29 Ocak 2019 Salı

Ortak akılsızlık (I-II-III) - ÖZDEMİR İNCE

(I)
___________________________________________________________

Genel Başkan R.T.Erdoğan, AKP’nin “Ortak Akıl”la kurulduğunu, “Ortak Akıl”la yönetildiğini iddia ettiği için iddiayı tersine çevirdim. “Ortak Akıl” olmaz ama akılsızlık bulaşıdır ve paylaşılır.
***

22 Kasım 2018 tarihli Sözcü gazetesinde AKP tarikatı mensuplarının göz kamaştırıcı maceraları var: 
AKP’nin İstanbul Milletvekili Ravza Kavakçı’nın, sosyal medyadan müjdelediğine göre 
AKP’liler Almanya’ya gidip bu memleketin eyalet sistemini incelemişler. Gazetenin Ali Ekber Ertürk imzalı haberi aynen şöyle: Parlamentolararası Birlik Türk Grubu Başkanı AKP İstanbul Milletvekili RavzaKavakçı başkanlığındaki AKP heyeti, Almanya temaslarında ‘federal yapı’inceledi. Federal Konseyi ziyaret eden Ravza Kavakçı, bu teması ‘Federal sistem hakkında bilgi alışverişinde bulunduk’ diyerek sosyal medya hesabından paylaştı. Federasyonla yönetilen Almanya’da, 16 ayrı eyalet bulunuyor.
 
Ravza Kavakçı, Twitter hesabında Almanya ziyaretini, ‘AK Parti Genel Merkez heyetimizle gerçekleştirdiğimiz (‘yaptığımız’ demeye getiriyor) Almanya temasları kapsamında Alman Federal Konseyi Bundesrat’ı ziyaret ettik ve ayrıca federal sistem hakkında bilgi alışverişinde bulunduk’ ifadeleriyle paylaştı. Heyette yer alan AKP Genel Merkez İnsan Hakları Başkan Yardımcısı Yasemin Atasever de ‘AK Parti Genel Merkezi Heyeti olarak Alman Parlamentosunu ve Federal Konseyi ziyaret ettik’  diye  paylaşımda bulundu. AKP MKYK yedek üyesi Esme Özbağ da ‘Milletvekilimiz ve Parlamentolararası Birlik Başkanımız ile Alman Parlamentosu, Federal Konseyi ve Berlin Büyükelçiliğimize ziyaretler gerçekleştirdik’ diye yazdı.”

***

AKP’li “bayanlar” Almanya’ya gidip “federal” devlet yapısı hakkında bilgi almışlar. Hemen uyaralım: Türkiye gibi üniter bir devletin, barışçı yollarla, federe devletlere bölünmesinin bir örneği yoktur. Tarihte görülen şudur: Bağımsız üniter devletler kendi iradeleriyle birleşip bir federal devlet kurarlar. Ya da biri çıkıp zorla bir federal devlet kurar. Bunu öğrenmek için Almanya’ya zahmet edip gitmenin gereği yok. ABD, Almanya, İtalya ve İspanya tarihlerini kitaptan okumak yeter. Milletin parasını çarçur etmesinler. Bir başka açıdan: Osmanlı Beyliği, 21 Anadolu beyliğini (devletini) yıkıp Osmanlı Devleti’ni (Anadolu Birliği’ni) kurmasaydı durum başka olurdu. 
Durup dururken, “federal yapı”yı incelemek gereksinimini neden duydular? Bu geziden AKP Genel Başkanı’nın haberi var mı?

***

Televizyonda birkaç kez bir film gördüm. Hepsini de ilgi ve dikkatle izledim. Film Hawaii’de geçiyor. Film kahramanı kız bir kazada hafızasını yitirmiş. Aradan birkaç yıl geçmesine karşın kazadan önceki gününde yaşadığını sanıyor. Yeni olayları, yeni tanıştığı insanları hatırlamıyor. Bir oğlana âşık oluyor ama ertesi gün bunu da hatırlamıyor. Çare olarak bir kısa film yapıyorlar. Yeni günde bir önceki günü hatırlatmak için. Evleniyor, çocuk sahibi oluyor ama hep kaza öncesi günde yaşamayı sürdürüyor.

***

AKP’ye gelince: Her şeyi cin gibi hatırlıyor ama halka Hawaii’li kız muamelesi yapıyor. Fakat filmdekinin tam tersini yapıyor. Gerçeği, yaşanan günü hatırlatacak ne varsa yok ediyor. Millet yoksulluktan, yoksunluktan kırılırken, o, 1940’larda camilerin depo ve ahır olarak kullanıldığı iddia ediyor. 2002’deki devlet borcunu on misline çıkardığı halde, CHP’nin IMF borcundan söz ediyor. 

Başyüce, hâlâ 1993 İSKİ Skandalı’nı, grev dolayısıyla yığılan 25 yıl öncesinin çöplerini hatırlatıyor ama çöken ekonomiyi, satılan milli varlıkları, pul olan parayı, yasaklanan grevleri, yapılmamış işler için harcanan paraları unutuyor.

(II)
_____________________________________________________________

Akılsızlığa ortak olanları uyarmak için Hürriyet ve Aydınlık’ta onlarca yazı yazdım. Bu yazıların bir bölümü Türkiye’nin Sırat Köprüsü Açılım Masalı (Tekin Yayınları, 2015) adlı kitabımda yayımlandı. Ayrılıkçı, federasyoncu ütopyaların hiçbiri Türkiye demokrasisine, Cumhuriyetin Kürt kökenli vatandaşlarına ve kimseye bir yarar sağlamadı. Aksine kalıcı bir kaosa yol açtı. Bu yazılardan birini ilgi ve bilginize sunuyorum:

***
BİR ÖRNEK: İSPANYA (1) 
“Daha önce de yazmıştım, hiçbir ülke bir başka ülkeye örnek olamaz. Her ülkenin kimliği, kişiliği kendi yapısal hamurundan çıkar. 

Türkiye’nin Müslüman ülkelere örnek gösterilmesine karşı çıktığım gibi, İspanya ve benzeri ülkelerin Türkiye’ye örnek gösterilmesini de eleştiririm. Çünkü her ülke kendi özel maddi koşullarının ürünüdür. Almanya federal bir yönetimle yönetilebilir, çünkü Alman birliği sağlanmadan önce aynı coğrafya prenslikler tarafından yönetiliyordu. Birlik sağlandıktan sonra bölgesel özellikler devam etti. 

Örneğin, Turgut Özal’ın yaptığı gibi, ABD’nin yönetim tarzı olan eyalet (devlet) sistemini de Türkiye’ye örnek gösterip tavsiye etmek mümkün değil. Çünkü, Türkiye hiçbir zaman eyalet-devletler birliği olarak yönetilmedi. Bu nedenle Türkiye’yi eyaletlere, özerk yerel yönetimlere bölerek yönetmek ülkenin yararına olamaz. Merkezî yönetimin yetkilerini azaltıp etkin bir yönetim kurmak için, içeriği belli olmayan Yerinden Yönetim, Yerel Yönetim, Özerk Yönetim gibi ütopyalar üretmek, yolsuzluk ve rüşvet ocağı ayrılıkçı derebeylikler yaratmaktan başka hiçbir işe yaramaz.

***

İspanya ile Türkiye arasında hiçbir benzerlik yok mu? Kuşkusuz var. İkisi de büyük bir imparatorluğun bugünkü artıkları. 
15-18. yüzyıllarda, Brezilya hariç bütün Güney Amerika, Meksika ve Orta Amerika, Kuzey Amerika’da Kaliforniya ve Teksas, Florida; Küba, Porto Riko; Afrika’da Ekvator Ginesi, Fas; İberik Yarımadası’nda Portekiz ve daha nice ufak-tefek toprak İspanya İmparatorluğu’nu oluşturmaktaydı. “Altın Çağ”da İspanya bir dünya imparatorluğu idi. 1575’ten itibaren bu imparatorluk duraklamaya, Veraset Savaşı’yla (1701- 1713) gerilemeye başladı. 1898’deki İspanya- Amerika Savaşı sırasında bölgedeki son sömürgelerini de (Küba, Porto Riko ve Filipinler) kaybetti.
 
Osmanlı İmparatorluğu da büyük rakibi İspanya İmparatorluğu gibi Avrupa’daki topraklarını aynı dönemde ve dönemin uzantılarında (1919, Paris Konferansı) kaybetti. 
İspanya 1939’da başlayan faşist Franco dönemine kadar rahat yüzü görmedi. 1975’e kadar bir faşist diktatörlüğün sıkıyönetimi altında biraz kalkındı ama inim inim inledi. 20 Kasım 1975’te Franco’nun ölümü ve 27 Kasım 1975’te Juan Carlos’un taç giymesiyle demokratik çağ başladı ve İspanya 1982’de NATO’ya, 1986 yılında Avrupa Birliği’ne girdi.
***

İspanya, topraklarından gelip geçen veya yerleşen halklardan (İberler, Keltler, Fenikeliler, Yunanlar, Kartacalılar, Romalılar, Vandallar, Süevler, Vizigotlar, Araplar, Berberîler, Franklar) bir şeyler almış ve korumuştur. İspanya üç kültür ve inancın (Hıristiyan, Musevi, Müslüman) yüzyıllar boyunca bireşim potası olmuş, bu sayede göz kamaştırıcı bir uygarlık yaratmıştır (...)
 
Mümkün olsaydı, Türkiye de demokratik ve çok partili rejime 1950’de değil de İspanya gibi 1975’te geçebilseydi çok daha iyi olurdu. İspanyol dilinin “emperial” gücünü koruyup yayması da inceleme konusu olabilir. Ama, İspanya’nın bir tarihsel özelliğini (bölünmüşlüğünü) demokrasinin yansıması olarak görmek Türkiye’yi çok zor durumda bırakır.”

(1) Hürriyet Pazar, 7 Temmuz 2002; Türkiye’in Sırat Köprüsü Açılım Masalı. S. 28

(III)
______________________________________________________________

Kürt milliyetçileri Paris Konferansı’ndan (1919) bu yana bağımsız devlet ister. Bunun gerçekleşmesinin güçlüğünü görenler Federasyon ya da Özerklik’e razı olur. Kimilerinin öyle, kimilerinin böyle düşünmeleri elbette haklarıdır. Ama AKP yetkililerinin taa Federal Almanya’ya gidip inceleme yapmaları, ortak akılsızlık illetine yakalanmış olmanın en belirgin kanıtı sayılabilir.
 
Bu konuda yazdıklarımın bir bölümü Hürriyet’te (2000-2009), bir bölümü Aydınlık’ta (2012-2013) yayımlandı ve bu yazılar Türkiye’in Sırat Köprüsü Açılım Masalı (Tekin Yayınları, 2015) adlı kitabımda yer aldı. Alçakgönüllü olmaya hiç gerek yok: Konuyla ilgilenenler, bu kitabı okuyup incelemezlerse eksikli kalırlar.

***
Bu işin lâmı cimi yok! (1) 
Gerçekleri ve doğruları özgürce yazdığım için, İslam düşmanıyım, Ermeni düşmanıyım, AKP düşmanıyım, Kürt düşmanıyım(!)... Bugün Kürtçülük düşmanlığı günüm, izninizle biraz düşmanlık yapacağım! Artık Kürtçülerin işine karışmamayım diyorum ama olmuyor. Öylesine zırvalıklar söylüyorlar ve yapıyorlar ki istemesem de, bıkmış olsam da söz almak zorunda kalıyorum.
***

Nerede demokrasi yoksa orada elit (seçkin) düşmanlığı vardır. Seçkin (elit) yüksek nitelikli demektir. “Mümtaz sima” demektir. Öyle torpille, halkın oyu ile seçkin olunmaz. Seçkin olmak için tahsil ve terbiye, bilgi ve görgü, ahlak ve etik, uzgörüşlülük ve daha nice erdem gerekir. Bir seçkin ol(a)mama örneği mi istiyorsunuz, alın size Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir. Bay Baydemir bir Alman parlamentere “Bildiğim kadarıylaAlmanya’nın 16 eyaleti var. Eyaletlerin var olması Almanya’yı böldü mü?” diye sormuş ve bu vesile ile bir kez daha özerklik çağrısı yapmış! (Vatan, 20.08.10) 

İki gözüm kör olsun ki özerklik çağrılarına karşı değilim. Federasyona da karşı değilim, ayrı devlete de! Ama desteklemem! Ben bilgisizliğe, özensizliğe, halkı yanıltmaya karşıyım! 

Bay Baydemir’in lafına bakılırsa Almanya, Türkiye gibi bir üniter devletmiş, biri eline bıçak alıp karpuz gibi 16’ya bölmüş, Bay Baydemir bildiği kadarıyla böyleymiş. 
Siyasal seçkin “bildiği kadar”ıyla bilmez, “bilmesi gereken”i bilir.

***

Bay Baydemir lisede, tarih dersinde “Alman Birliği”, “İtalyan Birliği” gibi konuları okumadı mı? 
Alman Birliği 1871’de Prusya’nın öncülüğünde Bismark önderliğine kuruldu. Prusya daha önce, Alman Birliği’ne hazırlık olmak üzere, Alman şehir devletlerinin katılımıyla gümrük birliği kurmuştu. Prusya’nın 1871’de Fransa’ya karşı kazandığı Sedan zaferi Alman Birliği’ni tamamladı. Bay Baydemir’in sandığının tersine, Alman şehir devletleri birleşerek federasyon kurdular. Ayrılarak değil!

***

Kimse İtalya’yı örnek vermiyor ama İtalya da özerk bölgelerden oluşmuştur. Roma İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra birçok devlet kuruldu: Venedik, Ceneviz ve Floransa cumhuriyetleri, Papalık devleti, Napoli ve Sardunya-Piemonte Krallığı, Lombardiya Birliği. Bu başıbozukluk İtalya’nın Fransa ve Avusturya tarafından işgaline yol açtı. Birlik düşüncesi 1848’de doğdu ve Savoia hanedanının önderliğinde kuruldu (1870-1886). Guiseppe Mazzini, Guiseppe Garibaldi ve Kont Cavour İtalyan Birliği’nin kurucularıdır. 

İspanya özerk bölgeleri de taa Roma İmparatorluğu’ndan bu yana vardır. Katalunya yeni icat olmadı. Roma İmparatorluğu zamanında unvanı olan bir eyalet devlet idi. 
Selahattin Demirtaş ve Osman Baydemir öncülüğünde Kürtçüler elbette özerklik isteyebilirler. Haklarıdır. Ama sakın İspanya’yı, Almanya’yı, İtalya’yı örnek göstermesinler.Bu ülkede lise tarih bilgilerini hâlâ hatırlayanlar var. 

(1) Hürriyet gazetesi, 25 Ağustos 2010

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Rusya’da ‘din karşıtlığının’ anatomisi - İSMET KONAK


Rusya’da kilise ve birey arasındaki antagonizmanın en önemli numunelerinden biri de Tolstoy’a yönelik “anathemaydı.” Dünyaca ünlü edebiyatçıyı “pis kokulu bir ceset” olarak telakki eden Kutsal Sinod, Tolstoy’u dinî akidelere göre yargılamış ve aforoz etme kararı almıştı.

Rus Ortodoks Kilisesi, SSCB yıkıldıktan sonraki süreçte ekmeğini teolojiden ve anti-Bolşevizm’den kazanmaya devam etmektedir. Saygıdeğer ruhban sınıfının tek varlık sebebi, Bolşevikleri umacılaştırmak ve onları halkın gözünde “heretik” olarak tanıtmaktır. Lakin Rusya’da ilhatın (tanrıtanımazlık) tarihi devrimden çok öncesine dayanmaktadır. Yani Bolşeviklerin “ladinilik” politikası, tertemiz gökten yere inen bir şimşek değildi.
Ortodoks Kilisesi’nin toplumsal arena ve kamusal alandaki pozisyonunun en çok tartışıldığı dönemlerden biri IV. İvan ya da Korkunç İvan dönemiydi. Çarlık tahtına oturduktan sonra Korkunç İvan’ın yegâne amacı boyarlar (yüksek aristokrasi zümresi) ve ruhban sınıfının devlet üzerindeki tahakkümlerini sınırlamak, bir bakıma onların patronajından kurtulmaktı. IV. İvan’a göre Ortodoks Kilisesi, Rus devletinin önünde bir “mani-i terakkiydi.” Kilisenin devlet üzerindeki “yeğinliği” ve sınır tanımayan mülkiyet birikimi Korkunç İvan’ı bazı adımlar atmaya icbar etmişti. Bu çerçevede 1550 yılında Metropolit Makariy ile görüşen çar, bu tarihten itibaren ruhban sınıfının “sloboda” (: bünyesinde kilise, manastır ve diğer dinî yapıların bulunduğu bir yerleşim yeri) edinmesini yasaklamıştı. Nitekim dönemin en mümtaz dinî mekânlarından biri olan Aleksandrovskaya Sloboda IV. İvan tarafından derdest edilmiş ve kendi karargâhı haline getirilmişti. Çarlığın gizemli başkenti gibi işlev gören bu mekâna İvan ve opriçnikleri (: çarın özel muhafızı) yerleşmişti. Korkunç İvan’ın kiliseye karşı mücadelesi 1551 yılında yüksek payeli din adamlarıyla yapılan Stoglavıy Sobor (Stoglav Toplantısı) ile birlikte daha da şiddetlenmişti. Çar, bu toplantıda kilise ve manastırlarda son dönemde taaffün, işret, sefahat ve fücurun yaygınlaştığını; din adamlarının halkı sömürdüğünü, metropolitlerin kilise mallarını aşırdığını, kaçaklara yataklık ettiğini dile getirmiş ve bir anlamda aba altından sopayı göstermişti. 
Bu radikal adımlardan sonra IV. İvan, ruhban sınıfının nazarında bir “hasm-ı kavi” olmuştu. Halkın, çarı bir zalim (: muçitel) olarak görmeye başlaması ve opriçniklerin zalimane davranışları kiliseyi karşı saldırıya sevk etmişti. Nitekim Metropolit Filip, çarın Uspenskiy Sobor’u ziyaretinde teamüllere aykırı hareket etmiş ve kendisine hayır duasında bulunmamıştı. Metropolitin gösterdiği bu sıra dışı ve cesurca “adem-i itikat”, çar yönetiminin adeta sinir uçlarına dokunmuştu. Birkaç yıl sonra Korkunç İvan, Metropolit Filip’i boyarların kontrolü altındaki bir mahkemede yargılatmış ve kamuoyunun hiç de tatmin olmadığı bir suçlama (: koldovstvo: büyücülük) ile onu ölüme terk etmişti.
Hanedanlığın ulema sınıfına karşı verdiği iktidar mücadelesi 17. yüzyılda da devam etmişti. Çar Aleksey Mihayloviç döneminde 1649 yılında kabul edilen bir kanun (: ulojeni) gereğince artık ulemanın toprak edinme hakkı regülasyona tabi olmaktaydı. Bu suretle kilisenin “temellük” mekanizması, siyasal erkin kısıtlaması altına girmekteydi. 
Kilise ile çar yönetimi arasındaki muhasama, Deli Petro’nun (nam-ı diğer I. Petro) tahta gelişiyle (1689-1725) birlikte daha da şedit bir vaziyet almıştı. Moskova halkı arasında “heretik” bir dünya görüşüyle sivrilen I. Petro’nun henüz çocukluğunda saray içinde tanık olduğu dinî panorama, sonraki süreçte idarî tutumunda belirleyici olmuştu. Önce Patrik İoakim, sonra Patrik Adrian’ın taht üzerindeki egemenlik teşebbüsleri ve saray içi manevraları I. Petro’nun din adamlarına bakış açısını tayin etmişti. Bilhassa reformist ve yenilikçi karakteriyle ön plâna çıkan Deli Petro’nun temel amacı Rusya’yı bazı idarî ve sosyal reformlarla ileri götürmekti. Lakin, bu amaca gem vuracak tek saik, ruhban sınıfının “bağnazlığıydı.” Tıpkı Korkunç İvan’da olduğu gibi I. Petro’ya göre de ulema, (: monaşestvo) ilerlemenin önünde bir “tökezleme taşıydı” ve halkı reformlara karşı örgütlüyordu. Halihazırda Moskova halkının bu dönemde mutaassıp bir halk olduğu da unutulmamalıdır. Misal, sakal tıraşı (: bradobritiye) ile ilgili tahayyül ettiği bir düzenleme “zımnen” de olsa Patrik Adrian’ın muhalefetine maruz kalmış ve halk arasında homurdanmaya sebebiyet vermişti. 
Bu açıdan I. Petro’nun önündeki tek metot “ussal alanı” genişletmek ve dinbazlığı metafiziksel alana sıkıştırmaktı. Bir nevi pre-modern bir seküralizm modeli imgelemekteydi. Bu suretle papazların ve manastırların sayısını azaltmış, ruhban sınıfının mülkiyetine el koyup bir kısmını devletleştirmişti. I. Petro’nun tasavvur ettiği din adamı tipolojisi, değişime açık ve reformları benimseyecek bir karakteri haiz olmalıydı. Bu yüzden tercih ettiği profil, ekseriyette Malorossiya (bugünkü Ukrayna olarak tanımlanabilir) menşeliydi. “Batılılaşma” olgusu bugün de Rusya ve Ukrayna cenahları arasında bir ihtilaf oluşturmaya devam etmektedir. 
Nitekim Malorossiya kökenli, reformist yönüyle bilinen, çarın müzahiri ve sıkı bir partizanı (: apologet) olan Pskov Piskoposu Feofan Prokopoviç, Deli Petro’nun büyük takdirini toplamış ve din işlerinde yetkili hale getirilmişti. İki müttefik portrenin tek amacı patriklik makamını by-pass etmekti. Bu şekilde Rusya’nın modernleşmesi hızlandırılabilir ve ayakkabının içindeki asıl taş ayıklanabilirdi. 1721 yılında Feofan Prokopoviç tarafından hazırlanan bir tüzüğe binaen patriklik ilga edilmiş ve yerine Kutsal Sinod vücuda getirilmişti. Yeni oluşumda bir başkan, iki başkan yardımcısı, 4 danışman ve 4 de değerlendirici vardı. Bundan sonra Kutsal Sinod, dinî faaliyetleri yürütmekle yükümlüydü. Kuşkusuz bu yapı, I. Petro’nun mutlak hükümranlığı altına girmişti. Ondan emir almadan bir teşebbüste bulunması pek mümkün değildi. Sevgili “tarik-i dünyanın” akıbeti bu şekilde vuku bulmuş ve söz konusu statüsü 1917 yılına kadar devam etmişti. 
Bolşeviklere gelmeden önce Rusya’da kilise ve birey arasındaki antagonizmanın en önemli numunelerinden biri de Tolstoy’a yönelik “anathemaydı.” Dünyaca ünlü edebiyatçıyı “pis kokulu bir ceset” olarak telakki eden Kutsal Sinod, Tolstoy’u dinî akidelere göre yargılamış ve aforoz etme kararı almıştı. Yani onu kilise komünyonundan dışlayıp “şeytanın ellerine” teslim etmek istemişti. Aforoz kararını Şubat 1901’de bir mektupla deklare eden Kutsal Sinod, Tolstoy’u “yalancı öğretmen (: ljeuçitel)” olarak itham etmiş, Tanrı’nın kendisine bağışladığı yeteneği Tanrı’ya karşı kullandığını, İsa’ya ve Tanrı’ya başkaldırdığını dile getirmişti. Tolstoy ise birkaç ay sonra verdiği cevapta geri adım atmamış, Ortodoks ritüellerin hepsinin birer boş inan (: sueveriye) olduğunu belirtmiş, Ortodoksluğu büyücülük ve üfürükçülük yapmakla suçlamıştı. Yazar en sonunda kendi dinî öğretisini (: evangeliye Lva Tolstogo) oluşturmuş ve kilisenin hegemonyasını metanetle reddetmişti. Lenin tarafından “Rus devriminin aynası” olarak addedilen Tolstoy, günümüzde Putin Rusyası ve Moskova Kilisesi tarafından telin edilmeye devam etmektedir. 
Ezcümle, tek başına Bolşevikleri şeytanın havarileri olarak kriminalize etmek ve itibarsızlaştırmanın bir kıymet-ı harbiyesi yoktur. Din, mülk sahibi sınıflar tarafından bir “itaat dizgini” olarak kullanıldıkça din karşıtlığı da sürecektir. Ali Şeriati’nin deyimiyle “mazlumları kıyama kaldırmayan bir din afyondur.”
İSMET KONAK / BİRGÜN

Erik Olin Wright ve 10 gerçek ütopya - HAYRİ KOZANOĞLU

Türkiye’nin içinde bulunduğu yerel yönetim seçimleri süreci, ne yazık ki yüreğimize su serpecek, ön belirtiler taşımıyor. İşte bu noktada sizleri Erik Olin Wright’ın “gerçek ütopyalar” arasında saydığı, çoğu yerel yönetimlerde de karşılık bulabilecek 10 örnek üzerinde düşünmeye davet ediyorum.

Geçtiğimiz hafta günümüzün en üretken Marksist sosyologlarından Eric Olin Wright’ı yitirdik. Wright son eseri ‘21. Yüzyılda Nasıl Anti-Kapitalist Olunur’a son noktayı koyduktan sonra aramızdan ayrıldı. Onun ayırd edici özelliği, temel araştırma konusu “sosyalizmi toplumsallaştırma” misyonunu kariyeri boyunca terk etmemesi, ancak ortodoksiye teslim olmayıp bu yolda sürekli yaratıcı çabalar içerisinde bulunmasıydı.

WRIGHT VE SINIFLAR

Yakın arkadaşı Michael Burawoy, “Erik tüm akademik yaşamını tek bir bağımsız değişkenle geçirdi” diye takılınca cevap diğer bir meslektaşı Arthur Stinchcombe’dan gelmişti ; “Sosyolojide gerçekte tek bir değişken vardır: sınıf” (Nota Bene yayınlarının Wright’ın Sınıflar ve Sınıflar Üzerine Tartışmalar kitaplarını Türkçeye kazandırdığını hatırlatalım).
Öğrencisi New York Üniversitesi’nden Vivek Chibber, Wright’ın sınıflar konusundaki pozisyonunun üç ilke üzerinde yükseldiğini söylüyor:
Birincisi, ana akım teoriler sınıfı gelirle ilintilendirirken, Erik Marx’ın toplumsal ilişkiler sömürüye dayanır fikrini diriltti. Sömürü bir grup yaşamsallığını diğer grubun kontrolünden sağladığı zaman gerçekleşir. O nedenle bir kişinin gelir düzeyi değil bu geliri nasıl kazandığı sınıfsal pozisyonunu belirler. İkincisi, sınıf emeğin yarattığı değere el koymaya dayandığı için doğası gereği kutuplaştırıcıdır. Bu egemen sınıfın tabii sınıfların refahını baltalamasını gerektirir, böylelikle de onların direnişi tetiklenir. Üçüncüsü de, bu karşıtlık belli koşullarda sınıflar arasında örgütlü çatışma, diğer bir ifadeyle sınıf savaşı biçimini alır.(
Jacobin dergisindeki 26 Ocak 2019 tarihli yazısından ).
Eric Olin Wright orta sınıfların sınıfsal anlamda çelişkili pozisyonu üzerinde de önemle durmuştu. Gerek esnaf, gerekse de avukat, doktor, mühendis gibi profesyonel meslek sahipleri hem sermayedarlardan hem de işçilerden ögeler barındırırlar. Her iki yöne doğru da meyledebilirler. Alacakları tavır konjonktüre ve politik süreçlere bağlı olarak gelişir.

GERÇEK ÜTOPYALAR

Erik’in uzun yıllarını adadığı projesi, Gerçek Ütopyalar tartışmalarıydı. Ütopya “ olmayan yer “ anlamı da taşıdığına göre ifadenin kendisi bile çelişkili görülebilirdi. Ancak o, takipçisi olduğu Marks gibi kapitalizme karşı mücadelenin ancak alternatiflerini düşleyebilmekle gerçekleşeceğine inanıyordu. Kapitalizmi aşındırabilmek için de insanların önüne pratikte uygulama şansı bulunan “gerçek ütopyalar” koymak gerekliydi. Bu da haliyle kolay bir iş değildir. Çünkü kapitalist sistem içerisinde farklı bir tahayyülü ete kemiğe büründürmek zordur, ancak yarını yaratmak için bugünden elle tutulur örnekler yaratma çabasını kovalamak da gerekir.
Bu zor uğraşta olsa olsa umudu diri tutmakla mesafe alınabilir. Yeri gelmişken ülkemizde karamsarlığın egemen olduğu bir iklimde Eric Olin Wright’ın “Kötümserlik entelektüel anlamda kolaylık, aynı zamanda tembelliktir” sözünü hatırlayalım. Bedbinliğe prim vermeyen benzer bir ruh haliyle Korkut Hoca da en son yayımlanan “ABD’de Sosyalizm Canlanıyor” yazısında işçi sınıfının açık farkla Trump’a oy verdiği bir kavşakta, özellikle gençlerin sosyalizm fikrine sıcak bakmalarını önemsiyor, “iyi haber” üzerinde ısrar edilmesini salık veriyor. (Sol Portal, 25 Ocak 2019)

YEREL SEÇİMLER VE 10 ÖRNEK

Türkiye’nin içinde bulunduğu yerel yönetim seçimleri süreci de, ne yazık ki yüreğimize su serpecek, umutlarımızı tazeleyecek ön belirtiler taşımıyor. İlkesiz ittifaklar, isimler üzerinden tartışmalar enerjimizi soğuruyor, bedbin bir ruh halini depreştiriyor. İşte bu noktada sizleri Erik Olin Wright’ın “gerçek ütopyalar” arasında saydığı, çoğu yerel yönetimlerde de karşılık bulabilecek 10 örnek üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Bu örnekleri Wright’ın çok önem verdiği 3 temel ilke “eşitlik, demokrasi ve sürdürebilirlik” süzgecinden geçirerek değerlendirmenizi öneriyorum. Bunların bazıları aklımıza tam yatmasa da, bu kısır fikir ortamında en azından üzerinde kafa yormak hepimize iyi gelebilir.
Katılımcı Bütçe: Kent bütçelerinin politikacılar ve uzmanlar tarafından hazırlanması yerine, sade yurttaşların halk meclislerinde tartışarak ve oylayarak kendi yaşamlarıyla ilgili kararları kendilerinin almasıdır.
Wikipedia: Ne olduğunu hepiniz biliyorsunuz anlatmaya gerek bile yok. Ancak ülkemizdeki demokrasi açığı nedeniyle, tüm dünyada geçerli bir hizmete erişebilmek için dahi demokrasi mücadelesine hız vermemiz gerekiyor.
Kamusal Kütüphaneler: Sadece kitaplar değil, videolar, CD’ler hepsini Marks’ın “herkes ihtiyacına göre”, ilkesine uygun biçimde kamu kütüphanelerinden edinebilirsiniz. Wright kütüphaneleri anti-kapitalist kurumlar olarak nitelendirir. Öyleyse muhalif yayınların öncelikle yer aldığı sol, sosyal demokrat yerel yönetimler kütüphaneleri yaygınlaştırmalıdırlar.
Dayanışmacı Finansman: Sendikaların veya diğer kurumların dayanışma fonları sosyal öncelikler doğrultusunda küçük çaplı da olsa yatırımlara yönelip, iyi örnekler yaratabilirler.
İşçi Mülkiyetinde Kooperatifler: Üretici kooperatifleri piyasa ekonomisi yanında küçük ölçekte de kalsa, Hopa Çay vb. tüketiciler açısından güvenli, gelir kaynağının yönelimi belli, iyi örnekler oluştururlar.
Sosyal Ekonomi Konseyleri: Sosyal konutlar, yaşlı bakım evleri, kreşler vb. “sosyal ekonominin” unsurlarıdır. Bunlar Quebec’teki gibi toplumun değişik sektörlerinden değişik kesimlerden oluşan sosyal ekonomi konseyleri tarafından yönetilebilirler.
Şehir Tarımı: İsteyen herkesin kentlerde küçük bir toprak parçasında ekim-dikim yapabileceği yerel yönetim mülkiyetinde kamusal tarlalar oluşturulmasıdır.
İnternet Temelli Karşılıklılık Ekonomisi: Star sistemine karşı müzisyenler, yazarlar vb. ürünlerini bedelsiz sunabilirler. Buna karşılık hizmetten memnun kalan yurttaşlar da karşılıklılık ve işbirliği temelinde onların hesabına katkıda bulunarak sanatçıyı ayakta tutabilirler.
Karşılıksız Temel Gelir: Her kişiye en temel gereksinimlerini karşılayacak bir gelirin sırf yurttaş olduğu için ödenmesidir.
Rastgele Yönetim (Randomocracy): Eski Yunandaki gibi yönetici meclislerin seçimler olmaksızın sırf kura çekilerek belirlenmesidir.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Kendinden nefret etme duygusu - İBRAHİM VARLI

Zulme uğrayan etnik veya dinsel grupların tarihinde garip bir olguyla karşılaşırız. Kurbanlar, zulüm gördükleri sürecin belli bir anında zalimlerin görüşlerini benimseme eğilimi gösterirler. Ve bu nedenle kendilerini hor görmeye, kendilerinden nefret etmeye başlarlar.
Kendinden nefret etme duygusu özellikle binlerce yıldan beri ayrımcılık ve karalama kampanyalarının hedefi olan Yahudiler örneğinde araştırılır. Ama benzer ve aynı derecede trajik olaylar yerlerinden yurtlarından edilen, köleleştirilen ve zulme uğrayıp kimlikleri ellerinden alınan siyahların tarihinde de cereyan eder. Aslında kendileri olağanüstü güzel olan siyah kadınlar, derilerinin beyaz olmamasının veya en azından daha açık bir renge sahip olmasının özlemini duymaya ve hayalini görmeye başlarlar. Kurbanların kendilerine zulmedenlerin değerlerini benimsemeleri bu denli ileri gidebiliyor.

BAŞLANGIÇTA ‘BEN DE  DESTEKLEDİM’ PSİKOLOJİSİ

Kendinden nefret etme olgusu sadece etnik ve dinsel gruplarla sınırlı kalmamakta, ağır bir yenilgiye uğramış olan sosyal sınıflarda ve siyasi partilerde/örgütlerde de ortaya çıkabiliyor.
Restorasyon döneminin ortasında, 1818 yılında Fransız Devrimi’nin başarısızlığa uğramış göründüğü anda, 1789’da başlamış olan süreci başlangıçta desteklemiş olanlar bile araya mesafe koymaya başlarlar. Onlar için muazzam bir yanlış anlama veya daha da kötüsü, yüce ideallere utanç verici bir biçimde ihanet söz konusuydu.
1990’ların başında Sovyetler Birliği dağıldığında, çoğu komünist için geride kalan “reel sosyalizm” tarihi, utanç duyulması gereken bir geçmiş olarak görüldü.
Bu çarpıcı pasajlar ve uzun alıntılar Domenico Losurdo’nun Tarihten Kaçış kitabından. “Komünistler tarihlerinden utanmak zorunda mı?” gibi kışkırtıcı bir soruyla kitaba giriş yapan Losurdo’ya göre sol, sosyalist, komünist hareketin savaşmak zorunda kaldığı sorunlar arasında kendinden nefret etme problemi önemli bir yere sahip.

KOMÜNİST PARTİLİ AMA…

Bunun için bir zamanlar Avrupa’nın en etkili sol hareketlerinden olan İtalyan Komünist Partisi’nin eski liderlerinden ve uzantılarından örnekler verir. 90’lı yılların başlarında SSCB’nin yıkılmasının da verdiği moral bozukluğuyla partiyi lağveden bu liderler, zaman zaman geçmişte bu partinin üyesi olduklarını ama asla komünist olmadıklarını vurgularlar.
Öyle ki yeniden başkan seçilmesi dolayısıyla dünyaya Amerikalı olarak gelmesine izin veren tanrıya teşekkür eden Clinton’a hayranlıkla bakarlar. Hatta imrenirler. Eski İtalyan komünistler yalnız değil bu konuda.
Bugün dünyaya Anglosakson ve liberal olarak gelmediği, gerçek kültürün kutsal kalbinden çok uzaklarda doğduğu için hazin kaderinden dolayı ağlayan “eski solcular”ı bir kenara bırakalım.

MUKTEDİRİ SEVME TRAVMASI

Evet, kurbanlar, zulüm gördükleri sürecin belli bir anında zalimlerin görüşlerini benimseme eğilimi gösterirler. Buna sağımızda, solumuzda, yanı başımızda çok çarpıcı şekilde tanıklık ediyoruz.
Ne yazık ki kendinden nefret etme hastalığı bütün ezilenlerde, ötekilerde, kendilerini hâlâ solda görenlerin saflarında sıklıkla görülmeye devam ediyor. ABD emperyalizminin müdahaleciliğini, darbelerini çeşitli argümanlarla savunmak, kendi “yerli-milli zorbalar”ını desteklemek gibi.
Saray kapılarında sıraya girenler, “uzlaşma”, “diyalog” adı altında muktedirlerin önünde el pençe divan duranlar, “aslında o kadar da kötü değiller” diyerek her türlü kötülüklerini temize çekenler kendinden nefret etme olgusunun somut örnekleri.
Bütün bunlar rastlantı olmadığı gibi, bu durumun kendinden nefret etme olgusuyla direkt bağlantısı var.
Kitabın serüveni “Komünistler tarihlerinden utanmak zorunda mı?”sorusuna verilen, “Hayır!” cevabında saklı. Losurdo, kendinden nefret etme salgınına karşı nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini de kitapta uzun uzun anlatıyor. En iyisi bir an önce Yordam Kitap’tan çıkan “Tarihten Kaçış, Günümüzde Rus ve Çin Devrimleri” kitabını edinmeli.
İbrahim Varlı / BİRGÜN

25 Ocak 2019 Cuma

ABD’de sosyalizm canlanıyor - KORKUT BORATAV

Amerika’da canlanan sosyalizme niçin şaşıralım? Ustalarımız da 1872’de Birinci Enternasyonal’i (koşulların da zorlamasıyla) New York’a taşımadılar mı? Taşırlarken de Amerika’nın, sosyalizme barışçı yollardan ulaşabilecek (İngiltere ve Hollanda ile birlikte) ender ülkelerden biri olduğunu ileri sürmediler mi? (bk. August H. Nimtz, Demokrasi Savaşçıları Olarak Marx ve Engels, Yordam Kitap, İstanbul, 2012, s.332)

İyi ama, şaşkınlığın gerçekçi bir nedeni var. Ustaların öngörülerine değil, günümüzdeki ABD’ye bakalım: Emperyalizmin ağababası, günümüz dünyasında gericiliğin ideolojik ve maddî kaynağı olan; dev sermaye partilerinin siyaseti sırayla paylaştığı; işçi sınıfının açık farkla Trump’a oy verdiği bir ABD’de sosyalizm nasıl canlanır?

Ben ise daha da gerçekçiyim ve “iyi haber” üzerinde ısrar ediyorum: Trump’ın Amerikası’nda sosyalizm yükselmektedir.
Olgulara göz atalım.

Gençler sosyalizmi yeğliyor. Kapitalizmi değil…

Gallup, 18-29 yaşlardaki Amerikalı gençlere sormuş: “Hangisi iyidir? Kapitalizm mi? Sosyalizm mi?

Gençlerin yüzde 51’i sosyalizmi yeğlemiş; kapitalizm lehine oy verenler ise yüzde 45 ile sınırlı kalmış.

Aynı anket, Amerikalıların yaşlandıkça kapitalizme meylettiklerini de ortaya koymuş:Kapitalizmi yeğleyenlerin oranı 30-49 yaş grubunda yüzde 58’e; 50-64 yaş grubunda ise yüzde 64’e yükselmiş. “Sosyalist oylar” da aynı gruplarda paralel bir aşınma (%41 → %30) göstermiş.

Gallup, anket sonuçlarına şu yorumu eklemiş: “Sosyalizmin çekiciliği gençlere özgü ve yaşlandıkça aşınacak bir idealizmi mi yansıtıyor? Bu kuşak için kalıcılaşan bir siyasî tutuma mı dönüşecek? İleri yıllardaki anketlerde anlayacağız.” (CNBC-Take It, 14 Ağustos 2018).

ABD siyasetinde “sosyalizm” sözcüğü fiilen yasaklıdır. Yasak, “liberal, ilerici”, olsa olsa “sol” terimleri ile yarım-yamalak telafi edilir.
Genç kuşak bu yasağı nasıl deldi? 
Birdenbire sosyalizme niçin yöneldi?

Kuşaklar arasında da bozulan bölüşüm…
Nedeni, artan yoksullaşmada, eşitsizliklerde mi arayalım?
Bölüşüm ilişkilerinde kırk yıl öncesine uzanan bozulma, genç kuşaklara daha da ağır yansıdı. Amerikan kapitalizminin çürümüşlüğünü ortaya çıkaran 2008 krizi, bu durumun da algılanmasını tetikledi.

Araştırma sonuçlarına, kapsamlı istatistiklere giremem. Bir örnek olarak Amerikalı gençleri karamsarlığa sürükleyen sosyo-ekonomik bir soruna değinmekle yetineceğim: Öğrenci borçları

Yirmi yıldan beri dört nala tırmanan üniversite harçları, öğrencilerin ödeme gücünü fazlasıyla aşmış; çözüm giderek yaygınlaşan banka kredilerinde bulunmuştur. Öğrencilerin kabaca yarısı bankalara borçlu olarak üniversitelerden mezun oluyor. Mezuniyette ortalama 35.000 dolar borç söz konusudur ve toplam öğrenci borçları 1,5 trilyon (1500 milyar) dolara ulaşmış durumdadır.
Borçlu gençlerin önemli bir bölümü istikrarlı, sürekli işlerden yoksundur. Çoğu kayıt dışı işlere muhtaç; bir önceki kuşağa (ebeveynlerine) göre gelirleri daha düşük; sosyal güvenlik sistemiyle bağları, güvenceleri çok daha zayıftır. Ödenemeyen borçlar tırmanmakta; bankalarla yoksul, işsiz gençler arasındaki kovalamaca, ağır bir sosyo-ekonomik sorun olarak siyasetin gündemine girmektedir.

Bu sorun, genç kuşakların eğitimli, yani “seçkin” katmanlarının sancısıdır. Daha aşağılarda işsizlik, uyuşturucu ve suç dünyaları en acımasız biçimleri ile gençleri beklemektedir.

Bu yüzyılın başında hayata gelen kuşağın, gelecek beklentilerinin hızla olumsuzlaştığını; özgüvenlerinin aşındığını belirleyen bulgular artmıştır.
Ancak sormak gerekir: Bölüşüm bozukluklarının, yoksullaşmanın kurbanları ne zamandan beri kendiliğinden sosyalizme yönelir? Doğal tepki, “hayat kavgası”dır; ayakta durmak, iş aramaktır. Çalışma koşullarında, ücretlerde talepkâr olmaktır.

Patolojik tepki ise, yoksul insanın kendisini ve “ötekileri” (göçmenleri, Yahudileri, eşcinselleri, bürokratları vb.) suçlayarak neo-faşizme yönelmesidir.
Toplumsal eşitsizliklere sınıfsal teşhisi koymak ve kapitalizmi bir sistem olarak suçlamak kendiliğinden gelmez. Sınıfsız bir toplum arayışının kuramsal ve tarihsel birikimini bugüne taşıyan bir “dışsal” etken, akım, örgüt, öncü insanlar gerektirir. Tarihsel adlarından biri olan sosyalizm arayışlarını kastediyorum.
ABD’de bu boşluğun doldurulmasına, yani genç kuşağın sosyalizmi yeniden keşfetmesine bugün katkı yapan kişilere, örgütlere değinelim.

ABD’de sosyalizm filizleniyor mu?
Sosyalizm, ABD siyasetinin merkezine 2016 başkanlık seçim kampanyasında yeniden taşındı: Bernie Sanders, Demokrat Parti’nin Başkanlık ön-seçimlerine sosyalist kimliğini açıkça ortaya koyarak aday oldu.

Sanders, siyasete Amerikan Sosyalist Partisi’nin kurucusu, sendikacı Eugene Debs’i örnek alarak atılmıştı. Yirmi yaşında bu partinin gençlik örgütüne üye oldu. Amerika’da radikal solun yükseldiği 1968 kuşağının mücadeleleri içinde yer aldı.
Yıllardan beri ABD Kongresi’nin tek sosyalist üyesidir. Vermont Eyaleti’ni 1990 sonrasında Temsilciler Meclisi’nde, 2007 sonrasında Senato’da temsil etti. Kongre çalışmalarında Demokrat Parti grubu içinde yer aldı.

2016 ön-seçimleri, bir aşamadan sonra Hillary Clinton ile Bernie Sanders arasındaki çekişmeye dönüştü. Obama’nın Dışişleri Bakanı olarak ABD emperyalizmin Latin Amerika’daki ve Orta Doğu’daki saldırgan ve kanlı politikalarının sorumluluğunu taşıyan; Wall Street’in de gözdesi olan Clinton ön-seçimlerde Demokrat Parti yönetimi tarafından açıkça kayırıldı. Amerika Demokrat Sosyalistleri (ADS) ise Bernie Sanders’ın kampanyasını destekledi.
Sanders ön-seçimlerde 13,2 milyon oy (toplamın yüzde 43,9’unu) aldı. Bu, Amerikan sosyalizminin temsilî demokraside ulaştığı zirvedir. Beş kere ABD Başkanlık seçimlerine katılan Sosyalist Parti lideri Eugene Debs ile karşılaştıralım. Debs, 1920 seçimlerine cezaevinden katılır; 914000 oy kazanır; kendi rekorunu kırar. (İki yıl önce savaş karşıtlığı nedeniyle on yıla mahkûm edilmişti.)

Yaklaşık bir yüzyıl sonra Sanders’ın ön-seçimlerdeki 13 milyonu aşkın oyu, ABD siyasetinde sosyalizmin yükselişini; bir anlamda “iade-i itibarı”nı simgelemiştir. 2016 Başkanlık seçimleri Trump ile Sanders arasında gerçekleşseydi sosyalist adayın kazanacağı da anketlere dayanılarak ileri sürülmüştü.
Sanders’ın başarısının geçici olmadığı 2018’deki ABD Temsilciler Meclisi seçimlerinde bir kez daha ortaya çıktı. ADS üyeliği ve desteği ile seçimlere katılan iki sosyalist kadın daha Kongre’ye seçildi: Michigan’dan Filistinli bir göçmen ailenin kızı olan Raşide Tlaib ve New York’tan Porto-Riko kökenli Alexandria Ocasio-Cortez…

Ne tür bir sosyalizm?
ABD Kongresi’nin üç sosyalist üyesinin ve onların seçilmesini sağlayan ADS’nin sosyalizm görüşleri, “revizyonist, reformist, sosyal demokrat” olarak nitelendirilebilir. “Emperyalizme karşı zayıf duruş” tespiti de geçerlidir. Ama, bu değerlendirmeleri topluca küçümsemeye dönüştürmeyelim, silip atmayalım.
Her ülkenin sosyalizmi, kendi mirasınca biçimlenir. O mirasın olumlu, devrime açık, ilerici öğelerini bugüne taşıdığı, içerdiği; bugünkü somut alanın içinde “en sol” seçeneği temsil ettiği ölçüde, hiç olmazsa “kalben bizdendir” diyebilmeliyiz.
Amerika’nın sözünü ettiğim sosyalistlerine bu açıdan bakınca iyi şeyler görüyorum.

Bir kere, Amerikan Sosyalist Partisi’nin kurucusu Debs’in mirasını benimsemektedirler. ADS, bu sosyalist partinin türevidir; sol kanadı olarak oluşmuş; kurulmuştur. Sosyalist Enternasyonal’e üye olmuş; bu örgütü daha sonra “neo-liberalizme teslimiyet” ile suçlayarak ayrılmıştır.
50.000 üyesi, 181 yerel şubesi olduğu söyleniyor. Bunlar, Avrupa-türü parti örgütlenmesi zayıf olan ABD siyaseti için yüksek sayılardır. DSA, 2018 seçimlerinde Kongre’ye giren iki sosyalist dışında eyalet meclislerine de 11 üyesini seçtirmiştir. Bu bilanço ile sosyalizmi genç kuşaklara taşımada önemli katkısı olduğu anlaşılmaktadır.
Bizlere de “hariçten desteklemek” düşer…

ABD’de sarkaç sola salınıyor
Ocasio-Cortez, bu ay, Kongre’nin en genç üyesi olarak göreve başladıktan hemen sonra, gelir vergisindeki en üst dilimlerin yüzde 70 oranında vergilenmesini savunan bir demeç verdi. Demokrat Parti’nin sağ kanadı rahatsız oldu, ama Clinton’un Hazine Bakanı Lawrence Summers “haklıdır…” diye destekledi.
Büyük sermayenin çizgisini ABD yönetimine taşımış olan Summers gibi bir kişi, nasıl oluyor da bu genç sosyalisti destekliyor?

Bir yanıtı Edward Luce, Financial Times’ta yayımlanan bir makalesinde (19 Ocak, 2019’da) veriyor:“Demokratların Wall Street’in güvenini kazanma çabası hiçbir zaman ödüllendirilmedi; Cumhuriyetçiler daha fazla sağa kaydı. Bu anlayışın devri tamamlandı. Şimdi, yeni bir New Deal arayan radikalleşmiş Demokratlar, sözcülerini aramaktadır. Neo-liberalizmin sahte doktrinleri gücünü yitirdi. Amerika solu, yeni fikirler üreten bir fabrikaya dönüştü. Onlarca yıldan bu yana ilk kez Amerika’nın düşünsel enerjisi solda yer alıyor.”

Korkut Boratav / SOL

Prof. Dr. Boratav’dan ‘Venezuela’ yorumu: ABD emperyalizmi tüm kıtayı hedef alıyor - EKİN AKYAZ

ABD’nin Venezuela’ya yönelik darbe girişimi, dünya kamuoyunda da yankılarını sürdürüyor. ABD destekli Juan Guaido’nun ‘geçici devlet başkanlığı’nı ilan etmesi, ABD’nin bu hamleyi tanımasının ardından kızışan süreç, Venezuela’nın ABD diplomatlarına ülkeyi 72 saat içinde terk etme ihtarı vermesine kadar uzandı. Çoğu Avrupa ülkesi ABD’nin arkasında saf dururken, Türkiye ve Rusya, Venezuela yönetimine destek mesajı verdi.
Prof. Dr. Korkut Boratav Venezuela’ya yapılan darbe girişimini BirGün’e değerlendirdi. Boratav; Amerika’nın Venezuela ile sicilinin her zaman bozuk olduğunu söyleyerek şu ifadeleri kullandı:“ABD, Chavez’in iktidara gelmesinden hemen sonra, açık bir darbe teşebbüsü yaptı. Halkın direnmesi ile darbeciler defedildi. Amerika’nın yenilgiye uğratıldığı belgelendi. Şimdi ikinci ciddi kalkışmada bulunuyor. Trump, tüm Latin Amerika kıtasında gericiliğin perçinlenmesi için üç ülkeyi kendine hedef belirledi. Küba, Venezuela ve Nikaragua… Muhtemelen Bolivya da yedekte duruyor. Yeni Meksika başkanı Obrador da Amerika’nın taşeronluğunu üstelenen Latin Amerika’nın gerici iktidarlarını takip etmeyerek tepki çekecek”
“Kendi kusurları apayrı bir konu…”
Şu an Venezuela’da hükümetin, halka yaptığı kusurların bu müdahalenin dışında değerlendirilmesi gerektiğini söyleyen ve Honduras’taki ABD müdahalesine değinen Boratav, “Obama döneminde Dışişleri Bakanlığı görevindeki Hillary Clinton’ı hatırlayın. Honduras’ta açık bir darbe yapıldı ve Hillary Clinton’ın o darbeyi desteklediği CIA belgeleri ile kanıtlandı. Latin Amerika’da yükselen sağ dalga düşünüldüğünde, yaşanılan sürecin yeni bir aşaması. Bizim şu an hızla yapmamız gereken, Venezuela’nın içeride ne yaşadığını analiz etmek değil. Venezuela iktidarının kendi halkına karşı büyük kusurları olduğu apayrı bir konu. Emperyalist müdahale apayrı bir konu” diye konuştu.
Türkiye desteğinin ciddiye alınır tarafı yok
Türkiye’nin tutumunun her zaman için kaygan bir zeminde olacağını ifade eden Boratav, “Venezuela’nın ambargolar nedeniyle çok ciddi darbe aldığı şu günlerde, altınlarının Türkiye’de işlenmesi ya da basılması gibi bir durum var. Yakın geçmişte de benzer alışverişleri görürsünüz. Peki, bu hükümetin, ABD emperyalizmine karşı cepheden, net bir açıklamasını görüyor musunuz? Hayır. Çünkü NATO üyesi bir ülkenin bunu yapma şansı yok. Emperyalizmin dış politikalarını ciddi ölçüde desteklemiş bir iktidardır, o nedenle ciddiye alınacak bir tarafı yok”  dedi. 
Ekin Akyaz / BİRGÜN

Uğur Mumcu boşuna öldürülmedi ama boşuna öldü - Mine Söğüt

Dün bu ülkenin en aydınlık gazetecilerinden Uğur Mumcu’nun karanlık bir suikastla öldürülüşünün yirmi altıncı yıldönümüydü. 

Çeyrek asır önce terör egemenlerince susturulmaya çalışılan bir aydının ölümünün ardından yirmi altıncı kez anmalar yapıldı. 
Yirmi altıncı kez ona ait konuşmalar, yazılar ortalıkta dönüp durdu. 
Tüm bunlar bize Uğur Mumcu’nun bir ocak ayında Ankara’da bombalı bir suikastla öldürüldüğünü yirmi altıncı kez hatırlattı. 
Ama, onun öldürülmesinin ardından, bu halkın hayatına, değerlerine, özürlüğüne, bağımsızlığına daha sıkı sarılacağı yerde; Nasıl olup da sahip olduklarından ödün verdiğini, değerlerinden vazgeçtiğini ve göz göre göre bu noktaya vardığını anlatamadı. 
Suikastçıların bir aydını öldürerek varmayı hayal ettikleri noktaya gerçekten varabilmiş olmalarının utancıyla... 
Şimdi oturun bilgisayarın başına, o yazıların hepsini tek tek yeniden açıp okuyun. 
Mumcu’nun katıldığı panelleri, söyleşileri tekrar tekrar dinleyin. 
Görüntülere, fotoğraflara uzun uzun bakın. 
Öldürülmüş bir gazeteci bize hayattayken neler anlatmış?
Ve bir gazetecinin önce anlattıklarından sonra da öldürülmesinden, bu ülke ne anlamış? 
Bugün başımıza gelenleri anlamakta zorlanıyorsak, bunda, başımıza gelenlerden zamanında çıkarmadığımız anlamların ve varmadığımız sonuçların payı büyük. 
Okuduğunuz şu gazetenin o suikast haberini verirken attığı manşeti hatırlayın. 
“Susturamazlar!” 
Önce, bu başlığın 1993 yılında ne anlama geldiğini düşünün. 
Sonra da bugün, 2019 yılında ne anlama geldiğini düşünün. 
Susmak ve konuşmak o zaman ne demekti, şimdi ne demek?
O zamanlar konuşabildiklerimiz nelerdi? 
Bugün konuşamadıklarımız neler? 
Aradan geçen yirmi altı yılda nasıl alaşağı edildi en temel özgürlükler ve o güzel hayaller? 
Uğur Mumcu’nun işaret ettiği tüm tehlikelerin birer birer gerçekleştiğine şahit olduğunuz şu yarım asrın iklimi bu ülkeyi kendi gerçeklerine kör etti. 
O karanlıkta katiller de niyetleriyle birlikte ilerleyebildikleri kadar ilerledi. 
Ankara’da o ocak ayında arabasına konulan bir bombayla öldürülen aslında sadece Uğur Mumcu değil, koca bir ülkeydi. 
Onun deşifre ettiği ilişkilerin beslediği kahramanlarla baş başa bir yarım asır geçiren ve içine kapana kapana totaliter bir rejimin kucağında acı çeken şu ülkede, Uğur Mumcu’yu anmak değil “gerçekten” anlamak gerekir. 
Onun ve öldürülen tüm diğer gazetecilerin, aydınların ortak özelliği susmamalarıdır. 
Tüm tehditlere, tüm saldırılara, tüm engellemelere rağmen doğru bildiklerini söylemekte inat etmeleridir. 
Şu aradan geçen yirmi altı yılı... 
Gözlerimizi ve kalbimizi gerçeklere kapalı geçirdik. 
Başımıza gelenlerden almamız gereken dersi almadık. 
Sosyal adaleti ve bağımsızlığı savunan ideolojilerin karalanmasına göz yumduk. 
Susturulduk. 
Ve sustuk. 
Bu sayede yirmi altı yıl önce Uğur Mumcu’yu öldürenler bugün emellerine eriştiler. 
O yüzden bilin ki Uğur Mumcu boşuna öldürülmedi. 
Ama boşuna öldü.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Uğur’suz yıllar - ALİ SİRMEN

Dün yine 24 Ocak’tı. Dün, Uğur Mumcu’nun aramızdan zorla ayırılmasının 26. yılıydı. 
O günden bu yana 26 Uğur’suz yıl geçirdik. Artık Uğur’un öldürüldüğü 24 Ocak ile Muammer Aksoy’un öldürüldüğü 31 Ocak tarihleri arası, Adalet ve Demokrasi Haftası olarak etkinlikler, anmalar, söyleşiler panellerle dolu geçiyor.

Uğur’un ölümünde cenazesinin ardından yürüyen, yurdun dört bir yanında, onun için törenler düzenleyen, sayıları milyonu bulan yurttaşlar, mahallelere, sokaklara, caddelere meydanlara kültür sanat merkezlerine, Uğur Mumcu adını verdiler, toplum Uğur Mumcu’yu benimsiyor, bağrına basıyor ve ilgi yıllarla azalmıyor, tam tersine...
 
Yazıldığında, o gün için kaleme alındığını sandığımız, yaşadıkça meğerse bugünleri de anlatıyor olduğunu anladığımız yazıları, dün olduğu kadar bugün için de geçerli. 
Bu, daha o günlerden geleceği gören, bizi uyandırmaya çalışan, bugün de haklılığı her olayla bir kez daha kanıtlanan Uğur’un açısından olumlu, O’nun bütün uyarılarına rağmen uyanmamakta direnip hâlâ aynı gaflet çukurunda debelenen toplum açısından olumsuz bir olgudur.
***
Uyarılarından yeterince ders alamadığı Uğur Mumcu’yu toplum bağrına basıyor, herkes Uğur ile onur duyuyor, onun zekâsına, mizahına, yürekliliğine, dürüstlüğüne hayran oluyor.
 
Herkes Uğur Mumcu’ya hayran, ama kimse babasının, kardeşinin, eşinin ya da oğlunun Uğur Mumcu olmasını temenni etmiyor. Çünkü Uğur Mumcu olmanın bedeli var. 
Bedelsiz Uğur Mumcu olmak yok. Uğur bu gerçeği bilerek ve bu bedeli ödemeyi göze alarak karanlığın üstüne gözünü kırpmadan yürüdü.

Uğur Mumcu, Kuvvacıydı, ulusalcıydı, bağımsızlıkçıydı, emeği kutsal görürdü, emekten yanaydı, sosyalistti ve bütün bunların hepsinin birden nasıl bağdaşabileceğinin örneğiydi.
 
Davranışlarında veya düşüncelerinde çifte standarta yer yoktu. Özgürlüklerin herkes için olduğu rejimlerin ancak demokrasi olduğuna inanıyor ve özgürlüğün nimetlerini yalnız kendisi veya kendisi gibi olanlar için değil, herkes için olmasını savunuyordu.
Eski Türk Ceza Kanunu’nun 141-142. maddelerine karşı çıkar, bunların kaldırılmalarını savunurken, yalnız yoksul Müslümanlara karşı kullanılan, ülkeyi tarikat-ticaret-siyaset cenderesi içine sıkıştırmayı amaçlayanlara karşı, işletilmeyen, işletilemeyen 163. maddenin de kaldırılmasını savunuyordu. 

Uğur için özgürlükler yalnız onunla aynı doğrultuda düşünenlere değil, herkese aitti.

***

Uğur Mumcu bütün gönüllü ama güdümlü olmayan aydınlar ve devrimciler gibi, düşüncelere ve ilkelere bağlanmıştı, kişilere biat etmezdi. 

Biat etmeden de bir düşüncenin bir ilkenin peşinden koşulabildiğinin canlı örneğiydi. 
Onun ayağını kendi toprağına basan bu ülkenin solcusu ve devrimcisi olduğunu çok veciz şekilde anlatan bir olayı paylaşmak isterim. 

Yıllar önce, Cumhuriyet’in Cağaloğlu’ndaki binasının yazı işleri salonunun büyük masası etrafında toplanmış sohbet ediyorduk. 
O sırada içeri patenti Uğur’a ait olan “liboş” nitelemesinin bütün özelliklerine sahip bir keskin solcu(!) girdi ve onu görünce seslendi: 
- Ne haber Uğur, hâlâ Kemalist misin? 
Uğur sert bir tonla soruyu soruyla karşıladı: 
- Sen de hâlâ Maocu musun? 
Liboş karşı çıktı: 
- Maoculuk bağımsızlıkçılıktır... 
Uğur gülerek yanıtladı: 
- O Çin’de öyle, burada bağımsızlıkçılığın adı Kemalizmdir ve evet ben hâlâ Kemalistim. 

Cumhuriyet’in yolunun tıkanmaya başladığı bir dönemde, hırsızlıkların, uğursuzlukların, baskının, zulmün, işkencenin, gericiliğin üstüne gidilmesi ihtiyacı toplumsal bir talep doğurdu. Uğur Mumcu bu talebe cevap verdi ve karanlığın üzerine gözünü kırpmadan yürüdü. Uğur’a yeterince kulak verip gerekenleri yapsaydık, içine düşmeyecek olduğumuz uğursuz yıllardan ne zaman kurtuluruz sorusunun yanıtı ise, “Uğur Mumcu’lara artık ihtiyaç duymayacağımız zaman” olsa gerek.

Ali Sirmen / CUMHURİYET