3 Şubat 2019 Pazar

Tarihi çarpıtmaya bir şamar: Asker İnönü - ORHAN BURSALI

Osmanlı İmparatorluğu’nu dağılmaktan kurtarmak için çırpınanlar da, işgal edilmiş bir ülkeyi kurtarmak için Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandıranlar da Osmanlı subaylarıdır.
 
Bu seçkin kadronun ortaya çıkışının tarihi aslında oldukça eskiye gider. Köklerini, Avrupa’nın bir dizi yenilikle alıp başını gittiğini ve Osmanlı’nın giderek parçalanıp yok olacağını ve bu amaçla da orduda, yönetimde, eğitimde yenileşmelerin şart olduğunu gören bazı Osmanlı padişahlarında, Tazminat’larda, Türk ve Türkçeyi bilimin-eğitimin eksikliklerini öne çıkartan Osmanlı aydınlarında, Genç Türklerde ve şüphesiz ki ülke sorunlarıyla iç içe mükemmel yetişen asker-subay kuşağında bulursunuz. 
Hem yeniliklerin hem de Kurtuluş’un liderleri bu kuşaktır. 
Bu yetişkin, yüksek nitelikli asker sınıf sayesinde Osmanlı’nın küllerinden Türkiye yaratıldı. 
Bu olağanüstü, göz yaşartıcı, insanı heyecanlandıran ve coşturan, yer yer gözyaşı döktüren büyük bir serüvendir. 
Bu büyük serüvendir ki Kurtuluş’tan itibaren ülke çapında büyük bir heyecan dalgası yarattı; Cumhuriyet bu sayede kuruldu. Böyle bir dalga bir daha ülkeye uğramadı. 

Baş kahramanlardan 
İsmet İnönü, bu olağanüstü serüvenin baş kahramanlarından biridir. 
Asker İnönü” kitabı, Türkiye’nin büyük kuruluşuna imza atmış bir komutanı anlatıyor. 
Daha sonra İnönü, bu kez demokrasi kahramanı olarak ülke tarihinin yeni bir sayfasında yerini alacaktır. 
Alev Çoşkun, “Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay” kitabında Atatürk’ün Anadolu’ya geçmeden önceki 6 ayını başarıyla anlattıktan sonra, İsmet İnönü 1884-1922 kitabına imzasını koyuyor. Kitabı yazmasındaki gerekliliğini sunuş yazısından öğreniyoruz. 

İki reklam arası 
AKP iktidarı, Türkiye’nin kendi dönemine kadar olan tarihini silip atmaya girişmek ve Türkiye’yi kendisinden itibaren yeniden başlatmak gibi, imkânsız bir “kurgulama” işine kalkışmıştı. “İki Ayyaş” nitelemesiyle doruk noktasına çıkan, Cumhuriyeti, Kurtuluşu, Kuruluşu liderleriyle birlikte topyekûn aşağılama girişimi, Cumhuriyetin kendilerine kadar olan büyük tarihini “iki reklam arası” olarak niteleyerek ve Cumhuriyeti kesip atarak, bugünü Osmanlı’ya yapıştırma gözü dönmüşlüğü ile sürdü. 
Sonra da yaşananları resmi tarih olarak reddederek “derin tarih” adı altında uydurmacılık, reddiye, karalama, kötüleme, sahtekârlık gibi alçakça bir “sahte tarih yazımı” buna eşlik etti. 
Bunların hepsi palavra, “hakikati”, “hakikatin ötesi”nde (post-truth) inşa etme çabası şüphesiz ki güneşi balçıkla sıvama girişimiydi. Millet, Atatürk’ü sahiplenince ve Atatürk’ü yok edemeyeceklerini anlayınca bu kez İsmet İnönü hedef tahtasına kondu. 
Peki neden? 

İnönü demokrat, bunlar sıfır demokrat 
Alev Çoşkun diyor ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi Lozan’da ikinci imza ona ait. Bu nedenle yıllardır Lozan Antlaşması’na da saldırıyorlar hâlâ. Keşke Kurtuluş Savaşı kazanılmasaydı diyen ucube kafalarla donatılı bir iktidar yapısı var. İsmet İnönü, Halifeliğin kaldırılmasında, devrimlerin hayata geçmesinde 14 yıl başbakanlık yapmış isim. Ve tabii kizaferin cephe komutanlarından... Üstüne üstlük “demokrasiye geçiş”in de başı! 
Düşünün, bugünkü iktidarın borçlu olduğu bir dönüşüme imza atmış büyük bir lidere bile saygıları sıfır! 
Çünkü aslında kendileri sıfır demokrat. 
Bugünkü iktidarın ağababaları Demokrat Parti iktidarının da baş hedefi İnönü’ydü. 
Alev Çoşkun, bu kitaptan sonra da, İnönü’yü dönem dönem inceleyen yeni kitapların geleceğini yazıyor. 
İnönü, tarih, tartışılmaz değildir. 
İnönü, Ata’nın ölümünün hemen ardından, millet ve ülke bütünlüğünü sürdürmek, milletin büyük bir boşluğa düşmesini önlemek için Cumhurbaşkanlığı’na seçilmiştir. 
Şüphesiz, daha sonra, özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesinde politika ve kararlarıyla tartışmaya açık bir İnönü vardır.
***

Alev Coşkun, nesnel bir İnönü ve tarih anlatmaktadır.
Dili sade, duru ve anlattıkları çok net.
“Asker İnönü” okunması gereken bir kitap.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Bilginin temizliği, cehaletin kiri...- Mine G. Kırıkkanat

Macar doktor Semmelweiss’ın tıpta sterilizasyonun temelini atan “asepti” buluşu, tümüyle ampirik gözleme dayanır.

1818 yılında Budapeşte’de doğan Semmelweiss, önce kendi ülkesinde, ardından Avusturya tıp fakültelerinde eğitim görmüş, gelecek vaat eden çok başarılı bir hekimdir.
Çalıştığı Viyana Hastanesi’nde, iki kadın doğum ünitesi vardır. Hastanenin 1846 yılı kayıtlarına bakıldığında, Prof. Klin’in yönettiği doğum ünitesinde tıp öğrencilerinin doğum yaptırdığı kadınların yüzde 96’sı lohusa hummasından ölürken; Prof. Bartch’ın ebelere doğum yaptırdığı ünitede ölüm oranının çok daha düşük olduğu görülmektedir.
Dr. Semmelweiss, henüz 28 yaşındadır.

Pasteur’ün iltihap taşıyıcısı mikro organizmaları keşfine daha otuz yıl vardır. Mikrop, basil, virüs bilinmemektedir.
Genç doktor, hastanedeki diğer hekimlerin ebelerin “uğuruna” ve tıp öğrencilerinin “uğursuzluğuna” yordukları lohusa hummasının, öğrencilerin kadavraları kestikten sonra kirli ellerle doğum yaptırdıklarına bağlı olduğunu anlar.
Bulgusunu, meslektaşlarına da aktarmaya çalışır. Kimi ilgilenip dinler, kimi saçmalık deyip reddeder.
***

Ama Semmelweiss, ısrarları sonunda üçüncü bir kadın doğum ünitesi kurup başına geçmeye hak kazanır.
Yönettiği birimde doğuma girecek tüm hekim ve hekim adaylarının ellerini kireç suyuyla yıkatarak; lohusa hummasından ölüm oranını günümüzün en iyi dünya hastanelerindeki yüzdeye düşürmeyi başarır: Yüzde 0.23!
Temizlikle enfeksiyon arasındaki ilişkinin bu kör kör gözüm parmağına açıklığına rağmen, Viyanalı tıp otoriteleri “kendilerine gölge edecek” genç doktora karşı cepheleşmekle kalmaz, Semmelweiss’ı ezer, yok ederler.
Binlerce anneyi ölümden kurtaran, milyonlarcasını da kurtarabilecek olan “asepti” buluşunu yapan genç bir tıp dehasına reva gördükleri infaz ve hatta kendi mesleklerine yaptıkları ihanetle de yetinmez, bu tıp otoriteleri...
Dünyanın her yanındaki meslektaşlarını “asepti” tekniğinin saçmalık, Dr. Semmelweiss’ın da beş para etmez bir şarlatan olduğuna inandırırlar.

***

Ta ki Louis Pasteur, ucube ve kıskanç YANLIŞ’ın karanlığına gömüp sakladığı DOĞRU’yu, Dr. Semmelweiss’ın ampirik gözlemle yakabildiği çoban ateşinden çok daha güçlü bir ışıkla aydınlatana kadar...
Ama Pasteur, 1865’ten 1877’ye kadar sürdürdüğü çalışmaların sonucu olan “mikro organizmalar” keşfini dünyaya kabul ettirene kadar aradan geçen yarım yüzyılda; milyonlarca kadın daha “kirli hekim elleri” yüzünden ölür. Yaşadıklarının sonucunda akıl sağlığını yitiren Dr. Semmelweiss ise, Pasteur’ün “mikrop” ihtimalini henüz adlandıramadan düşünmeye başladığı 1865 yılında, Viyana’da kapatıldığı akıl hastanesindeki bakıcılar tarafından dövülerek öldürülmüştür.
İnsanlık tarihi, doğruları yanlışın pençesinden çekip çıkaran kişilerin, cehaletin karanlığından beslenen gerici ve tutucular tarafından mahvedildiği örneklerle doludur. KopernikGalileoGiordano Bruno ve daha yüzlerce bilim insanı, buldukları doğruları hayatlarıyla ödemiş; ancak uygarlık da onların hep sonradan kabul gören bulgularıyla ilerlemiştir.
Dr. Semmelweiss da sadece iki yüzyıl önceki tıp bilimindeki cehaletin kurbanıdır. Onu ölümsüz kılan ise, bilim değil edebiyat olmuştur.

***

Kendisinden yüzyıl sonra Fransa’da dünyaya gelen ve Fransız edebiyat dilinde devrim yapan Louis Ferdinand Celine de doktordu. Tıp diploma tezi, kısaca  Semmelweiss  başlığını taşıyor ve sonradan sayısız baskı yapan incecik kitap, büyük bir yazarın doğuşunu muştuluyordu.
Apaçık Yahudi düşmanlığı başta, siyasal duruşu son derece tartışılır bir kişilik olan Celine’i, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda “vatan haini” olarak yargılanıp infaz edilmekten; bugüne kadar çapına kimsenin erişemediği yazarlığı kurtardı.
Celine, edebiyat dili ve biçeminde devrim niteliğinde bir değişim yapmıştı. Yazıyla yakaladığı vuruculuk, dün de büyülüyordu, bugün de büyülüyor.
Dr. Semmelweiss’ı da unutulmuşluğun karanlığından Celine’in kalemi çekip çıkardı. Onun doktorluk tezinden öteye dünya tıpta “temizliği” icat eden Semmelweiss’ı keşfetti ve bilim insanları, hakkında Celine’in yazdığından çok daha ayrıntılı araştırmalar yayımladılar.
Doğru, böyle bir şeydir. Biri bulur, diğeri gömmeye çalışır, öteki gömüldüğü yerden çıkarır, beriki ilerletir. Sonuçta herkesin işine yarar.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Venezuela bu saldırıyı da atlatabilecek mi? - ERHAN NALÇACI

Venezuela halkı ile dayanışmak için “Devrim Televizyondan Gösterilmeyecek”in geçen gün tekrar gösterimi yapıldı. Daha önce defalarca seyrettiğim bu dünyanın en ibret verici belgeselini aynı heyecanla izledim.

Chavez 4 yıl önce ezici bir çoğunlukla seçilerek cumhurbaşkanı olmuştur, İrlandalı Kim Bartley ve ekibi çok konuşulan ama yalan haberlerin içinde gerçeğin seçilmesi zor olan Venezuela’da bir süredir belgesel çekimi için bulunmaktadır.
2002’nin Nisan ayında bazı açılardan bugünkü duruma çok benzeyen bir darbe olur ve film ekibi her şeyi içerden olduğu gibi kaydeder.

Özel televizyon kanallarının sürekli yalan haber üretimi, ABD tarafından muhalefetin desteklenmesi, satın alınan generaller…

Her iki tarafın da sokakta olduğu bir gün kimliği belirsiz keskin nişancılar tarafından kitlelere ateş açılır, insanları kafasından vururlar. Bu yönteme Ukrayna’daki faşist darbe esnasında da başvurduklarını biliyoruz. Özel televizyon kanalları insanların öldürülmesiyle alakası olmayan bir görüntüyü montajlayıp sürekli vererek suçu Chavez yanlılarına atarlar. CNN gibi ABD emperyalizminin bir silah gibi kullandığı medya görüntüleri dünyaya yayar.

İki gün sonra generallerden, sermaye temsilcilerinden ve papazlardan oluşan muhalefet kliği başkanlık sarayını basar, Chavez kaçırılır ve istifa etmediği halde istifa ettiği medya gücüne dayanarak duyurulur. Bir kez daha onlarcası yaşanmış olan ABD darbelerinden biri işbirlikçi sermaye sınıfı ile birlikte gerçekleşmiştir. Yeni başkan Chavez dönemindeki halk yanlısı uygulamaları değiştirmeye başlamıştır bile.

Fakat o da ne? Venezuela’nın yoksul ama örgütlü halkı milyonlar olup sokağa dökülmüş Chavez’i istemektedir. Ordu kısa bir süre içinde taraf değiştirir ve darbeden iki gün sonra Chavez kaçırıldığı adadan helikopterle geri döner.
Belgesel o kadar gerçekçidir ki, darbecilerin suratlarındaki mimiklerin zaferden yenilgiye nasıl değiştiğini dahi kaydetmiştir.

Öte yandan belgesel başka bir açıdan daha ibret vericidir. Bolivarcılar bütün bu koşullara rağmen tamamen Anayasa’ya bağlıdırlar, bu süreç içinde Anayasa’nın dışına çıkmaya ve örneğin bir devrimci komite oluşturmaya kalkmazlar. Darbenin yenildiği, fakat Chavez’in henüz dönmediği anlar için Başkan yardımcısının başkan olarak atanması için Anayasa’ya uygun olarak bir başsavcı aranır. Darbenin başlıca araçları olan –bugün de olduğu gibi- özel televizyon kanallarını kapatmak akıllarına bile gelmez. Devlet televizyonunu tekrar çalıştırmaya bakarlar. Chavez’in döner dönmez, ilk sözü Anayasa’nın üstünlüğü olur.
Gerçekten Bolivarcı devrim iki yüz yıl öncesinden fırlamış romantik bir burjuva devrimi gibidir. Devrimin programı 1783-1830 yılları arasında yaşamış ve İspanyol sömürgeciliğine karşı mücadele etmiş Simon Bolivar’ınkine çok benzer:
ABD(İspanya)’ye karşı bağımsızlık, Latin Amerika halklarının ulusal birliği ve sosyal adalet.

Ama devrimin işçi sınıfına ait ve sosyalist karakterde olmadığını şuradan anlarsınız: Mülkiyette eşitliği değil, yasa önünde eşitliği savunur.

Programın bu karakterine rağmen, buna sahip çıkacak bir burjuvazi bulunmuyordu Venezuela’da. İşbirlikçi burjuvazi ABD sermayesinin uzantısıydı, hizmetlerindeki küçük nüfuslu orta tabaka ile birlikte gerici bir klik oluşturuyordu. Oysa bu programa sahip çıkan toplumsal kesim, henüz modern anlamda işçi sınıfının da parçası olamamış, denizde dalgalar gibi tepeler boyunca uzanan gecekondularda yoksul halk tabakaları oldu.

Petrol geliri yoksul halkla paylaşıldı, yaşam kalitesindeki artışla birlikte bir aydınlanma programı yükseltildi.

Öte yandan o yıllarda çok zor durumda olan ve ABD tarafından adice ve insanlık dışı bir abluka altında tutulan Küba ile Venezuala’nın dayanışması bir yaşam öpücüğü anlamına geldi.

Yine o yılların giderek derinleşen gericiliğinde Venezuela insanlık için bir umut ışığı oldu.

Şimdi Venezuela tekrar utanmaz bir darbe girişimi ile karşı karşıya. Üstelik bu sefer emperyalist hegemonya krizinin fay hattının geçtiği başlıca ülkelerden biri haline gelmiş bulunuyor.

Venezuela ABD yaptırımları ve sürekli darbe tehdidi altında Rusya ve Çin’e yaklaştı. Yatırımlar ve savunma silahları bu devletlerden geldi.
Bu devletler tarafından Venezuela’nın ABD ve yardakçılarının bir işgaline karşı savunulup savunulmayacağı Venezuela halkının çıkarlarına değil, Çin ve Rusya’nın karmaşık stratejik hesaplarına bağlı.

Ancak güveneceğimiz başka şeyler var:
Biri, Bolivarcı Devrimi destekleyen ama kendini onun içinde eritmeyerek bağımsızlığını koruyan Venezuela Komünist Partisi.

İkincisi ise, 500 yıldır sömürünün ve caniliğin her türlüsüne maruz kalmış Latin Amerika halklarının her zaman tarihsel sürprizler yaratmaya hazır yıllanmış direnci ve öfkesi.

Üçüncüsü ise, bu kadar gayri-meşru bir darbeyi planlayan ABD’li ve darbeyi destekleyen Avrupa Parlamentosu denilen haydutların kendi ülkelerinde ve dünyanın her yerinde uğrayacakları prestij kaybı ve buna karşı yükselen uluslararası emekçi sınıfların dayanışması.

Dayan Venezuela!

Erhan Nalçacı / SOL

Alzheimer için iki yeni umut - ÖZLEM YÜZAK

Erken teşhise yönelik yeni bir kan testi ve dişeti hastalığına yol açan bir bakterinin, Alzheimer hastalarının beyinlerinde de görülmesi yeni tedavi yöntemleri için önemli bir gelişme olarak kabul ediliyor.

Alzheimer çağımızın en etkin hastalıklarından biri. Dünyada 50 milyona yakın Alzheimer ve demans hastası bulunuyor ve 2050 yılında bu sayının 152 milyona ulaşacağı öngörülüyor. İşin kötüsü Alzheimer hastalığına neyin sebep olduğunun ve kesin tedavisinin tam olarak bilinmiyor olması. Bilim dünyası var gücü ile bu hastalığa neyin sebep olduğunu bulmaya çalışıyor. Her yeni bulgu ile bu karanlık kapı biraz daha aralanıyor. Geçtiğimiz günlerde iki önemli gelişme oldu. Biri yeni bir kan testi ile hastalığın daha erken teşhis edilmesi umudunun artıyor olması. İkinci gelişme ise yaygın görülen bir dişeti hastalığına yol açan bakteri ile demans (bunama) arasındaki bağlantıya işaret eden yeni bulgulara rastlandı. Araştırmacılar bu bulgular sayesinde, Alzheimer’ı da içeren demans hastaları için yeni tedavi yöntemleri geliştirebilecekler. 

Yeni bir kan testi 
Alzheimer’ın tedavisine yönelik yeni ilaçlar beyin hücrelerinin hızlı bozulmasını engelleyebiliyor ama bu demans hastalığı genelde hastanın hafızası zarar gördükten sonra teşhis edilebildiği için bu zararın düzeltilmesi pek mümkün olmuyor. Daha başarılı tedavi sonuçları için hastalığın, hissedilebilir ilk semptomlardan önce teşhis edilmesi gerekiyor. Alman Nörodejeneratif Hastalıklar Merkezi (DZNE), Hertie Klinik Beyin Araştırmaları Enstitüsü (HIH) ve Tübingen Üniversitesi Hastanesi’nden bilim insanları kanda bulunan bir proteini, ilk klinik belirtiler ortaya çıkmadan önce hastalığın ilerlemesini izlemek için kullanabileceklerini keşfetti. Çalışma, uluslararası bir araştırma ekibi ile işbirliği içinde gerçekleştirildi ve Nature Medicine dergisinde yayımlandı. Tübingen Üniversitesi’nden Mathias Jucker bu tanının gelecekte kan testleriyle mümkün olabileceğini söylüyor. Jucker ve ekibinin geliştirdiği yeni kan testi, ölmüş sinir hücrelerini ölçüyor. Beyin hücreleri öldüğünde, kalıntıları kanda tespit edilebilir. Jucker, “Ancak normalde, bu tür proteinler kanda hızla bozulur ve bu nedenle nörodejeneratif bir hastalığın belirteçleri olarak çok uygun değildir” diye açıklıyor. “Ancak istisnai bir şekilde bu bozulmaya dirençli olan küçük bir nörofilament parçası var.” Jucker ve meslektaşlarının kan testi, işte bu proteine dayanıyor. Çalışma, uluslararası bir araştırma işbirliği olan Dominantly Inherited Alzheimer Network’te analiz edilen 405 kişiden alınan verilere ve örneklere dayanıyor. DZNE, HIH ve Tübingen Üniversitesi Hastanesi’ne ek olarak, ABD’de yer alan Washington University School of Medicine in St. Louis ve başka diğer kurumlar da araştırma sürecinde yer alıyor. Alzheimer hastalığının orta yaşta belli gen varyasyonları nedeniyle ortaya çıktığı aileleri araştırıyorlar. Genetik analizler, bir aile üyesinin demans olup olmayacağına ve ne zaman ortaya çıkacağına dair çok kesin tahminlerde bulunuyor.

Dişeti ve bakteriler
Bir başka araştırmada ise bilim insanları Alzheimer teşhisi konmuş veya bu hastalıktan şüphelenilen canlı veya ölmüş hastalardan alınan beyin dokusu, omurilik sıvısı ve tükürük örneklerini incelediler. Science Advances dergisinde yayımlanan araştırma, kronik dişeti iltihabına yol açan Porphyromonas gingivalis adlı bakterinin Alzheimer hastalarının beyninde de görüldüğünü ortaya koydu. Farelerle yapılan deneylerde, bu bakterinin ağızdan beyne geçebildiği ve salgıladığı zararlı “gingipain” proteininin beyindeki sinir hücrelerini tahrip ettiği görüldü. Bakteri ayrıca amiloid beta üretimini de artırarak amiloid plaklara yol açıyor. Alzheimer hastalarının beyninde bu plaklara rastlanıyor. Araştırmayı yürüten ekip, geliştirdikleri yeni ilacı bu yıl içinde Alzheimer hastalarında denemeye başlayacak. Bu araştırmanın, dişeti iltihabı ile Alzheimer arasındaki bağlantıya dair verileri güçlendirdiği belirtiliyor. Ancak bu hastalığa neden olan bakterinin Alzheimer’in gelişmesinde nasıl bir rol oynadığı henüz net olarak bilinmiyor. Alzheimer hastaları beyin enfeksiyonlarına daha yatkın; dişeti iltihabına yol açan bakteri ve bunların salgıladığı zararlı proteinler Alzheimer’a yol açmak yerine de belki de onun bir sonucu. 

Derleyen: Özlem Yüzak
CUMHURİYET

Kavak teorisinin sonu! - L. DOĞAN TILIÇ

İnternet medyasının bir cinliği var; habere tıklamanız için merak uyandırıcı başlıklar atıyor, takıldığınız yerde en uzun süre kalmanızı sağlamak için de merak ettiğiniz şeyin cevabını, o da eğer varsa, en sona saklıyorlar. 
Ancak, mesele bunun epey ötesine taştı. Medya bu yapıp ettikleri yüzünden “yalancı çoban”dan beter durumda. Kimseyi kendine inandıramıyor. 
Hele iktidar medyası, acınacak durumda; şişirilmiş hormonlu tirajlarını bir kenara bırakır da gerçek rakamlara bakarsanız, yerlerde süründüklerini görüyorsunuz. 
İktidarın sadece kendisini yalamasını istediği medya, tam da istenileni yapınca, yalamanın da bir anlamı kalmıyor. Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması 2018 sonuçları gösterdi ki, yüzde 31,9 ile memleketin en az güvenilen kurumu medya. Dünyanın en büyük halkla ilişkiler ajanslarından Edelman’ın araştırması da, biraz daha yüksek oranla aynı güvensizliğe işaret ediyor: Türkiye’de her dört kişiden üçü medyaya güvenmiyor! 
Hal böyle olunca, insanlar, özellikle de yalayıcı medyayı, “anlat anlat, heyecanlı oluyor” havasında dinliyorlar. 
Aslında, medyaya güven 1980’ler sonrası medya sahiplik yapısının değişmesi ve medyanın her alanda faaliyet gösteren dev holdinglerin eline geçmesiyle hızla düşmeye başladı. 
O sürecin gazeteciliğini en iyi anlatan ve şahsında cisimleştiren kişi Ertuğrul Özkök’tür. Hürriyet’i nasıl yönettiğini anlatırken; “Ben gazeteci değilim, cambazım, jonglörüm” dediğini, medyanın “amiral gemisi”nin dümeninde “beş topu havaya atıp tutarak” durabildiğini söylemişti. 
O yıllarda, gazetedeki yakın arkadaşlarına da; “Artık güçlü olana direnmenin modasının geçtiğini, rüzgâr karşısında bir kavak gibi esintiye göre eğilmek sonra fırsat bulunca tekrar doğrulmak gerektiğini” anlatıyordu. Utanıyorum ama gazeteciyim kitabımda bu durumu, kavak adına da utanıp üzülerek, “kavak teorisi” diye kavramlaştırmıştım. 
Üzülmüştüm; çünkü bizim düğünlerimizi yapan ağaçtı kavak! 
Her çocuk doğduğunda en sulak tarlaya kavak dikerdi babam. Kavaklar sünnet vakti gelene kadar kesimlik olur, kesilen kavakların parasıyla sünnet düğünleri yapılır, sonra kızın ya da oğlanın asıl düğünü için aynı tarlaya kavaklar dikilir, kesilir, torunlar için de bu kavak dikimi devam ederdi… 
O tarlada kavakların rüzgâr karşısında yerlere kadar eğildiğini hiç görmedim!  
Ama bir düğün için kesildiklerinde; bir meydan muharebesinden kalan ölü askerler gibi uzanırlardı tarlanın yüzüne, müthiş acıklı bir görüntüyle ve bir daha hiç kalkmamacasına…  
Özkök en son ne zaman fırsat bulup doğruldu bilmiyorum. Memleketimden gazeteci manzaralarına bakınca, bizim kesik kavak tarlasını görür gibi oluyorum: Bir daha hiç kalkmamacasına yere serilmiş kavaklar! 
İnternet medyasının merak uyandırma stratejisi diye girdik ya lafa; “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan önemli açıklamalar” diye bir arama yapın google’da, göreceksiniz ki cumhurbaşkanlığının ilk gününden beri Akşam’ından Sabah’ına; Hürriyet’inden Habertürk’üne, NTV’sinden CNNTürk’üne hepsi Erdoğan’ın her konuşmasında aynı başlığı atmış. 
Geçen gün Ankara’da AKP’lilere seslenirken; “Bir tarafta zıllet ittifakı, bir tarafta cumhur ittifakı” diyor, “önemli açıklama”; ondan önceki gün partisinin İl Seçim İşleri Başkanları Toplantısı’nda “aman sandıklara sahip çıkın” diyor, “önemli açıklama”… Gidin geriye doğru; Aralık’ta DEIK toplantısında “2019 farklı olacak” diyor, “önemli açıklama”…
Ya her dediğine “önemli” diyerek, önemlileri de önemsizleştirdiklerinin farkında değiller, ya da öyle yapışmışlar ki yere “önemli-önemsiz” umurlarında değil.
Kavak teorisinin sonu bu; şimdi yatık kavak dönemindeyiz! 
L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Uzlaşma - ERK ACARER

Fazla uzağa gitmeyelim: Erdoğan içinde bulunduğumuz “anda” bile toplumun AKP’den bakiyesini “Zillet” diye tarif ediyor. Ağır dille aşağılıyor, ayrıştırıyor! Yakın geçmişin tanıklıkları ise unutulacak gibi değil. Belleklerimizde sayısız emsal var.
15 yaşında öldürülen Berkin Elvan’ın annesinin yuhalatılması, “beka sorunu” bahanesi ile ülkenin serüvenlere sürüklenmesi, Bölge’deki yıkım, kaybetilen iktidar sonrası patlayıp her nasılsa bir anda bıçak gibi kesilen bombalar, OHAL rejimi ile başlayıp süregelen hukuksuzluklar… Endişe verici listede; sandığa darbe, kayyumlar, cezaevine gönderilen seçilmişler, avukatlar, gazeteciler var. Hukukun ve adaletin katledilmesi, ağır anayasa ihlalleri, çiftlik muamelesi yapılan Türkiye listeye dahil.
Bu ortamda adeta bir korku filmi arasına sıkıştırılmış reklamları izliyoruz. “Dünyaca ünlü piyona sanatçımız” Fazıl Say; tuşlara daha “insani” dokunuyor! Saraya çıkan oyuncular, neşeyle “ağır sansür yasasının” onaylanmasından duydukları mutluluğu dile getiriyor.
Kıymetli Baro Başkanımız; 4 katlı apartmanın 5’inci katındaki seçmeni, kütüğe kayıtlı 6 binden fazla 100 yaş üzeri kişiyi, bir daireye sıkışmış 52 oy potansiyelini görmüyor. Meclis Başkanı Binali Yıldırım’ın koltuğa çakılmasını da sonrasındaki lütuf gibi istifa sözlerini de hiçe sayıyor. “Sandığı güvensiz ilan etmek Türkiye üzerinde oynanan oyunun parçası” deyiveriyor. AKP’li belediyelerde boy gösterirken, mesut, güleç ifadesi önümüze düşüyor: “İhtiyacımız olan tek şey milli duruş.” Sormak lazım; bu duruşa, sahte deliller, gizli tanıklarla tutuklanan avukatlardan biri olan ve babasının cenazesine kelepçe ile götürülen Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Başkanı Selçuk Kozağaçlı dahil mi? Sakarya Kuzey Gazetesi İmtiyaz Sahibi Münir Ali Kaya’nın haberinden dolayı ilçe müftülüğüne çağrılıp, ifadesinin alınmak istenmesini hangi duruş içinde değerlendirmeli?
Yargının en yetkili ağızının temel meseleleri ne? Ya da; daha manalı bir ifadeyle; bu “duruş” kaç kuruş?
Peki; sinema bileti mısırla birlikte reklamları da içeriyor mu, kurtarır mı?
Bu “samimi” havaları, “kutuplaşmanın aşılma isteği” ya da “uzlaşma eli olarak” değerlendirenler var. Karşıt düşünene ve eleştirene kızıyorlar üstelik. Oysa hukuk devletinde uzlaşmanın kuralları olur. Uzlaşma, önemli bir yanıyala resmiyet taşır; mahkemelerden de dosyalardan da kopuk değildir! Kaldı ki; her türlü ihlalin sürdüğü bir ortamda uzlaşmanın hayata geçirilmesi mümkün değil. Uzlaşma, uyarına göre değil kitabına göre olur.
Sistemli bir suç rejiminin kiriyle boğuşurken; Berkin Elvan’ı öldürenler önümüzde çocuk istismarcıları organize halde kollanırken; tecavüz edilip katledilen bir genç kadının katilleri, “Erkeklerle buluşup, içersen, tecavüz, ölüm haktır” yazan çağdışı kaynaklara referansla çürümüş kurum ve temsilcileri tarafından korunurken hangi uzlaşmaymış bu?
Nasıl olacak uzlaşma? Yolsuzluğu yapanın değil, yazanın yargılanmasının kurumlaşmasına istinaden mi?
Buna uzlaşma değil, olsa olsa ucube bir rejimin ve tek adamın her yönüyle meşrulaştırılmasına yönelik “biat” gönüllülüğü denebilir. Tam uyum ya da istendiği kadarıyla “sahte muhalefet” biat kültürü içinde tanımlanabilir. Yaşananlar karşı taraftan, iktidar ve talepleri açısından da ele alınabilir. Bu noktadan en sağlam değerlendirmelerden birini HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü yapıyor: “Egemenlik sahipleri toplumda eşgüdümü yitirdiklerinde, iktidarı elden bırakmadan, muhalefetin kimi unsurlarıyla değer ve sorumluluk paylaşımına giderler. Buna ‘rıza üretme tekniği’ denir.” Kürkçü, “Dünyada faşizm döneminde örnekleri çok, 12 Eylül’de de benzeri yaşanmıştır” diyor. Dönemler gelip geçici; iktidarların “rıza üretme” tekniğinden geriye ne kalıyor? Cevap basit: Utanç. Siyasal İslamcının 17 yıldır ezberlediğimiz yüzü. Aslında herkes biliyor ki bir tezgahtır uzlaşma!
Erk Acarer / BİRGÜN

2 Şubat 2019 Cumartesi

Tevfik Fikret’in aynasında gençlik - Öner Yağcı

İnsanlaşma savaşımının öznesidir gençlik.

Bir ömrün anlam kazanmaya başlaması, yaşamın öznesi olma yolunda atılan adımlara bağlıdır. İnsanın bebeklik süreci kesinlikle büyüklere bağlı olduğu için bu süreçte atılan adımlar yalnızca çocukluk sürecine ve özne olmaya hazırlanma dönemidir. Nesne olmaktan çıkıp özne olmaya doğru gidiş, insan olma yolundaki çocuklukla başlayan, gençlikle süren, en önemli dönemdir. 

Gençliğe, Tevfik Fikret’in (1867-1915) aynasından bakacağım.
 
Tevfik Fikret, geleceği kurmanın yolunun yaratıcı, aydın gençler yetiştirmekten geçtiğini düşünür. Onun yeni okul, yeni insan arayışı geleceğin gerçek sahibi olarak gördüğü çocuklara, gençlere yaklaşımının ürünüdür. Gençlerin değerini kavrayan ilk büyük ve öncü aydınımızdır o. 

Çocukları ciddiye alır, onlar için yarattığı özel bir edebiyatla seslenir. Şermin’deki şiirlerinin tümünde de çocuklara insanlık değerlerinin kazandırılma kaygısı vardır. O, aydınlanma döneminin eğitimcisi olarak Umacı şiirinde hurafelere inanmak yerine bilimin aydınlığını savunur. Ezan şiirinde dinle çocukların korkutulmasını eleştirir, korku yerine sevgiyi önerir. Muhallebim ve Mektebim şiirinde okulun önemini vurgular. 

Çocukları yaşamın gerçekleriyle buluşturan bu aydınlanma şairinin, Bir Kız Mektebi İçin adlı şiirinin başında şu söz vardır: 
“Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkûm etmiş demektir; hüsranına ağlasın!” 


Sabah Olursa şiirinde “Siz ey yarınki uzayın küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!” der. 
“Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler/ 
Kıyamete kadar kadar sürmez... 
Umudumuz bu: ölürsek biz, yaşar mutlak/ 
Yurt sizinle şu zindan karanlığından uzak!” diyerek tüm umudunu iyi eğitilmiş yeni bir kuşağa bağlar.
 
Yeni kuşaklara, gençliğe ilk kez gerçek değerini veren, edebiyatımızı çağdaşlaştırarak insanileştiren, gençlerin karanlığa sırt çevirmelerini, aydınlık yarınları hedeflemelerini isteyen bir şairdir. 

Ferda şiirinde;
“Gençler, bütün yurdun bütün umudu şimdi sizdedir./ 
Her şey sizin, yurt da sizin, şeref de sizin... 
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;/ 
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!” diyen Tevfik Fikret, gençlere ve yurdun aydınlık geleceğine tutkundur. 

Atatürk’ün “Ben inkılap ruhunu Fikret’ten aldım!.. Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’i yok mu, işte o, dünyada yapılması gereken bütün devrimlerin kaynağıdır...” dediği Tevfik Fikret, İlhan Selçuk’a göre, düşünceleriyle yaşadığı yüzyılın ilerisinde olan bir aydındır. 
Tevfik Fikret’i sevmek, insanı, insancıllığı sevmektir. Aydınlanmadan, özgürlükten, laiklikten yana olmaktır, insan olmanın, emperyalist politikalara karşı durmanın A harfidir. 

İnsanları bağnazlığın boyunduruğundan kurtarmak için geriliğe savaş açan bir aydın olan Tevfik Fikret’in ömrü, geleceğe ve gençliğe güvenen bir ömürdür. 
Bu ömrü Tevfik Fikret adlı kitabımda (Telgrafhane Yayınları) bir kez daha gençliğe taşıdım.

Ne olacağına karar verecek olan gençliğin kendisidir. Geleceğini kurmaya çalışmak da gençliğin elindedir, kendi toplumunca “günah keçisi” sayılmak da... Bana ne yaşamdan da diyebilir gençlik, yaşamının sorumluluğunu da sırtlayabilir. 


Ne demişti Tevfik Fikret: 
“Yarınlar senin; senin bu devrim, bu yenilik...
Her şey senin değil mi zaten?.. 

Ey gençlik... Bize bol bol ziya kucakla getir: 
Düşmek etrafı görmemektendir...”


Öner Yağcı / CUMHURİYET

Kılıçlar çekildi bu bir düello - Miyase İlknur

Başlıktaki dize, Onur Akın’ın 2009 yerel seçimlerinde CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu için yazıp bestelediği şarkının girişiydi. 


O günden bugüne iki yerel, dört genel seçim, iki referandum ve bir cumhurbaşkanlığı seçiminde kılıcını çekmesine rağmen rakiplerin kellesini uçuramayan Kılıçdaroğlu, parti içinde düelloya davet ettiği rakipleri hakladı. Şimdi yeni bir düello daha bekliyor onu. 
En son geçen hafta sonu parti içinde kılıçlar çekildi. Bu kez rakipleri parti içi muhaliflerinden ziyade, kendi oluşturduğu MYK’deki çalışma arkadaşlarıydı. 

Belediye başkanlıkları için adayların belirleneceği toplantıda, parti içi güç odakları seçilmesi garantili il ve ilçeleri bir sana bir bana, bir genel başkanadiyerek sözüm ona paylaştılar. Ama paylaştıkları yerleri yeterli görmeyen bir grup, genel başkana verdikleri üç ilçeye daha göz dikmişti. O üç ilçe için adayları bile hazırdı. Haftalar öncesinden o adayları çağırıp müjdeyi bile vermişlerdi. Yaptıkları hesaba göre, PM içindeki muhalif kanat, nasıl olsa bu üç ilçedeki mevcut belediye başkanlarına karşı önerge verip, gizli oylama yaptıracaklar, kendileri de gizli oylama sırasında bu üç ilçe belediye başkanına karşı oy kullanarak onları düşürecek ve kendilerine yakın, daha önceden müjde verdikleri aday adaylarını adaylaştıracaklardı. 

Ama PM içindeki muhalif kanat bu planı haber alınca, “bizim üzerimizden değil kendi aralarında açıktan hesaplaşsınlar” diyerek MYK’de genel başkana bırakılan bu üç ilçedeki belediye başkanlarının gizli oylanması için önerge vermedi ve hesaplar alt üst oldu. Genel başkanın “bana bırakın” dediği üç ilçeden daha ilki oylanıp geçmesinden sadece üç dakika sonra CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun istifa haberi geldi. Hemen toplantıya yarım saat ara verildi. Toplantı yeniden başladığında sert tartışmalar oldu. Bazı adaylar geri çekildi. Bazıları için yapılan oylamalar da yönetmelik gereği belirlenen oy sayısına uyulmadı. Adayları belirlenmeyen yerler bugüne bırakıldı. 

Geçen haftaki PM toplantısından sonra CHP İstanbul İl Başkanı Kaftancıoğlu istifasını geri çekti. Ardından CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun istifasını geri çeken Kaftancıoğlu’ndan istifasını istediği öğrenildi. Bu haberin duyulmasının üzerinden 24 saat geçmeden Kılıçdaroğlu’un İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Ekrem İmamoğlu tarafından ikna edildiği ve Kaftancıoğlu’nun istifasını isteme, daha doğrusu görevden alma olayının seçim sonrasında ertelendiği haberi sızdı.
 
27 Ocak’taki PM toplantısında Kadıköy ilçesi tartışılırken Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu’nu başarısız bulduğunu söylemesi üzerine Başkan Nuhoğlu da icraatlarını anlatan ilanlar verdi. Sizin anlayacağınız CHP içinde herkes kılıçlarını çekmiş birbirini düelloya davet ediyor. Haa, bu arada kılıçlarını çekmiş ama düello için 1 Nisan’ı bekleyenleri de unutmamak gerek. Turbun büyüğü heybede yani. 

Bugün yapılacak MYK ve PM toplantılarında da kılıç şakırtılarını duyacağımız şimdiden belli oldu. MYK içinde özellikle İstanbul’a hâkim olmak isteyen gruplarla “Başkanın adamları” arasında bir düello olacak. Ardından da PM’de tüm gruplar birbirleriyle düelloya girişecekler. Ekşını bol bir seçim süreci izleyeceğiz anlaşılan. 

CHP yönetimi önseçim için “hem yerim hem vaktim dar” diyerek merkez yoklaması kararı aldığını açıklamıştı. Ama gelin görün ki, adaylarını en geç açıklayan parti yine CHP oldu. Madem bu kadar geç açıklayacaktınız adaylarınızı, o zaman bu kadar uzun sürede pekâlâ önseçim de yapabilirdiniz. Bu bahane tutmadı, o zaman “yerim dar” bahanesi daha akla yatkın.
***

CHP’de adaylar belirlenirken genel merkez yöneticilerinin bu senin, bu benimpaylaşımını görünce aklımıza 1987 yılındaki Çam Motel skandalı geliverdi. 

1987’de Özal, baskın seçim kararı almış, YSK de süreci sıkıştırmak için önseçimi iptal eden bir genelge yayımlamıştı. Bu durum sağ partiler için değil ama SHP içinde ciddi sorunlara yol açmıştı. Önseçim geleneği olan SHP’de sadece üyeler değil Genel Başkan Erdal İnönü de Ama olmaz ki, bizim partinin geleneğinde merkez yoklaması var diyerek konuyu yargıya taşımıştı. Fakat yargıdan karar zamanında çıkmayınca zorunlu olarak merkez yoklaması yapmak zorunda kalmışlardı. Aday adaylarının ve o aday adaylarını destekleyenlerin baskılarından kurtulmak için MYK ve PM üyelerini 27 Eylül 1987 günü Kızılcahamam Çam Motel’de toplayan SHP’de garantili illerin liste başlarına ve seçilecek sıralara MYK ve PM üyeleri kendilerini yazınca kıyamet koptu. Bu duruma öfkelenen Erdal İnönü istifa etmeye kalktı. Zar zor ikna edildi. İstifasını geri çeken İnönü, bu kez de liste başlarını paylaşan MYK ve PM üyelerine ders vermek amacıyla kendisi ismini liste başından silerek kontenjan adaylığına talip oldu. Yani partisi o bölgede en çok oyu alırsa milletvekili seçilebilecekti. Bu bile ders olmadı parti yöneticilerine. İllerde istifalar, örgütte isyan bayrakları açıldı. Sonunda biraz olsun listeleri düzelttiler de isyan yatıştı.
***

Dün sabah bir televizyon kanalının sabah programına konuk olan Kılıçdaroğlu, kadın adayların azlığının eleştirilmesi üzerine, kadın adaylar birbirini istemiyoryanıtını verdi. 

Bu açıklamaya bakıldığında erkek aday adaylarının birbirine çiçek attığını, “beni yapma onu yap” dediğini sanacak insanlar. Rekabetin yaşandığı her yerde insanların rakiplerini eleştirmesi doğal. Erkek aday adayları da birbirini istemiyor, o zaman erkek aday da koymayın bari.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Türk çiftçisine bir külfet daha: DNA Barkod Takip Sistemi - Murat AĞIREL

Üretim girdilerindeki yüksek maliyet çiftçileri tarım yapamaz hale getirdi.
Çiftçi isyan ediyor artık.Çiftçinin boğuştuğu dertler yetmezmiş gibi şimdi bir de "Gübre" sorunu ile boğuşmak zorunda kalacak.

Sadece çiftçiler mi?

Bu sorun asıl gübre üreticileri, gübre ithal edenleri etkiliyor. Hepsi yeni yürürlüğe giren bir uygulama ile çıldırma noktasına gelmiş durumdalar.

Olayı anlatayım...

Ülkemizin yıllardır en büyük sıkıntısı terör. Terör örgütlerinin saldırılarda sık kullandıkları silahlardan biri el yapımı Patlayıcı (EYP). Devlet haklı olarak terör saldırılarında kullanılan EYP'nin ana maddesi olan nitrat bazlı gübrelerin satışını kontrol altına almak için bir çalışma yaptı.

Bunu da 06 Nisan 2017 tarihli 30030 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanan "Piyasaya arz edilen gübrelerin izlenmesine yönelik tebliğ (Tebliğ No: 2017/17)" ile duyurdu.

Tebliğin çıkış noktası EYP yapımında kullanılan nitrat bazlı gübrelerin takip edilmesi olmasına rağmen ne yazık ki yönetmelik tüm gübreleri kapsayacak şekilde Resmî Gazete'de yayımlandı. Gübre üreticileri terör örgütleri ile mücadele anlamında alınacak her türlü önlem çerçevesinde önlemlere destek olmak için yapılan uygulamayı anlamaya çalıştı ve ses çıkarmadı.

Bulunan çözüm şu şekilde...

Gübrelerin içerisine DNA püskürtülecek ve her gübre çuvalının üzerine de barkod yapıştırılacak. Bu sayede bir saldırı olduğunda gübrenin hangi fabrikadan çıktığı belli olacak. Sistem gereği de tüm bayilere kamera takılma zorunluluğu getirildi.

Bakanlık Türkiye'yi zora soktu
DNA Barkod sistemleri Amonyum Nitrat'ın takibi için başlamış olmasına rağmen bir süre sonra anlaşılmaz bir şekilde konu ile alakası olmayan tüm bitki besleme ürünlerine sirayet etti. Birçok konuda (et, süt, hayvancılık, mercimek, pirinç, nohut, fasulye örnekleri mevcut) yanlış yapan işin temelini kurmadan sistem oturtmaya çalışan bakanlığımız sonuçta, ülkemizi bu konularda çok zora soktu. Sürekli yapılan yanlışlara bir tanesi daha "DNA BARKOD" adı altında eklendi.

Uyarıyorum...

Sıvı üründen, organik ürünlere kadar yanıcı dahi olmayan ürünlerin takip edilmesi için çıkarılan tebliğ, başta çiftçimize olmak üzere tarım sektöründe aşılması yıllar alacak çok ciddi boyutta sorunlar oluşturuyor.

Ürünlerin içerisine katılacak olan DNA'lar silisyum ile kapsüle edilecek. Nano boyutta olan bu partiküller, stomalardan rahatlıkla içeri girebilecek ve bitki bünyesine aktarılacak. Ama bu malzemelerin insan sağlığına olacak etkileri hakkında bilimsel bir çalışma örneği ve sonucu mevcut değil. DNA konuları her zaman dikkatli yaklaşılması gereken bir konudur. Kanserojen olup olmadığı bilinmiyor.

Organik üretilen gübrelerin içerisine DNA ile katılan silisyum bu ürünü organik olmaktan çıkaracak mıdır, sertifikasyon kuruluşları bu duruma sessiz kalacak mıdır henüz belli değil. Devletimiz bir taraftan organik tarımı desteklerken, bir taraftan da organik tarıma en büyük darbeyi vuracak.

Çok dikkatli olmalıyız
7 milyon ton gübreye her ambalajda DNA püskürtüp, BARKOD yapıştırmak ülkemize 500 milyon TL'lik bir yük getirecek, bu yük Türk çiftçisine yüklenecek.
Her fırsatta Türk ürünlerini karalamaktan çekinmeyen bazı uluslararası çevre ve sağlık kuruluşları "Türk tarım ürünlerinde kanserojen DNA-BARKOD" yaygarasını yapmaktan çekinmeyecek. Bu durumda Türk çiftçisi ve ihracatçısı çok büyük darbe yiyebilir.

Kullanılacak DNA'nın sağlık açısından sorunu olmadığı söyleniyor. İhracat yapılacak gübrelerde kullanılmayacak. Yurt içinde yetiştirilen tüm ürünlerde DNA'lı gübre kullanılacak. Bu durum hem gübre hem yaş sebze meyve ihracatında rakip ülkeler tarafından olumsuzca kullanılabilir.

İşin diğer enteresan kısmı da şu...
Bitkisel Üretim Genel Müdürlüğü (BÜGEM) barkod sistemi için ihale yapıyor. İhaleyi tarım ile alakası olmayan bir havacılık şirketi alıyor. Dünyada emsali olmayan bu uygulamayı eski bir Bakan ile yakın ilişki içerisinde olduğu iddia edilen şirket tekel şeklinde yapacak. Rakibi olmayan bir firmanın üzerine 1.000'den fazla firma ve 40.000'den fazla ürünün hem yükü hem geliri hem de güvenliği yüklenmiş. Ülkemizde katı, sıvı, organik vs. olmak üzere 7 milyon ton gübre 1.5, 25, 50 litre veya kilogramlık ambalajlarda gübre satılıyor. Ambalaj başına 2-3 TL maliyet geleceği söylenirken bunun karşılığı minimum YILLIK 600 MİLYON TL olarak hesaplanıyor.

EYP yapımında kullanılan gübreleri satsın satmasın her türlü zirai ilaç, gübre bayileri, kooperatifler, birlikler, gübre üreticileri ve ithalatçıları olmak üzere minimum 15.000 satış noktasına kamera sistemi getirilecek. GSM şirketleriyle yapılan anlaşma sonucu kurulum maliyetleri hariç aylık sabit kamera başına 200 TL alınacak olup en iyimser rakamla YILLIK MALİYETİ 36 MİLYON TL olarak hesaplanıyor.

Birçok işletme, makine ve insanı aynı anda kullanmakta tam otomasyon bulunmamaktadır, bu nedenle günlük üretim ve paketleme kapasiteleri %25 -%30 gibi düşecek ve bu da maliyeti artıracaktır. İhracat pazarlarında da rekabet etmemiz zorlaşacaktır.

Konu hakkında görüştüğüm bir gübre üreticisi şunları söyledi:
"Gübre konusunda yeterli ham madde ve kaynaklara sahip değiliz, bu nedenle %90'ın üzerinde ithalat yapmaktayız, birçok firma paketli ve ambalajlı ürün getirmektedir, bu nedenle ithal ürünlerde uygulanamaz. Birçok ithalatçı bu uygulamadan ötürü pazardan çıkacak, piyasaya arzda ciddi miktarda düşecek, bu da ciddi fiyat artışları, tekelleşme, kaos ve hatta karaborsa ortamı sağlayacaktır. Ayrıca ülkemizde üretim yapan uygulamayı yapamayacak birçok firma kapanacaktır.

DNA Markör ile birebir ürün takip etmek imkansızdır. Bu nedenle amaca hizmet etmemektedir. DNA Markör ancak firmanın kimliği olabilir. Söylenildiği gibi üzerindeki etiket olmadan zincirin takip edilmesi mümkün değildir. Sadece ilk çıkış noktası tespit edilebilir. Kesinlikle amacına hizmet etmemektedir.

DNA'sından otomasyonuna, kamerasından barkoduna kadar her türlü altyapısının ithal edildiği dışa bağımlı ve dünyada örneği olmayan, yıllık ortalama 800 milyon TL minimum maliyetli, Türk çiftçisine ve ülke ekonomisine ek yük getirecek uygulama ile ilgili GUİD olarak önerimiz, 'Piyasaya arz edilen gübrelerin izlenmesine yönelik tebliğin' sadece EYP yapımında kullanılan ürünlerin üretimi, ithalatı, satışı ve takibi için kurulması ve uygulanmasıdır."

Patlıcan, domates gibi sebzeleri mevsiminde yiyince fiyatları düşer diye düşünen sayın tarım bakanımız, çiftçinin ve gübre üreticisinin bu sorunlarından bihaber. Yüksek fiyatları oluşturan büyük etken mevsim değil, tarım sektöründeki bu akla ziyan uygulamalar.

Bir an önce önlem alınması dileğiyle...


Murat AĞIREL  / YENİÇAĞ

Gökçek'in sümen altı edilen dosyaları!..- Ahmet TAKAN


AKP'nin siyaset yapış tarzı "yavuz hırsız ev sahibini bastırır" türündendir. Pek çok örneklerini hemencecik sıralayabilirim ama bugünkü konumuz bu tarz siyasetin en iyi uygulayıcılarından biri olan ağlatıla ağlatıla istifa ettirilen eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek. Hükümet sözcülüğü görevini yürütürken AKP'li Bakan Bülent Arınç'ın FETÖ'yü işaret ederek "Ankara'yı parsel parsel satmakla" suçladığı Melih Gökçek...

Sadece bir dosyanın kapağını aralayacağız bugün. İçişleri Bakanlığı'nda ört bas edilen... Dosya sayı: 91595350-252/INS 2016.06.1293-2437/ Konu: İşleme konulmama Onayı.

Mansur Yavaş, 2016 yılında İçişleri Bakanlığı'na başvuruyor, Mülkiye Teftiş Kurulu'nun harekete geçirilerek Melih Gökçek hakkındaki iddiaların soruşturulmasını istiyor. Yazının bundan sonraki bölümünde tek tek, Yavaş'ın soruşturulmasını istediği iddialarla ve Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü'nün verdiği yanıtlarla (özetleyerek) devam edeceğim;


Mansur Yavaş, iddia 1: Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin 16/07/ 2009 tarih ve 1592 sayılı kararı ile Turgut Özal Vakfı ile Fatih Üniversitesine bir takım avantajlar sağlandığı.
Genel Müdürlüğün açıklaması: Araştırma konusunda iddia edilen hususlarla ilgili olarak, Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin, incelemeye konu Kararından önce aynı planlama alanına ilişkin 13/02/2009 tarih ve 459 sayılı ve 15/02/2008 tarih ve 492 sayılı kararları ile onaylanmış olduğu Nazım İmar Planında,16/02/2007 gün ve 525 sayılı kararı ile onaylanan 1/25.000 ölçekli "2023 Başkent Ankara Nazım İmar Planı"ndaki plan kararlarına uyumlu şekilde "Üniversite Alanı" olarak onaylandığı.
....belirtilen hususlara uygun olarak "Üniversite Alanı" ve " Gelişme Konut Alanları" oluşturulmak suretiyle mevzuata uyarlılığının sağlandığı.
.....
Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin 16/07/2009 tarih ve 1597 sayılı karar ile Turgut Özal Vakfı ile Fatih Üniversitesine bir takım avantajlar sağlandığı iddiasına ilişkin olarak Ankara Büyükşehir Meclisine tesis edilen işlemlerin 3194 sayılı imar kanunu ve ilgili yönetmeliklere uygun olarak gerçekleştiği,
.....
M.Y, iddia 2: Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin 13/05/2011 tarih ve 1415 sayılı kararı ile plan tadilatı yapılarak yeşil alanın eğitim alanına çevrilerek Turgut Özal Vakfına, Maliye ile birlikte tahsis edildiği, Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin 14/07/2015 tarih ve 1481 sayılı kararı ile Turgut Özal Üniversitesine haksız avantaj sağlandığı,
G.M açıklaması:... Ankara Büyükşehir Belediyesinin 13/05/2011 tarih ve 1415, 14/07/2015 ve 1483 sayılı kararı ile Turgut Özal Üniversitesine bir takım avantajlar sağlandığı iddiasına ilişkin olarak Ankara Büyükşehir Belediye Meclisine tesis edilen işlemlerin 3194 sayılı İmar Kanunu ve ilgili yönetmeliklerine uygun olarak gerçekleştiği, herhangi bir usulsüzlüğün bulunmadığı,
M.Y, iddia 3: Ankara Büyükşehir Belediyesine ait Konya Yolu üzerindeki, 27463 Ada eskisi(2) yenisi (14) parsel sayılı 4,552 metre kare taşınmazın Atlantik A.Ş,'ne tahsisinin yapıldığı,
G.M, açıklaması:.... Atlantik Eğitim Yayın Taşımacılık Bilgisayar Tic. A.Ş ile Büyükşehir Belediyesi arasında yapılan sözleşme Belediye tarafından fesh edilmek istenmiş ise de, inşaat imalatının yüzde 90 oranında tamamlanmasından dolayı ileri doğru fesih işlemi olacağı, yüklenicinin kusuru bulunmadığından Eser İnşaat sözleşmesinin bozulmasından dolayı TBK 125 maddesine göre yüklenicin zarara uğramasından dolayı yüklü miktarda tazminat isteyeceği, hem tazminat hem de yüklenicinin bütün zararları karşılamak zorunluluğu dolayısı ile karşı karşıya kalacağından dolayı Büyükşehir Belediyesi sözleşmenin feshi yoluna gitmediği,
M.Y, iddia 4; Büyükşehir Belediyesinin, Altındağ ilçesi sınırları içerisinde bir yurt inşaatı yaptığı arazisinin Büyükşehir Belediyesi tarafından tahsis edilen yurdunda Fethullah Gülen Cemaatine hibe edileceği ve inşaatının İş Adamı Örgütü TUSKON'a bağlı firmalardan İHK tarafından yapıldığı, yurdun adının henüz belirlenmediği,
G.M, açıklaması:.... İHK İnşaat Tic. San. Ltd. Şirketi adına tescil edilmesinin istendiği, dolayısıyla, söz konusu arsada, 3194 sayılı İmar Kanunun 17. Maddesi uyarınca, yapılan hisse satışının, yasal çerçeve içerisinde mevzuata uygun şekilde gerçekleştirildiği, bu sebeple adı geçenler hakkında 4483 sayılı Kanun hükümlerine göre işlem yapılmasına gerek olmadığı belirtilmektedir.
Sonuç: Yukarıda yapılan açıklamalar doğrultusunda Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek, .....hakkında, 4483 sayılı kanun hükümleri uyarınca işlem yapılmasına gerek olmadığı anlaşıldığından, söz konusu iddiaların işleme konulmamasını tensiplerinize arz ederim.

Dönemin  Mahalli İdareler Genel Müdür Vekili M. Emin Bilmez, " iddiaların işleme konulmamasını" talep ediyor. Müsteşar Yardımcısı Mükerrem Ünlüer ile Müsteşar Muherrem İnce "uygun görüyor" ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu "olur"u veriyor!..
Minare için kılıf çoktaan hazırlanmış!.. FETÖ'cülerle al gülüm ver gülüm muhabbeti mevzuat ve yasalar uydurulmuş. Peki bu Ankara'nın parsel parsel satıldığı gerçeğini ortadan kaldırıyor mu? Sorunun cevabını vicdanlarınıza bırakıyorum. Devletin bir zamanlar yasal olarak faaliyetine izin verdiği bankadan havale yaptıranları, elektrik-su faturası yatıranları işlerinden atacaksınız, FETÖ'cü diye kodese tıkatacaksınız sonra ilgili yasa/mevzuata uygun iş yaptığı gerekçesiyle Melih Gökçek hakkındaki iddiaları yargıdan kaçıracaksınız!..
Aslında Melih Gökçek, her gün televizyonuna çıkıp Mansur Yavaş'a neden muhalefet ediyor, tahmin edebiliyor musunuz?.. "Daha vakit var. Mehmet Özhaseki'yi çekin beni aday yapın" diyor. O yüzden gözyaşı döküyor!..
Not: Maliye Bakanlığı önceki gün kaleme aldığım IMF'yle pazarlıkların devam ettiği ile ilgili kulis yazıma yalanlama yaptı. Umarım bu iş önce inkâr, sonra kabul edilen daha sonra da sözleşmesi feshedilen IMF taşeronu McKinsey işine benzemez. Siz, Oslo mutabakatını da reddetmiş sonra da PKK ile masaya oturmuştunuz.
Hatırlatırım... Seçimden sonra hatırlatmaya devam edeceğim!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

1 Şubat 2019 Cuma

Temel Lise: Gülen-Erdoğan savaşından geriye kalan enkaz - ÜNAL ÖZMEN

Erdoğan, dershanelerin kapatılmasını gündeme getirdiğinde yıl 2012’ydi. O tarihte kayıtlı 3 bin 500 dershanenin yarısı Gülen Cemaatinin elindeydi. Bizzat Gülen, dershanelerin kapatılması fikrine sert tepki verdi. Henüz “Hocaefendi” unvanını koruyan Gülen’in tepkisini göğüsleme konusunda hazırlıklı olmadığını düşünen Erdoğan, Hoca’ya dershaneleri özel okula dönüştürmeyi teklif etti. Hoca formülü kabul ederse devlet, özel okula dönüşen dershanelere bedava arsa, vergi muafiyeti, öğrenci garantisi ve uygun faizli kredi sağlayacak; özel okul ölçütüne uyamayan dershaneler ise Halk Eğitim Merkezleri tarafından kiralanacaktı. Hoca bu teklifi de elinin tersiyle itti.

Henüz 15 Temmuz olmamış, Erdoğan-Gülen savaşı diplomatik usullerle yürürken Erdoğan kimi vaat ve teşviklerle dershaneleri özel okula dönüştürme kararını hayata geçirdi. Dershaneler konusu 15 Temmuz’un sonuna kalsaydı, dershanelerin özel okula dönüşmesi için ara formül olarak düşünülen Temel Liseler gündeme gelmeyecek, öğrenci teşviki adı altında yılda bir milyar bu okullara aktarılmayacak, dershane öğretmenleri MEB kadrosuna alınmayacak ve anında kapılarına kilit vurulacaktı. Fakat o zaman da 15 Temmuz olmayacaktı! Çünkü Gülen Cemaati ile Erdoğan’ın temsil ettiği cemaatler birliği arasındaki kavganın çıkış nedeni eğitimdir.
Erdoğan’ın derdi dershane sorununu çözmek değildi. Dershaneleri Cemaatle yürüttüğü kavgada koz olarak kullandığı için akılcı ve kalıcı bir çözüm üzerinde düşünmedi. İyi niyetli bir planı olsaydı, dershaneyi okul yapayım derken okullar dershaneye dönüşmezdi. Cemaatin başını yiyen bu mesele, pahalıya mal olmuş, başını ağrıtan maliyetli bir enkaz olarak Erdoğan’ın önünde duruyor.
Kamuoyu, 2019-2020 öğretim yılında faaliyetine son verilecek Temel Liselerdeki 225 bin öğrenci ile toplamı 35 bini bulan öğretmen ve çalışanın akıbetini merak ediyor. Fakat dikkat ederseniz bu okulların sahipleri ve çalışanları ‘ben ne olacağım’ kaygısı içinde değil. O tarafta sızlanan yok, çünkü her Temel Lisenin ayrıca bir özel lisesi var. Büyük ihtimalle 900 civarındaki Temel Lisenin büyük bir kısmı yılsonuna kadar özel okula uygunluk belgesini almış olacak, almayan ise öğrencilerini yan kapıdaki lisesine aktaracak. Bu durumda Eğitim Bakanı’nın öğrencileri devlet okullarına davet etmesine de gerek yok. Çünkü paralı eğitim veren Temel Liselerdeki öğrencilerin gidebileceği kadar özel lise var memlekette. Öğrenci buradan çıkar diğerine gider, yeter ki para olsun.
Eğer bir şeyi merak edeceksek o da ortaöğretimin hali olmalı. Eğitimin her kademesi sıkıntılıdır, fakat ortaöğretim eğitimin çıkmaz sokağıdır. İlköğretimi ve yükseköğrenimi şöyle veya böyle idare edebilirsiniz. Fakat öğrenim sürecinin kritik durağı ortaöğretimi savaş taktikleriyle düzenleyemezsiniz. Çünkü burası ilköğretimden sınavla aldığı öğrenciyi yine sınavla üniversiteye gönderir. Sınav sorununu çözemeyen bu bataklıkta debelenir durur. 
Ziya Selçuk da gireni yutan bataklık olduğunun farkında ki ortaöğretimi Vizyon Belgesi’nin ortasına yerleştirdi. Fakat Selçuk ve taraftarları, eğitimin hiçbir probleminin İslamcıların aklıyla çözülemeyeceğinin farkında değil. Bir gün fark ettiklerinde iş işten geçmiş, Cemaatin başına gelen kendi başlarına çoktan gelmiş olacak!
ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

Anlamlı gözüken anlamsız laflar sözlüğü - BARIŞ İNCE

“Kutuplaşma bitmeli, artık kucaklaşılmalı”:
Komşunun komşuya düşman gibi baktığı bir ülkede kim mutlu olabilir ki? Bu kutuplaşmanın bitmesini, siyasetin daha somut sorunlar üzerinden yapılmasını istemek doğal. Peki, bu toplumsal kutuplaşmaya yol açan nedenler ne ve o nedenler bitti mi? Yani her gün kürsüde elindeki medya olanakları ile bas bas bağıran, toplumun yarısından fazlasını sapkın, müfteri, hain, şer odağı ilan eden iktidar sahipleri bundan vaz mı geçti? Tüm toplumu kendi mezhepçi anlayışıyla biçimlendirmeye çalışanlar, bunu aynı zamanda başta kalmanın bir koşulu olarak gördükçe ve baskıya devam ettikçe, “barışmak” sözü, ateşkesten farklı bir anlam taşımıyor.
“Seçimlerde karşı mahalleye ulaşmak gerek. Onları kazanmak gerek”: 
Herhalde hiçbir siyasi organizasyon, sözünü sadece kendi yöneticileri ve üyeleri duysun istemez. Tüm siyasi gruplar, hatta fikri gruplar doğası gereği düşüncelerini farklı kişilere benimsetme amacı taşır. Yayılmak, büyümek, genişlemek siyasetin doğasında vardır. O yüzden bu söze ilk bakışta kimse karşı çıkamaz. Buradaki temel sorun şu… Siyasi ya da fikri organizasyon, farklı kesimlere fikrini benimseteyim derken kendi fikrinden vazgeçiyor mu? Yanıt “evet” ise, o organizasyonun var olmasına da hacet yoktur. Karşı mahallenin hali hazırda oy verdiği ya da desteklediği parti ve gruplara katılıp onun içinde yükselerek çok daha rahat “başarılı” olabilirler.
“Yerel seçimde adaya bakılır, adaya…”
Toplumun en küçük yaşam alanlarından başlayan yerel seçim süreci, o yaşam alanlarının iç dinamiklerinden bağımsız düşünülemez. Ailevi, etnik, kültürel pek çok neden oy verme davranışında etkili olur. Bu eğilimler nedeniyle aday seçimi elbette ki genel seçime göre daha önemlidir. Fakat bir önceki “anlamlı gözüken anlamsız söz” için söylediklerimiz burada da geçerli. Toplumu eşitlik, özgürlük, laiklik, adalet temelinde değiştirmek, dönüştürmek istiyorsunuz ancak bu isteğinizle tezat oluşturacak fikirlere sahip isimleri aday göstermekte sorun görmüyorsunuz. Bunu da yerel dinamiklere bağlayıp işin içinden çıkıyorsunuz. Gözünüzü rant bürümemiş ise en iyimser tabirle iddialarınızdan vazgeçmişsiniz.
“Evet ama o da diktatördü…” 
Emperyalistler ne zaman bir ülkeyi işgal etmeye kalksa ya da bir darbe organizasyonu içine girse, o ülkedeki yönetime dair bu “anlamlı gözüken laf” devreye sokulur. Ama o da şöyleydi, böyleydi! “Dövdüm, taciz ettim ama bir sor niye” tadındaki savunmalara benzer bir işgal meşrulaştırma hali… Oysa Irak’taki Saddam yönetimini yıllar yılı eleştiren tüm demokrat kesimler, ABD’nin Irak’ı aynı bahaneyle işgaline de “amasız, fakatsız” karşı çıkmayı bildi. Aynısı Afganistan için de Libya için de geçerliydi… Batının “demokrasi götürme” bahanesi ile Ortadoğu’da, Afrika’da, Latin Amerika’da işlettiği darbe ve işgal politikasını görmemek ne anlam ifade ediyor bilemiyorum. Bir ülkenin kaynaklarının, göz göre göre başka bir ülke tarafından hem de zorla, bir avuç sömürgenin eline tutuşturulmasına kim göz yumabilir. Altında sıkı bir Amerikancılık yoksa şu psikoloji yatıyor olabilir: “Bizim de başımızda bir diktatör var, biz onu yenemiyoruz, takatimiz de yok, batı bizi kurtarsın.” O batının kurtarıcılığını bu topraklar 1. Dünya Savaşı sonrasında gördü. Mandacıları ve himayecileri de gördü! Bağımsızlık ve cumhuriyet için savaşan liderlerin hayatı üzerinden kitap satıp para kazananlar, bağımsızlık ve cumhuriyet mücadele etmeyi de biraz anlasalar keşke…
Barış İnce / BİRGÜN