17 Temmuz 2013 Çarşamba

Beydağlarının boğazını kesecekler! - SOL

Antalya'nın Kemer ilçesinde, Beydağları Sahil Milli Parkı'nda yer alan Kesme Boğazı'nda yapımı planlanan HES projesine bakanlıktan onay çıktı.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nca 'uygun' görülen projesinin ÇED dosyası için 24 Temmuz Çarçamba günü
Kemer'de 'Halkın Katılımı Toplantısı' yapılacağı duyuruldu. Uzmanlara göre 32'si endemik, 111 bitki türünü barındıran alanda HES projesine onay verilmesi, Türkiye'deki koruma politikalarının çöktüğünün göstergesi.
ŞİRKETLERİN EVDEKİ HES'ABI BAKANLIĞA DA UYUYOR
Bu yaz Türkiye'nin dört bir yanında doğa kıyımına karşı isyan var. Uzun yıllardır sürdürülen yıkım projelerine karşı Anadolu kırsalında başlayan tepkiler giderek kentleri de kapsamaya başladı. Doğayı ve yaşam alanlarını tahrip eden yatırımların başında olur olmaz her yerde lisans verilen HES projeleri geliyor. Kamuoyunda yanlış olarak algılandığının aksine HES'lere karşı sesini yükselten halkın neredeyse tamamı enerji üretimine karşı değil. Ancak enerji üretiminin yaşam alanlarına ve doğaya geri dönüşümsüz yıkımlar oluşturmayacak biçimde bir planlama dahilinde gerçekleştirilmesi isteniyor. Zira bazı vadilerde 50-60 kilometrelik alanda ardışık olarak onlarca HES lisansı verilmesi amacın enerji üretmekten çok yeni rant alanları yaratmak olduğu fikrini pekiştiriyor. Yaratılan tahribata bakınca da bu düşüncenin hiç de haksız olmadığı ortaya çıkıyor.
34 BİN ÇED DOSYASINDAN SADECE 80'İ OLUMSUZMUŞ!
Bu alanda en çok tartışılan konuların başında ÇED meselesi geliyor. Bir projenin çevrede yaratacağı etkileri değerlendiren ve zorunlu olan ÇED raporları, aslında yalnızca prosedürü yerine getirmekten ibaret kalıyor. Çünkü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın ilgili birimine bugüne kadar sunulan yaklaşık 34 bin ÇED dosyasından yalnızca '80'ine 'olumsuz' kararı verildiği belirtiliyor. Bu durum ÇED sürecinin aslında yıkımın 'meşru' hale getirilmesine yarayan bir araç olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Bu süreçte Milli Park, sit alanı, biyosfer zezerv alanı, su havzaları, tarım alanları, ormanlar ve meralar; kısaca bütün toplumun geleceğini doğrudan ilgilendiren ve korunması gereken alanların neredeyse tamamı enerji yatırımlarına açıldı. Yasalarda kalan bir kaç koruma maddesi de Meclis'te bekletilen yasa taslaklarında tarihe gömülmeyi bekliyor.
BEYDAĞLARI'NIN BOĞAZINI KESMEYİN
Türkiye'nin dört bir yanında gerçekleştirilen bu rant saldırısından en çok nasibini alan kentlerden biri de Antalya oldu. Kemer ilçesi sınırlarındaki Beydağları Sahil Milli Parkı'nda 'mutlak koruma' alanı içerisinde bulunan Kesme Boğazı, Antalya'daki bu saldırıdan nasibini alan son alanlardan bir tanesi. Roma döneminden kalma tarihi bir köprüye de ev sahipliği yapan Kesme Boğazı'nda Ağva Deresi üzerinde özel bir şirket tarafından yapılması planlanan "Kesme Regülatörü ve HES Projesi" için hazırlanan ÇED dosyası, bakanlıkça da uygun bulundu.
Beydağları'nın bir bölümü...
beydaglari.jpg
24 TEMMUZ'DA KEMER'DE ÇED TOPLANTISI VAR
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Antalya İl Müdürlüğü'nden yapılan duyuruya göre, Ege Yenilenebilir Enerji Üretim San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından hazırlatılan ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nca uygun bulunan HES projesine ilişkin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) dosyası, 24 Temmuz Çarşamba günü saat 14'00'de Kemer Belediyesi Kültür Salonu'nda düzenlenecek olan 'Halkın Katılımı Toplantısı' ile yöre halkının bilgi ve görüşlerine sunulacak.
KESME BOĞAZINDA İKİ TANE GÜNÜBİRLİK KULLANIM ALAN VAR
Ancak uzmanlara göre yılın 12 ayı turizm faaliyeti yapılan ve Güney Antalya Turizm Alanı içerisinde bulunan Kesme Boğazı'nda inşa edilmesi planlanan HES projesi Türkiye'deki koruma politikalarının iflas ettiğini gösterirken, konuyla ilgili uzmanları da endişelendiriyor. HES inşa edilmesi planlanan alanın bitişiğinde Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü (DKMP) sorumluluğundaki halkın kullanımına açık Kesmeboğazı-1 ve 2 Günübirlik alanları yer alırken, Kemer ilçesinin içme suyunu karşılayan Güverte kaynağının da projenin mutlak etkilenme alanı içerisinde olduğu belirtiliyor.
Kesme Boğazı
karani_ensari.jpg
Fotoğraf: Karani Ensaroğlu
KESME BOĞAZI AVRUPA'DAN DAHA ZENGİN
HES'in inşa edilmek istendiği bölgenin biyolojik zenginliği ise tek başına bir çok Avrupa ülkesinden daha fazla. 32'si endemik olmak üzere 111 önemli bitki türüne ev sahipliği yapan Kesme Boğazı çevresinde, dünyada yalnızca bu bölgede yetişen ve kritik yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Kemer Orkidesi ve Olimpos Safranı gibi bitkiler de bulunuyor. Bölgede nesli tehlike altında bulunan türler arasında ayrıca, Anadolu Orkidesi (Orchis anatolica), Arı Orkide (Ophrys holoserica subsp. heterochila Endemik), İtalik Orkide (Orchis italica), Dev Orkide (Barlia robertiana), Peşmen Kardeleni ( Galanthus peschmenii), Olimpos Şalbası (Dorystoechas hastata), Topuz Dikeni (Echinops onopordum) ve yöreye has bir kekik türü olan (Origanum solymicum) gibi bitkiler de yer alıyor.
Yusuf Yavuz / SOL

3. Köprüde Kara Mizah-Oktay Ekinci.

Açıklamayı duyunca kahkahayı bastım. Sandım ki Gezi kahramanlarımız yine eşsiz bir mizah örneği sergilemiş... Meğer sözler Bakan’a aitmiş...
O anda suratımın gülmekten ağlamaya geçişe benzer bir hal aldığından eminim; çünkü 3’üncü köprüdeki “Güzergâh değişikliği kuş yollarına engel olmamak, Riva deresini kurtarmak, kaynak sularını korumak”içinmiş! (13-14 Temmuz-basın)
Sakın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım “Gezi mizahı”ndan ilham almış olmasın? Ülkedeki hemen tüm göç yolları üzerinde kuşlar yerine rantı önemseyen sayısız proje devam ederken “3’üncü köprü kuşları”na bu yüksek duyarlılık adeta “şaka gibi..”
Tüm akarsularımız mahkemelerin durdurma kararlarına rağmen HES projeleri ile kurutulurken yıllardır göz yumulan kaçak yapılaşma kuşatmasında pis su kanalına dönüşen Riva deresine böylesine sevdalanmak “kara mizah” değil mi?
Hele İstanbul’un tüm su kaynaklarının bulunduğu kuzeydeki ormanlarda“şimdilik” 245 bin ağaç kestikten sonra güzergâh değişikliğine gülünmez de ne yapılır?
Vazgeçmeye bahane mi?
3’üncü köprünün ekonomik olarak da yapılamayacağını çok yazdık, çizdik.
Marmaray’ın iki köprüde sağlayacağı rahatlamanın yanı sıra “Ambarlı-Yalova/Ro-Ro” projesi de ağır vasıtaları çekecek; böylece “yap-işlet devret”yöntemiyle yapılacak 3’üncü köprüden umulan para kazanılamayacak.
Nitekim bu gerçek bilindiğinden, ihale sözleşmesinde “devletin yüklenici zararını karşılaması” sözü verildi… DPT’nin de haklı olarak onaylamadığı böylesi bir “kayırma”nın yaratacağı sorunlar nedeniyle de yabancılara değil, hükümet yanlısı yerli firmalara adeta “rica minnet” ihale edilebildi.
Şimdi akla şu geliyor; acaba hükümet ve yükleniciler, tartışma yaratabilecek“zararın devletçe karşılanması” sözünden pişmanlar mı? Bu nedenle ihalenin iptaline gerekçe aranırken, asrın en çevre katili projesinde “traji komik çevreci bahaneler” mi aranıyor?
Bir diğer tahmin de kamulaştırma bedellerinden kurtulmak için güzergâh devlet ormanlarına kaydırılıyor; yani kuşlara, ağaçlara ve su kaynaklarına saygı sözü mizahtan başka bir anlam taşımıyor!..
Bu nasıl planlama?
Aslında 3’üncü köprünün şimdiki yeri ta 90’larda belliydi. Dönemin Belediye Başkanı R.T.Erdoğan da kendi uzmanlarıyla birlikte odaların ve üniversitelerin de fikrini alarak “Benim görevim İstanbul’u korumak, yaşam kaynaklarımıza göz diken bu projeye kesinlikle karşıyız”demişti.
Başbakan olduktan sonra -nedense- düşüncesi değişince yeniden gündemde gelen köprü için 10 yıl yer seçimi etütleri yapıldı; sonunda yine“aynı güzergâh”ta karar kılındı!
Şimdi akla gelen bir soru da şu: Bunca zaman üzerinde çalışılan projede kuşların göç yolları, dereler ve su kaynakları “unutuldu”ysa, yapılan işin adı“planlama” olabilir mi?
Ulaştırma Bakanımızın buna vereceği yanıtı merakla bekliyoruz; yeter ki“gülümseten” türden olmasın…
Oktay Ekinci.
17 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Türkiye'den Bir Dost Geçti-Mine Kırıkkanat.

27 Mayıs “ihtilali”nin üzerinden henüz 7 ay geçmişti. Milli Birlik Komitesi’nin 66. kez toplandığı 30 Aralık 1960 günü, Ankara’da bir Fransız dünyaya geldi.
Hervé Magro, diplomat babasının Türkiye’deki Fransa Büyükelçiliği’nde görev yaptığı o çalkantılı yılların farkında olmadı. Doğduğu yerden ilk kez ayrıldığında bir yaşındaydı. Döndüğünde, yedi. Babasının tayini yine Ankara’ya çıkmıştı. Bu kez altı yıl kalacaklardı, ailecek. Başka bir deyişle, Hervé Magro’nun çocukluk anıları Türkiye başkentinde oluştu.
Elbette Fransız okulunda okuyor, ama derslerden sonra Türk arkadaşlarıyla futbol oynamaya bayılıyordu. Top peşinde koşarken Türkçe öğrendi. Hem de dili hiç çalmadan, “R”leri yuvarlamadan, bildiğimiz kallavi sokak ağzıyla, “yok ya”ları, “hadi ya”larıyla tadını çıkara çıkara konuşur oldu. 
***

Bu Türkçesi, Fransa’nın en prestijli eğitim kurumlarından, Doğu Dilleri ve Uygarlıkları devlet okulu INALCO’da edebileşti. Yetmedi, üstüne bir de tarih masterı yaptı. Diplomat ailesiyle geze geze büyümek hoşuna gitmiş ve baba mesleği kanına girmişti. Dolayısıyla siyasal bilgiler de okudu. Doğal olarak Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika, yani eski Osmanlı mülkünün yeni siyasal coğrafyasının uzmanı oldu. Bu seçiminde kuşkusuz, Cezayir’den Sicilya’ya uzanan atasal kalıtımın da payı vardı.
Portekiz’in “saudade” şarkılarına benzeyen sanatçı eşi Maria’yla evlendikten sonra diplomat olarak 1989’daki ilk yurtdışı tayini nereye çıktı dersiniz? Elbette Ankara’ya!
Genç çiftin ikinci çocukları da Türkiye’de doğdu.
Araya başka ülkeler, başka görevler girdi, zaman geçti ve Sarkozy’nin Türkiye ile Fransa ilişkilerini buzul çağına soktuğu sırada bir mucize oldu, Hervé Magro 2009 yılında İstanbul’a Başkonsolos atandı. 
***

O gün bugündür, İstanbul İstanbul olalı hadiselere bu kadar “Türk kalan” bir Fransız tanımadığı gibi; sanırım Fransa’nın da yurttaşlığını taşıdığı vatan ile doğduğu ülkeyi birbirine yaklaştırmaya çalışan diplomatı olmadı.
Fransız devlet nişanı Légion d’Honneur sahibi Hervé Magro, önümüzdeki ay İstanbul’dan ayrılıyor. Kudüs’e tayin oldu. Başkonsolosluk yaptığı 4 yılda başardıklarının en iyi ifadesi, Fransız Sarayı’ndaki 14 Temmuz kutlamaları oldu. Göreve başladığı yıl ancak yarısı dolan saray bahçesi, tıklım tıklımdı. Binlerce Türk dostu, onu ve eşi Maria’yı uğurlamak için gelmişti.
Başkonsolos Magro’nun Fransız İhtilalinin 224. yıldönümü kutlamaları sırasında hem Türkçe, hem Fransızca yaptığı veda konuşması, anlamlıydı:
“Bugün aynı zamanda Bastille’in alınışından bir yıl sonra, Fransa’daki tüm tarafların, tüm Fransız yurttaşlarının özgürlük ve eşitlikte kardeşçe beraberliğinin simgesi sayılan Federasyon Bayramı’nın da yıldönümüdür. 
14 Temmuz 1790’da ülke genelinden gelen tüm temsilciler, aynı ulusal topluluğa aidiyetlerini ilan etmişlerdir. O gün, milli birlik arayışında ortak arzu göstermeye ve kraliyet güçleri ile ihtilalciler arasındaki çatışmadan çıkmaya yönelikti. 1880’de parlamenterler 14 Temmuz’u milli bayramımız yapmaya resmi olarak karar verdiklerinde, öne sürülen gerekçe bu simge olmuştur. 
Böylesi bir uzlaşma çabası, bu denli değişken ve dünyaya daha açık olan toplumlarımızda bile hâlâ bu denli gerekli gözükmektedir. Barış sürecini başarıyla sonuçlandırmak gibi, son haftalarda yaşanan olaylardan doğru dersleri çıkarabilmek de Türkiye demokrasisini daha güçlü kılmak adına birer fırsattır. Özgürlükler yolundaki ilerleyişinizde, daima yanınızda yer alacağız.”
Fransa’yı bilmem, ama biz dostlarının senin daima özgürlüklerin ve demokratik insan haklarının yanında olacağından hiç kuşkusu yok, Hervé.
Hemşerimizsin. Seni ve Maria’yı doğduğun topraklara, yeniden bekleriz!
G NOKTASI
Fransız Sarayı’ndaki 14 Temmuz kutlamalarına giderken, Tünel Meydanı’nda toplanıp İstiklal Caddesi’nde yürüyüşe geçen bir gösterici grubuyla karşılaştık. Ellerinde fotoğraflar ve pankartlarla, olaylar sırasında öldürülenlerin adlarını haykırıyor, gözaltında tutulan arkadaşlarının da serbest bırakılması için slogan atıyorlardı.
İnanın, 30 kişiydiler, sadece 30…
Karşı yönden gelen iki Toma, iki akrep ve en az 250 polisin hücum düzeninde göstericilere saldırmasına tanık olduk. Öndeki Toma’nın sürücüsü, alışık hareketlerle kaskının siperini indirdi, gangster filmlerini aratmayacak bir raconla gaz tüfeğinin şarjörünü sürüp, ateş etti.
Sahne, Taksim Gezi’ye yapılan saldırıları ilk günden beri izleyen bana yabancı değildi. Ama Fransız Sarayı’na gelen yabancı misyon üyesi davetlileri şoke etti. Dünyanın faşist olmayan hiçbir ülkesinde polis, kendisine henüz direniş bile göstermemiş, sakin sakin yürüyen bir topluluğa bu peşin kin ve bu peşin şiddetle saldırmaz!
Başbakan Erdoğan, Türkiye’yi çok tehlikeli bir anafora sürükledi. Ama bu anaforda, sürükleyen mi batar, sürüklenen mi, hiç belli olmaz.
“Dostluk sadakattir ve sadakat nedir diye soracak olursanız, dostluktur, derim.”
JULIO IGLESIAS
Mine Kırıkkanat.
17 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

16 Temmuz 2013 Salı

Demokrasinin Tükenişi - Nilgün Cerrahoğlu.

Çizme; Pakistan’ın Abbottabad kentinde Usame bin Ladin’i avlayan CIA operasyonuna benzer bir operasyonla, Roma’da evinden kaçırılarak Kazakistan’a gönderilen Nazarbayev muhalifi Kazak ailenin skandalıyla çalkalanıyor…
Hollywood senaryolarına taş çıkartan bu öykünün odağında, 40 yaşlarındaAlma Şalabeyeva adında bir kadın var…
Genç kadın, Kazak diktatör Nazarbayev’in siyasi hasmı olan bir “oligark bankacı”, Muhtar Ablyazov’un eşi…
Ablyazov, çok Rus oligarkı gibi İngiltere’den siyasi iltica almış, orada yaşıyor…
Ancak İngiliz polisi Ablyazov’un ailesinin Londra’da güvende olamayacağını bildiriyor ve 6 yaşındaki kızı ile Alma Şalabeyeva İtalya’ya geçiyor, Roma’da bir villa tutuyor.
Mayısın son haftasında bir gece, ne ki, genç kadın, kirası 5000 Avro olan villasında kapıları ve pencerelerine vuran adamların gürültüsüne uyanıyor…
İtalyan gizli servislerine mensup 50 civarında polis, Kazak kadının bir tek kelimesini anlamadığı İtalyanca bağırış çağırışla eve giriyor. Ortalığı darmadağın ediyorlar.
Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’in hasmı olan bankacıyı evde bulamayınca, küçük kızıyla anneyi tutukluyorlar.
Kadını karga tulumba önce emniyete götürüyorlar. İki gece kendisini burada alıkoyduktan sonra, Roma’nın “Ciampino” havaalanına aktarıyorlar. Burada da pistte beklemekte olan lüks bir “özel uçağa” kendisini yüklüyorlar, yasal prosedüre aykırı şekilde, Almatı’ya postalıyorlar.
Operasyonun şiddeti, söylediğim gibi, TV’lerde onlarca kez gördüğümüz CIA’nın Abbottabad operasyonunu anımsatıyor. Ancak bu kez gizli servislerin harekâtı, Pakistan dağlarında değil, bir Avrupa ülkesinin göbeğinde yapılıyor.

Bir tek helikopterler uçmadı
Roma semalarında yalnız Apaçi helikopterlerinin uçmadığı kalıyor…
Örneğine ancak faşist ülkelerde rastlanabilecek bir uygulamayla, orduyla polis özel bir ikametgâha dalıyor.
Bir AB ülkesinde “siyasi iltica” hakkı elde eden bir insanın ailesine, “illegal göçmen” muamelesi yapılıyor.
Zor kullanarak evinden alınıp uçağa götürülene dek, kadının, avukatlarıyla görüşmesine izin verilmiyor. Çevirmenden yararlanmasına da olanak tanınmıyor. Bir ara “öldürüleceğini” düşünen kadın; neden sınır dışı edildiğini ve “ne” ile suçlandığını bilemiyor.
Alba Şalabeyeva şimdi Almatı’da, Nazarbayev’in elinde “oligark bankacıya”karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmak niyetiyle “rehin” tutuluyor.
Başbakan Enrico Letta, İçişleri Bakanı Angelino Alfano, Dışişleri BakanıEmma Bonino“insan hakları” savunucularını çileden çıkaran operasyondan haberdar olmadıklarını söylüyorlar.
Başbakan ile bakanlar; ilik donduran eylemden her nasılsa Kazak kadının ancak sınırdışı edilmesinden sonra haberdar olduklarını beyan ediyorlar.
Bu durumda da kabinenin bilgisi dışında nasıl böyle bir operasyon yapılabildiği sorusu gündeme geliyor.
Basındaki bilgiler ışığında, Berlusconi ile kanka olan Nursultan Nazarbayev’in; şu ara tam Sardunya’da bulunduğu; skandalın patlak vermesiyle İtalya’yı terk ettiği belirtiliyor.
Kazakistan’ın İtalya büyükelçisinin, sınır dışı operasyonu öncesinde ayrıca, Roma’da İçişleri Bakanlığı yetkilileri ile görüştüğü, Kazak kadını Almatı’ya götüren uçağın bizzat Kazakistan tarafından tahsis edildiği kesinlik kazanıyor.
Özetle başta Berlusconi olmak üzere, Nazarbayev’in Çizme’deki “özel bağlantılarından” -“rendition” adı verilen- bu “teslimatı/rehin operasyonunu”talep ettiği ortaya çıkıyor. Kazakistan’ın petrol ve doğalgaz, enerji sektörüyle çıkar ilişkileri içinde olan çevrelerin; “hukuk devletini” baypas eden bu operasyonu kotardığı ileri sürülüyor. 
İstihbarat lobileri dünyası 
Uluslararası ilişkiler artık böyle. Etkisini giderek daha ağır biçimde hissettiğimiz, istihbarat ve kâr mantığıyla yönlendiriliyor. Uluslararası kurallar, konvansiyonlar, teamüller sıfırlanıyor; tamamen güçlü olanın borusunun öttüğü “cangıl kanunları” öne çıkıyor.
“Kaçak” Edward Snowden olayında da aynı olgu söz konusu değil mi?
Büyük Birader’in “Snowden’a el uzatanı yakarım!” tehdidinden çekinen koca koca ülkeler, köstebeğe sığınma hakkı veremiyor…
Bolivya Devlet Başkanı’nın özel uçağı bile, içinde sırf Snowden olabilir kuşkusuyla, Avrupa semalarından uçurulmuyor ve “Viyana” gibi uygar bir Avrupa başkentinde saatlerce “rehin” alınıyor.
Uluslararası ilişkilerin son dönemde ne oranda “güce boyun eğdiğini”gösteren gelişmeler bunlar hep.
“Al Jazeera”da Snowden’la ilgili çok yeni bir program izledim. Dünyanın giderek bütünüyle istihbarat örgütleri, kapitalist lobiler ve istihbarat şirketlerinin eline geçtiğini anlatan program, tüm denetim-kontrol mekanizmalarının devre dışı kaldığını, bu karanlık yapıların ardında“demokrasilerin boğulduğunu” anlatıyordu...
ABD’den yazan okurum Azmi Güran’ın satırlarıyla bitirelim bu yazıyı:“Dediğiniz gibi orman kanunları hüküm sürüyor” diyor okurumuz:
“Demir perde kalktığından beri kapitalist dünya meydanı boş buldu. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor ve istediği şekilde at koşturuyor. 1917’de Rusya’da halk isyanı olmuştu. Şimdi de galiba öyle bir devir geçiriyor dünya. Daha bakalım neler yaşayacağız...”
Nilgün Cerrahoğlu 
16 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Gençlik Zorbalığı Yener! - Oktay Akbal

Yüz binlerce genci her akşam Taksim Parkı’nda görmek nasıl bir duygu?..
Unutmuştuk bir yeni gençlik yetiştiğini? Eski gençler yaşlandılar, kapıyı pencereyi iyice kapattılar. Ya Tayyip oldular ya da devrimci diyecektim ama bu konuda kuşkuluyum. Şu anda tüm ülkede bir dikta baskısı altında yaşıyoruz, yaşatılıyoruz. Daha da bu ezik durumunda yaşatılmak isteniyoruz.
Tayyip Bey’i tanıtacak değilim. Herkes biliyor. Kimliğini kendisi de saklamıyor. On bir yıldır yönetiminin başında olduğu Türkiye’yi bambaşka bir yöne sürüklemek istiyor. Yardımcıları da çok. Bunlar ta Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gizli açık olumsuz çalışmalarını yürütenler. Kolay zaferlere alışmışlar. Gençlik denen bir gücü de yanlarına almak, özgürlük, devrim, insanlık diye bir değer bırakmamak...
Yeni seçimler bir yıl sonra yapılacak. Yine aynı partiler sırada. En güçlüsü AKP ile CHP, biraz da MHP, İP, BDP... Nerede peki Taksim’leri, Kadıköy’leri taşıran yüz binler? Onlar hangi partilere oy verecekler? Verecekler mi, seçtiler mi yeni bir iktidara getirmek istediklerini?
Olup bitenlere bakarsanız ilerici güç, yeni bir güçle başkaldırmış, diyeceksiniz. Bir isyan var. Özellikle gerçekten genç olanlarda.. Hangi gençler bunlar? Bizim eski gençliğimiz sözlüklerde kaldı, bir de söylevlerde. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün konuşmalarında...
Şimdi çocukluktan ilk gençlik yıllarına yürüyen bir güç var. Tayyip’lere meydan okuyan, gittikçe de daha çok okuyacak yepyeni bir gençlik kuşağı. Yobaz kafaların yolundan gitmek istemeyen, düşüncesiyle Batı’yı, uygarlığı çağdaşlığı yaygınlaştıran bir gençlik...
Günlerdir gecelerdir TV ekranlarında izliyorum. Herkes bir direniş havasında, kadını, erkeği yaşlısı ile... Bugüne kadar politikayla hiç ilgisi olmamış ev kadınları bile meydanlarda. Sopaya, gaza karşı direnç, gericiliğe karşı ilericilik savaşımı veriyor. Yetmişlik seksenlik yaşlı gençler birden dirilmiş, canlanmış. Bayrağı kapmış, özgürlük, Cumhuriyet, Atatürk diye diye...
Bir yol ayrımındayız. Bir yol ileriye, aydınlığa, gerçek özgürlüğe götürecek, öteki de içinden çıkılamaz bir bataklığa...
Oktay Akbal.

16 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Gençler Güçlerinin Farkına Vardı-Erol Manisalı

- Sistemle kavga mı ediyorlar, ona baş mı kaldırdılar? Hiç sanmıyorum; kavgasız, gürültüsüz, sistemin içinde başka yolların bulunduğunun farkına vardılar. Sanki (bir toplumsal içgüdü yarattılar) pek farkında olmadıkları bireysel üstünlüklerinin ürettiği toplumsal bir içgüdü oluştu. Benim çok sevdiğim dışsallıklardan (externalities) doğan bir ek değer gibi... Akıl, yetenek, duygu ve insanlık olarak yaşadıkları toplumun (ve dünyanın) üzerinde olduklarını fark ediyorlardı. Efsanedeki Samson’un, saçları uzayınca gücünü keşfetmesi gibi bir şey.
- Siyasetçi, bürokrat, iş çevresi benzeri insanların yerleştirdikleri statüko ya da sistemden çok farklı özellikleri, üstünlükleri, yetenekleri vardı. Kullanma fırsatları olmamıştı; bu güçlerinin farkında olmadan, ufak tepkilerle uygulamaya başladılar.
- Bilgili, akıllı, dürüst, ahlaklı, samimi ve iyi niyetliydiler. Bunların hepsi birleşince statükonun ya da sistemin elinde olmayan dev bir güç doğuyordu. Fark buradaydı. Statükodan, yalanlardan sistemin olumsuzluklarından bunalmış büyük çoğunluğun gençlere sempati göstermesi ve destek vermesi çok doğaldı. Analar, babalar, köylüler, işçiler, aydınlar, “entelektüeller” de etkilendiler. En fazla da sanat çevreleri. Çünkü gençlerde zarafet, incelik, güzellik ortaya çıkıyordu.
- İnsanı okşayan fikirler, içtenlikle söylenmiş sözler.
- El ele tutuşan melekler gibi gençlerin kızlı erkekli Türk, Kürt, Yahudi, Alman, Fransız demeden bütünleşmeleri,
- Demokrasi çağrıları yapmaları, özgürlük türküleri söylemeleri,
- Kısaca topluma, sokaktaki insana insanlığı, yakınlaşmayı, sevgiyi, özgürleşmeyi anımsatmaları; yeni gençliğin gücü bundan kaynaklanıyordu; toplumda herkesin özlemini çektiği şeyleri parklara, meydanlara taşıdılar. Toplum “kendi içindeki güzellikleri” bu gençler sayesinde yaşamaya başladı. Bu ne büyük bir nimetti, güçtü?
- Analar, babalar ve herkes, gençlerden Türkiye’nin ve dünyanın nasıl mutlu yaşanabilir bir yer olabileceğini öğreniyordu; insanların yüzleri gülmeye başladı.
- Ve toplumdaki çirkinlikler daha açık görülebiliyordu artık; gençler anaları, babaları dahil toplumun gözünü açmışlardı. Kızlarına oğullarına “gece sokağa çıkma” diyen analar, babalar artık evlatları ile birlikte parklara gidip halay çekiyorlar, türkü söylüyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlardı. İşte gençler bunu başardılar. İnsanlara yaşama sevincini aşıladılar.
İyi, kötü ve çirkin
Bu mutluluk sevinci ve yeni yaşam felsefesinin karşısına çıkarılan şeyler, gençlerin haklılığının kanıtları oldular; zırhlı araçlar, biber gazları, öldürücü su topları, palalı saldırganlar, hatta namlusundan kurşun fırlayan silahlar, gençlerin mutluluk tablosunu ortadan kaldırmaya çalışan çirkinlikler olarak gözler önüne serildi.
Ülkede sağcısı, solcusu, Türk’ü, Kürt’ü, Ermenisi herkes buna karşı çıktı. Avrupa ve Amerika ayağa kalktı. Dünya, bizim gençlerin insani, demokratik, özgürlükçü, sanatsal çıkışına (ve felsefesine) büyük destek verdi.
Akıl, bilim, teknik, ahlak, insanlık, demokrasi alanlarında “biz de elimizdeki kartları masaya sürüyoruz” demek cesaretini gösteren gençler vardı artık.
Gençler kendi varlıklarını ve üstünlüklerini keşfediyorlardı. Ama esas zorluk şimdi başlıyor;
- Bu güçlerini “statüko içindeki etkin bir oyuncu olarak mı sürdürecekler”?
- Yoksa statükoyu değiştirmek için mi kullanacaklar?
Bugüne kadar verdikleri mesajlar ikinci olasılığa daha yakın olduklarını gösteriyor.
Erol Manisalı.

15 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Büyük şehirler artık AVM'ye doydu - Deniz Ülkütekin

Gezi Parkı olaylarının en büyük kaybedenlerinden AVM'leri nasıl bir gelecek bekliyor. 4A Danışmanlık Şirketi'nden Hüseyin Kurtuluş bizim için yanıtladı. Dediğine göre AVM sektöründe kriz 31 Mayıs’tan çok önce kâr odaklı verilen yanlış kararlarla başladı.

Gezi Parkı olaylarıyla birlikte kötü şöhreti doruğa çıkanlardan biri de AVM’lerdi. İş o noktaya geldi ki, AVM denilince akla doğa katliamı, hükümet yanlısı işadamları ve insanların sokaktan uzaklaşması gelir oldu. Sosyal paylaşım sitelerinde AVM’lere protesto çağrısı yapıldı. Hüseyin Kurtuluş tam anlamıyla AVM sektörünün içinden biri; 4A Danışmanlık Şirketi’nde AVM yönetimi için danışmanlık ve mağaza kiralama hizmeti veriyor. Aynı zamanda 31 Mayıs günü pek çok markanın katıldığı Gezi Parkı’na yapılacak herhangi bir yapıyı boykot bildirisinin öncülerinden. Dolayısıyla AVM’lerin 2000’lerin başından bugüne kadar geldiği noktayı en iyi özetleyecek isimlerden. Biz de sözü ona bıraktık ve AVM sektörü hakkında detaylı bilgiler aldık.

- Öncelikle biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

- Tekstil üretimi ve ihracatıyla başlayan iş hayatıma, perakende sektöründe devam ettim. Değişik sivil toplum kuruluşlarında da aktif görevler aldım. İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri bünyesinde yönetim kurulu ve başkanvekili olarak sekiz yıl boyunca sürdürdüğüm görevimden demokratik bir mesaj vermek için kendi isteğimle ayrıldıktan sonra, perakende sektörünün önemli kuruluşu Birleşmiş Markalar Derneği’nin kurucu üyesi olarak görev yaptım. 2000’lerde alışveriş merkezi sektörünün hızla büyümesiyle 4A Danışmanlık Şirketi’ni kurdum. Halen bu şirketin bir çalışanı olarak, “sahibi” kelimesi bana çok oturmuyor, AVM iş geliştirme, kiralama ve yönetim danışmanlığı konularında hizmet vermeye devam ediyorum.
- Alışveriş merkezleri yatırımının Türkiye’de geldiği nokta hakkında ne diyeceksiniz?
- Özellikle ABD, AVM yatırımlarında öncüdür ve 250 bin nüfuslu yerleşim bölgeleri AVM yatırımı yapmaya elverişli olarak görülür. Geniş arsalar üzerine kurulmuş bir veya iki katlı yapılarında “Market”, ”Yapı Market” gibi bölümler ana binadan bağımsız konumlanmıştır. Yerleşim merkezlerinin dışında konumlanmasına dikkat ettikleri bu büyük merkezlerin yanı sıra, şehir merkezleri içerisinde de az sayıda AVM vardır. Avrupa’da ise “departman store” geleneği vardır. O da alışverişin yoğun olduğu 15-20 bin metrekarenin içine sıkıştırılmış bir satış yöntemidir. Türkiye’deki AVM yatırımlarının durumuna gelince, ülkemizi oldukça başarılı buluyorum. Avrupa ülkelerinin pek çoğu bu konuda gerimizde kaldı. Türkiye kendi koşullarına uygun değişikliklerle AVM yatırımlarını halkının ihtiyacına göre uyarlayabilmiştir, eğlence merkezleri, geniş dolaşım alanlarıyla da konforlu binalar oluşturmuştur. Alışveriş merkezlerini ekonomi açısından da faydalı buluyorum. Çünkü yapılan her alışveriş kayıt altına alınıyor, vergilendirme açısından çok daha disiplinli. En çok önemsediğim bir başka faydası ise, perakende sektörüne çok sayıda marka katmış olmasıdır. Sosyal açıdan da faydaları vardır. Aileyi birleştirici özellikler taşır. Anne, baba ve çocukların her biri kendi ilgi alanlarına yönelik kullanım mekânlarını aynı bina içerisinde bulabiliyorlar. Son yıllarda alışveriş turizminde de hızla ilerlemeye başladık. Hem yabancı yatırımcıların ve markaların dikkatini çekiyoruz, hem de alışveriş odaklı turist ziyaretçiler alıyoruz. Aslında bu sektör ciddi bir ticaret hacmi yaratıyor. Pek çok yabancı marka da AVM’ler sayesinde Türkiye’ye geldi. Kısacası AVM’ler hiç de öyle “tu kaka, öcü” yapılar değildir.
- Bir bölgede AVM yatırımı yapılmasına nasıl karar veriliyor?
- Bir alışveriş merkezinin metrekare yatırım maliyeti yaklaşık 800 dolar civarında. 100 bin metrekare inşaat alanlı bir AVM projesi düşündüğümüzde kaba hesap 80 milyon dolarlık bir yatırım gerektiriyor. Kimse bu ölçekteki bir yatırımı riske atmak istemez. İşte burada bizim gibi danışmanlık hizmeti veren şirketler önem kazanıyor. Bir arazinin üzerine AVM yapma ya da yapmama kararını doğru bir şekilde vermek için varız. Proje geliştirme hizmeti olarak adlandırdığımız işimizin bu bölümünde ciddi fizibilite çalışmaları yapıyoruz. Arsa aşamasında gerçekleştirdiğimiz bu çalışmada, demografik yapıyı inceleyerek işe başlıyoruz. Nüfus yapısından gelir seviyesine, eğitim düzeyinden çocuk sayısına, tüketim alışkanlıklarında yaşam biçimlerine kadar pek çok detayı araştırıyoruz. Geçmişte AVM yatırımcıları danışman şirketlere gerekli önemi vermiyordu. Ancak ehil danışmanlar kullanmadıkları için sıkıntılar yaşayan projeler oldu. Anadolu’ya çıktığınız zaman AVM anlayışı da değişiyor aslında. İsminin önüne AVM ekleyen yerel marketler görürsünüz. Sincap AVM, Kavruk AVM gibi. Anadolu’da AVM tanımı o kadar değişmiş ki, 600 metrekarelik bir gıda markete bile AVM denilebiliyor. Anadolu’da hâlâ plansız başlanmış gerçek anlamındaki AVM yatırımlarına da rastlıyoruz.
- AVM’lerin hızla artması “bu kadar alışveriş merkezi fazla” düşüncesini yarattı. Bir taraftan da yeni projeler yaratılmaya devam ediyor. Yatırımcılar ölü yatırım yapmak istemeyeceğine göre, hızla artan AVM sayısı talebin olduğunu mu gösteriyor?
- AVM yatırımı sayısının son durumunu incelerken gene büyük şehirlerle Anadolu’yu ayrı değerlendirmek gerek. Büyük şehirlerde AVM sayısındaki artış, gerçekten dikkatli hareket edilecek seviyelere gelmiştir. Bu şehirlerde hâlâ AVM talebi var ancak artık yatırım için seçilecek lokasyonlara daha fazla özen gösterilmeli. Bu şehirlerin bazı bölgelerinde AVM yığılmalarının oluştuğunu görüyoruz. Bu, çok da istenilen bir durum değil. Örneğin şu anda Zincirlikuyu’da bir AVM yapılıyor, tam karşısında aynısından bir tane daha var. İki projenin yatırımcı firmaları ayrı, ama aynı danışmanlık şirketini kullanıyorlar. Buna ben de şaşırıyorum. Son birkaç yıl içerisinde açılan bazı AVM’lerin istenen verimlilikte çalışmaması hem perakende sektörünü hem danışmanlık şirketlerini, hem de yatırımcıyı daha dikkatli olmaya itmeli. İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Bursa AVM verimliliği anlamında seçimlerine dikkat edecek illerimizin başında. Yerel belediyelere görev düşüyor. Projelere ruhsat verirken, deneyimli danışmanlık şirketlerinden hizmet almaları gerektiğini düşünüyorum. Dikkat ederseniz, son birkaç yıldır Ankara ve İstanbul’da AVM yoğunluğuna müşteri çekebilmek adına “Alışveriş Festivalleri” düzenleniyor.
- Bu durum, ileride AVM’lerin ölü yatırıma dönüşmesine sebep olmaz mı?
- Hiçbir AVM yer verdiği markaların tabelasını indirtmek istemez. Hiçbir yatırımcı alışveriş merkezinin ölü yatırıma dönüşmesini de istemez. Bu nedenle verimlilik sıkıntısı yaşayan AVM’ler o işi kendi içlerinde çözümlemek için değişik yöntemler izler. Son yıllarda mevcut AVM’lerin işletmesi daha önem kazandı. İki rakip AVM’yi aynı danışmanlık şirketinin kiralaması veya işletmesi kadar yanlış bir durum olamaz. Mağaza, “iş yapmazsam en kötü buradan çıkarım” diyor. 100 bin dolarlık mağaza yatırımını riske edebiliyor, ama yatırımcının riski 80 milyon dolar ve riske edilemez. Mesela Camialtı Tersanesi’nin AVM yapılması konuşuluyor. “Cami de yapılacak” deniyor, çok yanlış bir karar! AVM veya camiye karşı değilim, buradan böyle bir anlam da çıkmasın. Diyorlar ki, Dubai gibi yapılacakmış. Dubai’nin yapıya ihtiyacı var, çünkü orası bir çöl, kökleşmiş bir yapılaşması, kültür mirası binaları yok. İstanbul zaten tarih. Yerel yönetimler kaynak yaratmak için böyle şeylere izin veriyorlar ama altyapısı, yol eksikliği, demografik yapısı düşünülünce yanlış yapıyorlar.
- Biraz rakamlarla konuşursak, 31 Mayıs’tan sonra ne kadar insan AVM’lerden elini ayağını çekti?
- Her AVM kendini kollamak zorundadır, bu yüzden müşteri giriş sayılarında sağlıklı rakamların dile getirildiğini sanmıyorum. Cirolarda bir kayıp olduğu ortaya çıktı. Bu, etki tepki olayıdır, perakende sektörü ciddi şekilde darbe yedi. Ancak iş, mağazaları kapatma boyutuna gelmedi. Bir de Gezi Parkı eylemleri boyunca, insanlar sokaktan keyif almaya başladı. Parklara gidip insanlarla birebir iletişime geçmeyi tercih ettiler. Sabahın ilk saatlerine kadar orada olmak, özellikle gençlerin çok hoşuna gitti. Bence cirolardaki bu gerileme biraz da buna da bağlı.
 
Cumhuriyet Portal
14 Temmuz 2013

14 Temmuz 2013 Pazar

'Öfke'nin Yasası - OKTAY EKİNCİ.

Gezi Direnişi’nin gündemi değiştirdiğine; kamuoyunun dikkatini iktidarın polemiklerinden asıl tartışılması gereken sorunlara çektiğine çok değindik.
Nitekim egemen siyasiler buna öyle kızdılar ki direnişin etkin katılımcılarından TMMOB ve bağlı odaların yetkilerini “bir gece yarısı torba yasa”ya eklenen maddelerle tırpanladılar.
TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı, bu “acil!” düzenlemenin amaçları için özetle diyor ki:
- Ülke talanına karşı çıkan TMMOB’yi işlevsizleştirmek.
- Kamu kaynaklarının yağmasını kolaylaştırmak.
- Yerel yönetimler ve meslek odalarının anayasal hak, yetki ve görevlerini ellerinden almak.
- Mimari projeleri fikir ve sanat eserleri yasası kapsamından çıkarmak.
Yani yeni(!) yasaya göre, çevreyi ve kenti tahrip edecek siyasi rant projelerine artık dava açamayacak; ülkenin doğa ve kültür zenginliklerinin yağmalanmasına yargının “dur” demesini sağlayamayacak; talan amaçlı yatırımlara iktidarın desteğini engelleyemeyecek; çıkar amaçlı olmayan mimari projeleri korumak için “sanat eseri” olduklarını ileri süremeyecekler...
Örnekler
Çevre ve kültür değerlerinin talanına karşı yıllardır kesintisiz hukuk mücadelesi veren TMMOB ve bağlı odaların son zamanlarda durdurdukları kimi yağma projelerinden bazılarını anımsayalım:
Eğer ilgili meslek odalarının açtıkları davalar olmasaydı, sözgelimi binyılların çarşı geleneğine sahip bu ülkeye, “size alışveriş kültürünü öğretmeye geliyoruz!” diyerek göz koyanların “Dubai Kuleleri” çoktan “Boğaziçi sırtları”nda yükselmiş;
“Liman hizmeti” adına deniz kıyısının parsellendiği “Galata-Port”un rant binaları çoktan yapılmıştı...
Kentlerin bağrında kazık gibi yükselecek çok sayıda gökdelenle birlikte sayısız yağma projesinin “yargı denetimi”yle engellendiği örneklere, son olarak “Gezi Parkı”nın da kurtarılması eklendiğinde, yasa değişikliğinin“öfke”nin ürünü olduğu ortada değil mi?
Öte yandan yine TMMOB ve odaların “mali” açıdan bakanlığa bağlı kılınması da bu gibi davalar için gerekli parasal kaynaklardan ve harcama yetkilerinden yoksun kılınmaları anlamına geliyor... yani deniyor ki;“mimarlık, şehircilik ve mühendisliğin toplum çıkarına yükümlülüklerini bundan böyle yerine getiremeyeceksiniz.”
Oysa şu “değiştirilmek” istenen 12 Eylül Anayasası bile meslek odaları için açıkça diyor ki: “Mesleğin toplumsal sorumluluklarını da üstleneceksiniz.”
DDK raporu
Cumhurbaşkanı ilk günlerinde Devlet Denetleme Kurulu’ndan (DDK) bir inceleme raporu istemiş; kurul ise hazırladığı raporda, meslek odalarının“siyasi davranarak” iktidar projelerini engellemesinden yakınmıştı.
İnsan şimdi düşünüyor; DDK’nin o raporuyla, şimdiki acil yasa değişikliği arasındaki “uyum!” acaba sadece rastlantı mıdır?
Yanıtını, böylesi bir “intikam yasası”nın bile Çankaya’dan onaylanıp onaylanmayacağını gördüğümüzde öğreneceğiz...
Oktay Ekinci

14 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Snowden Skandalının Anlattıkları - Nilgün Cerrahoğlu

70’li yıllarda “Akbabanın Üç Günü” diye bir film vardı hatırlar mısınız?

Filmde “Joseph Turner” adındaki bir ajanı oynayan Robert Redford, bir CIA kuruluşunda çalışır. Buradaki işi yalnızca kitap okuyup kitaplarda, istihbaratın ilgisini çekecek konuları, CIA’ya rapor etmektir…
Turner/Redford bir öğle tatilinden döndüğünde, mesai arkadaşlarının öldürüldüğünü görür. Kendisi, dışarıda olduğu için ölümden kurtulmuştur.
Kıl payı kurtulduğu cinayeti araştırırken aslında bunun büyük bir “istihbarat savaşının” eseri olduğunu, CIA içinde “derin CIA”ler bulunduğunu keşfeder, hikâyeyi “New York Times”a (NYT) götürmeye karar verir…
Son sahnede Redford’u CIA şeflerinden biriyle konuşurken görürüz:“Gazetenin bu öyküyü basabileceğinden emin misin?” der CIA şefi filmin kahramanına ve arkadan ekler: “Bassa ne olacak ki? Bir şeyler değişecek mi?”
‘Realty şov’a indirgendi
ABD’nin küresel casusluk programını ifşa eden Edward Snowden skandalı ortaya çıktığından beri; “Akbabanın Üç Günü”ndeki bu son konuşmayı düşünüyorum.
O zaman NYT gibi önemli bir gazeteye, böyle “derin bir casusluk faaliyetinin”sızdırılması, 7.4 şiddetinde depremle eşdeğerdi…
Sydney Pollock’ın ‘70’lerde yaptığı bu casusluk filmi, ABD’de Nixon’ın istifası ile son bulan Watergate skandalının arkasından gelmişti. Yazılı basının etki sahibi olduğu günlerdi.
NYT gibi gazeteler; gerek Vietnam Savaşı’nın sona ermesinde, gerek Nixon’ın koltuğunu yitirmesinde, birinci dereceden etkili olmuştu…
Bugün sanal baskıları her an güncellenen gazetelerin haber bombardımanında yaşıyoruz. “Guardian”ın Snowden skandalını gün ışığına çıkarmasının üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Ama tık yok!
Snowden harbiden dudak uçuklatan; Orwell’in kurgu bilim-fütüristik faşizm romanı “1984”ü mumla aratan şeyler anlattı.
ABD’nin “algoritmalara” dönüştürdüğü datalarla internet ve telekulak üzerinden dünyayı izlediğini; bu bilgilerin NSA olarak bilinen “Ulusal Güvenlik Ajansı”nın gözetiminde tutulduğunu; bu büyük takibi gerçekleştirmek için NSA’nın yüzlerce taşeron özel şirket kiraladığını, kendisinin de kısa süre öncesine dek bu özel şirketlerden birinde çalıştığını, eli kolu her yere erişen “Büyük Birader” ağını keşfettiği an itibarıyla bu “derin gözaltı dünyasında”yaşamak istemediğini anladığını, bu nedenle eteğindeki taşları dökmeye karar verdiğini söyledi.
Bundan çok katmanlı ve dev bir skandal düşünülebilir mi?
Demokratik hak ve özgürlükleri hiçe sayarak terörle mücadele kisvesi altında… ABD’nin ne idüğü belirsiz bir dizi kapitalist istihbarat şirketleri ve lobileri yoluyla; yerküreyi gözetim altında tuttuğunu öğrendik.
Dünyanın şok geçirmesi gerekmez mi?
Böyle bir şey olmadı.
Olay, Edward Snowden’ın “reality şov” tadındaki kişisel serüvenine indirgendi. Cazip bir maaş ve genç, güzel sevgilisini Hawaii’de bırakarak arkasına bakmadan ABD’den kaçan Snowden’ın, önce Hong Kong otellerindeki kovalamacasını izledik.
Ardından…
James Bond’vari bir hamleyle, genç istihbaratçının, Hong Kong’dan kendisini Moskova’nın Şeremetyevo Havaalanı’na atışına tanık olduk. 23 Haziran’dan beri de havaalanının transit terminal bölümünde yaşayan istihbarat uzmanı, önceki gün nihayet ilk kez burada kameralara konuştu ve“Merhaba, benim adım Ed Snowden!” diyerek dünyaya seslendi.
Seçiminin kendisine pahalıya mal olan “ahlaki bir karar” olduğunu açıklayan Snowden, Latin Amerika ülkelerinden birine ileri tarihlerde erişebilmek için Rusya’dan bu vesileyle “geçici süreliğine sığınma” istedi.
Talebinin kabul edilmesi için Putin’in öne sürmüş olduğu şartları kabul ettiğini bu meyanda belirtti. İstihbarat kökenli olan -eski KGB görevlisi- Putin ile böylelikle pazarlığa oturmuş oldu…
Orman kanunu mu geçerli?
Bunun üzerine ABD ile Rusya arasında; pinpon topu gibi hangi köşeye savrulacağını merakla izlediğimiz bu “Snowden maçında” yeni bir bahis açılmış oldu. “No’lcek” diye şimdi millet bu bahisi izliyor…
İstihbarat sisteminin arkasındaki “karanlık düzen” hiç tartışılmıyor.
Snowden, Şeremetyevo’daki ikameti sırasında, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere, başlıca Avrupa ülkelerinin de bu büyük gözaltına ortak olduklarını söyledi.
Dünyanın dikkati Mısır darbesine odaklaştığı günlerde nitekim, Moskova’daki bir toplantıdan ülkesine gitmek üzere havalanan Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in uçağı Avrupa semalarında uçurulmadı.
Morales’in uçağında Snowden’ın olabileceği gerekçesiyle “Avrupalı müttefiklerden” hava sahalarını kapatmasını istediği anlaşılan ABD’nin, bu ricasını derhal yerine getiren ülkeler (Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz) nedeniyle, Bolivya devlet başkanı Viyana’ya zoraki iniş yapmak mecburiyetinde kaldı ve ardından Viyana havaalanında 11 saat “rehin”tutuldu…
ABD bugün artık bağımsız ülkelerin hava sahalarını bile kapattırıyor…
Devlet başkanlarının dahi sıradan “şüpheli” muamelesine tabi tutulmasına önayak oluyor…
“Orman kanunlarının” geçerli olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kimse, ne ki bu orman yasalarını tartışmıyor. Snowden’ın sadece bir sonraki durağının ne olacağını sorguluyoruz. Fırsat olduğunda buradan devam ederiz…
Nilgün Cerrahoğlu.
14 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

İran'dan Gül için ilginç iddia! - Cumhuriyet Portal

İran'ın Tahran Radyosu, Türkiye'de daha büyük bir desteğe sahip Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, yakın siyaset arkadaşı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile yollarını ayırmak için Taksim Gezi Parkı olaylarını 'uygun bir fırsat' olarak gördüğünü öne sürdü.

Tahran Radyosu’nun Türkçe yayınında yer alan 'Siyasi yorumlar’ bölümünde 'Kaybolan arkadaşlık’ başlığı altında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Taksim Gezi parkı olaylarından önce adeta 'siyasi bir çift gibi’ olduğu iddia edildi. Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın, AKP’nin kurucu liderleri arasında bulunduğunu, Ankara’nın siyasi denklemlerinde yer aldığını, daha önce de aralarında bazı anlaşmazlıklar görüldüğü ifade edildi. Yorumda, Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün, 2002 yılı sonlarından itibaren yan yana ve omuz omuza laik askerlerin politikaya karışmasına karşı mücadele ettikleri, partilerini 3 kez peş peşe iktidar yaptıkları belirtilen yorumda şöyle denildi:
"Şimdi iki liderin yüz yüze geldiği anlaşılıyor. Erdoğan, 2007 yılında Cumhurbaşkanının seçiminde bizzat Gül’ü AKP’nin adayı olarak açıkladı. Gül de 2003 yılında Erdoğan’ın siyasi faaliyet yasağı sona erdikten sonra Başbakan olabilmesi için gönüllü olarak başbakanlık görevinden istifa etmişti. Fakat şimdi AKP’den çatlama sesleri geliyor. Gözlemciler parti içinde pek yakında Erdoğan ve Gül arasında sıkı bir rekabet yaşanacağını belirtiyor, nitekim bu rekabetin ilk işaretleri şimdiden göze çarpıyor. Erdoğan ile Gül arasında son anlaşmazlık, Gezi parkı olaylarında yaşandı. Başbakan Erdoğan protestocuları bir avuç çapulcu ve terörist ilan ederken, Cumhurbaşkanı Gül, her demokratik toplumda insanların itiraz hakkının saklı olduğunu belirtiyor. Bu bağlamda iki önemli noktaya değinmek gerekir. İlkin Türkiye Cumhurbaşkanı ile başbakanı arasında son protesto eylemleri konusundaki anlaşmazlığı ve görüş ayrılığı göz ardı edilebilecek bir durum değildir. Bir başka ifade ile Erdoğan ile Gül arasındaki görüş ayrılığı aslında Türkiye’de son günlerde yaşanan gelişmeler ve olaylarla gün ışığına çıkan köklü anlaşmazlıklardır."
Tahran Radyosu’nun yorumunda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Taksim Gezi Parkı olaylarını 'siyasi arkadaşından yollarını ayırmak’ için uygun bir fırsat olarak gördüğü ileri sürülürken, şu görüşler yer aldı:
"Kuşkusuz bundan önce de Erdoğan ile Gül arasında bazı anlaşmazlıklar vardı, lakin Taksim meydanındaki Gezi parkı olayları belki de bu iki liderin görüş ayrılıklarını daha belirgin ve açık bir şekilde ortaya koydu. Taksim olayları ve Türkiye’nin diğer kentlerinde yaşanan olaylara karşı iki liderin tepkisi, aralarındaki anlaşmazlıkların çok daha derin ve daha da ciddi olduğunu ortaya koydu. Bundan önce de Erdoğan ile Gül arasında her hangi bir anlaşmazlığın söz konusu olmadığını kabul edecek olsak bile, son olaylar aralarında anlaşmazlık yaşandığını gün ışığına çıkardı. Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan bir zamanlar omuz omuza AKP’yi iktidarın zirvesine taşımak için çaba harcadı, lakin şimdi Türkiye’nin zirvesindeki koltuğu kapmak için bir biri ile yarışıyor."
Tahran Radyosu, yorumun son bölümünde, son aylarda 63 yaşındaki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve 59 yaşındaki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması ve yine Ankara’da protesto eylemlerinin yasaklanması gibi konularda görüş ayrılıklarının belirginleştiğini ileri sürerken, şunları ekledi:
"Bu ikili aynı zamanda uzun süre birlikte siyasi dünyasında değişim yaşadıklarından siyasi İslam içinde reformcu eğilimin temsilcileri, fakat aynı zamanda bir birinden kopmaz iki politikacı olarak bilinmekteydi. Fakat şimdi 2014 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri Erdoğan ile Gün arasındaki mutlak uzlaşmayı zedelediği anlaşılıyor. Gerçekte Erdoğan ve Gül’ün Türkiye’de yaşanan son protesto eylemlerine yaklaşımı, Erdoğan’ın sempati kaybına ve buna karşı Gül’ün sempati kazanmasına sebep olduğu gözleniyor. Uzmanlar Türkiye’nin siyasi geleceğinde Gül’ün daha iyi bir konumda göründüğünü belirtiyor. Aslında Türk halkının Cumhurbaşkanı Gül’e yönelmesi ve Başbakan Erdoğan’ın tutumlarına karşı çıkmasının sebebi, iki liderin son olaylara yaklaşım tarzıydı. Kuşkusuz Türk halkının birine destek vermesi ve ötekinden uzaklaşması 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde belirleyici rol ifa edecektir. Anketlerin sonuçları da AKP taraftarlarının büyük bir çoğunluğunun cumhurbaşkanlığı koltuğu için Gül’ü, Erdoğan’a tercih ettiğini gösteriyor. Üstelik Gül Türkiye genelinde de Erdoğan’a nazaran daha büyük bir desteğe sahip bulunuyor."(Gazetevatan)

Cumhuriyet Portal
13 Temmuz 2013

13 Temmuz 2013 Cumartesi

8 bin 500 yıllık mirasın üstüne taş yağacak! - SOL

Kırklareli'nin merkeze bağlı köylerinden Çukurpınar'da halka bilgi verilmeden yapılan taş ocağı
 patlatması paniğe yol açtı. Köylülerin olayla ilgili şikayette bulunduğu öğrenilirken, Doğal Yaşamı
 Koruma Vakfı patlatmalara tepki gösterdi.
Kırklareli'nin merkeze bağlı köylerinden Çukurpınar'da
Fotoğraf: Arslan Hamza Algül
halka bilgi verilmeden yapılan taş ocağı patlatması paniğe yol açtı. Köylülerin olayla ilgili şikayette bulunduğu öğrenilirken, Doğal Yaşamı Koruma Vakfı (DAYKO) Kırklareli İl Temsilcisi Göksal Çidem, yörenin su kaynaklarını tehdit eden taş ocağı patlatmalarına tepki gösterdi. Bölgede 8 bin 500 yıldır tarım yapıldığına işaret eden Çidem, Istrancaların neredeyse her dere tepesi ruhsatlandırıldığını öne sürerek "bizim duyarsızlığımızın bedelini, hiç günahı olmayan gelecek nesiller hayatlarıyla ödeyecekler" dedi.
Bölgedeki madencilik faaliyetlerinin disiplin altına alınması gerektiğini söyleyen DAYKO Kırklareli Temsilcisi Göksal Çidem, yörede korku yaratan patlatma öncesinde köylülere bilgi verilmemesine tepki gösterdi.
Bölge insanının görüşleri alınmalı
Madencilik faaliyetleri konusunda kamu kurumları arasında iletişim kopukluğu olduğuna değinen Çidem, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, bir yandan köye su getirilmesi için ihale hazırlığı yapıldığını diğer yandan ise su kaynağının yakınında patlatmalı taş ocağı ruhsatı verildiğine dikkat çekerek, "devlet kurumları arasındaki bu kopuklukların son bulması için, bölgede yaşayanların görüşleri mutlaka alınmalıdır" diye konuştu.
Köylüler, 'Gençlerimiz göç etmesin' diyor
Çukurpınar köyünde 5 yıl önce yapılan biyosfer çalışmaları kapsamında düzenlenen anketten yöre halkının "10 yıl sonra doğa bozulmaksızın, geçim sıkıntılarından arındırılmış; işsizliği ortadan kaldırılmış; köyümüzde yaşayan gençlerin göç etmediği; yaşam kalitesinin arttığı ve kendi geleneklerimizi yaşayabileceğimiz bir ortam" beklentisinin çıktığını anımsatan Çidem, "Ruhsat verenlere sesleniyorum. Empati yapın. O köyde yaşıyorsunuz. Aileniz ve çocuklarınızın temel yaşam kaynağı yok olursa ne yaparsınız? Çocuklarınıza nasıl bir gelecek sağlayacaksınız?" diye sordu.
'Istrancalar 8 bin 500 yıldır tarım merkezi'
Istranca dağlarının neredeyse her deresi ve tepesinin ruhsatlandırıldığını da öne süren Çidem, "Istrancalar bölgede yaşayan insanların geçimlerini temin ettikleri, suyunu içtikleri, tarım yaptıkları, havasını soludukları, yaşam alanlarıdır. Istrancalar’da yaklaşık 8 bin 500 yıldır tarım yapılıyor. Buralar, Avrupa’da yerleşik tarımın başlangıç noktası. Istrancalar o kadar zengin ki, Kuzeye akan dereleri ile İstanbul’a su veriyor. Şimdi su yetmez, dağı taşı da alalım diyor. İyi de burada ki yaşam ne olacak?" diye konuştu.
Dünya koruyor, biz sorumsuzca tüketiyoruz
Uluslararası sözleşmeler ve küresel koruma girişimlerinin bölgenin korunması gerektiğini vurguladığını dile getiren Çidem, mevzuata uygun olduğu iddia edilen tüm proje ve yatırımların sonucunda yokoluşun geldiğini dile getirdi. Yeraltı sularının tüm dünyada rezerv olarak korunduğuna dikkat çeken Çidem, Türkiye'de ise sorumsuzca ve sınırsızca kullanıldığını, sanayi atıklarıyla kirletildiğini ve su havzalarına yönelik kirlilik tehdidinin görmezden gelindiğini söyledi.
'Bedelini gelecek nesiller ödeyecek'
Vahşice tüketilen yer altı suları kaybolmaya başlayınca 2010 yılında Trakya da ilk defa obruk oluştuğunu anımsatan Çidem, "neye inanırsanız inanın, Hepsinde tek bir ortak nokta var: Doğayı korumak.Yasalar, Uluslar arası sözleşmeler ve hatta Kur’an-ı Kerim. O kadar çok ayet var ki. Ağaç, toprak, ve su hakkında. İsraf edilmemesini ve korumayı emreder. Hem bugün hem de yarın için korumalıyız. Korumazsak, gelecekte çok ağır bedeller ödeyeceğiz. Biz yok olsak ta, Hiçbir sorumluluğu ve günahı olmayan gelecek nesiller bizim duyarsızlığımızdan dolayı bedelini hayatlarıyla ödeyecekler. Onlar bunu hak etmiyor" görüşünü dile getirdi.
Yusuf Yavuz
SOL

Kaçak köprü için 5 milyon fidanı yok ettiler! - SOL

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan'ın şaşaalı bir törenle 29 Mayıs'ta temelini attıkları 'Yavuz 
Sultan Selim' adı verilen İstanbul'un 3. köprüsü kaçak çıktı. Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri Derneği 1 
milyondan fazla ağacın kesildiğini, 5 milyonun üzerinde fidanın da yok edildiğini söylüyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan'ın şaşaalı bir törenle 29 Mayıs'ta temelini attıkları 'Yavuz Sultan Selim' adı verilen İstanbul'un 3. köprüsü kaçak çıktı. Projede belirtilen alanın dışında yapıldığı gerekçesiyle köprüyle ilgili tüm imar planlarının 11 Haziran'da Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’ın imzasıyla iptal edildiği ortaya çıktı. Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri Derneği Başkanı Abdülkadir Bilge 1 milyondan fazla ağacın kesildiğini, 5 milyonun üzerinde fidanın da yok edildiğini iddia ettiği proje için sorumluların cezalandırılmasını istedi.
TEMA: 'Bu çapta bir proje ÇED'siz ve kaçak yapılamaz'
TEMA Vakfı'ndan konuyla ilgili yapılan açıklamada, Asya ve Avrupa kıtalarını ‘kaçak’ olarak birbirine bağlayacak olan 3. köprünün esastan da usulden de yanlış olduğu kaydedilerek şu görüşlere yer verildi: "Köprünün 1/1.5000 ölçekli Nazım ve 1/1.000 ölçekli Uygulama İmar Planı iptal edilerek yeni güzergaha göre tekrar yapılacak. Bu durum bir kez daha gösteriyor ki; bölgesel ve hatta ülkesel öneme sahip bu kadar geniş çaplı bir proje; plansız, ÇED’siz ve kaçak olarak yapılamaz!"
'3. Köprü İstanbul'un ulaşımı için tehdit'
İstanbul’un anayasası olarak kabul edilen, İstanbul 1/100 bin Ölçekli Çevre Düzeni Planı Raporu’nda, 1. ve 2. köprülerin kent makroformu (şekli) üzerindeki olumsuz etkilerinin ortaya konulduğu ve kentin kuzeye doğru gelişmemesi gerektiğinin açıklandığına dikkat çekilen TEMA açıklamasında, söz konusu raporun 3. köprüyü İstanbul ulaşımı için tehdit olarak değerlendirdiğinin de altı çizilerek, "şimdi karşılaştığımız 3. köprünün güzergahının değişmesi ve imar planlarındaki revizyon; bölgesel ve hatta ülkesel ölçekte öneme sahip bir projenin plansız ve ÇED’siz yapılmaya çalışılmasının sonucudur. Peki bu durumda kesilen yüz binlerce ağacın, yok edilen doğal yaşamın açıklaması nedir?" ifadelerine yer verildi.
'3. Köprü de 3. havaalanı da imar planında yok'
Konuyla ilgili sorularımızı yanıtlayan Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri Derneği Başkanı Abdülkadir Bilge ise 3. Köprü ve 3. havaalanının İstanbul'un Nazım İmar Planı'nda yer almadığına işaret ederek her iki projenin de keyfi olarak uygulamaya konulduğunu öne sürdü.
'Yine kaçak olacak devam edilecek'
Kaçak olduğu ortaya çıkan 3. köprü için sivil toplum örgütlerinin açtığı davanın kaybedileceğinin anlaşılması üzerine olayın üzerini örtmek için böyle bir açıklama yoluna gidildiğini iddia eden Bilge, "1/1000 ölçekli imar planında yer almayan 3. köprünün yapımına yine kaçak olarak devam edilecek" görüşünü dile getirdi.
'Orman izni de yok'
Belgrad Ormanı Koruma Gönüllüleri olarak başından beri 3. köprünün ÇED raporunun ve orman izinlerinin olmadığını gündeme getirdiklerini anlatan Bilge, "eğer orman izni olsaydı ilgili firmanın yüzde 3 oranında teminat yatırması gerekiyordu. Edindiğimiz bilgilere göre böyle bir teminat yatırılmış değil" diye konuştu.
'1 milyonun üstünde ağaç, 5 milyon fidan yok edildi'
3. köprü için 1 milyonun üzerinde ağaç kesildiğini dile getiren Bilge, ıhlamur, kayın, çam, meşe ve kestane gibi türlerin kesilmesinin yanı sıra çalışmalar sırasında 5 milyondan fazla fidanın da yok edildiğini belirterek, "adeta yangından mal kaçırılır gibi çalışma yapıldı. Sonbahar beklenerek bu fidanlar civar belediyelerin sınırlarına nakledilerek kurtarılabilirdi. Yokedilen bunca ağaç için sorumluların cezalandırılmaları gerekiyor" görüşünü savundu.

Yusuf Yavuz
SOL