbirliği yapmış ve sistemdeki etkisini arttırmaya başladı. Amaç Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika arasında serbest ticaret alanı yaratmaktı. Brezilya bu sayede zengin doğal kaynaklara ulaşma avantajını yakaladı. 2006’da Lula önderliğinde 32 Afrika ve 12 G. Amerika ülkesi tarafından imzalanan Abuja Beyannamesi Güney-Güney ilişkisi adına oldukça önemli bir girişim oldu.

Bir Amerikan planı: İçe çökertme
Bu “kalkışma” haliyle dünya jandarmalığına soyunan ABD’nin dikkatlerinden kaçmadı. Güney Amerika’yı yeniden sömürgeleştirmek için harekete geçen ABD, Brezilya’yı ve de Venezuela’yı hedef aldı. Her iki ülke de gerek petrol rezervleri, gerekse de ekonomik ve coğrafik büyüklükleri nedeniyle kıtayı domine edecek güçteydiler. ABD, petrol ve doğalgaz zengini bu iki ülkenin varlığını bölgesel politikaları için tehdit olarak algıladı.

ABD, iki ülkenin direncinin kırılmasıyla Güney Amerika’daki dalganın tersine çevrileceğini varsayıyordu. Venezuela gibi Brezilya’yı da iç çalkantılarla içe çökertmek isteyen ABD, kaos stratejisini devreye soktu.

Sağcı muhalefet üzerinden gerçekleştirilen “parlamento darbesi”yle iktidara kendisine yakın isimleri getiren ABD, bu ülkedeki muhalefeti kullanarak iç karışıklığa yol açtı, ülkeyi “içe doğru çökertti.” Benzer strateji Venezuela’da da hayata geçirildi.

ABD’nin bütün adamları
Gerek parlamento darbesi gerekse de sağ muhalefetin sokaklara salınmasıyla yıllardır istikrarsızlığa sürüklenen ülkede eski Başkan Dilma Rousseff’i deviren, yerine sağcı Temer’i getiren ABD destekli Brezilya oligarşisi, Pazar günkü seçimin mutlak favorisi Lula’yı da seçime sokturmadığı gibi üstüne de hapsettirdi.

Bu iklimde gidilen başkanlık seçiminde Brezilya’nın Trump’ı olarak adlandırılan multimilyarder işadamı Jair Bolsonaro birinci geldi. Bolsonaro’nun 28 Ekim’deki ikinci turda seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Bu seçimle birlikte ABD destekli Brezilya oligarşisi ve çıkar çevreleri de istediğini almış olacaklar. Eski yüzbaşı Bolsonaro’nun seçim sonrasındaki “Brezilya halkının sosyalizm ile aralarına mesafe koymak istediklerinden eminiz” sözleri aslında Brezilya’daki çatışmayı özetler nitelikte.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Maçoların baharı şimdi de Brezilya’da - HAYRİ KOZANOĞLU

Bolsonaro ayrımcı söylemleriyle; tüm başarısızlıklarına “azınlıklardan, kadınlardan“ kaynaklı neden bulan sıradan insanın gururunu okşamayı beceriyor ne yazık ki…

7 Ekim Pazar günü yapılan başkanlık seçimlerinde “tropiklerin Trump’ı” diye adlandırılan Jair Bolsonaro büyük başarı kazandı. Bolsonaro’nun %46 oyuna karşılık, Lula’nın Brezilya Emekçiler Partisi’nin (PT) adayı Fernando Haddad %29.3’lük bir destek kazanınca seçimler ikinci tura kaldı.

Bolsonaro kendini Trump’la özdeşleştirmekten özel bir haz duysa da, Ekvator’da Rodrigo Duterte, Macaristan’da Victor Orban, tabii ki RTE’yi de katabileceğimiz kabadayı mizaçlı, kitlelerin öfkesini kabartmaktan enerji alan aşırı sağcı “çevre ülke” liderlerinin son temsilcisi sayılabilir.

Bilindiği gibi Lula da Silva 31 Ağustos’ta Yüksek Mahkeme’nin seçime girmesini yasaklamasına kadar kamuoyu yoklamalarında önde gidiyordu. Lula hapse atıldı ve dışarıya mesaj vermesi dahi yasaklandı. Böyle güç koşullarda PT, Sao Paulo eski belediye başkanı Haddad’ı aday gösterdi. Lula’nın sade yurttaş nezdinde topladığı kişisel sempati ve güvenin başka bir kişiye aktarılması haliyle kolay olmadı. Nitekim Haddad %10’lardan başlayıp yükselen desteğe karşın Bolsonaro’yu yakalayamayıp ikinci sırada kaldı. Akademisyenlikten gelen, yumuşak bir usluba sahip Haddad’ın bir özelliği de ailesinin Antakya kökenli olması. Dedesi Antakya Rum Ortodoks Hıristiyan Kilisesi’nin baş papazıymış, Fransız işgalinde İstiklal Savaşı’na destek vermiş…

Bolsonaro’yu başkanlığın eşiğine getiren dinamikleri tartışmadan önce isterseniz, Brezilya’nın yakın dönem siyasi sürecini bir hatırlayalım.

PT’nin yükselişi ve düşüşü
Askeri diktatörlük döneminin sona ermesiyle birlikte PT sendikaları, sosyal hareketleri de içeren şemsiye sol bir örgüt olarak yükselmeye başladı. Karizmatik başkanı Lula 1989’da başkanlık seçimini kıl payı kaybetmesinden sonra, azimli bir mücadelenin ardından dördüncü girişiminde 2002’de başkanlık koltuğuna oturdu.

Lula burjuvazi nezdinde meşruiyet kazanmak adına neoliberal reçetelere sadık kaldı. Malum sıkı para ve maliye politikalarını uyguladı. Partinin sol kanadını tasfiye ederken, sendika ve sosyal hareketleri de zayıflattı. Ancak diğer yandan “yeni kalkınmacı” diye adlandırılan yoksullara yönelik sosyal programları da ihmal etmedi. Özellikle Bolsa Familia adı verilen aile bazlı şartlı nakit uygulamasıyla milyonlarca kişi yoksulluktan kurtarıldı. Kamu istihdamı beyazların ayrıcalığından çıkarılırken; siyahiler, yerliler, sol kesimden insanlar da devletin çeşitli kademelerinde kendine yer buldu.
Emtia fiyatlarının yüksek seyri, küresel ortamın elverişliliği sayesinde yoğun sermaye girişleri Lula’ya yardım etti. Bu sayede 2004-2010 döneminde ekonomi yüzde 4.4 büyürken, emekten yana politikalar da uygulanabildi. Asgari ücret yüzde 50 arttı, ucuz konut projelerine subvansiyon sağlandı, işsizlik yüzde 5’in altına indirildi.

2010’da Rousseff’in seçilmesinin ardından ekonomik durgunluk başladı. Çin talebinde yavaşlama, düşen emtia fiyatları derken ekonomi irtifa kaybetti. Sermaye kesimini yatıştırmak için ekonominin dümenine Milton Friedman’ın kötü şöhretli Chicago Üniversitesi’nden diplomalı Joaquim Levy geçirildi. Tahmin edebileceği gibi, sosyal harcamalarda kısıntı, kamu varlıklarının özelleştirilmesi, emek piyasalarının esnekleştirilmesi politikaları PT’nin halk nezdindeki popülaritesini düşürdü. Rousseff Aralık 2015’te kemer sıkma politikalarının mimarı Levy’i görevde alınca büyük burjuvazi PT’ye cepheden savaş açtı. Ekonominin yüzde 3.8 daralmasıyla ekonomi ciddi bir krize sürüklendi.

Ardından Araba Yıkama (Lava Jato) adı verilen yolsuzluk soruşturması için düğmeye basıldı. Açıkçası tüm benzer ülkeler gibi Brezilya’da da yolsuzluk yaygındı. PT kadrolarının da yunmuş yıkanmış olduğu söylenemezdi. Ne var ki Dilma Rousseff hiçbir dayanağı bulunmayan bir darbeyle görevden azledildi. Ardından Lula yine kanıtlamayan bir yolsuzluk suçlamasıyla hapishanenin yolunu tuttu. PT’nin tüm hatalarına karşın, ortada temiz toplum arayışından öte bir “sınıf savaşı” olduğu, burjuvazinin saldırıya geçtiği açıktı.

Bolsonaro’nun yükselişi
Burjuvazi açısından da planların tam gerçekleştiği söylenemezdi. Çünkü PT’ye yönelik suçlamalar halkın tüm siyaset sınıfına güvenini erozyona uğrattı. Siyasetçilere, teknokratlara, eğitimlilere tepki arttı, başka ülkelerden de bildiğimiz, Türkiye’de 2002’de tanık olduğumuz gibi “merkez siyaset” çöktü. İşsizliğin yüzde 12.3’te seyretmesi de ülkeyi geçmişte yönetmişlere karşı tepkileri kabarttı. 7 Ekim seçimlerinde merkezin en iddialı adayı Brezilya Sosyal Demokrat Partisi’nden ( PSDB) Alckmin’in oylarının yüzde 4.8’de kalması bu gelişmenin en açık kanıtı…

Bolsonaro işte yaşanan bu sürecin ürünü; bütün gerici, tepkici, sol ve emek karşıtı eğilimleri barındıran berbat bir figür. Kendini “düzen dışı” seçenek olarak pazarlamayı, “kanun ve düzeni sağlama”, “yolsuzlukları önleme” vaadiyle kitlesel destek toplamayı beceriyor. Yüzbaşıyken ordudan atılmış. 9 parti değiştirerek 29 yıldır parlamentoda kalmayı başarmış. Brezilya’da 1961-1985 arasında 24 yıl hüküm süren askeri diktatörlüğün nostaljisiyle yaşıyor. Şili’nin faşist diktatörü Pinochet’i her fırsatta hayırla anıyor. Nisan 2016’da Rousseff’in azledildiği süreçte parlementoda oyunu Brilhante Ustra’nın anısına ithaf etiğini açıkladı. Ustra kim mi? 1970’te o zamanlar radikal devrimci bir örgüt üyesi olan Rousseff’i bizzat 22 gün işkenceden geçiren zalim albay…

Solun Brezilya’daki adayı Haddad renkli kimliği ile de öne çıkıyor.

HAYRİ KOZANOĞLU /BİRGÜN


Amerikancılık sağın uzmanlık alanıdır - CAN UĞUR

AKP’nin ekonominin dümenini ABD’li danışma şirketi McKinsey’e vermesinin ardından başlayan eleştiriler kısa sürede ciddi boyutlara ulaştı. Bunun ardından AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan tepkiler nedeniyle geri adım atmak zorunda kalarak şirketle anlaşmayı iptal ettiklerini duyurdu.


Erdoğan bununla da yetinmeyerek yıllardır başvurduğu yöntemi tedavüle sokarak 2. Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün ABD ile Türkiye bayraklarının olduğu bir fotoğrafı kamuoyuyla paylaştı. ABD ile yakın ilişkileri sadece CHP ile ilişkilendirdi. Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapma hayaliyle yola çıkan Adnan Mendereslerden, 6. Filo’yu kıble yapıp namaz kılan İslamcılardan hiç söz etmedi. Tarihi emperyalizmle ilişkilerden ibaret olan Türk sağının ABD severliğini ‘unutan’ ya da kitlesine ‘unutturmak isteyen’ Erdoğan’ın söz konusu hamlesini yakın tarih araştırmalarıyla bilinen Araştırmacı yazar Sinan Meydan ile akademisyen Sinan Yıldırmaz ile konuştuk. Alanında uzman iki ismin de ortaklaştığı konu söz konusu mesele Amerikancılıksa Türk sağının eline kimsenin su dökemeyeceği.

AKP’nin Yeni Türkiye kurma çabalarının ‘yeni bir tarih’ inşa etmekten geçtiğine değinen Sinan Meydan şunları söyledi: AKP uzunca bir sür önce yeni bir tarih yazma sürecine girdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih anlayışı bunları kesmiyor. Yeni bir rejim kurmak istedikleri çok açık. Bu rejimin de yeni bir tarihe ihtiyacı var. Buna uygun biçimde tarihsel gerçekler kendi bağlarından koparılıyor. Dolayısıyla bu süreçte çarpıtma da var tarihsel belgelerin uydurulması da.


Söz konusu adımların ‘Erdoğan’ın danışmanları tarafından’ atıldığı ve Erdoğan’ın kandırılmış olabileceği yönündeki iddiaları sorduğumuz Meydan’ın yanıtı ise şu oldu: Ben cumhurbaşkanını, danışmanlarının kandırdığı biçiminde basit bir yorum yapılmasına karşıyım. Daha yapısal bir durum var. Çünkü cumhurbaşkanının tarih anlayışı da bunlara cevaz verecek nitelikte. Şimdi 2. Dünya Savaşı döneminde İnönü’nün yaptıklarını tartışırsınız eleştirirsiniz bu ayrı ama siz o dönemin konjonktürünü dikkate almadan bir adım atarsanız buna çarpıtma deniyor. Türkiye’nin o dönem ki koşullar nedeniyle attığı adımlar; eleştirinin ötesinde karalamak, linç etmek üzere kurgulanıyor. Bunun arka planında cumhuriyetle olan kavga var. Cumhuriyete olan düşmanlık var. Alelade basit bir kandırma değil Yeni Türkiye’ye özgü bir çarpıtma var.

Emperyalizmle kurulan ilişki ve ABD’ye bakış meselesini sorduğumuzda ise Meydan şöyle devam etti:
Sağcıların kendini temize çekmesi mümkün değil bununla beraber kendilerini yalanlamaları söz konusu. 1950’den bu yana Türk sağı Amerika’ya eklemlenmiştir. Menderes’ten Erdoğan’a kadar tüm siyasi motifleri bu eklemlenmeye uygun siyasi tavır geliştirmiştir. Eklemlenmeyen bunun dışında söz söyleyen bir sağ siyasetçi yoktur. Hepsi bu bağımlılık zincirinin parçasıdır. McKinsey olayının ardından şimdi ABD karşıtı gibi konumlanıyorlar ama buna genleri müsaade etmez.

İnönü’nün elindeki bayrağı kendine dert edinenler Menderes’ten hiç bahsetmiyor diyerek tarihsel bir gönderme yapan Meydan şu ifadelerle açıklamasını noktaladı:

Erdoğan Menderes’ten hiç bahsetmiyor. Amerikancılık dendiğinde Türkiye’de Menderes’i o dönemin sağcılarını kimse aşamaz. İliklerine kadar bağlılığın bir yansımasından bahsedebiliriz. Ama Sayın cumhurbaşkanı bunlardan hiç bahsetmiyor. Hem ekonomik hem siyasal açıdan tam bağımlı bir Türkiye görüyoruz. AKP ve Sayın Erdoğan Menderes’i eleştiremez. Çünkü siyasal anlamda kökenleri olarak

ABD Başkan Eisenhower’la yarım saat görüşmesinin ardından Menderes kendisinden kredi istemiştir. Aynı zamanda da kendi portresini de Menbderes’e armağan etmiştir. Menderes eli boş dönecektir Türkiye’ye ama o günün karesine bakıldığında Eisenhower çerçeveli fotoğrafı vardır koltuğunun altında. Menderes, Beyaz Saray’ın kapısını aşındırmıştır. 50’li yıllarda 2 kere Beyaz Saray’a gitmiştir. Şimdi siz İnönü’den bahsediyorsanız bunları da görmelisiniz. Bunları görmeden sadece İnönü derseniz bunun adı çarpıtma oluyor. Madalyonun bir tarafı gösterilirken diğeri bir türlü gösterilmiyor.

İşine geleni alıyorlar
Akademisyen Sinan Yıldırmaz ise yakın dönem Türk siyasi hayatının ABD ile kurulan ilişkiler bağlamında masıl değerlendirilmesi gerektiğine dair şunları söyledi:
amerikancilik-sagin-uzmanlik-alanidir-518273-1.
Amerikancılaşma 2. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru başlıyor. O dönem, solcular dışında; CHP ile başlayan süreçte neredeyse herkes Amerikancılığı savunmuştur. Sağın Amerika karşıtlığı söz konusu olamaz. 1960’ların başına kadar Amerikancılık Türk siyasetinde geçer akçeydi. Bunu not etmek lazım. Demokrat Parti ise bu Amerikancılığın kurumsal hale gelmesi anlamını taşır. Şunu net biçimde söyleyebilirim bir tarihçi olarak: Kimlik ve siyasi cepheleşme yaratmada siyasiler tarihe her zaman ihtiyaç duyar. Tarihin somut olgulara dayanması daha sağlam bir kaynaktır ve işlevli bir yönü vardır. Her iktidar kendini tarihle meşrulaştırmak ister. İktidarlar için gerçeklik değil, gerçekliğin kendileri açısından kullanılabilir olanı seçer.

Can Uğur / BİRGÜN




Atatürk, bütün dünyanın sahiplendiği bir devrimcidir…- ALİ ERALP

Osmanlı’yı Atatürk yıktı der Atatürk düşmanları... Osmanlı’yı işte bu cehalet, bilgisizlik yıktı... Bir de emperyalizmle birlikte yerli hainler... Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalmıştı. Bu sayı 1926 - 1938 arasında 28’e yükseldi.

Cumhuriyet, laiklik düşmanlarına soruyorum: Atatürk’ten önceki Türkiye’nin durumunu biliyor musunuz? 
Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkemizin sosyal ve ekonomik yapısı nasıldı? 
Okuma yazma oranı kadınlarda kaç, erkeklerde kaçtı? 
Ne kadar fabrika vardı? Sermaye ve fabrika kimlerin elindeydi? 
Demiryolları kaç kilometreydi? 
Bildiğinizi sanmıyorum... Bilseniz, dünyanın sahiplendiği gerçek liderin peşinden giderdiniz... 
Çok konuştuk, çok anlattık, ama, bir kez daha anlatalım:

550 bin kayıp verildi 
Birinci Dünya Savaşı’nda yurdumuz 550 bin kayıp verdi. Yenilginin ardından Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Buna göre Osmanlı orduları dağıtılıyor, ağır silahlar teslim alınıyor; savaşı kazanan devletler arasında ülke pay ediliyordu... 
Vatanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el konuluyordu... 
Ama bütün bu yokluk, yoksulluk, kötü koşullara karşın yedi düvelle yapılan bağımsızlık savaşı zaferle sonuçlandı ve Cumhuriyet ilan edildi... 
Cumhuriyet ilan edildiğinde köyler, kentler yakılmış, yıkılmış, harabe haline getirilmişti... Üretim durmuş, tarım çökmüştü. Ekmeklik un bile dışarıdan alınıyordu. 
İnsanlar aç, sefil, perişandı... Hastalık dört bir yanı sarmıştı... Halkımız kırılıyor, hayvanlar telef oluyordu... 
Frengi, verem, sıtma, tifo, tifüs bir göz hastalığı olan trahom dört bir yanı sarmıştı. 
13 milyon nüfuslu Türkiye’de 3 milyon kişi trahom, iki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengi hastalığına yakalanmıştı... Bunlar saptanan resmi rakamlar ve bilinen hastalıklardı... Bit, pire ve çeşitli cilt hastalıklarını bu listeye eklemiyoruz... 
Bebek ölümleri yüzde 40’ın üzerindeydi. Yani doğan her iki çocuktan biri, yüz anneden yirmisi ölüyordu... 
40 bin köyün 30 bininde okul yoktu... Evet, yineliyorum, 30 bininde okul yoktu... Vee okuma oranı 1927’lerde erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4’tü... Bu oran 1935’te erkeklerde yüzde 23, kadınlarda yüzde 8 oldu... 
Her yanı mahalle mektepleri, tekkeler sarmıştı. Cahillik ve cahiller, mollaların, sultanların geçim kaynağı idi... Onlar durumdan ziyadesiyle memnundular... 
Kitap nedir, okumak nedir, bilim nedir, topluma ne yararı olur, bilen yoktu... 
Osmanlı’yı Atatürk yıktı der Atatürk düşmanları... Osmanlı’yı işte bu cehalet, bilgisizlik yıktı... Bir de emperyalizmle birlikte yerli hainler... Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalmıştı. Bu sayı 1926 - 1938 arasında 28’e yükseldi. 
Anadolu topraklarında 1923 yılı itibarı ile 4 bin 559 km olan demiryolu, 1940 yılına kadar gerçekleştirilen sıkı çalışmayla 8 bin 637 km’ye ulaştı, iki katına çıktı... 
Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilanının ertesi gününde, İsmet İnönü’ye gönderdiği mektupta şunları yazıyordu:

Türk parasının değeri 
“Bize, geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı, yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız, kaderin bizim kuşağımıza yüklediği bir görev bu, özgür bir toplum oluşturmak, çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız, bu görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim, Allah yardımcımız olsun.” 
Tam da dediği gibi yaptı. 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi yüzde 152 arttı. 
Kömür yüzde 100, krom yüzde 600 artış gösterdi. Demir sıfırdan 180 bin tona çıktı, şeker üretimi 200 misli arttı. Türk parasının değeri sterlin, ABD Doları ve İtalyan lireti karşısında değer kazandı. Değer kaybetmedi. 
Gece gündüz, 7 – 24 Atatürk’e küfredenler, 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirilenleri gördünüz mü? Siz onun tırnağı bile olamazsınız... 
Peki, siz ne yaptınız? Tüm Cumhuriyet ürünlerini mirasyediler gibi satıp savdınız, yine de iki yakanız bir araya gelmedi... Çünkü üretim durdu... Çünkü fabrikaları, gelir kaynaklarını emperyalistlere teslim ettiniz... 
İktidara geldiğinizde bir ABD Doları, 1.60 TL idi, bugün 6 TL. Duracağı da yok... 
Bir gün olsun Atatürk gibi bilimden, uygarlıktan, çağdaşlaşmaktan ya da onun deyişi ile “Yoksul ve esir milletlerden” söz ettiniz mi?

Yunan galip gelseydi 
Bir gün olsun emperyalizm sözcüğünü ağzınıza aldınız mı? Bir gün olsun Kurtuluş Savaşı’nı canla başla destekleyen gerçek din adamı Rıfat Börekçi’yi halka anlattınız mı? 
Anlatmadınız... Çünkü sömürgecilerle işbirliği yapmak sizin fıtratınızda var... 
Siz Müslüman Irak’ı işgal eden emperyalist ABD’yi alkışladınız ve ABD askerlerinin sağ salim dönmesi için dua ettiniz... 
Atatürk ve arkadaşları tüm gücüyle ülkeyi modernleştirmeye çalışırken, geçmişte de tarikatçı ve bölücü atalarınız emperyalistlerle birlik olup, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalıştılar... 
Bugün de birtakım fesli deliler çıkmış, babalarının, dedelerinin yolundan gidiyorlar... Şöyle konuşuyorlar: 
“Keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi ne de hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı...” 
Atatürk ve Kurtuluş Savaşı düşmanlarının hangi rüyanın peşinde olduklarını gördünüz mü? 
Şunu hiç aklınızdan çıkarmayın: Atatürk, dünyanın sahiplendiği bir devrimcidir. Dünyanın dört bir yanında heykelleri dikilmiştir. Çin’de, okullarda ders olarak okutulmaktadır. O, modern Türkiye’nin kurucusu ve kurtarıcısıdır... Ne kadar kötülerseniz kötüleyin, bu gerçeği asla değiştiremezsiniz... 

O, sonsuza dek yaşayacaktır... 

ALİ ERALP / CUMHURİYET

Müzmin cehaletin dili - ÖZDEMİR İNCE

CHP artık “Entelektüel, akademik ve elitist bariyerleri aşarak, sağ partilere oy veren büyük kesimin diliyle” konuşacakmış. Böyle bir zırvayı ancak “Dil” ile düşünce ve duygunun kopmaz bağını bilmeyenler yumurtlayabilir. Ses taklidi sadece kuş avında işe yarar ve müzmin cehalet insanı soytarıya çevirir.

***

CHP yönetimi Abant’ta düzenlenen çalışma toplantılarında milletvekillerine, “Yerel Seçimler 2019 Stratejisi Yöntem,Hedefler, Öncelikler ve Öneriler” başlıklı bir rapor sunmuş. Üçüncü öneri olan “Entelektüel, akademik ve elitist bariyerleri aşıp, sağ partilere oy veren büyük kesimin diliyle konuşmak” dışında kalan 6 öneri tam anlamıyla boş laf makamında olduğu için atlıyorum. Bu zırva sonuca varmak için Abant’ta kamp yapmanın ne gereği vardı? Ayrıca adı kötüye çıkmış Abant’tan başka bir yer mi yoktu? Uğursuzluk Abant’la başlıyor!

***

CHP’nin 6 Ok’tan başka bir Toplum Sözleşmesi’ne gereksinimi yoktur. Attığın her adım, ağzından çıkan her söz, yazdığın her sözcük için 6 Ok’tan hiza ve istikamete bakman yeter. 6 Ok, parti anayasası olmadan da vardı. Devlet kurulurken, Cumhuriyet karanlığın diline karşı 6 Ok’un aydınlık diliyle konuşmuştu. Şimdi, CHP yöneticileri o yapışkan karanlığın diliyle konuşuyorlar.

***

Beni iyi dinleyin: Sanılanın tersine, bir parti asla halka gitmez; halk bilinçlenip sana gelmezse iktidarı rüyanda görürsün. Beyin bilinç salgılamaz, bir akü gibi deneyimlerimizi depolar. Hilafet getireceğini ilan et, harf devrimini kaldırmak için yasa öner, sana oy vermeyen geçirimsiz (imperméable) sağ yığışımdan bir tek oy alamazsın. Komünist ya da sosyalist parti olamayacağın gibi İslamcı bir parti de olamazsın. Bu nedenle, kendi parselini tapulamış, üzerine şatosunu dikmiş partilerle “aç aç” yarışına sakın girme. Kıtlıktan çıkmış gibi iktidar sofrasına saldırma. Kendi 6 Ok tarlanı işle, sofranı kur! Bilinç tifo aşısı değildir. Kişisel üretilir, bulaşıcıdır.

***

Ama ilkin unuttuğun özel tarihini öğreneceksin: Kahırdan öldürdüğün Mahmut Esat Bozkurt, Dr. Reşit GalipŞükrü Saracoğlu ve Hasan Âli Yücel’den özür dileyip itibarlarını iade edeceksin! 1945’ten bu yana Sağ’a özendiğin için o trajik 7. Büyük Kurultay’ı (1947) tamamen unuttun. (5 Ekim yazısında A. Sirmen de değindi.) O kurultayda, Abant bildirisini kaleme alanların ataları olan Rize delegesi Dr. Fahri Kurtuluş ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi Parti içi karşı devrimciler utanç verici konuşmalar yapmışlar, Cumhuriyet’in devrim ve uygulamalarını neredeyse komünistlikle suçlamışlardı. Bu kurultaydan sonra imam hatip okullarının kapısı açıldı ve Köy Enstitülerinin kazanı kaynamaya başladı. Ama şair Behçet Kemal Çağlar’ın o Kurultay’da yaptığı konuşma ve kurultayın tutanaklarından günümüz CHP’sinin alacağı dersler var. B. K. Çağlar konuşuyor: 
“Bir kere şurasını açıkça belirtmeliyiz: Memlekette böyle temayüller farzı mahal ekseriyete hâkimse, Parti’nin bugünkü durumunu kurtarmaktansa memleketin yarınını kurtarmak için bu kurtarıcı prensiplerimize sımsıkı sarılmalıyız. Ahdine sadık ve şerefli, ekalliyette (azınlıkta) kalmak hepimizin tereddütsüz tercih edeceği tek yoldur. Taassup, şehirlerin Sünnî ve Hanefî mahdut kalabalıklarında varsa vardır. Veyl o gafillere ki kendi batıl zanlarını çok anlayışlı, çok görgülü bir milletin mutlak arzusu zan etmektedirler: Biz hepimiz Atatürk’ün çocuklarıyız. Kurtarıcı devrimleri beklemek için yaşıyoruz. Hayatımızın başka bir hikmeti yoktur.” 

Cumhuriyet ve Atatürk, İslâmcı sağın faşist diliyle mi konuşmuştu? “Söylev” hangi dille konuşuyor?

Özdemir İnce / CUMHURİYET

ANALİZ | Uluslararası diplomasi çamura saplanırken... - MİNE ESEN

Uluslararası diplomasinin kapalı kapılar ardında çetin kapışmaları, casusluk filmleri misali çok köşeli gri alanları malum ama ya dış vitrin?

Hani o bizim bildiğimiz görüntüde de olsa diplomatik teamüller, ülke liderlerinin görece kibar üslubu, uluslarararası örgütler ve bir bütünün parçası olarak uluslararası hukuk çerçevesindeki uyulması beklenen yasalar... Görünen artık uzakta bir yerlerde oldukları... “Zaten yoktu” diyorsunuz değil mi. Doğru ama böylesine aleni kuralsızlığın da uluslararası dış vitrin camının parçalanmasıyla dünyayı daha da öngörülemezlik girdabına sokacağı ortada...

Suudi Arabistanlı muhalif gazeteci Kaşıkçı vakası işte bu vahşi tablonun örneği. Bir başka ülke toprağında uluslararası diplomasi çerçevesinde dokunulmazlık zırhının bulunduğu bir ülke misyonunun binasında karanlık bir hikâye. İddialar havada uçuşuyor, suçlamalar, yalanlamalar... Ağır gerçek ise ister gazeteci isterse sıradan vatandaş bir kişinin Türkiye’de, kendi ülkesinin toprağı olarak adlandırılabilecek konsolosluk binasına girip bir daha kendinden haber alınamaması. Katledildi mi, “kaybedildi” mi, orası hâlâ sır.

Aslında sadece iki ülke arasında diplomatik kriz konusu olarak sınırlı da değil... Yeniden kartların karıldığı dünya düzeninde kural dışılığın yeni normal olarak karşılanabilme riskini barındırıyor. Gözler her iki tarafın yürüttüğü soruşturmadan çıkacak sonuçta. Ama can alıcı sorulardan biri de şu: Eğer Kaşıkçı’nın Suudiler tarafından öldürüldüğü kesinleşirse ya da ikna edici bir açıklama ortaya konulmazsa Riyad’a yönelik gerek Türkiye gerekse uluslararası toplumun nasıl tavır alacağı, Ankara’nın Suudi konsolos ya da elçiyi “istenmeyen kişi” ilan edip etmeyeceği, diğer ülkelerin tepkileri... Ve tüm bunlarla birlikte kamuoyunda yabancı misyonlara yönelik bakışın nasıl yara alacağı. Başka bir ülkede yaşayan bir kişinin hakkında arama-tutuklama emri yoksa kendi konsolosluk, elçiliğine giderken düşeceği kaygı, tedirginlik hissi... Kuşkusuz tamiri zor...

Interpol krizi
Bir başka diplomatik skandal da Çin’den... Uluslararası Polis Teşkilatı Interpol’ün Çinli Başkanı Meng’in kurumun merkezi Fransa’dan ülkesine geçen ay sonu gitmesiyle kayıplara karışması. Interpol’ün, seçilmiş kendi başkanı için adeta “kırmızı bülten” çıkaracak hale gelmesi. Eşinin kayıp ihbarı, Fransa ’nın açıklama talebine karşın sessizliğini koruyan Pekin’den bir hafta sonra gelen “gözaltında” yanıtı. Yolsuzluk iddialarının merkezinde Çin’in sorguladığı Meng’in, kendi ortada gözükmeden istifa ettiği açıklamasının basına duyurulması... Interpol’ün ise sıradanmış gibi en azından görüntüde olağan akışına devam edip, geçici başkan ataması...

Dış dünya penceresinden bakarsak “yerli ve millileri” bir kenara bırakalım, bu öngörülemezlik, kuralsızlık akımının kan uyuşmasında ABD Başkanı Trump’ın namı malum. Kendi seçtiği ekibini bırakın, başka ülke liderleriyle hakarete varan söz dalaşlarıyla bir twitter fenomeni! 

Kuzey Kore liderine “roket adam” derken kısa sürede hasmane ilişkiyi “aşk yaşıyoruz”a eviren de o, kendi İsrail siyasetine uymuyor diye ülkesinin ana gövdelerinden olduğu pek çok BM oluşumuna diklenen hatta kiminden çekilen de...

Siyaset arenasında dönem arkadaşları bol. Rusya’nın son dönemde Batı ile geriliminde Soğuk Savaş dönemini canlandıran zehirleme vakaları, gizli servis operasyonları, siber saldırı iddialarıyla bezeli bol aksiyonlu gelişmeler... AB’de uluslararası yasaları oyun alanı yapan otokratik liderler, aşırı sağ-popülist iktidarlar. Filipinler’de yargısız infazları alenen savunan bir Devlet Başkanı...
Uluslararası diplomasi çoktandır batağa saplanmış misali, içerik zaten parçalı bulutlu, şimdilerde ise vitrin de tuz buz...

POMPEO’DAN PEKİN ÇIKARMASI 
Interpol başkanının  Çin’de yolsuzluk suçlamaları çerçevesinde sorguya alındığı haberleri gündeme yansırken ABD Dışişleri Bakanı Pompeo da Pekin’de temaslardaydı. Çinli mevkidaşıyla gündem ticari rekabet ve Kuzey Kore’ydi.

Mine Esen / CUMHURİYET


8 Ekim 2018 Pazartesi

Mafya raconundan McKinsey tornistanına - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Gazetelerin sayfaları bir anda Bahçeli’nin MHP’si ile Akşener arasındaki kavganın detaylarıyla dolup taştı. 24 Haziran’dan bu yana memleket siyasetinde ‘aksiyon’ olmadığından Bahçeli’nin Akşener’i tehdidi onun da “hodri meydan” demesi üzerine MHP’li bir grubun gece yarısı ev baskınına kalkışması gündemin ilk sıralarına oturdu. Kimileri Bahçeli’nin zamanlamasını manidar buldu kimileri ise Akşener’in “dik duruşu”nu övdü. Ne de olsa Akşener Bahçeli’ye “başka anaların çocukları üzerinden yiğitlik olmaz kendin gel” demiş; evinin önünde slogan atan gençlerden de şikayetçi olmamıştı. Ev baskını teşebbüsünü kınayan İyi Partililer ise böylesi hareket “mafya raconunda dahi yok” diyorlardı.

Halbuki MHP kadroları her daim başka annelerin evlatları üzerinden kahramanlık tasladı. “Bir gece ansızın gelebiliriz” zihniyeti üzerine kurulu bir hareket olarak Türk sağı içindeki ayrıcalıklı konumunu tehdit ve saldırılar ile perçinledi. Yaklaşık yarım yüzyıldır sosyalistler, demokratlar, ilericiler için satırlı, bombalı birer alçaklık olarak geldiler ve neredeyse her gelişlerinde milliyetçi devlet bürokrasisi tarafından ödüllendirilip korundular. Yani bir evin önüne alelacele gelmelerinde sürpriz bir şey yok. Ancak o evin sahibinin yıllarca MHP tabanında “Asena” olarak görülen bir politikacı olması işin rengini değiştiriyor. Her ne kadar “genel merkezin haberi yoktu” dense de herkes biliyor ki o grup kendiliğinden Akşener’in evinin önüne gitmez.

Öyleyse olup bitenin “esbab-ı mucibesi” nedir?
İlk neden elbette Bahçeli’nin ne olursa olsun “gündemde kalma” stratejisiyle ilgili. Modern çağın Düyun-u Umumiyesine benzetilen McKinsey’e dahi arka çıkmak zorunda kalan Bahçeli, af ve benzeri çıkışlarla partisini sürekli konuşulur kılmaya gayret ediyor. Böylece iktidar blokunun “politika belirleyen” unsuru olduğunu göstermek istiyor. Bir yandan da tabanı ekonomik krizin ağırlaşmasıyla ortaya çıkan tabloya odaklanmasın gayretinde. Çünkü krizin faturasının yalnızca AKP’ye değil MHP’ye de kesileceğini 2001 deneyiminden çok iyi biliyor.

Safları sıkılaştırma telaşında olan Bahçeli’nin yerel seçim pazarlığında AKP ile masaya zayıf elle oturmak istememesi ikinci neden. 2014 yerel seçimlerinde belediye kazandığı hemen hemen her yerde 24 Haziran’da İyi Parti önde çıktı. Adana’da, Mersin’de, Manisa’da MHP’nin daha önce aldığı oyların yarısından fazlası Akşener’in partisine gitmiş durumda. Cumhur ittifakında yerel seçim için beklenen tavizler kopartılamazsa İyi Parti’ye aday transferleri olabilir ki Bahçeli’nin yeni firelere tahammülü yok.

MHP’nin tabanında kendini seküler olarak tanımlayan seçmen tercihini artık İyi Parti’den yana yapıyor. Tam da bu nedenle 1990’lardan 2000’lere uzanan MHP’nin sahillere açılma stratejisinin sonu geldi. Bu elbette MHP’nin siyasal İslam’a asimile olması demek değil ancak MHP kentli orta sınıflara cazip görünmek için yürüttüğü imaj siyasetinden vazgeçecek gibi görünüyor. Daha net ifadeyle MHP “demir yumruk” olduğunu göstermek için fırsat kollayacak. Bugün Akşener’e yarın kim bilir kime; şiddet merkezli çözümlere yatkın ve muktedir olduğunu her fırsatta göstermeye çalışacak.

Tek adam rejiminin inşasına giden yolda Erdoğan partisindeki “devlet adamı” kontenjanını sıfırlamıştı. Yeni rejim için başka türlüsü de mümkün değildi; önce partinin içi boşaltılmalıydı. Saray’a dümen kıran MHP’liler o sıfırlanan kadroların yerine gelen hısım akrabanın bir basamak altına yerleşti. Beşir Atalay, Cemil Çiçek gibilerinin MHP’deki muadilleri ise mecburen İyi Parti’nin yolunu tuttu. AKP’den tasfiye edilenler fırsat kollamalarına rağmen bir güç oluşturamadı ama MHP’den gidenler bugün için sağ siyasette bir seçenek. Saray, MHP kendisine göbekten bağlı kalsın diye İyi Parti’ye operasyon gerçekleştirmiyor. Bu da son kertede muhalefet blokundaki özerkliğini korumaya çalışan İyi Parti’nin direncini arttırıyor.

Öte yandan MHP’nin Saray’a angajmanı gündelik siyasette hanesine her zaman artı olarak dönmüyor. McKinsey meselesi tam da böyle bir örnek. McKinsey anlaşmasının maliyetinin getirisinden fazla olduğunu fark eden Erdoğan hızla tutum değiştirdi. Ekonomiye uluslararası kayyım atanmasını “yerli ve milli” siyaset ile tutarlı görüp damada methiyeler düzenler bu ani tornistanla ne yapacağını şaşırdı. Erdoğan yalnızca Özkök ve Kaplan gibilerini değil damadını ve de McKinsey’e göğsünü siper eden Bahçeli’yi de boşa düşürdü. “Biz bize yeteriz” çıkışının muhakkak başka nedenleri var. Ancak bundan önemlisi Erdoğan’ın en yakınındakileri dahi bu denli kolay harcayabilecek, egemen güçler arasındaki çatışmayı keyfi bir biçimde manipüle edebilecek bir düzeni “rejim” haline getirmesi. Öyle ya da böyle eski rejimin bir sistematiği, göstermelik de olsa kurumları vardı. Tek adamın her şey demek olduğu yeni rejim, bütün özgüvenli açıklamalara, tüm kurumları kendisinde merkezileştirmesine rağmen kararsız ve dayanaksız bir icra becerisine sahip. Her kritik adımda bu kendini gösteriyor. 

Yalpalıyorlar ve görünen o ki, yalpalamaya ve yeni krizlere mahkûmlar.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Balkan Savaşı’nın 106. yıldönümü - Doç . Dr. HÜNER TUNCER

Balkan Savaşı, Osmanlı Devleti’nin birçok bölgede savaştığı süreçte başlamış, devletin çöküşünde önemli rol oynamış, geriye dönülmez sona yaklaştırmıştır.

8 Ekim 1912 tarihinde Balkan devletlerinden Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilanıyla Balkan Savaşı başlamıştı. Balkan Savaşı, Mustafa Kemal’in sözleriyle, Osmanlı Devleti açısından korkunç bir bozgundu. Mustafa Kemal, Balkan Savaşı’nı şöyle değerlendirmekteydi: “Tarihte hiçbir ordu bu kadar kısa zamanda bu kadar kötü dağılmamıştı. Bunda öncelikle Merkez’in ordular üzerindeki zaafının, etkisizliğinin, komutanlar ve birlikler arasındaki koordinasyon yokluğunun, ilk hareketlerin hedefsizliğinin, bu nedenle askerin moral çöküntüsü içinde olmasının, bilgisizliğin, yetersizliğin ve en önemlisi, politikanın ordu subayları arasında neden olduğu parçalanmanın önemli rolü olmuştu.”

Çağın durumu 
Balkan Savaşı’nın başında Osmanlı Devleti’nin durumuna kısaca göz atmakta yarar var. Padişah V. Mehmet (Reşat), 21 Temmuz 1912’de sadrazamlığa dürüst bir asker olarak tanınan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı getirmişti. Tarihte “Büyük Kabine” olarak bilinen Hükümeti’ne Ahmet Muhtar Paşa İttihat ve Terakki’den kimseyi almadı. “Büyük Kabine” iktidarda kaldığı sürece, İttihat ve Terakki devlet yönetiminde etkili olamamıştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti, savaş yönetecek bir hükümette bulunması gereken niteliklerden hiçbirine sahip değildi. Bu hükümet, İttihat ve Terakki Partisi’ne karşı yürütülen ülküsüz bir muhalefetin savaşımı sonunda kurulmuştu. 

Osmanlı Ordusu ise, Balkan Savaşı arifesinde acınacak bir durumdaydı. Ordunun örgütü ve eğitimi yetersizdi. Alaylı subaylar ordudan çıkartılmış; ancak, okuldan yetişen subayların azlığı nedeniyle, alaylı subayların yerleri doldurulamamıştı. Ordunun geri hizmeti, iletişim ile sağlık hizmetleri de perişan denecek durumdaydı. Savaşın ilk günlerinde erler ve hatta komutanlar açlıktan feryat etmeye başlamıştı. Savaş sırasında telgraf iletişimi adeta durmuştu, çünkü telsiz telgraf makinelerini kullanabilecek kimse yetiştirilmemişti. Keşif uçakları pilot yokluğu nedeniyle kullanılamamaktaydı. Savaş sırasında ileri hatlar için hiçbir sağlık örgütü kurulmamış ya da bu doğrultuda hiçbir önlem alınmamıştı. 

Ünlü Osmanlı tarihçisi Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal’a göre, savaşın ilan edildiği gün Sadrazam ile Harbiye Nazırı, Osmanlı Ordusu’nun sayısı hakkında bile kesin bir bilgiye sahip değildi. 

Osmanlı Devleti, Balkan devletlerine karşı savaşı 16 Ekim 1912’de ilan etmişti. Osmanlı Genelkurmay’ı, Balkan Savaşı’nı İstanbul’daki Birinci Ordu ve Selanik’teki İkinci Ordu’yla yaptı. Seferberlikle birlikte İstanbul Ordusu “Doğu Ordusu”, Selanik Ordusu da “Batı Ordusu” isimlerini almıştı. Doğu Ordusu, Trakya’da Bulgar Ordusu’na karşı; Batı Ordusu da, Makedonya’da Sırp, Yunan ile Karadağ Ordularına karşı savaştı. Osmanlı Genelkurmay’ı ile Hükümeti’nin hazırladığı plan çerçevesinde; Osmanlı Ordusu, Makedonya’da savunmaya çekilecek ve kademeli geri çekilme ile savunma savaşı yapacak, eldeki mevcut kuvvetlerin çoğunluğu Edirne ile Trakya’da tutulacak ve bu bölge ne pahasına olursa olsun savunulacak; Bulgar Ordusu ile sert savunma ve siper savaşları yapılarak Bulgarların gücü kırılacaktı.

İlk çatışma 1912’de 
Balkanlar’da ilk silahlı çatışma, 8 Ekim 1912’de, Balkan devletlerinin en güçsüzü olan Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilanıyla gerçekleşmişti. Karadağ Kralı I. Nikola, hanedanının itibarını yükseltmek ve belki de Güney Slav halklarının doğal lideri olarak Sırbistan’ın yerine geçebilmek gerekçeleriyle bu savaşı başlatmıştı. 

Osmanlılara karşı savaşta Karadağ’ın iki önemli hedefi vardı; bunlardan biri, Sırplarla isteklerinin çeliştiği Yenipazar Sancağı’nı ve Kosova’yı ele geçirmek; diğeri de, Kuzey Arnavutluk’ta bulunan İşkodra’yı fethetmekti. İşkodra’yı ele geçirmekle Karadağ, Drina Nehri’nin güneyine değin Arnavutluk’a egemen olabilecekti. İşkodra kalesinin komutanı Hasan Rıza Paşa’ydı. 18 Ekim günü Karadağ’ın Balkan müttefikleri de Osmanlı’ya karşı savaşa katıldılar. Karadağ güçleri 20 Ekim’de İşkodra’yı kuşatmış; ancak Karadağlıların, 28 Ekim’de kenti ele geçirme girişimleri Osmanlı savunması karşısında etkisiz kalmıştı. Hasan Rıza Paşa, kaleyi Karadağ güçlerine teslim etmedi. Sırp güçleriyle takviye edilen Karadağ güçleri, İşkodra’ya 7 Şubat 1913’te büyük bir taarruzda daha bulunmuş; ancak, Osmanlı direnişini kıramamıştı. 

Karadağ’la savaşın ertesinde Makedonya’da; Yunanlılarla Sarantaporon (Sarantaporos) Muharebesi (9- 10 Ekim 1912), yine Yunanlılarla Serfiçe Muharebesi (21-23 Ekim 1912) ile Yenice Muharebesi (1-2 Kasım 1912), Sırplarla Kumanova Muharebesi (23- 24 Ekim 1912), yine Sırplarla Pirlepe Muharebesi (3-5 Kasım 1912) ile Manastır Muharebesi (15-18 Kasım 1912) yapılmış ve Londra Barış Konferansları (16 Aralık 1912-28 Ocak 1913) ile Balkan Savaşı’nın ilk aşaması sonlandırılmıştı.  

Doç . Dr. HÜNER TUNCER / CUMHURİYET

Evet ama yetmez ( I-II) - ÖZDEMİR İNCE

(I)
Yetmez ama evetçiler, eylem ve tasarılarına “evet” dedikleri tarafın (AKP iktidarının) o sırada “Evet ama yetmez!” diye düşündüğünü elbette bilmiyordu. Yetmez ama evetçiler bilmiyordu ama onların bilemediğini, bilmek istemediğini bilenler vardı. Bilenlerden biri de bendim ve 11 yıl önce şunları yazmıştım: 

“Bu arada 1923’ten 1950’ye kadar yeraltında mücadele veren İslamcılık, 1950 ile birlikte kozasından çıkmış, tarikatlar ve cemaatler marifetiyle politikaya girmişti.Önce merkez sağda bir asalak varlık olarak yaşadı ve sonunda 22 Temmuz 2007 seçiminde merkez sağı ve sağı yok etti. 1980’den sonra İslami sermayenin örgütlenmesi ve Anadolu ekonomisini ele geçirmesi sürecini çok iyi tahlil etmek gerekiyor. Bu yöntemle kendi eğitim-öğretim, medya (radyo-televizyon), basın-yayın, yayıncılık, tatil ve turizm, reklamcılık ve eğlence sektörünü kurdu ve kendi ‘paralel’ toplumunu yarattı. 
Şimdi sıra AKP ile başlayan sürecin tamamlanmasında. Yani Cumhuriyet’in İslamileştirilmesinde. AKP’nin yeni iktidar döneminde bu sürecin basıncının arttığını göreceğiz. Sarı saçlarını savurarak AKP’nin zaferini kutlayan güzel kızlar gazetelerde yayımlanan fotoğraflarını çok iyi saklasınlar. On yıl sonra hasret ve esefle bakacaklar.” (Hürriyet, 04.08.2007) 

Bugün (5 Ekim 2018), o sarı saçlarını savurarak AKP’nin zaferini kutlayan güzel kızlar gazetelerde yayımlanan fotoğraflarına bakarak o günleri hasret ve esefle hatırlamaktadırlar. “Evet”çilerin zafer sarhoşluğu içinde yaşadıklarını, yağma Hasan’ın böreğinden, devlet denizinden paylarını alarak sınıf atladıklarını, zenginleşerek semirdiklerini görüyoruz. Çaktırmadan alafranga takımına özenseler de bildikleri yolda kaz adımlarıyla yürümekteler. 

Cumhuriyetçilere gelince, Cumhuriyet’in vefasızlıklarına, karşı devrimin intikam işkencelerine alışkın ve şerbetli. Acıyan “Yetmez ama evet”çilere acısın. Çünkü gözleri, ihanetin üzerinden geçen zamana karşın, hâlâ Cumhuriyet’in çöplüğünde. Ama önce tedavi olmaları gerekiyor. Tedavi olmak istiyorlarsa, hastalıklarını açıkca itiraf ve kabul etmeleri gerekiyor. Tıpkı alkolikler ve kumarbazlar gibi. Alkoliklerin alkolik, kumarbazların kumarbaz olduklarını kabul etmelerinden sonra tedavi evresinin başlayabilmesi gibi. Yetmez ama evetçiler de Cumhuriyet’e ihanetlerini itiraf ve kabul edecekler. Başka çare yok.

Bunlar ihanetlerini itiraf etmeden ve aleni günah çıkarmadan, yüksek sesle özür dilemeden ruh ve beyinlerini hastalıktan kurtaramazlar. Ferahlamayan toplum da gerilimden kurtulamaz. Ancak bunların bir huyu var ki AKP’ye ve Başyüce’ye benzerler. Kendilerini her şeye yetkili görürler ama yaptıklarında hiçbir sorumlulukları yoktur. Suçlu başkalarıdır, aldatılmışlardır. 

Aralarından birinin çıkıp, AKP ve Başyüce’ye hayran olup inandıkları için aldandıklarını itiraf ettiği görülmedi. 

Benim “Ana rahmine haklı düşenler”“Şoför mahallinde oturmayı sevenler”“Vitrin tutkunları” diye tanımladığım bu insanlar, AKP kurucularının İslamcı gömleklerini çıkardığını iddia ettikleri sırada ben İslamcılığın gömlek değil deri olduğunu yazıyordum. Onlar gelecek kaygılarımızı “bölünme ve şeriat devleti paranoyası” olarak tanımlarken, teokratik devlet fesadına gönüllü hizmet ediyorlar ve “evet!” demenin de bir gün yeterli olmayacağını düşünemiyordu. 

Kırk yıldır söyleyip yazıyorum: Sol psikiyatri kliniği değildir. Solcu yenile yenile pişer. Ne zaman kazanacağını bilmeden yoluna devam eder. Yenilince küsüp sola düşman kesilmez! 
                                                                *
(II)

Utanmıyorlar, şımarıklıkları, kullanışlı budalalıkları devam ediyor. Ancak olan-bitenin, içinde bulunduğumuz siyasal gerçeklerin farkında bile değiller. Toplumda somut bir yerleri olmayacağının farkındalar artık; aşağılık duyguları giderek büyüyor. Fırsat çıkıp da yandaş basında önlerine kemik atılırsa şöyle konuşuyorlar: 
“Bugün kendini ‘Atatürkçüyüm’ diye tanımlayan birçok kişi aslında son derece tutucu. ‘Ben Atatürkçüyüm’ diyenlerin geçmişte yaptığı birçok hata var aslında. Mesela ‘Atatürkçüyüm’ diyenler geçmişte dindarinsanları aşağıladılar, ‘Başörtüsünden dolayı bunlar üniversiteye gidemez’ dediler.”

***

“Din, İman, Masa, Kasa” (Tekin Yayınları) adlı kitabımı aranızda okuyanınız var mı acaba? 
Kitabın önsözünden birkaç satır: “Bir toplantıda din madrabazlardan biri, CHP’nin tek parti döneminde, uğradıkları zulmü konuşmacıya laf atarak hatırlatmış. Bunun üzerine konuşmacı laf atana sormuş: 
‘Hangi ibadeti yapmak istedin de yapamadın? Namaz mı kılamıyordun, hacca mı gidemiyordun? …’ 
Madrabaz, konuşmacıyı yanıtlamış: ‘İbadeti yasaklamaya gücünüz yetmez. Siz bizi masadan ve kasadan uzak tutuyorsunuz.’ 

Müthiş bir yanıt. Hiç duymamıştım... Yani tüm dertleri masaya ve -özelikle de- kasaya yanaşmakmış. Bunu yapamadıkları için gerçekten de ‘zulüm’ gördüklerine, acı çektiklerine inanıyorum. Düşünsenize, kasa orada, başkaları (Örneğin: ANAP, DYP) yanaşmış ama bunlar yanaşamıyor. Bu ‘zulüm’ değilmi, onlar açısından?”

***

Cumhuriyetçilerin (Atatürkçüler ve Kemalistler) dindarları aşağıladığı iftirasının nedeni böyle işte. Cumhuriyet düşmanı mütegallibe tarafından kışkırtılan halkın hurafeci (dindar) kesiminin okuryazardan gocunması çok doğal. Cumhurbaşkanı’nın seçkin (elit) düşmanlığı hâlâ devam etmiyor mu? Bunlar, Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden daha bir yıl geçmeden ayaklanmaya kalkışmışlardı. Aşağılık duygusunun, ruhsal engelliliğin kaynağı insanın kendi özündedir. Cumhuriyet kimseyi horlamamış, tersine kaynaşmış bir kitle saydığı toplumu, başta kadınlar olmak üzere, yüceltmiştir. 

Türban yalakalığına gelince: Türban bir yerel başörtüsü değildir, siyasal İslamın evrensel simgesidir. İslamla hiçbir ilişkisi yoktur. Solu psikiyatrı kliniği haline getirenler cumhuriyetten intikam almak için “türban”a sahip çıktılar. Şimdi 5 yaşındaki kızlara türban vuruyorlar. Sesleri çıkmayan ‘yetmez ama evet’çilerin utanmaları gerek. 
Kırk yıldır, İslam dininin, Kuran’ın “baş örtmek”ten söz etmediğini kanıtlayarak yazıyorum. Siyasal İslam gericiliğinin ülkeyi ele geçirdiği günümüzde bile ‘Sol’un ruh hastaları özgürlük adına türbanı savunuyor. İslamın müzmin hastalığının siyasal kökten dincilik (entegrizm) olduğunu görmemek için, galiba, Cumhuriyete karşı alerjik hasta olmak gerekiyor.
***

Gelelim şu “Kendilerini Atatürkçü sayanların son derece tutucu” olmaları iddiasına. “Tutuculuk” da “statükoculuk” gibi bir şey. Neyi tuttuğuna, neyi statüko kabul ettiğine bağlı. “Eğer bir hareket, toplumu ileriye taşıyıp dönüştürme perspektifine sahipse, koşulsuz ve ikircikli olmayan tarzda sosyal ilerleme perspektifine sahipse ve öyle hareket ediyorsa, o hareketilericidir.” (Samir Amin, “Modernite, Demokrasi ve Din”, Özgür Üniversite Kitaplığı, s.87) 

“Ana rahmine haklı düşenler”in, “psikiyatri kliniği solcuları”nın ailelerinden gelen kuyruk acılarının, kendi deneyimlerinden kaynaklanan Cumhuriyet düşmanlıklarının artık tedavisi yok. İyice geçirimsiz (imperméable, duyarsız) duruma geldikleri için faşistleştiklerinin farkında bile değiller.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Asr-ı Saadet - ORHAN GÖKDEMİR

Asr, devir, çağ demek. Saadet, malumunuz, mutluluk anlamına geliyor. Rivayet o ki, peygamber “insanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır” buyurmuş. Buyruk uyarınca Milattan Sonra 7. yüzyıl Arabistan’ı bir kayıp cennet olarak anılmaktadır, asr-ı saadettir.

Nedir asrın özelliği? 
Kölecilikten, kabile toplumundan feodalizme geçiş. Kurallar, ölçekler değişmektedir. Köleciliğe sınır getirilmiştir, kadınlar alınıp satılan bir mal olmaktan cariyeliğe, çok eşliliğe evirilmişlerdir. Kabile devlete dönüşmeye başlamıştır.

Fakat nihayetinde her şey o asırlarda Arap çölünde nasıl olabilirse öyledir. Turan Dursun ödüllü ilahiyatçı Arif Tekin’in “Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed’in Ölümü” adlı kitabına bakın, asrın saadetinin nasıl bir şey olduğunu hemen anlayacaksınız. 

Özetleyeyim; saadetin sebebi olarak gösterilen peygamber iktidar hırsı yüzünden kendi yakın çevresi tarafından defalarca suikasta uğramış, öldürülmüş, cinayete kurban gitmiştir. Hayber’de zehirlenmiş, Tebük’te suikasta uğramış, girişimler veda haccı dönüşünde tekrarlanmış, hasta yatağındayken ilaç yerine zehir verilmiştir. Öldüğünde cesedi günlerce ortalıkta kalmış, sonunda insafa gelen bir avuç Müslüman tarafından lütfen toprağa verilmiştir. O sırada en yakınları çardak altında toplanıp mirasın nasıl paylaşılacağını müzakere etmektedirler.

Arkasından gelen halifelerden de eceliyle, yatağında ölen yoktur. Ebubekir cinayete kurban gitmiş, Osman Müslümanlar tarafından linç edilmiştir. Ali ve Ömer de benzer bir akıbeti paylaşmıştır. Neden? Çünkü ortaya paylaşılacak yeni bir iktidar odağı ve el değiştirecek yeni servetler çıkmıştır. Nihayetinde din savaşı gibi görünen ne varsa hepsi maddi paylaşım savaşıdır. Varsa bir saadet, o paylaşımdan en büyük payı alanlarındır.

                                                                 ***

Peki, bu tarihte saadet hiç yok mu? Olmaz olur mu?

Muhammed'in vefatından sonra, İslam dünyasını seçimle gelen devlet başkanları yönetti. Daha Halife Ömer zamanında Müslümanlar arasında hızlı bir zenginleşme ve lüks bir yaşam göze çarpıyordu. Ömer’in bir suikasta kurban gitmesinin ardından koltuğu devralan Osman, peygamberin düşmanı Emevi kabilesindendi. İslam’a en çok direnenler böylece İslam dünyasının muktediri oldular.

Halife Ali’yi öldürerek iktidar koltuğuna oturan katip Muaviye, halifeliğini tanımayanları sert bir biçimde bastırdı ve iç karışıklıklara son verdi. Halifeliği askeri birlikler tarafından ilan edilmişti; böylece ismen var olan bu kurumu yeniden bir kurum haline getirdi. Ardından yeni fetihlere girişti. Bu, devlettir. Halifelik merkezini Mekke’den Şam’a taşıdığını biliyoruz; pek çok mabet yaptırdığını da. Başkent değişmişse, din de değişmiştir diyebiliriz. Mekke karşısında Şam, iktidarın artık dinden değil, güçten geldiğinin işaretiydi. Nitekim Muaviye’nin ölümünün ardından çıkan iç karışıklıklar sırasında Yezid’in birlikleri Mekke’yi kuşatarak mancınıklarla taşa tuttu. Hacer-i Esved isabet alarak parçalandı: Kâbe yıkıldı.

Emeviler dine yaslanarak bir Arap devleti kurdular. İktidar alanlarını genişletmeyi İslam kurallarını yerine getirmekle özdeşleştirmişlerdi. Dini kurallara pek uymadıklarını ve pek az Müslüman göründüklerini biliyoruz. Dönemlerinde saadet vardır ama din yoktur
Sonra peygamberin amcası Abbas Bin Abdülmuttalip'in soyundan gelen Abbasiler, Emevi yönetimine karşı ayaklanarak 750'de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler. Emevi şeflerinden seksen tanesi bir ziyafet bahanesiyle bir araya getirilip öldürüldü. Bu tarihten başlayarak Abbasiler 1258'e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldu.

Abbasi Devleti, Harun Reşid döneminde en geniş sınırlarına ulaştı. Harun Reşid, Binbir Gece Masallarına konu olan görkemli saltanatını Bermeki ailesine borçluydu. Bu aileden Bermeki Yahya ve iki oğlu, vezir olarak Abbasi Devleti’ni 17 yıl boyunca fiilen yönetti. Yahya, içkiyi ve âlemi çok severdi. Yedi karısı, birçok cariyesi, onbir oğlu ve onyedi kızı vardı. Cömertti, şiiri severdi, şairlere paralar dağıtırdı. Dönemi İslam’ın lale devriydi. Abbasilerin son döneminde Türkler, devletin silahlı kuvvetlerinde Arapların yerini almaya başlamıştı. Halifelik, din, iktidar, her şey artık onların kontrolündeydi. Kendi iktidarlarıyla, dinin iktidarını birleştirdiler. Hangisinin daha dünyevi olduğu hala tartışmalıdır. Özetle Abbasi döneminde de saadet bol ve fakat din pek azdır.
Dine dayanarak devlet oldular, önlerine çıkan bütün toprakları yağmaladılar ve serveti çoğalttılar. Böylece saraylarında müthiş bir saadet ortaya çıktı. Dini hiçbir kurala aldırmaksızın, sınırsız sorumsuz bir varsıl hayatı sürdüler.

Kısa İslam tarihidir. Böyledir, saadet varsıllar için, şeriat yoksul kalabalıklar içindir.

                                                                 ***

Döndük başa. Din çoğalıp ahlak azaldıkça kayıp asr-ı saadet dönemine özlem artıyor İslamcılar arasında. Selefiler bu krizden kurtulmanın, dini aslına döndürmenin yolunun asr-ı saadete dönmek olduğuna inanıyor mesela. Muhammed’in ölümünden sonra geçen 1300 yılı aşkın tarih onlara sorulursa bir yozlaşmadan ibaret. Bazı İslamcılar toleranslı, saadet dönemini dört halife devrine uzatıyor. Bir de bizim antikapitalist Müslümanlar var. Onlar için de İslam’ın mutluluk çağı 632’de nihayete eriyor. Sonra? Sonrası İslam’dan uzaklaşma, dinden çıkma devri.

Hâlbuki her şey gibi inançlar da evrime uğruyor, değişiyor, dönüşüyor. Arap çölünden esinini alan inanç Bağdat’a, Şam’a ulaştığında oradaki eski inanç sahiplerinin süzgecinden geçiyor, yeniden yorumlanıyor, şehre uyarlanıyor. Yeni yollar, tarikler ortaya çıkıyor böylece, Sufilik boy veriyor. Bir köy büyüklüğündeki Mekke’nin, Medine’nin inancı şehirli bir hal alıyor, başka asırlara, başka hayatlara uyum sağlamış oluyor.

Selefiler siliyor 1300 yılı. Sonra? 7. yüzyıla kesin bir geri dönüş. Başka inançtan olanları boğazla, öldür. Ezidi kadınlarını köle yap, pazara çıkar sat, tecavüz et. Ne bu? Asr-ı saadete dönüş!
                                                                 ***

Bizde de Selefilerin akrabaları iktidarda. Alaşağı ettikleri eski rejimden geriye kalanları paylaşıp hızla zenginleştiler. İddiaları o ki, Selefilerin hayali gerçekleşmek üzere. Yani, ülke olarak yeni bir “asr-ı saadet” döneminin içinden geçiyoruz. Din yayıldı, ahlak azaldı, toplumsal kuralların hepsi yıkıldı. Bir yanda yoksul köleler, diğer yanda şaşalı saraylar yükseliyor. Derin hazların, derin acıların yaşandığı bir cennetin ve bir cehennemin içinde bulduk kendimizi. Gördünüz dindar erkeklerin Haymana’daki havuz fantezisini. 
Kesmediyse, Katar’dan kalkıp konan saray taklidi uçağı hatırlatırım. Bütün bunlar olurken saadetlerinin bir abidesi olsun diye inşa ettikleri havaalanında köleliğe itiraz eden işçilerin birkaçı daha tutuklanıp hapse tıkıldı. Asr-ı saadettir.

Moraliniz bozulduysa düzelteyim. Muktedirimiz bir yol bulmuş, bu kasvetli havayı dağıtacak. Müritlerini görünce, gülümseyerek “meraba, nasıl gidiyor araba” diyor, ortam yumuşuyor.

Ne desek, ne etsek bilemedim. İnandığınız tanrınız saadetinizi arttırsın fakat bizim gördüğümüz moralinizi falan düzeltmez; Çünkü gitmiyor araba, üstelik tekerlekleri havada!

Orhan Gökdemir / SOL