27 Temmuz 2017 Perşembe

Kuyunun dibindeki taş - MURAT YAYKIN

Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi’nin ‘1915-2015 Kuyunun Dibindeki Taş - Fotoğraf Okumaları’ adı altında Mehmet Özer’in hazırladığı ve NotaBene Yayınları’ndan çıkan kitap mart ayından bu yana raflarda.

Fotoğraflar; Sergei Mikhailovich Prokudin, Armin Wegner, Leslie Davis, Henry Atkinson’a ait. Ermeni Soykırımı Müze Enstitüsü, Agos Gazetesi, Patrat Estukyan, Sait Çetinoğlu, Bardig Kouyoumdjıan, David Barsamian ve Roxanne Makasjian tarafından ulaştırılmış.

Okumalarını ise; A. Nevin Yıldız, Ahmet Akabay, Ahmet Telli, Ali Balkız, Bardig Kouyoumdjıan, Beril Türkoğlu, Çınar Livane Özer, David Barsamian, Demet İslambay, Fatin Kanat, Gökçer Tahincioğlu, Kadir Celep, Kemal Göktaş, Mustafa Durmuş, Nejla Kurul, Neval Oğan Balkız, Patrat Estukyan, Roxanne Makasjian, Sait Çetinoğlu, Seda Byruat, Sibel Özbudun, Şehmuz Diken, Şükrü Erbaş, Temel Demirer yapmış.

Mehmet Özer (...) "Taşın kalbi vardır ve başkalarının göremediğini saklar içinde" diye yazıyor "Kuyunun Dibindeki Taş" başlıklı giriş yazısına; "(...) Anılara gidilmez.
 Çünkü artık gidilemeyecek kadar uzaktadır. Ama onların seslenişlerini bugüne çağırabiliriz. Fotoğraflar zaman sarısı görüntülere dönüşseler de unutmadığımızı, unutturmayacağımızı söyleyelim. Bizim anılarımızda geçmiş değil, gelecek düşü vardır. Bu düş acılarımızın silineceği, tüm kuyuların kapanacağı ve karanlık kanlı vadilerin aydınlatılacağı, Deyrizor’un cennet olacağı bir gelecek düşüdür" diye devam ediyor.

Fotoğraf Armin T. Wegner’e ait; altında ‘Batı Ermenistan Göçmenleri, 1915’ yazıyor.
A. Nevin Yıldız fotoğrafı okuyor;
Yatıyorum bu duvarın dibinde, bütün bedenimle ölüme bakıyorum.
Biliyorum öleceğim, ya açlıktan, ya susuzluktan.
Yaşlıyım ben dayanamam...

Ahmet Telli, ‘Ah Manuşyan’ -Meline Manuşyan’ın anılarını okurken notlar-da bir bölüm; (...)
/ Yüksek sesle okunan bir şiir miydi dünya
/ Ve Meline bir Erivan türküsü müydü dilinde
/ Güneşe ve güzelim tabiata son defa bakarken
/ İkide bir söylediğin gibi, "hayat zamanda değil
/ Zamanın kullanışında var olur’,
/ Ot çürür, bellek tozlanır gümüş kararır da
/ Dinmez düşlerin uğultusu ah Manuşyan.

Kitapta Bardig Kouyoumdjian’ın fotoğrafları ve Christine Simeone’un yazılarıyla ‘Der-Zor: 1915 Ermeni Soykırımının İzinde’ kitabından Beril Türkoğlu’nun çevirileriyle alıntılar var.

Çınar Livane Özer; ‘Ermeni Katliamını Fotoğraflardan Okumak’ adlı fotoğraf okumasında, yüz yıldır veremediğimiz bir sınav ve somut fotoğraflara soyut kavramlar üzerinden tartışmaya devam ettikçe de veremeyeceğimiz bir sınav deyip ekliyor;
"Ve şimdi bir kere daha, Karacaoğlan’ın ‘Sual eyle bizden evvel gelene / Kim var imiş, biz burada yoğ iken’
sözünü de not ederek bir kenara, dönüp bir daha bakmak gerek sıralı çocuklara."

David Barsamian’dan cımbızladım; "Adolf Hitler’i teşvik eden kısmen dünyanın Ermeni soykırımını kabul etmesiydi. İkinci Dünya Savaşı arifesinde Hitler "Ermenilerin imhasını bugün kim konuşuyor?" demişti. Ermenistan’dan Auschwitz’e giden yol döşenmişti.

Fotoğrafçı Sergey Prokudin-Gorski. Bu fotoğrafçıyla tanışmak için Kadir Celep’in yazısını da okumak gerek.

Kemal Göktaş’tan da bir alıntı yapacağım; "(...) Ararat ayrılığın, sürgünün, gurbetin, kökünden koparışmışlığın, yokluğa mahkûm edilmiş bir halkın hafızası ve direnci... Boğos’un türküsünde, memleketten haber vermeyen turnaya küsen gurbetteki Ermeni işçisinin ah’ı... umutsuz bir aşkın sancısı...

Ayrıca Paramaz (Madteos Sarkisyan), Gomidas Vartabed ve Misak Manukyan hakkında kısa bir yazıyı da Mehmet Özer’in tanıtımıyla okuyabilirsiniz.

Roxanne Makasdjian’ın 25 Nisan’da Ankara’da anma törenlerinde yaptığı konuşma da kitapta yer alıyor.

Sait Çetinoğlu’un ‘Sürgün ve Katliam- Stanoz ve Ayaş 1915’ yazısından öğreniyoruz;
Stanoz Ermeni Mezarlığı’nın define arayıcıları tarafından talan edildiğini ve mezar taşlarının birkaç yıl önce belediyenin bahçesine dekor olduğunu...

Sibel Özbudun; ‘Her Köyde Bir Köper Vardır’ fotoğraf okumasının bir bölümünde Kemal Tahir’in ‘Büyük Mal’da, Yakup Cemil’in nasihatlarını Çorum köylüsü Sülük’ün ağzından anlatır.

Şükrü Erbaş ‘Yaralayan ölene dek yaralanmıştır’ yazısında kendini bile sevmeyi bilemeyen bizi anlatmış; (...) Biz, "kelimelerin delirmeden türkü olamayacağını" Rupen Sevag’ın ölümünden yüz yıl sonra öğrenecekmişiz...

Ve kitabın sonunda Wenger’in fotoğraflarından önce, Temel Demirer de meraklı okura kaynakçaları da vererek eleştirel bir tarih derlemesi yapıyor ki, okuyun derim ben, kimmiş bizim siyasetçimiz, aydınımız görün...


Son bir not; Mehmet Özer kitabını Samandağ Vakıflar Köyü Derneği’ne armağan etti.

Murat Yaykın / BİRGÜN 

Cumhuriyetçiler yüz akımızdır - NAZIM ALPMAN

Artık insanlar birbirlerine “nasılsın?” diye sorduklarına benzer bir yanıt veriyorlar:
-Türkiye gibi..!
İyiyim demek istiyorlar ama, ama bu ortamda ne kadar iyi olunabilir ki? İyiyim demek ayıp haline geliyor kendiliğinden…
Ömrünün tamamını ülkenin daha özgür, daha bağımsız, daha demokrat, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne dayalı, dünyada saygın bir yeri olan ülkeler arasında yer alması için çabalayan insanlar, tam bir yerlere vardık diyeceklerken bir de bakıyorlar ki, bir anda yarım yüzyıl, hatta bir yüzyıl gerileme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlar…
İçinde bulunduğumuz hafta başında basından sansürün kaldırılışın 109. yılı kutlanıyordu!

Nasıl?

Cezaevinde 156 gazeteciyle…

Ülkenin en eski ulusal gazetesi Cumhuriyet’in yöneticileri, yazarları, avukatları, muhabirleri ve çizerinin şahsında gazetecilik yargılanarak, üçüncü büyük partinin eş genel başkanları, meclis grubunun bir bölümü, neredeyse bütün seçilmiş belediye başkanlarının hapishanelerde bulunduğu koşullarda…

Pazartesi günü (24 Temmuz 2017) Çağlayan’daki –Avrupa’nın En Büyük- Adliye Sarayında Cumhuriyet Davası başladığında avukatlar arasında Alp Selek de vardı. 1950’lerden itibaren demokrasi-hukuk mücadelesi içinde olan bir abide insan… 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’nin açtığı yolun emekçileri arasındaydı. 12 Mart 1971 faşist cunta döneminde devrimci gençlerin avukatı idi. On yıl sonra bu sefer 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin hapse attığı DİSK’lilerin, Barış Derneği Davası’nın sanıklarını savunuyordu. Bir yanında Mehmet Ali Aybar diğer yayında genç meslektaşı Fikret İlkiz vardı. Basın bölümünde ise Milliyet’ten Zeynep Oral elinde not defteri hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan not alıyordu.

O yıllarda inançlı bir genç olan Tayyip Erdoğan’ı kamuoyu tanımıyordu. Din referanslı bir siyasi çizgi üzerinde ilerleyecek, 1991’de Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı olacak, 1994’te Belediye Başkanı, 1998’de şiir okuma suçu ile makamından indirilecek, hapse girecek, çileler çekecek, çıkıp parti kuracak, partisi Meclis’te ezici çoğunlukla iktidar olacak, ama o dışında kalacak, sonra bir ara seçimle 2003 Mart’ında Başbakan olarak yerini alacak, kesintisiz bütün seçimleri kazanarak Cumhurbaşkanlığına kadar yükselecekti.

Peki öncekiler ne olacaklardı?

Artık ülke rahata ermiş, hiç kimse fikirlerinden ötürü suçlanmayacak, siyasi partiler kapatılmayacak, özgür basın susturulmayacak ülke çağdaş medeniyetler seviyesine çıkacaktı.

Ama böyle olmadı.

Herkes yine yerli yerine yollanmıştı.
Cumhuriyet gazetesi suçlu ilan edilmiş, gazeteciler sanık haline getirilmişti. Avukatları yine Alp Selek idi. Bir yanında Fikret İlkiz vardı yine… Ama öbür yanında Mehmet Ali Aybar yoktu. Onun ömrü yetmemişti. Basından sansürün kaldırıldığı 1908’de dünyaya gelen Aybar 10 Haziran 1995’de hayata gözlerini kapamıştı. İyi ki o tarihte veda etmişti, yoksa bir başka 10 Haziran’da Ali İsmail’in dövülerek öldürüldüğünü de görecekti.

Alp Selek’in Aybar’dan boşalan yanında artık 1980 doğumlu avukat Can Atalay yer alıyordu.
Davayı izleyen gazeteciler arasında ise yine Zeynep Oral vardı!

Bitmiyordu bu ülkenin çilesi!

Demokrasi vaat ederek gelenlerin hemen hepsi, özgürlükleri sadece kendileri için elde etmek istiyorlardı. Bu hedefe vardıklarında ise diğerlerine hayatı cehennem etmeye yemin etmişçesine raydan çıkmakta bir beis görmüyorlardı.

Ancak şu da vardı: Bunları yapanlar ileride yaptıklarıyla iftihar edemiyorlardı. Tarih onlara karşı demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü özetle insanlığı savunanları kaydediyordu.
Bir toplumun yüz akları insanlığı savunanlar arasında çıkıyordu. Geçmişte böyle oldu, günümüzde böyle oluyor, gelecekte de böyle olacak.

Cumhuriyet Davası’nda işlenmemiş suçların “sanıkları” Türkiye’nin yüz aklarıdırlar! 

Nazım Alpman / BİRGÜN

'Eeey Almanya, Erdoğan’ı sıkıştır ama uzaklaştırma!' - KEMAL OKUYAN

Dünyanın başat emperyalist ülkelerinin devletlerinden, hükümetlerinden özgürlük mücadelesine destek isteyen, onlara yol gösteren ilk kişi değil Can Dündar. Dahası, Can Dündar’ın siyasi kimliğinin solunda yer aldığını iddia eden epeycene kişi tanıyoruz Almanya’dan, Fransa’dan “demokrasi” bekleyen. ABD’ye mektup yazan “laik”leri de görmüştük bir zamanlar.

Düzen siyaseti bu. Düzen içinde durulduğunda o dünyada ağırlıklı unsurlardan birine ya da ötekine yönelmek kaçınılmaz hale geliyor. Can Dündar da öyle yapmış, geçenlerde Almanya’nın sol gazetelerinden Junge Welt’e Türkiye’deki özgürlük mücadelesine Alman hükümetinin ve Alman sivil toplumunun destek vermesi gerektiğini söylemiş. Bir de “Türkiye’yi dışlamayın” uyarısında bulunmuş, Erdoğan’ın iyice özgürleşeceği kaygısıyla…

Ama Erdoğan özgürleşemez ki!


Erdoğan da o düzenin siyasetçisi. Herkes biliyor, AKP’nin kuruluş döneminde ABD’ye giderek işi bağladığını, sonra Avrupa’nın kritik başkentlerinin desteğini nasıl aldığını… İşler azıcık karışınca bu kez Putin değere binmişti.

Bu iş şöyledir, kapitalizm sınırları içinde siyaset eyleyenler güçlü emperyalist devletlerle yakın ilişki ve işbirliği hakkını sadece kendilerinde görürler. Örnek olsun, yıllar boyunca NATO üyeliğini sorgulamayıp ABD’nin çıkarları doğrultusunda yapılandırılan bir orduya “milli” diyenler, Kürt örgütleri ABD ya da Almanya ile işbirliğine gittiğinde emperyalizmi hatırlamaktadır. Aynı Kürt örgütlerinin, Türkiye soluna emperyalizm diye bir şey olduğunu unutturduğunu da belirtelim hemen!
Evet, emperyalistlerle, dış güçlerle ilişki kurma tekeli kimde olmalı acaba! Hükümette olan parti “ben devletim, devlet olarak çıkarlarımız doğrultusunda istediğimle işbirliği yaparım” demektedir.

Uzun bir dönem boyunca ABD ile NATO’nun ağır topu ülkelerle yakın ilişkilere girildi, bu ilişkilerden hiç hayır çıkmadı, hem halkımız hem başka halklar zarar gördü; faydası hep egemenlereydi. Bütün bu ilişkiler yıllarca devrimciler tarafından sorgulandı, protesto edildi, bunu yapan gençlere devlet saldırdı, devletin kontrolünde sivil faşistler saldırdı, yargı saldırdı, medya saldırdı. Özetle hükümetler, AKP dahil, emperyalizme karşı duran yurtseverlerden hiç haz etmedi.
Lakin aynı hükümetler, yine AKP dahil, muhalefettekilerin emperyalist merkezlerle ilişkisinden hep rahatsızlık duydular ve bunu büyük bir yaygara ile milliyetçi duygulara seslenerek linç gerekçesi yaptılar. “Ülkemizi başkalarına şikayet etmek”, “kökü dışarıda olmak”, vatana ihanet” vs. vs. vs.

Yakınlaşsan suç, karşıya alsan suç!

Düzen muhalefetinin tutarsızlığı da az değil ama! Mesela BOP Eş Başkanı filan diye Erdoğan suçlanır, yaftalanır ama aynı Erdoğan batıdan uzaklaşmakla da itham edilir. Emperyalizmden dem vuran kimi siyasetçilerin Sosyalist Enternasyonel’de, yani emperyalizmin en etkili platformlarından birinde boy göstermek için birbirleriyle yarışması da bir başka garabettir.

Bütün bunlar şunu göstermektedir: Düzen siyasetinde işbirlikçilik filan gibi suçlamalar hikayedir, “millicilik” de…

Çünkü düzen dediğimiz şey piyasadır, sermayenin egemenliğidir. Bunun uluslararası karşılığı emperyalizmdir; emperyalizm de bir hiyerarşi olduğu ölçüde siyasi aktörlerin güçlü emperyalist merkezlerden destek istemesi, onlarla işbirliğine yönelmesi, onların himayesinde işler çevirmesi eşyanın doğasına uygundur. Tersi düşünülemez. Bu açıdan zaten sermaye sınır tanımaz.

TÜSİAD’a yarananın Almanya ya da İngiltere ya da ABD’ye yaranmasına şaşırılmaz.
Öte yandan dış dünyadan desteğin başka bir yönü daha vardır: Halkına yabancılaşma. İktidarda ya da muhalefette, emperyalist ülkelerle geliştirilen bağın anlamı, ülkenin kaderini “dışarıya” teslim etmektir. “Demokrasi getirecekse, AB’ye bağımlılığa razıyım” diyen “sol” liberallere rastladık geçmişte. Almanya’nın demokrasisi! Volkswagen ve Siemens’in çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin yapılandırılması!

Ya da şöyle bir örnek verelim: Türkiye’ye soğuk savaş döneminde yerleştirilen ve kontrolü ABD’de olan nükleer silahların bir bölümü, “taktik nükleer silah” vasfı taşıyordu ve ülkenin uygunsuz güçlerin eline geçmesi durumunda bu silahlar patlatılaca, insanlarımız da “demokrasi şehidi” sayılacaktı! Buna izin veren hükümetler “milli”, “NATO’ya hayır” diyenler kökü dışarıda oluyordu.

Ve bu demagoji prim yapıyordu.

Vay kardeş vay…

Kemal Okuyan / SOL

Cesur Yürek - TAYFUN ATAY

Mel Gibson’ın hem yönetip hem de başrolünü üstlendiği “Cesur Yürek” (“Brave Heart”) filmini kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum.
Ama her izlediğimde filmin final sahnesinde onca izlemeye rağmen gözyaşlarıma engel olamadığımı hep hatırlıyorum!.. İngiliz krallığına isyan etmiş, kendi işbirlikçi lordlarına da resti çekmiş İskoç kabilelerinin özgürlük tutkusuyla başlattıkları mücadeleyi anlatan bu muhteşem film, final sahnesinde isyanın liderinin egemenler tarafından dize getirilip getirilemeyeceğine ilişkin bir gerilime çeker hepimizi...
Özgürlük mücadelesinin lideri William Wallace (Mel Gibson) tuzağa düşürülüp tutsak alınmış, sonuçta da işkence yapılarak korkunç acılar içinde can verme ya da nedamet getirerek işkence ve acıdan uzak “huzurlu ölüm” seçenekleri arasında sıkışmıştır. Birbirinden incelikli tekniklerle art arda yapılan işkenceler korkunçtur. Bir “Asi”nin “majesteleri” karşısında nasıl da pişman şekilde af dilediğini görerek böylece kendi ezilmişliklerini meşrulaştırıp içlerini rahatlatma imkânı arayan insanlar, işkencecilerle birlikte “Af dile, af dile” diye ona seslenmektedir. Hatta işkence o kadar korkunçtur ki “Cesur Yürek”in kalabalığın arasına sızmış olan mücadele arkadaşları bile onun yaşadıkları karşısında dayanamayıp çektiği acıların son bulması için “Af dile, af dile” diye sessiz çığlıklar atmaktan alamamaktadır kendilerini...

                                                                          ***
 
Nihayet tüm seyircilerin ve işkencecilerin dikkatini çekecek şekilde, bedeni lime lime olmuş adamın son bir gayretle dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylemeye çalıştığı fark edilir. İşkenceci, “Mahkûm bize bir şeyler söylemek istiyor” diyerek yüzünde tiksinti verici, haz dolu bir ifadeyle seyredenleri susturur. “Cesur Yürek” William Wallace, karnını, kasıklarını, bağırsaklarını ve solunum sistemini de taramış bıçakların yarattığı tahribatla son bir söz söyleyebilmek için nefesini toplamaya uğraşır, uğraşır, uğraşır... Ve “Özgürlüüük” diye çığlık atarak noktayı koyar!..

                                                                           ***

Yenilen, özgürlük uğruna savaşan “Cesur Yürek” olmamıştır. Yenilenler, koskoca bir krallık, onun işbirlikçisi lordlar, bir “Asi”nin nedamet getirmesini sağlamaya çalışan görevliler, işkenceciler ve böyle bir “af dileme” ile kendi ebedi tutsaklık ve ezilmişliklerine mazeret üretmeyi arzu eden insancıklardır.
                                                                            ***
 
Cumhuriyet davasında üç gündür devam eden duruşmaları kesintisiz izlemeye çalıştım. Her gün, pek çok bakımdan, hepimize (mahkeme heyeti de dâhil olmak üzere) bir ders mahiyetinde oldu: Hukuk dersi (Akın Atalay, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör), gazetecilik dersi (Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Güray Öz, Önder Çelik), mizah dersi (Musa Kart), sanat-edebiyat dersi (Turhan Günay), “bilişim” dersi (Hakan Kara)... Ve bunların üzerine, tamamlayıcı, bütünleyici, hepsini kucaklayıp temize çekici mahiyette Ahmet Şık tarafından verilen “Özgürlük nedir, ne değildir”, bir başka deyişle “İnsanlık” dersi.
                                                                             ***
 
Ahmet’in savunmasını, daha doğrusu onun kendi deyişiyle (iktidar sahiplerine yönelik) bir “İtham” olan konuşmasını dinlerken canlandı zihnimde “Cesur Yürek” filminin krallar, lordlar ve onların ordularına karşı özgürlük için mücadele sahneleri... Ama Ahmet, “Cumhuriyet gazetesinde aradığınız örgüt, siyasi parti kılığında Türkiye’yi yönetiyor” sözünde en özlü karşılığını bulan 2 saatlik muhteşem konuşmasını “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diye tamamladıktan sonra; Mahkeme heyetinin sorularına verdiği cevaplarla açtığı “2. Perde”de; Öyle bir konuşma yaptı ki... “Cesur Yürek”in “Özgürlük” haykırışıyla bedenine, ruhuna, kimliğine, tüm varlığı ve varoluşuna çullanmış korkunç bir iktidarı, onun yardakçılarını ve ona kul-köle olmuşları hem püskürtüp, hem de teslim aldığı o son sahneyi bir kez daha seyrediyor hissine kapılmaktan kendimi alıkoyamadım!..

                                                                             ***

Ahmet’in “Cesur Yürek”liği karşısında takdir ve şükranla gözyaşlarımı sessizce içime akıttım! Bırakın bizi, gazetemiz Cumhuriyet’i, bu memleketin bile hiçbir zaman teslim olmayacağına ve teslim alınamayacağına inancım pekişti! Onunla aynı toprakta yoğrulmuş olmaktan, aynı havayı solumaktan, aynı memleketin insanı olmaktan onur, övünç ve mutluluk duydum!..


                                                                              ***

Abarttığımı düşünebilirsiniz. O zaman lütfen bugün bu gazetede bu yazıyla birlikte yer alan Ahmet Şık (müdafaanamesi değil) “İthamname”sine ilgi yönelterek onu dikkatlice baştan sona okuyun!.. Söylediklerimin “fazlası yok eksiği var” olduğunu göreceksiniz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Eeeey Türkiye, Eeeey Vicdan! - Nilgün Cerrahoğlu

“Bu ülkede insanların kulakları
Eeeey!’ diye başlayancümlelere aşinadır.
Ben de savunmamı ‘Eeeey vicdan!’ diyerek noktalamak istiyorum” diye sonlandırdı sözlerini Musa Kart...

Musa 35 yıldır karikatür çiziyor. Şimdi Demokles’in kılıcı gibi kafasının üzerinde sallanan “29 yıla varan bir hapis cezası” tehdidiyle yargılanıyor.
Yani çizdiği her yıla karşılık nerdeyse bir yıl hapis yatmak riskiyle yüz yüze!
Dokuz aylık Silivri tutsaklığı ardından “Balkanlar’ın en büyük adliye sarayı” Çağlayan’ın sauna gibi sıcak ve vıcık vıcık nemli ağır ceza mahkemesi salonunda, “terör örgütleri” ile “karikatür” arasında neden bir irtibat olmadığını, olamayacağını ve kendisinin her tür teröre yabancı bir konumda olduğunu anlatmaya çalışıyor. Karikatürün ayrıca ne olup ne olmadığını da açıklıyor ve tutarsız, akla ziyan suçlamaların hesabını vermek adına çaba harcıyor.
Mevsim sıcaklarının tavan yaptığı bu yapış yapış yaz gününde, denizde şezlonglarında güneşlenen yazlıkçılar, Kart’ın “Eeey vicdan!” çığlığını muhtemelen duymuyorlar.
 
‘İzmir Marşı’yla avunmak
Oysa bu çığlık yalnız iktidara değil, muhalefete de atılan bir çığlık aynı zamanda. Yalnız iktidardakilerin değil, muhalefettekilerin “vicdanını” da bağlıyor.
Bakıyorum orada burada, alışveriş merkezlerinin dikkat dağıtan cazibesine dalan herkes alışverişe devam ediyor. Kaldırım üstüne masalarını atan restoranlar ve kafelerde yaşam keyfini çıkarmayı sürdürüyorlar...
Çağlayan duruşmalarını izlediğim günlerden beri, etrafımdaki “günlük yaşamın acayip normalliği” ile duruşmada tanık olduğum devasa dramın arasındaki kopukluk beni afallatıyor. Sanki yaşadığımız tüm olaylar çok sıradışı değilmiş ve ülkede her şey her zamanki mecrasında akıyormuşçasına süregiden yaşam beni şaşırtıyor.
Çağlayan’dan çıkıp eve dönmek üzere her seferinde arabaya, vapura bindiğimde bu şaşkınlığı yaşıyorum.
İçerde gün boyu duyduklarımız, tanıklık ettiklerimize karşılık; günlük yaşamın sıradanlığına hayret ediyorum.
Dışardan bir göz “şizofren” olarak adlandırabilecek bu ikili/düal gerçekliğe baktığında, esasında Türkiye’de bir rejim değişikliği yaşandığını fark etmeyebilir.
Ama gerçekte bu çok yanıltıcı bir tablo ve bir avunmadan ibaret.
Geçen akşam örneğin duruşma dönüşü bir Burgaz restoranında yaşadığım üzere, gece vakti bangır bangır hoparlörle insanlar dışarıya “İzmir Marşı” verdiklerinde, “eski Türkiye”nin alışıldık düzenini hâlâ sürdürdüklerini varsayıyorlar...
 
Bir ‘metamorfoz’un davası
Ama Cumhuriyet davasına tam 5 sayfa ayıran Fransız “Liberation” gazetesinin yazdığı gibi, Türkiye çok başka bir “metamorfoz”dan geçiyor. Ve Çağlayan’daki Cumhuriyet davası bu “metamorfoz”un davası. Dolayısıyla bu “metamorfoz”a duyarlılık taşıyan herkesin, tatilci şezlongunda dalgınca uyuklamak yerine bu tarihi davayı alabildiğince yakından izlemesi lazım. Musa Kart, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Güray Öz, Ahmet Şık, Turhan Günay, Hakan Kara, Akın Atalay, Bülent Utku, M. KemalGüngör, Önder Çelik, Emre İper arkadaşlarımızın birebir tarih yazan savunmalarına doğrudan tanıklık etmeleri lazım.
Yirmi gün önce “Adalet Yürüyüşü”nü tamamlayan Kılıçdaroğlu nerede mesela? Neden Çağlayan’da değil? Niye aramızda yok? “Adalet” uğruna 430 km. yol kateden ana muhalefet lideri, Musa Kart’ın -misal-“Eeeey vicdan!” yakarışını yaptığı anda, bu salonda olmalıydı. Duruşma salonunda evet 20 civarı CHP temsilcisi var ama bu yeterli değil. Gözler (en azından benim gözlerim!) Adalet Yürüyüşü sonunda iddialı bir manifesto ortaya koyan Kılıçdaroğlu’nu arıyor.
İngiltere’de İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn Ahmet Şık tişörtüyle görüntülenmeyi kendine eğer iş ediniyorsa, Kılıçdaroğlu’nun da bizzat burada olması gerekir.
Bu sıradan bir basın davası değil.
Hâlâ bunun ayırdına varmadınız mı?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Parkeci, pideci davası - ÖZGÜR MUMCU

Cumhuriyet davasının soruşturma savcısı yani bugün tutuklu olan gazete yazar ve yöneticileri hakkında gözaltı kararı veren savcı, bir “FETÖ” davasında müebbet hapisle yargılanıyor. Bu, tek başına Cumhuriyet davasının çöktüğünü gösterir. 

Burada da kalmıyor iş. Davanın duruşma savcısı ise Cumhuriyet yazarı Mine Kırıkkanat’a bir yazısı nedeniyle Fethullah Gülen’e hakaret etti diye iddianame düzenlemiş. 

Cumhuriyet’i Gülen cemaatine yardım ve yataklık yapmakla suçlayanlar bu kişiler. Şimdi sizden yukarıdaki paragrafı bir daha okumanızı ve ardından derin bir nefes almanızı rica edeceğim.
Muhtemelen Türk hukuk tarihinin en saçma iddianamesiyle karşı karşıyayız. Cumhuriyet yazar ve yöneticileri pazartesi gününden beri bu tuhaf metni lime lime etti. Kendine saygısı olan bir insanın bu delilsiz, hukuk mesleğine hakaret niteliğindeki iddianameye sahip çıkması mümkün değil.
Parkecinin oğlu neden o lokantada yemek yedi, 6 yıl önce arabanı tamir ettirdiğin oto tamircisinin 8 sene önce çalıştığı şirket neden soruşturma geçirdi, 11 sene önce yanında çalıştığın avukat neden HDP’den milletvekili oldu, yaş gününde pide aldığın pideci “FETÖ”cü müydü gibi delillerden bahsediyoruz. 

Bunları yaşıyoruz. Gerçekten oluyor. Koca koca, cüppeli cüppeli beyler ve hanımlar devletin parasıyla kurulmuş, halka hizmet etmesi gereken adliye sarayında bu müsamereyi sürdürüyorlar.
Parkeci, pideci, tamirci davası bu. Cumhuriyet yazar ve yöneticileri kendilerini arayan tanımadıkları insanların telefonlarında ByLock var diye 9 aydır hapiste. Bu iddianameyi hazırlayan savcılara hodrimeydan. Paylaşsınlar bakalım telefon kayıtlarını. Kimlerle temastalar? Kimlerle konuşmuşlar?
Gülen cemaati için suç uydurmaktan yargılanan soruşturma savcısı? Yüreğin yeter mi telefon kayıtlarını açıklamaya? 

Gülen’e hakaret edildi diye yemeyi içmeyi bırakıp iddianame düzenleyen duruşma savcısı, göster bakalım telefon kayıtlarını? Bakalım kaçının telefonunda ByLock var? Pidecin kim? Parkecin kim? Oto tamircin kim? 

“FETÖ” sanığı duruşma savcısı ve Gülen’e hakaret edildi diye iddianame döşeyen duruşma savcısı. Açın bakalım banka hesaplarınızı. Bir de sizin pidecinizi, parkecinizi, oto tamircinizi görelim. Bakalım kimlere banka havalesi yaptınız, kimler size ne gönderdi? 

Neden Hüseyin Gülerce gibi cemaatin itirafçı imamı, yarın ne yana döneceği belirsiz bir cemaat elemanına koştura koştura gidip de her yerine Fethullah Gülen sinmiş bir bukalemunu tanık yaptınız?

Seçtiğiniz bilirkişi neden adını gizliyor? Kimdir? Var mıdır cemaatle bir ilgisi?

Türk ve dünya tarihine geçecek bu dava. Bir adet yahu ilaç için bir adet mi delil olmaz?

İktidar medyasından bile destek bulamayacak kadar delik deşik bir iddianameyi nasıl yazdınız?
Gülen’in müebbetle yargılanan sanığı, Gülen’e hakaret edildi diye yüreği hoplayan şahıs, farkında mısınız asıl siz yargılanıyorsunuz Çağlayan’da.

Gazetemizin yazar ve yöneticilerinin alnı ak, başı diktir. Umarız mahkeme heyeti kendi önüne iddianame diye konan bu saçmalığı hukukun, vicdanın ve adaletin gereğince değerlendirir. Cemaat yargısının çok örneğini verdiği hukuki bir utançtan yargıyı kurtarır.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Mizah dergiciliği biter mi? - METİN CELAL

Levent Cantek ve Levent Gönenç, Muhalefet Defteri’nde (Yapı Kredi Yay.) ülkemizdeki mizaha ilk mizah dergilerinden başlayıp günümüze uzanan bir perspektifte bakıyor. 1870’te yayımlanan Diyojen’den bugünün dergileri LeMan’a, Penguen’e, Uykusuz’a kadar değişmeyen temel sorunları ele alıyorlar. 
 
Kuşkusuz en temel sorun sansür. Mizah dergilerinin başı her zaman sansürle dertte olmuş. İktidarların sağ ya da sol olması durumu değiştirmiyor. Karikatür, mizah, yönetenleri her zaman korkutuyor, kızdırıyor. 

 
Doğrudan yasaklamanın yanı sıra kâğıt tahsis etmemek gibi dolaylı yollardan da yayımları engellenmiş. Abdülhamit zamanında da, Cumhuriyet’in kuruluşunda da, Menderes, Demirel, Özal gibi şimdi hayırla yâd edilen liderlerin dönemlerinde de değişen bir şey yok. Liderler tüm basını olduğu gibi mizah dergilerini de kendilerinden yana görmek istiyor. 
 
Türkiye’nin en uzun ömürlü dergisi, 1922’den 77’ye dek yayımlanan Akbaba’nın ve patronu Yusuf Ziya Ortaç’ın öyküsü ilginç. Mizah dergileri doğaları itibarıylı muhalif olmalıdır görüşünü Akbaba yalanlıyor. Cantek ve Gönenç’e göre Yusuf Ziya Ortaç her zaman iktidarla iyi geçinmeyi bilmiş, devletten destek almış ve Akbaba hep iktidarların yanında olmuş. Akbaba hiçbir zaman çok satan bir dergi olmamış. O nedenle ilana muhtaç ve devlet desteğine gereksinimi var. Ama yayımlandığı dönemlerde mizahı da, mizah dergiciliğini de anlayış olarak belirlemiş. 
 
Günümüz mizah dergiciliğini belirleyen ise Akbaba değil, Gırgır. Gırgır, dergi olarak 70’li yılların başından 80’lerin sonuna kadar belirleyici olmuş. Cantek ve Gönenç, Oğuz Aral’ın dergicilik anlayışının sonraki dergileri de etkilediğini yazıyor. Gırgır’a benzer ya da karşı ama hep onun açtığı yoldan ilerleyen dergiler yayımlanmış. Öyle ki hâlâ Gırgır’ın dergi boyutunda basılıyor mizah dergileri. Biçimi bile değiştirmek mümkün olmadı. Aynı zamanda karikatürcü ve yazarlar için bir okul niteliğinde olduğu için, Gırgır’ın izlerini sonraki dergilerde görüyoruz. Biçim ve içerikte bir süreklilik var. 
 
Günümüzde yayımlanan LeMan, Uykusuz, geçenlerde kapanan Penguen, Gırgır ekolünün dergileri. Daha önceleri yayımlanan Fırt, Avni, Limon, Hıbır, Deli, Mikrop, Pişmiş Kelle gibi dergiler de eklendiğinde neredeyse 60 yıldır süren bir mizah ve dergicilik anlayışından söz ediyoruz.
Mizah dergilerinin artık okunmaz olmasında bu sürenin de etkisi var sanıyorum. Değişim için geç kalındığını söyleyebiliriz. Tabii ki Gırgır’ı izleyen dergiler onun tamamen benzerleri değildi. Cantek ve Gönenç’in de belirttiği gibi Leman’ın 90’lı yıllardaki başarısında postmodern çağı doğru okumak ve ona uygun dergicilik yapmanın da payı büyük. Penguen de, Uykusuz da kendilerine göre Gırgır anlayışını geliştirip, değiştirdiler. Ama 2017’de artık bu anlayıştan yola çıkarak mizah dergiciliği yapılamayacağı anlaşılıyor. 
 
İhtiyarladılar, genç yazar ve çizer yetiştiremediler. Günümüz gençliği ile bağları koptu. Ülkenin politik yapısı da değişti. Siyaseten ortadan ikiye bölündük. Siyasilerin mizaha hiç tahammülü yok. Musa Kart örneğinde olduğu gibi bir kedi karikatürü bile terörist damgasıyla hapsedilmenize yetiyor. Öte yandan dergilerin yapamadığını sosyal medya kullanıcıları yapıyor. Mizah artık internette, sosyal medyada. 
 
İnternetin etkisiyle dergicilik genel olarak kan kaybına uğradı. Mizah dergilerinin tirajları çok düşük diyoruz ama hâlâ en çok satan dergiler onlar. Onları bir tek Metin Üstündağ’ın icat ettiği, mizahla edebiyatın karıldığı ve zamanla edebiyatın ağır bastığı Ot’giller zorluyor. Onların da ne kadar kalıcı olabileceğini göreceğiz. 
 
Ben Gırgır devrinin kapanmasının mizah dergisi geleneği bitirmeyeceğini, internette yapılamayanı yapan anlayışla yayımlanacak mizah dergilerinin geleceğini düşünüyorum.

Metin Celal / CUMHURİYET

Patronlar yatırım yapsın diye tabiat varlıklarını bağışlamışlar - KADİR SEV

21 Temmuz 2017 günlü Resmî Gazetede yayımlanan bir Yönetmelikle “Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında” yönetmeliğe bir madde eklendi.


Maddeyle, mahkeme kararlarıyla ortaya çıkan ve patronları olumsuz etkileyen bir durumun düzeltilmesi amaçlanıyor.

Olumsuz durumun ne olduğu ve çözüm için önerilen yönteme kısaca göz atalım:
Bugüne değin çıkarılan çok sayıda yasayla iş adamlarına; yatırım yapsınlar, üretimi, istihdamı ve ihracatı artırsınlar diye kamu taşınmazlarının bedelsiz olarak mülkiyetinin devredilmesi öngörüldü.
Yasalar uygulanırken, meğer özel mülkiyete konu edilmesi yasak olan; devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlar da araya karışmış ya da karıştırılmış ve bu durum, açılan davalar sonucunda verilen mahkeme kararlarıyla ortaya çıkmış.

Tabiat varlıkları, doğal sit alanları, özel çevre koruma bölgeleri, denizler, kıyılar, ormanlar, göller, nehirler, meralar, otlaklar, yaylaklar, kışlalar,  ….. Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler kapsamına giriyor.

Eklenen maddeyle, bu kapsamdaki taşınmazların mülkiyetinin devredilmesinden vazgeçiliyor, rayiç bedelin binde beşi üzerinden 49 yıla kadar doğrudan kullanma izni verilerek yasaya aykırılık gideriliyor.

İsterseniz, yargı kararları sayesinde bir yanlıştan dönüldü; 49 yıl sonra nasıl olsa bizim olacak deyip sevinelim.

Yönetmeliğe eklenen madde, havuz olsun olmasın, yazılı ve sözlü medyada, neredeyse aynı sözlerle haber yapıldı: “yatırımcıya yer tahsisinde kolaylık sağlandı”

Haberin veriliş biçiminden, başka bir gerekçeyle de olsa, sevinmemiz gerektiğini anlıyoruz.
Devletin hüküm ve tasarrufunda olan taşınmazların mülkiyetinin yasalara aykırı olarak devredilmesini haklı gösterecek gerekçelerin ne olduğunu öğrenmek en doğal hakkımız. Çünkü patronlara bağışlanan taşınmazlar hepimizin ortak malı ve bu hakkımız; yasalarla korunuyor.

Belki haklı nedenleri vardır. Ancak söz konusu AKP ve onun bürokrasisi olunca aklımıza ister istemez şu sorular geliyor:
Bir taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup olmadığını bilmek çok mu zor; hesabını kimler tutar, kimler denetler? Devredilirken, niteliği/özellikleri hiç mi araştırılmaz? Araştırılmıyorsa neden? Bu işlerin sorumlusu kim? Yanlışa ya da yasadışılığa yol açanlar hakkında bugüne değin neler yapıldı? Özel mülkiyete konu edilemeyeceği, açılan davalarla ortaya çıktığına göre, dava açılmayanlar arasında yasak kapsamında olanlar var mıdır ve bunu nasıl öğreniriz?
Şimdilik bu sorularla yetinelim.

Eklenen maddeyle, yasadışı bir uygulama öngörüldüğünü söylemiyorum. Önerilen, 4706 sayılı Kamu taşınmazlarının yönetilmesine ilişkin Yasaya aykırı değil. Gariplik Yasada. Kamu taşınmazlarının yönetilmesi adını taşıyor ama satılması, üst hakkı kurulması, devredilmesi, kiralanması gibi işlemlere ilişkin kurallar dışında hiçbir şey düzenlenmiyor.

Kamu taşınmazlarının yönetilmesi denildiğinde akıllarına bunlardan başka bir şey gelmediği için düzenleme gereği duymamışlar.

Kamu taşınmazlarının satılmasına, ekonomiye kazandırmak diyorlar. Ekonomiye kazandırdıkça da okul yapacak yer bile kalmıyor. Milli Eğitim Bakanlığının 2016 yılı Faaliyet Raporunda bakın neler yazıyor:
Bakanlığımız kamulaştırma yoluyla arsa üretmektedir ancak imar planında eğitim alanı olarak yer alan taşınmaz sahipleri tarafından Bakanlığımız aleyhine açılan hukuki ve fiili el atma davalarının yoğunluğu nedeniyle; 2016 yılı itibariyle Başkanlığımıza ayrılan bütçenin büyük bir kısmı, söz konusu davalar sonucu hisse bazında dava açan taşınmaz sahiplerine tazminat bedeli olarak ödenmektedir.
Yapılan işin, akılla ve mantıkla açıklanmasına olanak yok. Zaten kapitalizm de öyle değil mi?

Kadir Sev / SOL

Batı Erdoğan'ın altındaki koltuğu çekse bile... - ÖZGÜR ŞEN

Batılı merkezlerin Erdoğan'dan hoşlanmadıkları artık herkesin bildiği bir gerçek. Keza uluslararası sermayenin de AKP liderine güvenmediği ortada. Bu algının Batılı kamuoyuna mal olması ise bunlarla bağlantılı ama mutlaka üzerinde durulması gereken bir olgu...


Erdoğan'a dışarıdan bakan bir göz ise rahatlıkla AKP genel başkanının kendisi hakkında oluşan bu mutabakatı dağıtmaya uğraşmadığını, tam tersine üzerine üzerine gittiğini söyleyebilir. Almanya'yla yaşanan çok boyutlu siyasi gerilim, sonra yanlışlık olmuş dense de Alman sermayesini tehdit girişimleri veya Rusya'yla yapılan hava savunma sistemi pazarlığının bu algıyı yumuşatacağını herhalde kimse söyleyemez.

Gülen cemaatinin ABD'deki faaliyetleri ve Kürt siyasetinin ve Erdoğan'la ters düşmüş liberallerin Avrupa'daki girişimleri de bu bağlamda mutlaka hesaba katılmalı. AKP'nin içeride attığı adımların AKP muhaliflerine dışarıda pek çok koz verdiği muhakkak.

Aklını tamamen kaybetmiş reis aşıkları dışında herkes bu gerilimin eşitsizliğini, örneğin Almanya ile AKP arasındaki bir çekişmede nihai kozların kimin elinde olduğunu görüyor. Tuhaf olan ise bu eşitsizlik veri alındığında dahi Erdoğan'ın gücünü nereden aldığında kimsenin anlaşamaması...
Erdoğan, Almanya ile ABD arasında uzun süredir var olan ve Trump'ın başkanlığında gittikçe belirginleşen ayrılık noktalarından mı güç alıyor örneğin? Ya da Rusya'nın pragmatik lideri Putin'in uluslararası alandaki manevraları mı AKP'ye alan açıyor? Yoksa Erdoğan esas olarak Türkiye'de bir şekilde korumayı başardığı toplumsal tabanı sayesinde mi Batı'ya meydan okuyor?
Bunların hepsinde bir gerçeklik payı var mutlaka. Ancak tüm bunların yanında Batıyla Erdoğan'ın arasındaki çekişmede Erdoğan'ın elinde tuttuğu bir koz çok önemli: O da AKP Türkiyesi'nin bir bütün olarak kendisi...

Batı Erdoğan'ı karşısına alsa da nesnel olarak AKP Türkiyesi'ni karşısına alamıyor. Erdoğan'ın gitmesinden gerçekten memnun olacak çok sayıda Batılı odak Türkiye'de AKP liderinin hayatta kalmasını sağlayan zeminle mücadele etmiyorlar.

Niye etsinler... Onların bu zeminle bir dertleri yok.

Örneğin Türkiye'de laikliğin tarihe gömülmesi Batıda kimsenin umurunda değil. Yine herhalde kimse Batılı sermaye temsilcilerinin Türkiye'deki işçi düşmanı, piyasacı uygulamalardan şikayetçi olacağını düşünmüyor. Ya da Avrupa değerleri masalına inanan kaldı mı dünya üzerinde? İnsan haklarını ihlal eden, özgürlükleri sınırlayan adımlardan Batı yalnızca kendi ayağına basıldığı zaman rahatsız oluyor, böyle olunca da ciddi bir samimiyet sorunu ortaya çıkıyor.

Gericilik, piyasacılık, işçi düşmanlığı, otoriter eğilimler... Erdoğan tüm bunların toplamından başka bir şey değil...

Batıyla yaşanan gerilimi karmaşıklaştıran ve Erdoğan'ın alanını genişleten açmaz işte bu. Üstelik aynı açmaz doğal olarak Türkiye'deki Erdoğan muhaliflerini de bağlıyor. Batıya yüzünü dönmüş bir muhalefet, Erdoğansız AKP veya yeni bir merkez sağ odak gibi siyasi projelerle Erdoğan'ı sıkıştırmaya çalışırken AKP genel başkanının ayağını bastığı zeminle uğraşmıyor. Çünkü Türkiyeli AKP karşıtlığının ana gövdesinin de AKP'yi AKP, Erdoğan'ı Erdoğan yapan gericilikle, piyasacılıkla veya işçi düşmanlığıyla bir dertleri yok. Otoriter uygulamalara karşı çıkmak ise ne yazık ki yetmiyor... Türkiye'nin geldiği noktada AKP Türkiyesi'ni karşıya almak bu düzeni karşıya almaksızın mümkün değil artık ve bunu yapmadan Erdoğan'la mücadele etmek de bizi bir çözüme götürmüyor.
Batıyla Erdoğan'ın yaşadığı gerilimin sahiciliğinden kimse şüphe etmesin. Ancak AKP lideriyle Batılı merkezler arasında mutlak anlamda çözülemeyecek, uzlaşmaz bir çelişki yok. Her iki taraf da bu dünyada hüküm süren düzene tabiler ve bu düzenin sürekliliği her şeyden daha önemli.
Erdoğan'ın koltuğunu altından çekmeye muktedir güçler AKP Türkiyesi'nin temelini asla karşılarına almayacaklar. Birgün o koltuk Batının desteğiyle devrilirse de öncelik hep Türkiye'de varolan düzeni korumak olacak. Erdoğan yönetmeyecek ama onun hayali olan AKP Türkiyesi temel eksene dokunmayan bazı değişikliklerle devam edecek.

Aynen bugün olduğu gibi gerici, piyasacı, işçi düşmanı uygulamalar sürecek, uluslarası sermaye ülkemizde at koşturacak, bunun adına da kurtuluş denecek... Kötülük Türkiye'yi böyle bir çaresizliğe sürüklemesin. Erdoğan'ın fazlasıyla uzun sürmüş iktidarı bizi buna razı etmesin.

Özgür Şen / SOL

Kültürümüzde seks yok(muş) - MUSTAFA K. ERDEMOL

Erzurum’daki Kış Oyunları’nda sporcuların otel odalarına prezervatif koyulduğu, ancak sonradan Türk sporcuların odalarından bunların toplatıldığı ortaya çıkınca, Türkiye Üniversite Sporları Federasyonu Başkanı Kemal Tamer durumu "Bizim kültürümüzde sevişmek yok" diye savunmuş.
Bu bana eski bir yazımı anımsattı. Bir kez daha paylaşayım istedim:
Cinsel devrimdi, özgür seksti derken, sekssiz bir yaşamı olanlarla da tanıştık sonunda. Hızla gelişen bir akım olduğundan söz ediliyor bunun. Döne dolaşa bir tüketim maddesine dönüşmesi pek olası yeni bir uçuklukla karşı karşıyayız açıkcası. Kendilerini bu davranış biçimiyle ifade etmeye çalışanların oluşturduğu “hedef kitle” için tasarlanmış her türden ürünün ortaya çıkmasına yarayacak bir “piyasa” cinliği de olabilir pekala. Açgözlü toplumlarda her zevk, her hobi bir tüketim gerekçesidir çünkü. Vahşi kapitalizm bu fırsatı kaçırır mı?


Adını, kendilerini “aseksüel” (cinsel yaşamı olmayan) olarak tanımlayanlardan alan bu akım ABD’de başlamış. Konuyla ilgili araştırmalardan, yayınlanan raporlardan söz ediliyor. Bir bölümünü okudum. Çok sayıda insan ne kadınlarla ne de erkeklerle seks yapmadan yaşamak istiyormuş. İnsanın kendi kararıyla aseksüel olabilmesi mümkün müdür, bilmiyorum doğrusu. Biyolojik, anotomik gereksinimler böyle bir kararı zorlaştırırmış gibime geliyor.

Akımın öncülüğünü yapanlar aseksüel olmaları için onlarca gerekçe sayıyorlar. İlginçtir, bunların arasında tek bir dini gerekçe yok. Sadece, aseksüellerden biri, “Seks şeytani bir kavramdır” diyor ama ona bunu söyleten başka bir neden de olabilir. Geçmişte, cinselliğe ilişkin her yasaklamada dini gerekçeler olduğunu bilenler için farklı bir durum bu. Cinselliği reddeden laik bir yaklaşımla karşı karşıyayız bu kez.

İnsanların kendi bedenlerini nasıl kullanacaklarına ilişkin mücadelelerinin tarihi zorlu bir tarihtir. Wilhelm Reich’tan Jung’a, Freud’a kadar bir çok psikanalist bu mayınlı tarlada, aslında hala sonuçlandırılmamış da olsa ciddi bir birikim oluşturdular. Cinsel özgürlüğün kazanılması için her dinden oluşmuş “iman duvarlarını” delmek gerekti. Serüveni uzundur bunun.

Cinselliğin iğrenilecek bir davranış biçimi olduğunu elbetteki önce din adamları söylediler. Kendi yaşamlarına bu “iğrençliği” sokmayan din adamlarından ikisi kalmıştır aklımda benim. Colette adlı bir aziz, cinsellikten öylesine iğrenmekteydi ki annesinin yeniden evlenmesini bile kınamıştır. Gonzaga adlı bir başka azizin de Colette’den aşağı kalır yanı yoktu. Bunlara İslam dünyasından da bir ad eklenebilir aslında. Ünlü kadın Sufi Rabiat el-Adeviye ömrü boyunca cinsellikten uzak durmuş, yapılan tüm evlilik önerilerini sadece Allah’ı sevdiği gerekçesiyle geri çevirmişti. Cinsellikten uzak durmanın dinden kaynaklanan bu tür uç örneklerine rastlanır zaman zaman.
Adı geçenlerin bu tutumları bize bugün abartılı, anlaşılmaz gelse de; en azından içten insanlar olduklarına kuşku yok. Ama yoksul, güçsüz iman sahiplerine yasakladıkları cinselliği kendileri söz konusu olunca, hem de en iğrenç biçimde yaşayanlar da vardı. Ortaçağ konusunda gelmiş geçmiş en büyük otoritelerden biri olan Huizinga, Papa VI. Alexander’in katıldığı bir seks partisinden söz eder: “Valentino Dükü’nün Piskoposluk sarayındaki apartmanında, elli saygın fahişenin de katıldığı bir akşam yemeği verildi. Fahişeler yemekten sonra uşaklarla ve davetlilerle, önce üzerlerinde elbiseleriyle sonra da çırılçıplak dans ettiler. Daha sonra mumları yakılmış şamdanlar masalardan indirilip yere kondu ve etrafına kestaneler serpiştirildi. Fahişeler şamdanlar arasında çırılçıplak emekleyerek kestaneleri topladılar. İzleyiciler arasında Papa, Dük ve kızkardeşi Donna Lucreiza da vardı. Davetlilere göre tüm bunların genel salonda (yani Kardinaller Meclisi’nin toplantıları için kullanılan Sala Regia’da) yapılması gayet münasipti.”

Bu son alıntıyı saymazsak, kendilerini aseksüel olarak tanımlayanların bu tavırlarının arka planında güçlü bir tarihsel fon bulunuyor. Her davranışımızın geçmişte bir izdüşümü var. Önümüze, sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi birçok uçukluk çıkarılıyor. Tarihi, kendileriyle başlatan çok sayıda şarlatanla karşı karşıyayız. Bu şarlatanların kolayca bir topluluk haline gelmesi, artık ne anlama geldiği bile doğru dürüst bilinmeyen “sivil toplum” örgütü kavramı altında değerlendiriliyor. Tabii ki aseksüel topluluklar ille de bu kavramın içine girerler demiyorum ama; örgütlenmelerin, özellikle muhalif örgütlenmelerin önünün her fırsatta terör bahane edilerek kesildiği bir dönemde, son derece bireysel taleplerin dile getirilmesi özendiriliyor diye düşünüyorum. Bu taleplerin de dile getirilmesi elbette gereklidir.

Son derece laik bir yaklaşım dediğim cinselliği reddetme tutumu bir süre sonra, kilise, cami ya da sinagog gibi bir din kurumuyla bütünleşecek. İnsan bedeninin doğal gereksinimlerinin yerine getirilmesi dinden de güç alan bir disiplin içine sokulacak. Huntington, son kitabında Amerikan toplumundaki kirlilikten söz ederken, bu tür kirliliği bir türlü “Amerikanlaşamamış” siyahlara, diğer azınlıklara mal ediyor.
Bu kirliliğin içinde, (kaba bir bakışla doğru gibi görünen) cinsel kirlenme (!) de var. Bu kirlenme her tür ne tür bir kirlenmeyse, cinselliğin doğru dürüst yaşanmasıyla “temize” çıkması çok olasıyken, cinselliğin ortadan kaldırılması istekleri dürtükleniyor.

Siz söylemeden ben söyleyeyim; bunlar benim kuruntularım da olabilir. Ama siz, ABD’de başlayıp başka ülkelerde de yaygınlaştırılmasına çalışılan bu yeni akımın kurucusunun bir Amerikalı asker olduğunu bilin.

Belki benim kuruntularıma sizinkiler de eklenir.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Endülüs'ün son yılları ve Türkiye! - Arslan BULUT

Muhsin Kadıoğlu, "Endülüs'ün Son Yılları: NAR ÜLKESİ" adlı tarihi belgelere dayalı bir roman yazdı.  Romanda Endülüs'ün çöküş döneminde İspanya'ya Müslümanları ve Yahudileri kurtarmaya gönderilen Kemal Reis'in yaşadığı olaylar roman diliyle inceleniyor. Azerbaycan'dan edebiyat eleştirmeni Doç. Dr. Besire Azizali, "Bu roman, Türklüğe büyük bir hizmettir" diyor.


                                                                              ***
Endülüs'ü yıkanlar aynı yöntemlerle saldırıyor! Bu arada Ege Denizi'nde Türk egemenliği altında bulunan 18 ada, 2004 yılında Yanan egemenliğine terk edildi! Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, "Hükümet 2004 yılında AB'den müzakere tarihi alabilmek için bu adaları alenen Yunanistan'a verdi.  Şimdi de AB olmasa da olur diyorlar. İşlenen günah çok büyük.'' diyor.
İnternetten mesaj gönderen bir okur ise bu işin nereye vardığını özetliyor:
"Çanakkale'nin Çamlıca köyünden arkadaşım, evlerin  restore edildiğini, Yunanistan'dan sık sık turist geldiğini, eğlenceler düzenlendiğini anlattı. Köy okulu olarak kullanılan eski kilisenin restore edileceğini ve okul arazisinin tapusunun köye devredilmediğini bildirdi. Ben Gemlik Zeytinli köyünün adının Rumca Tirilye dönüştürülmesini anlatınca Çamlıca köyü tabelasına da eski Rumca adının ekleneceğini bildirdi.
Çanakkale merkezinde, ilçelerinde, köylerinde buna benzer çok dolaplar dönüyor. Bölgede eski Rum tapuları tespit edilerek ABD'ye gönderiliyor. Biz bunları 1922'de denize dökmüştük ama şimdi Yunanistan'a verilen 18 adanın dışında köylerimiz ve kasabalarımız da turizm maskesi altında Yunan' a peşkeş çekiliyor!"
                                                                                 ***
Siyasi iktidar ise ilk-orta öğretimden Türk Milleti'ne kendi toprağında egemenlik kazandıran Atatürk'ü, müfredattan çıkarmakla meşgul...
Atatürk'le kimin meselesi olabilir? Eski milletvekili Orhan Şen, bu konudaki eski yazılarımı hatırlattı.
Bakın buraya nereden geldik:
*2003'ün Mart ayında, AB Genel Kurulu'na sunulan Türkiye raporunda Hollandalı muhafazakâr parlamenter Arie Oostlander, Kemalizm ideolojisinden arındırılmış yeni bir Anayasa yazılmasını talep etmişti.
*Yine Avrupa Parlamentosunun İngiliz milletvekili Andrew Duff, Diyarbakır ve diğer bölgelere "otonomi" verilmesini önermiş ve Atatürk için, "Bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarından indirilmeli. Türkiye Kemalizmle yüzleşmeli" demişti.
*Teröristbaşı Abdullah Öcalan da benzer şekilde bir "iç konfederasyon"dan bahsediyordu. Dolmabahçe mutabakatındaki "eşit vatandaşlık" ve "ortak vatan" laflarının anlamı buydu.
*2007 yılında AKP milletvekili Zafer Üskül, Anayasanın başlangıç kısmında ve maddelerinde Kemalizm ideolojisinin yansımaları olan "Atatürk milliyetçiliği" ve "Atatürk ilke ve inkılâpları" gibi kavramların kaldırılması gerektiğini söylemişti.
*Avrupa parlamentosu Yeşiller üyesi Daniel Cohn Bendit de Avrupa Birliği'ne katılmanın "Kemalist köktenciliğin havaya uçurulması" anlamına geldiğini belirtmişti.
*Wolfgang Koydl da "Türkiye her şeyden önce, her toplumsal ve politik gelişimini engelleyen taşlaşmış Kemalizmi kırmalıdır" diye konuşmuştu.

                                                                              ***
Ve 2008 yılında yeni bir yönetmelikle özel öğretim kurumlarından Atatürk köşesi kaldırıldı.
Şimdi de müfredattan Atatürk çıkarıldı.
Yine eski Genelkurmay başkanlarının "Egemenlik kavramı değişmiştir" veya "Egemenliğin devri tartışılmalıdır", hatta "TSK'nın Avrupa Birliği'ne karşı olduğunu söyleyeni Allah çarpar" gibi sözler söylediğini de hatırlamak gerekir!
Ankara Üniversitesi Senatosu ise 30 Aralık 2003 tarihinde bir toplantı yaparak, bir karar yayınlamıştı:
"Bir devletin temel kuruluşunu belirleyen kurallar, o devletin anayasasını oluşturur. Bu oluşumda bazı ilkeler vardır ki, devletin bir bakıma varlık koşuludur. Bu temel ilkelerin sorgulanması, değiştirilmesi veya ortadan kaldırılması düşünülemez; çünkü bu tür bir girişim, devletin de varlığının sorgulanması, değiştirilmesi veya sona erdirilmesi anlamına gelir."
Şimdi Türkiye'nin Endülüs gibi olmasını istemeyenler, Türk devletinin temelleriyle uğraşanlara gereken cevabı vermek zorundadır.
Kaynak: Endülüs'ün son yılları ve Türkiye! - Arslan BULUT

25 Temmuz 2017 Salı

Kahrolsun istibdat… - ORHAN AYDIN

Günlerden 24 Temmuz, Basın Özgürlüğü Günü.
Çağlayan adliyesinin önünde toplam 300 kişi var.
Çoğunluğu yabacı gazeteciler, ülkemin boyun eğmeyen basınının tüm genç yürekleri, bazı parti ve STK temsilcileri, vekiller, destek için gelen az sayıda yurttaş ve birkaç sanatçı arkadaş.
Tam 9 ay sonra mahkemeye çıkarılacak 11’i tutuklu 17 gazetecinin duruşması var.
Üst üste açıklamalar yapılıyor.
Mikrofonu alan; adaletsizlikten hukuksuzluktan, yargının yönlendirilmesinden, dosyanın düzmece oluşundan,   gazetecilere terörist denmesinin dünyanın başka hiçbir ülkesinde kabul görmediğinden, cezaevlerinde 156 gazetecisi olan tek ülke oluşumuzdan, uluslararası dayanışmadan söz ediyorlar.
Özgürlük istenip rengârenk balonlar uçuruluyor.
Yabancı basının içinde açıklamaları canlı yayın yapanlar var, yerli basından iki kanal, diğerleri sus-pus.
Şu yandaşlık kepazelik.
Gazetecilik mesleğinin onurunu bile bile çiğniyorsun!
Adliyenin önünden gizli-kapaklı TRT ve a TV, gazetecileri teröristlikle yaftalayan yayınlar yapıyorlar, utanmazlık arşa çıkmış.
Kuyruğunu kıstırmış sinsi sinsi sırıtan birkaç tetikçi, fırsat kollayan çakallar gibi ortalarda dolanıyorlar.
İçeri giriyorum, duruşma salonu yetersiz.
57 avukat, yabancı basın, aileler, gözlemciler, vekiller derken salon doluyor, zaten kapıda bir liste var adın yoksa yoksun.
Gazeteciler alkışlarla karşılanıyor, kimlik tespitinden sonra iddianamenin özeti okunuyor.
Kıkırdayarak gülenler var, kopyala-yapıştır yöntemiyle oluşturulan atılı suçlar öyle komik ki bu 600 sayfayı yazanlar bile, işteki bit yeniğini anlamış olmalılar.
Öyle ya bu mesleğin okullarını okumuş insanlar suç nedir, nasıl oluşur biliyorlardır!
Ayrıca bu davanın soruşturmasını yapan savcının, fetöcülükten müebbetten yargılandığı iki davası olduğunu ve halen görevde olduğunu da.
İfadelere geçiliyor.
Murat Sabuncu evraklarına el konduğu için savunma yapmıyor.
Mahkeme heyeti birbirine bakınıyor, tuhaflar, sanki haberleri yokmuş gibi davranıyorlar. Acemi oyuncular hayatın hiçbir yerinde çekilmez oysa.
Savcının iddianameyi okumadığı anlaşılıyor, ‘yuhh’  diyeceğim ama hiç yeri değil!
Komedi, yazsak oyun olur.
Daraldım, çıktım dışarı.
Koridorda içeri alınmayanlar, destekçiler ve çoğunluğu yabancı gazetecilerden bir öbek insan var.
Stajyer bir gazeteci tanıyorum, kiraz çiçeği gibi umutlu hayattan.
Mahkeme kapılarında ve hak arama eylemlerinde yan yana durduğumuz dostlarımla çay içiyoruz.
Hollandalı gazeteci ile sohbete dalıyoruz bir köşede, kaydediyor.
-Faşizmi gördüm, gözleri kinliydi.
Gülüyorum.
-Sen asıl ülkenin meydanlarına, talana, yalana, hırsızlamaya, ötekileştirmeye, düşüncelerini açıkladıkları için suçlu bulunup içeri atılanlara, tecavüzlere, kadın cinayetlerine, işçi ölümlerine, taşeronlaşmaya bak.
OHAL ve KHK ile işlerinden olmuş binlerce insana, ölüm eşiğinde adalet için direnen Nuriye ve Semih’in durumlarına, eğitim ve hayatın her alanındaki dincileştirme zorbalığına, doğanın ve kültürel mirasların yağmalanmasına bak.
Savaş tacirliğine, kan ve kinden intikam üretmeye, kendisinden olmayan her yurttaşı terörist ilan etmeye, sanat ve sanatçı düşmanlığına, cezaevlerinin durumuna, işçi-emekçi haklarının gaspına, basının lağım kokusundan geberişine bak.
-Biraz biliyorum, biraz. Ama sorularımızı yanıtlayacak bir devlet yetkilisi bulamıyoruz.
-Bulamazsınız. Burası Yeni Türkiye. Burada yalnız emir alanlar devlet adına konuşabilirler, birde ‘gazeteci’ kılıklı tetikçiler.
Bu insanlar niye 9 aydır içerideler biliniyor. Dünya insanlığı bilmiyor sanıyorlarsa aldanıyorlar. Tüm uluslararası basın örgütleri, devletler, devletlerin başları, kıçları ortada bir suç olmadığını ve iddianamenin emirle üretildiğini biliyorlar.
-Ne olacak peki böyle, adaletsiz olur mu?
-Olur, ülke susarsa adaletsizliğe, hukuksuzluğa, erdemsizliğe teslim olursa olur.
-Sahi neredeler “Hak, Hukuk, Adalet” diye bağıranlar, niye yoklar?
-Yoklar, anlaşılıyor ki hesaplaşmanın tarafı olmak istemiyorlar.
-O zaman bu hükümet ve başı istediğini yapar.
-Yapıyor zaten, dahasını yapacak. Yeni 170 cezaevi yapılıyor, orada herkes için yer var!
Susuyor.
-Duruşmalar 5 gün sürecekmiş, ne olur sizce?
-RTE ne istiyorsa o olacaktır. Belki, gazetecilerden birkaçını serbest bırakırlar, diğerlerini yine ters kelepçeyle Silivri’ye gönderirler.
-Dünya buna güler.
-Gülsünler, benim ülkemin yandaşlığı, onur ve şerefini pazara çıkarmışları da gülüyor, birlik olsun beraber gülsünler!
-Umut yok yani.
-Var adaletsizlik ve ülkeye ve insanlığa düşmanlık; yalnızca emeğin özgürleşmesiyle son bulur. İşçileri, emekçileri, işsizleri, yazarları, aydınları, sanatçıları, gençleri, kadınları ve çocukları birleşip ayağa kalkınca.
-Zor değil mi?
-Zor oyunu bozar.

Orhan Aydın / SOL

‘Muhafazakâr’ın şehri bir koca çöldür - ORHAN GÖKDEMİR

16 Temmuz’da İzmir-İstanbul yolundayız. Pazar trafiği, haliyle yoğun. Fakat karşı karşıya olduğumuz şey yoğunluktan çok ötede. İstanbul trafiği bir anlamda Karacabey’den başlıyor. Arada aşılması gereken bir büyük bir küçük şehir ve bir deniz daha var yani! Hızlı feribotlarda yer yok. “Yavaş”ında bekleme süresi bir saatin üstünde. Diyelim karşıya geçmeyi başardın, hem TEM hem E-5 geçilmesi imkânsız bir demir yığını şeklinde. Bu karmaşadan kurtulmak için haber almaya çalıştığımız internet, şehrin öbür girişinde trafiğin Çanakkale’den başladığın haber veriyor.
Bu, resmi rakama göre 15 milyona ulaşmış bir büyük şehirde karşılaşacağınız sıradan bir hafta sonu krizi. Girersen çıkması, çıkarsan girmesi çok güç bir şehirden söz ediyoruz. Hâlbuki her tarafı köprü, her tarafı otoban şehrin. İşleyen iki havaalanı var, üçüncüsü yolda. Tüp geçitleri, denizaltında ilerleyen raylı sistemi var. Kör topal işlese de metrosu bile var. Fakat yine de hem şehre ulaşım, hem de şehirde ulaşım büyük bir sorun olmayı sürdürüyor.

Bu sorunun aşılamamasının ilk nedeni böylesine küçük bir alana yığılmış olan 15 milyonu aşkın nüfus. Her gün milyonlarca insanın girip çıktığı bir şehirden söz ediyoruz. Sabah İzmir büyüklüğünde bir nüfus İstanbul’a giriyor. Aynı anda Ankara büyüklüğünde bir nüfus şehirden çıkmaya çalışıyor. Bu dünya ölçeğinde bile büyük bir hareketlilik. İlk çözümü bu kadar nüfusu bir şehre yaymamak, ülke sathına yaymak. Bu İstanbul için artık imkânsız. İkinci çözüm şehirde nüfusun daha fazla artmasına engel olmak.

Bu mümkün.

Ama gelişmeler AKP iktidarının bunun tam tersini yapmaya çalıştığını gösteriyor. Üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı o uğursuz planın ilk durakları. AKP’nin Kuzey Ormanlarının olduğu yerde 7 milyonluk bir şehir daha kurmak istemesi 10 yıldır bilinen bir şey. Havaalanı o şehrin merkezinde. Yapılaşma ise 3. köprünün bağlantı yollarının etrafında. Böylece İstanbul’un üzerinde kurulu olduğu iki yarımadanın tamamı ormansız, ağaçsız, deresiz, gölsüz, böceksiz, kuşsuz bir çorak alan haline gelecek ve böylece Adnan Menderes ile başlayan şehrin yağmalanma süreci Tayyip Erdoğan ile tamamlanmış olacak.

                                                                              ***

İMP… Açılımı İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi. Bir zamanlar Kadir Topbaş’ın yönetimindeki İstanbul’un gözde kuruluşlarından biriydi. Adı kısa zamanda unutuldu. Bunda şimdi faaliyette olan 3. Köprünün payı büyük. Tuhaf, trajik bir hikâye barındırıyor içinde.
2004 yılında kuruldu İMP. İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın bir araya getirdiği 500 bilim insanı iddiaya göre tarihi metropolün gelecekteki yüz yılını planlayacaktı. Şehirdeki çarpık yapılaşmanın önüne geçilmesi, şehrin su havzaları ve yeşil alanlarının korunması, ulaşım akslarının belirlenmesi için neredeyse şehirle ilgili ne kadar uzman ve bilim adamı varsa, Tepebaşı'ndaki 10 bin metrekarelik ofiste bir araya getirilmişti. Prof. Dr. Hüseyin Kaptan başkanlığındaki uzmanlar, İstanbul'un yeni imar ve ulaşım planlarının çıkarılması için çalışmaya başladı. Kendisi de bir mimar olan Topbaş gururluydu; İMP’ye sorulmadan İstanbul’a tek bir çivi çakılmayacaktı.

İMP’nin İstanbul'un yeni imar planları için işe koyulmasının üzerinden henüz birkaç ay geçmemişti ki tuhaf gelişmeler olmaya başladı. Kadir Topbaş İMP’nin planlamadığı bazı büyük projelerden söz ediyordu. Galataport ve Haydarpaşa ve Dubai Kuleleri gibi şehrin siluetini bütünüyle değiştiren bu projeler kentsel planlama merkezi dışında, merkezi hükümet, bakanlıklar ve belediye tarafından oluşturulmuştu. Topbaş, “yedi tepeye yedi tünel” projesinin temelini yakında atacaklarını duyurdu ancak projeyi kavşak ve yol bağlantıları için İMP'ye götürecekler, onların da rızalarını alacaklardı. Rızası alınacak proje şehre 2 milyar Dolar değerinde 68 kilometrelik delik açmak anlamına geliyordu ve bu delik İMP’nin planında yoktu.

Uzmanlar planda olmayan o projelere karşı çıktı. Projeler bütünlüklü bir kent planına göre yapılmamış, kentsel dönüşüm adı altında nokta operasyonlarıyla kente biçim verilmeye kalkışılmıştı. İMP’nin şehir planı bu hayhuy arasında tamamlandı. Merkez hazırladığı planı açıklamaya hazırlanırken zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan helikopterle şehir turu atarak üçüncü köprünün yapılacağı güzergâhı işaret etti. İMP’nin planında üçüncü köprü de yoktu. Hatta plancılar, köprünün bağlantı yollarının geçeceği Kuzey Ormanlarında yapılaşmaya bütünüyle karşıydı. Uzmanlar planı bir yana bırakmış, şehir için son uyarıyı yapmaya çalışıyordu: İstanbul’un akciğeri olarak kalan kuzeydeki yeşilimize sahip çıkmalıyız, eğer sahip çıkmazsak İstanbul’u kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız...

Aradan 10 yıldan az bir zaman geçti… Üçüncü köprü çoktan bitirildi. 3. havaalanı projesi bitti bitecek. Kuzey Ormanlarının yerinde denize kıyısı olan büyük bir çöl uzanıyor şimdi. Köprüden havaalanına uzanan bağlantı yolu etrafındaki araziler iktidar yandaşları tarafından çoktan paylaşıldı. Bu alanda planlanan şehir yükselmek için havaalanı ve yollara son şeklin verilmesini bekliyor. Sonuç ortada. Üzerinden geçilemeyen köprüler, gidilemeyen yollara açılıyor. Tarihi camilerin minareleri arasında onlara nanik yapan gökdelenler yükseliyor. Kendine muhafazakâr diyen bir iktidar döneminde şehrin anıları, belleği, coğrafyasının topografyası, kimliği yerle bir edildi. Ve bu kaotik, kimliksiz, biçimsiz şehir ağırlığının üzerine 7 milyon bir nüfus daha eklemeye hazırlanıyor muhafazakâr İslamcı iktidar.

                                                                              ***

Üçüncü köprü yapılırken tanıdık tartışmalar yapıldı yine. Memlekete tek çivi çakmayan solcular köprüye karşıydı. Ama işte haklı sebepleri vardı köprüye karşı olanların. Bunlar yolun ve köprünün yol açacağı yapılaşmayla da sınırlı değildi üstelik. Diğer ikisi gibi yalnızca lastikli taşımacılığa yönelik yapılacak üçüncü köprü de ulaşım açısından bir çözüm olmayacak, tam tersine yalnızca sorunu büyütecekti. Köprülerden geçen özel taşıtlar trafiğin yüzde 90’ını oluşturdukları halde toplam yolcuların ancak yüzde 30’unu taşıyorlardı çünkü. Bunun anlamı köprü yapılmasının asıl amacının şehrin rantını yağmalamak olduğuydu.

İstanbul’u son altmış yılda biçimlendiren “emlak rantı” dünyadaki en etkin para kazanma yolu. Şehri biçimlendiren temel motivasyon işte bu. Öyle bir kâr hırsı ki bu vaktiyle İMP’nin başkanlığın yapmış olan Prof. Hüseyin Kaptan plan için çalıştıkları sırada üçüncü köprü yapılacağını Amerikalı bir arsa spekülatöründen öğrendiklerini beyan etmişti.

Kuzey Ormanları yağmalandı. Artık ne orman var ne içecek su. Rüzgârı bile kesildi şehrin. Yazın 100 kilometre ötedeki Silivri ile şehir merkezi arasındaki ısı farkı 10 derece. Çünkü dağ taş beton, asfalt. Bu yazıyı hazırlarken 1 saat boyunca yağan yağmur büyük bir şehir seline yol açmıştı.

Ama bütün bunlar “muhafazakâr” iktidarı frenlemiyor. İstanbul’un silueti değişiyor. Her gün yeni yüksek binalar ekleniyor şehre.  Sultanahmet Camisi’nin minareleriyle yarış eden 16/9 kulelerini hatırlayın. Kuşatılmış bir şehir artık burası. En sonunda şehrin merkezi sayılan Taksim Meydanını ele geçirdiler ve kısa zamanda tipik bir Ortadoğu şehrinin meydanına benzettiler. Hâlbuki o meydan ve bitişiğindeki küçücük park için bu ülkenin en büyük direnişlerinden biri yaşandı yakın zamanda. Ne gam!
Muhafazakârlar ama muhafaza ettikleri tek bir şey yok. Yeniye tapıyorlar; yıkmaya, yenilemeye bayılıyorlar. Hatta yıktıkları rejimin yerine kurdukları gecekonduya bile “Yeni Türkiye” adını taktılar. Hüseyin Kaptan bunlara bakıp şöyle demişti: “Plancıyım, 75 yaşındayım. Biz önce şunu öğrendik: İstanbul’un siluetine, boğazına bina yapmayacaksın, minarelerin arasına bina sokmayacaksın. Hep de böyle çizdik. Şimdi bir müteahhit bizden daha önemli oluyor. Sonra da utandık diyorlar. Utanın tabii.”

                                                                              ***

İstanbul 1990’lı yıllardan bu yana AKP’nin elinde. Bütünüyle yeniden yaratılmış bir şehir artık burası. Hatta “İslami bir rengi” olduğu bile iddia ediliyor. Bir ara İslamcılar Bağdat, Şam ve Kahire ile birlikte dört önemli İslam şehrinden biridir diyordu İstanbul için. Ama bir şehirden daha çok kasaba kökenli yağmacıların istilasına uğramış uçsuz bucaksız bir beton çölü görünümünde. Karayolu şehri bu şehir. Nüfusu karayollarına yazıldı. Kimliği bu. Kanunsuz şehir. Son kalan yeşilliğinin üzerine 7 milyon daha ekleyecekler, büyük rant yaratacaklar, yağmalayacaklar. Sonra az ilerde kanal açacaklar, kıyısına lüks konutlar yapıp yeniden dağıtacaklar kalanları. 20 yıl önce uydu kentler yaptılar ormanın kıyısına, yeşil alanı bol diye sattılar. Sonra o yeşil alanları imara açtılar, şimdi betonu bol diye satıyorlar. Planla entegre edilemeyen çevre yerleşimler rantla entegre ediliyor şehre böylece.

Hakkını yemeyelim belirsiz de olsa bir “estetik” seziliyor bu yapılaşmada. İslami midir bilinmez ama betona bir tapınma hali olduğu kesin. Suudi Arabistan Krallığı İslamın en önemli merkezi olan Kâbe’nin çevresini otel yatırımlarına açtı mesela. Muhammed’in evinin bulunduğu cadde üzerinde oteller yükseliyor. Kutsal şehrin kutsal merkezi beton yükseltilerle modern bir ucubeye dönüştürülmüş durumda. Bizimkiler de oraya gidiyorlar, şehrin mükemmel biçimi olarak orayı görüyorlar. Çöl, kum ve betondan ibaret bir şehir hayal ediyorlar. İstanbul için hayal ettikleri bu.
İstanbul genişlemesi imkânsız bir şehir oysa. Olsa olsa kopya bir Dubai yaparsınız. Hurma ağacı görünümünde dolgu alanlar yaratırsınız eşsiz güzellikte denizinin üstünde. Sonra o dolgular üzerine tuhaf şekilli gökdelenler dikersiniz.

Şehrin bağrında boy vermiş bir kanserojen ur gibi uzanan Kumkapı çıkıntısı işte ortada. Tarihi yarımadanın şeklini bile yeniledi muhafazakârlar!

 Orhan Gökdemir / SOL

*Boyun Eğme’nin 84. Sayısında yayınlanmıştır

Ne dış politika sınıflar üstü Ne de AKP anti emperyalist - İBRAHİM VARLI

Öncelikle bir yanılsamayı düzeltmeli. Dış politikanınsınıflar üstüolduğu muktedirlerin uydurduğu koca bir yalan. Dış politika da tıpkı diğer her şey gibi “sınıflar üstü” değil. “Milli çıkar” adı altında yutturulmaya çalışılsa da dış politika egemen sınıfların çıkarlarının bir yansımasıdır. “Dış politikada sen ben kavgası olmaz, dış politika milli politika demektir” şeklindeki “resmi tez”i reddetmek öncelikle sınıf bilincinin bir gereğidir!

Egemenlerin tıpkı iç politikada olduğu gibi, sermayenin ve sermaye düzeninin çıkarlarını tüm ulusun çıkarıymış gibi sunması, bunun böyle olduğuna bütün bir toplumu inandırmak istemesi kendi “sınıf çıkarları”nın bir sonucu.

İçeride siyasi iktidarın otoriter, baskıcı, gerici “yeni rejim”ini haklı bir şekilde eleştirirken, dış politikadaki sonu gelmeyen krizler karşısında “milli çıkarkutsiyeti” adına siyasi iktidarın arkasında saf tutmak ideolojik bir körlükten ibaret.

                                                                            •••

Siyasal İslamcı iktidar dış politikanın bu sınıfsal niteliğini çok iyi kullandı. Bir ideolojik aygıt olarak dış politika “yeni rejim”inin inşasının temel dinamiklerinden oldu. İç politikadaki tahkimata paralel bir dış siyaset üretildi. Her ihtiyaç duyulduğunda kontrollü şekilde bir kriz imal/inşa edildi. İnşa edilen kriz amaç hasıl olunca da sonlandırıldı.


2002’de işbaşına geldiğinde AKP, dış politikayı kendi rejiminin kabulü, uluslararası desteğin sağlanması, finans kapitalin ve küresel sermayenin takdiri için kullandı. Kendi rejiminin tesisinden emin olunca, devletin bütün kurumlarına çökünce de bu yeni duruma uygun yeni bir dış politika üretti.

Siyasi iktidar tıpkı iç politikada olduğu gibi varlığını krizlere borçlu. Sürekli bir kriz dalgasının yaratılması da bundan. Rahatsız olduklarına bakmayın, bu durumu müesses nizamlarını tesis etmek, tahkimatlarını sağlamlaştırmak amacıyla tepe tepe kullanıyorlar.

AKP sadece içeride değil, dışarıda da krizleri süreklileştirerek kontrollü bir gerginlikle yol alıyor. İçeride yaşadıkları kriz ve sıkışmayı bir dış türbülans üzerinden öteleme niyeti gözlerden kaçmıyor. Ardı arkası gelmeyen krizlerde de bu strateji var.

Sadece komşu ülkelerle değil, bütün Batılı aktörlerle girişilen ağız dalaşının arka planında da bu gerginliği iç siyasete sirayet etme, kendi milliyetçi-muhafazakâr kitlesini konsolide etme gayretkeşliği bulunuyor. Avrupa Birliği ile başlayan, Rusya, Bulgaristan, Hollanda, Avusturya, Belçika, Körfez Arap Ülkeleri, İsrail ve Almanya ile devam eden krizler silsilesi bu zihniyetin bir yansıması. Görünen o ki içeride yeni rejimin inşası, geri dönülemez bir aşamaya gelene  kadar dış siyasetteki krizler eksik olmayacak.
                                                                           •••

AKP’nin son dönemlerde çeşitli emperyalist güç odaklarıyla yaşadığı sorunlar, onun “millici” karakterinden değil. Dönemsel bir çıkar çatışmasının yansımalarıdır yaşananlar. Ne ADB ile ne Rusya ile ne de son olarak Almanya ile yaşana krizler AKP/Saray rejimineanti emperyalist bir karakter kazandırmaz. Tıpkı içeride olduğu gibi bu AKP iktidarı ve Saray’ın kendi krizidir. Tıpkı Suudi Arabistan ile Katar üzerinden yaşanan gerilimde olduğu gibi.

AKP son dönemlerin moda tabiriyle “fıtratı” gereği istese de anti emperyalist olamaz. Yarım yüzyıl boyunca ABD emperyalizminin gölgesinde serpilip büyüyen bir hareketten anti emperyalist, millici bir hareket yaratmak nafile. Yeni Osmanlıcıların ne karakteri, ne ideolojisi ne de dünya görüşü buna el vermez. Siyasal İslamcıların kıblesi ABD’dir ve Washington’dan bağımsız bir hat izlemeleri mümkün değil.

AKP/Saray rejimi iş başında olduğu müddetçe krizlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Her krizde “milli çıkar” diyerek iktidarın arkasında dizilmek, onun la birlikte saf tutmak yapılabilecek en büyük kötülüklerden. Emperyalizme göbekten bağımlı, varlığını bu güç odaklarına borçlu bir iktidarın, kendi çıkarını “milli çıkar” adı altında halkın çıkarıymış gibi sunması kimseleri yanıltmamalı.
Solun anti emperyalist, bağımsızlıkçı, enternasyonal kimliği emperyalizme cepheden karşı duruşu gerektirirken, bu odaklarla içiçe olan ancak dönemsel olarak güç çevreleriylesorunlar yaşayan kendi egemenlerinin her türlü oyununu bozmayı/teşhir etmeyi de bir zorunluluk kılar. Her ne koşul altında olursa olsun iktidarın siyasal ve ideolojik yönelimlerine meşruluk kazandıracak argümanlar üretmekten kaçınmak bir elzem. Bu handikaba düşenlerin hali ortada.

 İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

Mezhepçi Müfredat, Dindar Nesil - TURAN ESER

Çocuklarımızı ve onların geleceklerini bizden çalıyorlar. Hem de “eti sana, kemiği bana” diye teslim edilen okulda yaşanıyor bu hırsızlık.

Bilimsel, laik, demokratik ve temel evrensel haklar rejimine odaklı bir eğitim dertleri yok. Öğrenciler sorgulamasın, mezhepçi yaklaşımları ezberlemesi isteniyor.

Akıl değil, vahiy temelli eğitimle, Felsefe, Sanat ve Bilim dersleri budanmış. Geriye kalan içerikleri ise dinselleştirilmiş. Bilimsel değil, nakli, dogmatik ve asırlık hurafelere boğulmuş.
İradeleri şeyhlere ve reislere teslim edilmiş, teslimiyetçi ve kaderci nesil istiyorlar. Nasıl sömürüldüğünü bilmeyen, haklarını sorgulamayan, uyuşturulmuş ve emre itaat kulluk toplumu yaratmak istiyorlar. İktidarlarına itaat edecek ve koruyacak neslin peşindeler.


Şimdi de öğrencilere öldürmeyi yani cihadı, ölmeyi yani şehitliği anlatacaklar. Mesela çocuklar can alıcı şu “peki siz bize cihad ve şehitlik öğretiyorsunuz da, neden hep yoksullar bu ‘kutsal’ için ölür ya da öldürür? Zenginlerin ve devlet yöneticilerinin çocukları bu derslerden muaf mı?” sorusunu soramayacaklar!

Hani yaşamın ve insan haklarının kutsallığı? Buna cevapları yok. Cihad’ı eğitimin parçası haline getirilir. Cihadist örgütlenmelere göz yumulur. Fakat insan hakları aktivistleri tutuklanır ve hak temelle dernekler kapatılır.

Din eğitimi, öğrencilere “ahlak” kazandırmakmış! Bu nedenle şeriat hükümleriyle, özel ve kamusal hayatın her alanına müdahil oluyorlar. Devlet ve siyasal İslamcı cemaatler eliyle verilen mezhepçi din eğitimlerinin insanı ahlaklı hale getirdiğine dair, ortada hiç bir bilimsel veri yok. Ama toplumsal yozlaşmalar, kadın cinayetlerindeki artış, hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, uluslararası değeler araştırma sonuçları ve PISA eğitim sonuçları bunun  aksini söylüyor. Ahlak erozyonu yaşıyoruz! Cemaat ve siyaset elindeki din, bu erozyonu örten perde haline getirilmiştir.

Emek, eşitlik, barış, dayanışma, özgürlük, adalet, sosyal haklar ve aklın eleştirel düşünme hakkını içeren ahlak dersleri yok. Olmaz ise, grevi suç ve günah sayan diyaneti ve siyaseti sorgulayacak nesilde olmaz!

Sermaye ve kapitalist sınıfın üyesi haline gelen siyasal İslamcı cemaat ve tarikat şeyhlerinin yerli ve yabancı bankalardaki hisseleri ile “bir lokma, bir hırka” yaşamı arasındaki çelişkilerini öğretmezler.
Cami de alınları aynı secdeye gelen insanların, “din kardeşliği” neden sadece kullukta eşit? Kalkınmada ve adalette neden eşit değiller?

Sus payı makarna ve kömür ile “bir lokma, bir hırka” yaşamına laik görülen halk, şeyhlerin ve yöneticilerin milyon/milyar dolarlık hisselerinin kaynağını öğrenmeyi bu okullarda neden öğrenemiyorlar?

Şort giydiği için kadını dövme hakkını, “dinin gereğini yerine getirdim” diye savunan bir “ahlak” hangi dersin ürünüdür acaba?

Din adına Sivas’ta 35 insanı yakanlar, nasıl bir ahlak dersiyle yetişti dersiniz?
Aklın ve kalbin vicdanından firar etmiş, temel insan hakları yaklaşımlarına zıt eğitimle, hangi ahlak değerleri verilir?

MEB “yeni” altında eski dogmaları içeren, şeri din dersleri müfredatları hazırlamış. Yola çıkış gerekçeleri malum; Devlet ve cemaatler eliyle İslamı ve Şeri hukuku kamu ya da özel hayatın her alanına müdahale etmesini sağlamak. Dinin siyasal istismarıyla güçlenmek. Eğitim yoluyla toplum yapısına yönelmek.

AKP ve siyasal İslamcıların vazgeçilmezleri ve istismarları var. Egemenliğin kayıtsız şartız halka verilmesi ve egemenliğin kaynağını ise yeryüzüne indirme görüşüne karşı dururlar. Yani demokrasi karşıtı, teokrasiyi savunurlar. O tez; egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır ve gökyüzündedir. O zaman “Allah’ın kanunları olan Şeriatı, kamu ya da özel hayatın her alanında egemen kılmalı. Yöneticiler ise Allah’ın indirdiği kanunlarla hükmetmek zorunda” olduğuna inanır.
Yeni müfredatlar bu anlayışla hazırlanmıştır. Cehaletin ve gericiliğin tırpanı ile aklı ve insan haklarını budamaya adaydır.

Bunun için 176 müfredat yenilemişler. MEB müfredatlarının giriş bölümlerine “değerler eğitimi” başlığı altında, her müfredatın gericilikle dinselleştirilmesini sağlanmış. Konu başlıklarına ve kavramlara bakıldığında, MEB’nı cemaatler ve camiler besliyor.

Müfredatta, bilimsel, demokratik, laik ve çağdaş akıl yok edilmiş. Müfredatların içeriği, Diyanet, Türgev, Ensar Vakfı, Tügva ve İlim Yayma Cemiyeti gibi AKP yandaşı siyasal İslamcı yapılara bırakılmış. Bu kesimlerin eğitime aktif şekilde müdahil olduğu kesin. Kamu okullarına giriyorlar ve “Değerler Eğitimi” altında seminerler veriyorlar, müfredatları belirliyorlar hem de yönetiyorlar.
Dün “eti senin, kemiği benim” denilerek, okullara teslim edilen çocuklarımıza dair, bugün AKP okullarında yükselen ses diyor ki;”çocuklarınız canı da benim, ruhu da!”

Çocuklarımızı ve geleceklerini eğitimi mezhepleştirerek, tektipleştirerek ve bu uğurda İslam’ın beş şartını bile değiştirip “cihad”ilan ederek çalıyorlar.

Laik, demokratik, bilimsel ve parasız eğitim mücadelesi, çocuklarımızı, geleceklerini kurtaracağımız ve herkesi buluşturan en önemli zemindir.

Turan Eser / BİRGÜN

24 Temmuz 2017 Pazartesi

İslamcı Ankara: Berlin’in habis algısı? - OSMAN ÇUTSAY

Sonda söyleyeceğimizi başlıktan bağırmış olduk. Bu sorunun yanıtı olumludur. Koşullar, Alman siyaset sınıfının ve büyük sermayenin “Bu kadar oyun yeter!” noktasına gelip dayandığını, İslamcı Ankara’nın, tıpkı ünlü film dizisindeki “Alien” gibi Almanya’yı da gözüne kestirdiği korkusunun Berlin’de yayıldığını gösteriyor. İslamcı Ankara’nın Almanya’da da habis bir ur gibi kontrol dışı büyüdüğünü düşünenlerin sayısı ve ağırlığı artıyor.

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Türkçe çağrısını başka nasıl yorumlayabiliriz? Adam resmen “Sizler bizim bir parçamızsınız” diyor Türkçe konuşan en az 3 milyonluk bir halk topluluğuna ve onların İslamcı politikaların çekim alanına girmesine bu nedenle daha fazla izin veremeyeceklerini hatırlatıyor. Alman Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier de bu çıkışı desteklediğini, Türkiye’de olan biteni öylece sineye çekemeyeceklerini ilan ediyor.
Belki de, bu habisleşen urun (“İslamcı Ankara”) Türkiye’deki doğumunu destekleyenler arasında Berlin’in sosyal demokratlarıyla yeşillerinin ilk sıralarda yer aldığını unutturmaya çalışıyorlardır: Hepsi oradaydı çünkü; Erdoğan ve siyasetini pek demokrat buluyorlardı, “Müslüman Demokratları” yere göğe koyamıyorlardı; Birikimci döküntülerin, Hasan Cemal ve Ahmet Altan türünün AB’deki ağababalarıydılar, şimdi işler tersine döndü.

Aslında ne mi oluyor?
Galiba şu: Berlin, sonunda ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu, içerideki istikrarı tehlikeye atamayacağını Ankara ve diğer Avrupa’ya eylemli bir biçimde kanıtlamak zorunda kaldığını düşünüyor. Avrupa’nın hegemon ülkesi sonuçta: Almanya, sürekli kaçındığı bir çatışmanın resmen “üzerine üzerine” geldiğini gördü ve artık kaçamayacağını ilan etti. İslamcı Ankara ve onun “majestelerinin demokratik muhalefetini” de istediği gibi yönlendirebilen “reisi”, Berlin’i seçimlere iki ay kala çok zor durumda bırakacak adımlar atmayı sürdürüyor. Ancak Berlin de yanıt vermeye başladı.

Tepkilerin ilk analizi şu sonucu veriyor: Berlin, daha doğrusu Alman siyaset sınıfı, açık bir biçimde, İslamcı Ankara’nın Almanya’da bir habis ura dönüştüğü duygusuna kapılmış görünüyor.
Bizler 15 yıl önce “Felaketin farkında mısınız?” diye bağırır ve bu gerici iktidara direnme çağrıları  yaparken, “milliyetçilikle” suçlanıyorduk dışarıdaki siyaset sınıfının içerideki militanlarınca... Şimdi o büyüttükleri urun Türkiye’yi dağıttığını, ama doymadığını ve dağıtıcı iştahını Almanya’ya da yönelttiğini gördüler. En önemlisi, “reis” ve şürekasının Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarını da süzmeye başladığını fark ettiler. Erdoğan’ın Trump ABD’sini arkasına alarak Almanya Avrupası’nı didiklemesi, kendisine yönelik nefret ateşini harlamaktan başka bir işe yaramadı.

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in geçen hafta ortasında tatilini yarıda kesip zehir zemberek açıklamalarla Erdoğan’a esip üfürmesi, bu arada medyaya, silah ambargosunun bile düşünülebileceği, Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman şirketlerinin, Türkiye yatırımlarının gerekirse durdurulabileceği haberlerinin sızdırılması, havayı iyice soğuttu. Silah satışının yanı sıra Alman ihracatıyla dış yatırımlarının destekçisi Hermes kredilerinin de masaya yatırıldığı haberleri, ortamı daha bir gerginleştirdi.

Gabriel, özelikle Alman şirketlerini adları terör destekçiliğine bulaştırılınca “mülkiyet haklarını hatırlatarak” duruma müdahil oldu.
Üstelik diplomatik teamülleri zorlayarak.
Mesele, gerçekten de, uzaklarda bir yerlerdeki çıkar çatışması mı?
Sigmar Gabriel’in çıkışını çeşitli üst düzey kurum ve kişilerden gelen ağır yorumlar izledi. Ankara, “Valla biz Alman şirketlerine bir şey demedik, hem siyasetle ekonomiyi karıştırmayın” tarzı bazı geri adımlar attı. İslamcıların “şanzımanı” fena dağıttığı anlaşıldı.
 İşte bu şanzıman dağıtma belirtilerinin Berlin’i “İslamcı Ankara” karşısında önlem almaya ittiği anlaşılıyor.

Berlin’in veya bir başka büyük devletin, İslamcı Ankara’nın şanzımanı dağıtmasından pek çekindiğini kimse düşünmesin. Etkileri Türkiye sınırları içinde kaldığında, ülke parça parça olsa  bile, bu pek umurlarında değil. Şanzımanın on yıllardır dağılma sürecinde olduğunu, bu yüzden bu coğrafyanın ellerine kaldığını/kalacağını iyi biliyorlar. Asıl sorunları, dev şirketlerin Alman sermayesinin beklenmedik sınırlar ve el koymalarla karşı karşıya kalma tehlikesi, mal varlıklarına ve kâr transferlerine “halel getirecek” yeni bir ortamın doğması. Ayrıca Almanya içindeki sosyal barışın etnik bir cepheleşmeyle zıvanadan çıkma olasılığı... Bu nedenle Gabriel, ağzındaki baklayı çıkardı ve bizim burada aylardır söylediğimiz bir şeyi, asıl endişesini bağırdı: Mülkiyet güvencesi kalmamıştı... Ankara, Erdoğan’ın ağzından telaşla “Valla garanti veriyoruz” dedi.

Öyle nazilikler, insan hakları aktivistlerinin tutuklanması, Alman gazetecilerin aylardır içeride olması falan önemli değil. Onları çözerler. Ama Alman yatırımcıların çıkarlarına yönelik imalar, yeni ve tuhaf sinyaller, Berlin’i “Biz bu İslamcıları artık kontrol edemeyebiliriz, iş Almanya’da da karışacak” noktasına getirip bırakmış olabilir.

Bütün bunlar, Almanya dışında bir bölgedeki antidemokratik sürtüşmelere yanıt arayışları mı?
İstanbul Büyükada'da 5 Temmuz’da katıldığı bir çalıştayda gözaltına alınan ve sonra da tutuklanan Uluslararası Af Örgütü aktivistlerinden Peter Steudtner, sonuçta bardağı taşıran küçük bir damlaydı. Merkel hükümeti, geçtiğimiz günlerde 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak son bir yılda 22 Alman vatandaşının gözaltına alındığını, bunlardan 9’unun halen cezaevinde olduğunu bildirmişti. Steudtner, 10’uncu isim.

Steudtner, bir simge: Alman siyaset sınıfının kendi yurttaşlarını korumaktan aciz ve bu arada da Suudiler ile Erdoğan gibi “İslamcı diktatörlerin” elinde oyuncak olduğu söylemi, halk katında güç kazanıyor. Ama, dedik ya, ondan çok daha önemlisi var: Alman tekellerinin yurtdışındaki çıkarlarının bu tür diplomatik uyarı ve terbiye yöntemiyle korunamayacağı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Merkel ve Alman siyaset sınıfı için asıl önemli sorun, Peter Steudtner’in kaderi değil,  devletin Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarıyla kâr transferlerini güvenceye alacak araçlara sahip olup olmadığı ve Almanya içindeki istikrarı nasıl koruyacağı... Dev şirketlere kolayca el konulan bir Türkiye’nin siyaset sınıfı her an tarihin derinliklerine itilebilir. Bu küstahlığın Almanya içinde kitleselleşmesi halinde, zengin mutfağında beklenmedik iç savaş sahneleri de yaşanabilir.
Birleştirerek bakalım mı?

Berlin’den Ankara’ya baktığımızda manzara: Almanya, Türkiye için artık bir iç politika sorunu. Bunun temelinde Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman sermayesinin güvenlik arayışları yatıyor. Ekonomik dev, siyaseten bununla at başı gittiği söylenemeyecek bir gücün eksikliğini çekiyor. Askeri bir cüce olduğu ise İncirlik ve Konya’daki üs ziyaretleri konusunda atmak zorunda kaldığı geri adımlardan çıkartılabilir. Bu asimetriye, dünya dış ticaret fazlası şampiyonluğunu yıllardır bırakmayan bir ihracatçı ülke daha fazla tahammül gösteremez. Diplomatik uyarılarla bir sonuç alınamayacak noktaya gelindi. Yaptırımları ve bu yaptırımların ciddi altyapısını gözden geçirmek zorunda kalacaklar.

Ankara’dan Berlin’e baktığımızda manzara: İslamcı Ankara, Alman iç politikasının giderek büyüyen ve ülkeyi sarsabilecek boyutlar aldığı anlaşılan bir unsuru çoktandır. Ciddi iç ve dış komplikasyonlar yaratabilecek büyüklükte bir unsur, hatta bir ur bu. Böyle algılanıyor artık. Bunun habis olup olmadığı konusunda henüz tam bir karar verilmiş değil. Kesip atılmasını isteyenler daha çok “sağ popülizme” (AfD) yakın. Tedavinin mümkün olduğunu (“diplomasi”) düşünenler şimdilik ağırlıkta, ama aşağıdan gelen basınca dayanma güçleri de kalmadı.

Berlin, Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in bizzat sergilediği bir çıkışla, ekonomi kartını oynamaya karar verdiğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Steinmeier, Ankara üzerinde baskı için ekonomik olanaklar bulunduğu görüşüne katıldığını belirtti. Bunlar, bazı Alman devlerine Ankara’dan gelen terör destekçiliği suçlamalarına bir yanıt gibiydi. Hermes ihracat kredileri üzerinden “düşünmeye başlayan” Berlin’in Türkiye’ye ihracatı tırpanlaması halinde, bundan Türkiye’nin değil Almanya’nın zararlı çıkacağına inanan dinciler var. İslamcı Ankara o kadar cahil ki...
Tornavida bile üretemeyeceklerini ve ekmek bile dağıtamayacaklarını yakında anlarlar  mal ve finansman akışı kesilince.. Hermes kredileri ve silah, yedek parça vs. transferi durdurulursa hele...

Her neyse...

Eğer Alman medyasındaki ilk gündem maddesini devleti yıllardır ele geçirmiş ve sol düşmanı kemalistlerin desteğiyle cumhuriyeti resmen çökertmiş Türk İslamcıların Almanya’daki her türden faaliyeti oluşturuyorsa, Alman Dışişleri Bakanı Almanya’daki Türkiye kökenli toplumun kendilerinin bir parçası olduğunu iki dilde hatırlatıyor ve hele hele Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi Merkel politikalarının yılmaz savunucusu, Alman sağının günlük entelektüel gıdası bir etkili gazete de artık “Erdoğan Almanya’ya ateş ediyor” ve “Erdoğan Berlin’le cepheleşme rotasında” başlık ve manşetlerini kullanıyorsa, İslamcı Ankara’yı çok zor günler bekliyor demektir. Tabii, Berlin’i de.

Osman Çutsay / SOL