3 Haziran 2014 Salı

Zorunlu Seçenek İmam Hatipler - ŞÜKRAN SONER

Hani biz hâlâ yürürlükteki anayasal, yasal düzen içinde, söz konusu düzenin ayakta tutulmasından sorumlu olacak, İktidarlarının kamu yararı, yasama-yürütme-yargı bağımsızlığına, hukuk devleti düzenine aykırı yasalar ve icraatlarını denetleme görevini üstlenecek, devletimizi temsil edecek cumhurbaşkanımızı seçmek üzere sandığa gidip oy kullanacağımıza inanıyoruz ya... İktidarlarının yetkili, hukukçu bakanları hafta sonu açık açık söylediler, “Adayımız Başbakan Erdoğan’dır, partili başkanımızolarak başkanımız olacak. Sonra da gereken anayasal değişikliği yaparak başkanlık sistemine geçeceğiz..” dediler, İktidarları adına, inançla yol haritalarını çizdiler ya... 

Hiç kuşkunuz olmasın Başbakan Erdoğan’ın Başbakanlık olanakları ile son dakikaya kadar yürütülecek seçim kampanyası sürecinde, diğer adayların da belirlenmesi sonrası bire bir yürütülecek oy isteme turlarında hukuken parlamenter düzen içinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucundan, sihirbazın “kuş çıkarması” örneği, başkanlık sistemine geçişin, AKP içinden yara bere alınmadan, dağılmadan, “çok güçlü sihirle” nasıl çıkarılacağının yollarına, öncelikle AKP’li seçmenler inandırılmaya çalışılacak... Erdoğan’ın seçilmesi garantisi, sonra Gül’ün küstürülmeden AKP kongresinde geçici başbakanlığa razı edilmesi, sonra Erdoğan’ın partili başkan kimliğini yani parti içindeki otoriter gücünü yitirmeden, zorunlu anayasal değişiklikleri ile güçlü başkanlık sistemine zıplatılmasında atılacak adımların büyülü, sihirli yol haritası.. 
AKP’yi Erdoğan liderliğinde, dağılmadan ayakta tutacak formül olarak çizilmiş, sorgulanmadan yürünmesi istenen yol haritası kabaca bu.. “Her istediğini yapmaya muktedir, hangi süreçte olursa olsun (bu kadarı olamaz) diyeceklerin ayaklarının altındaki tabanın kayacağı korkusu içinde istenilenleri bir bir uygulamayazorlayacak, en azından susurak tasviye etmeye yarayacak.. sihirli formüller..” Öncelikle İktidarlarının en etkin yönetim kadroları, üyeleri ve seçmenlerine zorunluluk olarak dayatılan bu formüllerin gerekçelendirilmelerinde bugüne kadar hep başarılı olduğu tezi savunulsa da... Giderek sivil diktatoryal yapıya dönüşen, anayasal, yasal, hukuk devleti düzeni, insan hakları, demokrasinin işleyişi ile daha çok çatışan, her tür kirlenmenin, büyük kırılmaların yaşandığı boyutları görmezlikten geliniyor...
***
Kuşkusuz AKP’nin bunca yıl iktidarda kalmış kadrolarında çok deneyimli siyasetçilerin bu kadar üst üste gelen olumsuzlukları, kırılmaları görmediklerini söylemek gerçekçi olmaz. Bizden önce görmüş, kaygılanmış olsalar da siyasal, toplumsal sürükleniş içinde, onca deneyim ve birikimlerine karşın akışı durduramadıklarından kuşkumuz olmasın. İnsanlık, demokrasi, siyasi partiler, liderlikler, hele de sivil diktatoryal düzenlere geçişlerin tarihi bu türden akışın durdurulamadığı sayısız örnekler üzerinden yazılmıştır... 
En son AKP kadrolarının çok yakından kendilerince ders aldıkları Özal liderliğindeki gelişmeleri, belleklerimizde çok taze anımsarsak... İktidarda sistemin kuralı gereği yıpranmanın ardından çözümü Cumhurbaşkanlığı’na geçişte arayan ancak partisi üzerindeki yandaş başbakan kimliği seçimine karşın gücünü yitiren Özal örneği, besbelli öncelikle Başbakan Erdoğan’ı korkutuyor. ANAP ile AKP’nin geçmişi olmadan, dönem ittifakları içinde liberal ve siyasal İslam kimliklerine verilen ağırlıklarda farklılıklar olsa da algılanmada, hele de çok kolay kurdurulup büyütüldükleri gibi çok kolay dağıtılmaları, yerlerine benzer lider kimlikleri ile benzer partilerin taşınabilirliği olasılıkları çok yüksek olunca.. AKP içinde yükselmiş, dibe düşebilecek siyasetçiler için kaderini istese de istemese de Erdoğan’a bağlamak, daha bir kaçınılmaz, duygusal görünüyor.. 
Beklenmedik gelişmeleri, yakın günlerde çok daha çarpıcı gündemlerle tartışmak zorunda kalacağımıza göre, bugün yazımı, başlığımdaki eğitimin zorunlu adresi olarak imam hatiplerin gösterilmesi sorununa kaydırmak istiyorum... Siyaset oyunlarında süreçler, çok zikzaklı ülkemizde kabaca on yıllar üzerinden işlerken, eğitimdeki zikzaklar, yaz bozların olumsuz sonuçları gelecek kuşaklara yansıyor çünkü. Temel eğitimde bu yıl ortaöğretime geçiş sürecini yaşayan çocuklarımızın bir gelecek yılı daha yok. Ortak sınavların puanları 11 Haziran’da, yerleştirme puanları 7 Temmuz’da açıklancak. Puanı istediği okullara yetmeyen çok büyük büyük öğrenci grupları, eve en yakın okullara zorunlu olarak yerleştirilebilecek... 
Bakan Nabi Avcı’nın açıklamlarından olup biteni kavramak çok zor. Bildiğimiz Başbakan Erdoğan’ın “dindar ve kindar” gençlik yetiştirme amaçlı dört artı dörtlü sistemi dayattıkları. Pratiğinde her tür kamu kaynaklarından ayrıcalığın, hâlâ kâğıt üstünde meslek okulu görülen imam hatiplere verildiği. Sözde imam yetiştirme işlevli okullardan her meslekten insanı yetiştirme projesi dayatmasında işler arapsaçına dönünce sıra, sınavlı karmaşık yerleştirmeyle zorlamaya geldi. Paranız varsa sorun yok. Yoksa, sınavla piyangodan istediğiniz yere giremezseniz, buyrun imam hatiplere...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Bıktıran Sözler! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Bazı konuşmalardan, sözlerden ve sorulardan bıktım! Şöyle, vali “ Erdoğan’la Öcalan’ı takdir ediyorum” demiş; soru “Devletin valisi bunu nasıl söyler?” Bu ne şaşkın bir soru, söyler. Yeni iş yasası, taşeronluğu daha da güçlendirecek! Soru, “İleridemokraside bu nasıl olur?” Olur kardeşim, oldu da! Anayasayı sürekli çiğneyen bir başbakanımız var. Soru “Bu devlet adabına sığar mı?” Sığar! 
Hepimizin hissettiği ama açıkça söylemeye dilimizin varmadığı bir şeyi bari ben söyleyeyim. Biz hep birlikte muhalefetin şaşkın söylemlerinden ve iş bilmezliğinden bıktık! 
Sokaklarda fazla gezdiğim için tüm içtenliğimle söyleyeyim, halk sonuçsuz konuşmalardan, sürekli Tayyip Erdoğan eleştirisinden bıkmış durumda. Millet “Yeter”diyor. “Siz konuşuyorsunuz, Başbakan her istediğini yapıyor, istediği her yasayı artık Meclis olmaktan çoktan çıkmış Meclis’ten geçirerek önümüze sunuyor.” Daha da ileri gidip Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçimlerinde ilk turda işi bitireceğini söyleyebilirim. 
Dünya tarihi göstermiştir ki kaos durumunda risk almayı bilen siyasetçiler, hem kendilerini hem de ülkelerini düze çıkarmışlardır. Bizim önümüzde Atatürk gibi bir örnek var. Atatürk bir kaos ortamında 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarak İstanbul’dan bağımsız yeni bir Meclis için yollara düşmüştü. Şimdi insanların anlamadığı bir şey var; anayasayı defalarca çiğnemiş, dört bakanının fezlekesi Meclis’te uyutulmaya çalışılan, Soma katliamıyla tüm cehaleti ve acımasızlığı ortaya çıkan bir iktidar var. Hukuku yok eden ve çoğunluk onda olduğu için her yasayı geçiren bir iktidar var. Peki muhalefet partileri o Meclis’te durmakta neden ayak diretiyorlar. “Kaos” olurmuş, şu andaki durumumuzdan daha fenası olamaz. Evet, siz Meclis’i boykot etmemekte ayak direttikçe, çatı aday diye kapı kapı dolaştıkça Erdoğan kazanıyor. 
Neden muhalefet partileri cumhurbaşkanı seçimini boykot etmiyor! Milyonlarca insanın oy vermeye gitmediği bir cumhurbaşkanı seçimi her şeyiyle bir falso olur. Şu sahte demokrasi oyununun sonu artık bir gelmeli. Açık söylemek gerekirse sokaktaki insan yeniden sandığa gitmek istemiyor. Öyle bir ortam oldu ki siyaset, insanların canını sıkıyor. Bir bezginlik kol geziyor. Tayyip Erdoğan, şiddet dolu stratejisiyle önlenemez bir biçimde ilerliyor. Tüm kozları kendine çeviriyor. Hiç beklenmedik bir şey gerek. Bu şiddet dolu strateji ancak böyle bozulur. 
Bir yazımda önermiştim, muhalefet partileri Meclis’ten çekilin ama halk meclisleri kurun. Soma’da bir tane, Zonguldak’ta bir tane, Van’da bir tane, yurdun dört bir yanında kurun bu meclisleri ve bölge halkı sizlerle birlikte kendi geleceği için sorular sormaya başlasın, çözümler önerin. 

Diyeceksiniz ki, medya Erdoğan’ın elinde meclislerin sesi duyulmaz. Öyle değil, siz bir meclisleri kurmaya yönelin bakın en sonunda o Erdoğan medyası da bunları haber yapmak zorunda kalacaktır. 
Bu arada havalar ısındı ve PKK, Erdoğan’a gözdağı vermeye başladı. Şöyle diyor,“Kardeşim, ya bize idari özerklik tanırsın ve bunu yasallaştırırsın ya da biz hiçbir yere gitmediğimizi tüm ülkeye gösteririz.” Bu durum muhalefetin elinde müthiş bir kozdur. Kürt açılımını Tayyip Erdoğan’dan almak ve Kürt sorununun bütün Türkiye’nin sorunu olduğunu anlatmak ve gerekeni yapmak için! 
Bütün bunlar için cesaret gerekir. Gandi’nin Mandela’nın, Mustafa Kemal’in cesareti ya da ülkemizin yakın geçmişinden verelim, Ecevit ve Erdal İnönü cesareti. 
Son söz, bir zamanlar pazarları ve esnaf lokantalarını dolaştığım için CHP’nin yüzde on barajını geçemeyeceğini söylemiştim. Ölüm tehdidi dolu fakslar almıştım, rahmetli İlhan Abi“Kız sen ne yaptın böyle” diye sabahın köründe beni gazeteye çağırmıştı. 
Yanılmamıştım, CHP o seçimde yüzde on barajının altında kaldı. Şimdi böyle giderse Erdoğan, Cumhurbaşkanlığını birinci turda kazanacak, diyorum. Çok bozulabilirsiniz, kızabilirsiniz ama öyle görünüyor. Dilerim muhalefet kendine bir çekidüzen verir ve hep birlikte bir düzlüğe çıkarız.

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet  

Obama Gözden Çıkardı!-ÖZGEN ACAR

ABD Başkanı Barack Hussein Obama çarşamba günü Vestpoint Harp Okulu’nun yeni mezunlarına dünya siyasasını anlattı. Konuşmasındaki şu paragraf nedense basınımıza yansımadı:

“Yeni yüzyıl, tiranlığı (diktatörlüğü) sona erdirmedi. Küremizi çevreleyenbaşkentlerde -ne yazık ki Amerika’nın bazı ortakları da dahil- sivil toplum üzerindebaskılar var. Yolsuzluk kanseri; pek çok hükümetler ile yandaşlarını zenginleştirdive uzak köylerden tutun, geleneksel alanlara kadar vatandaşları öfkelendiriyor.” 
Size göre “Küremizi çevreleyen başkentlerde -ne yazık ki Amerika’nın bazı ortakları da dahil- sivil toplum üzerinde baskılar var” cümlesinde Obama adını vermediği hangi ülkeyi ima ediyor? Bence Türkiye’yi… 
ABD’nin ortakları arasında Türkiye yok mu? Türkiye’de “sivil toplum üzerindebaskılar” yok mu? Bir sonraki cümleyi okuyalım: “Yolsuzluk kanseri; pek çok hükümetler ile yandaşlarını zenginleştirdi.” 
“Yolsuzluk kanseri” 17 Aralık’tan sonra Türkiye gündeminde baş köşeye oturmadı mı? “Yolsuzluk kanseri” Türkiye’de AKP başbakanının oğlu ile dört bakanı ve yandaşlarını zenginleştirmedi mi? 
Bu paragrafta iki vurgulama var! Birincisi “sivil toplumlara baskı” ve “yolsuzlukkanseri”… Bu iki olgu, Türk halkını, ülke genelinde, örneğin Gezi Parkı, Taksim Alanı, Kızılay, Kordonboyu gibi “geleneksel alanlarda” insanlarımızı öfkelendirmiyor mu? 
Türkçede “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” deyimi Obama’nın sözlerini dört dörtlük tanımlamıyor mu? Bugüne değin Türkiye’deki “sivil toplum üzerindekibaskılar” ve “yolsuzluk kanserine” tepkileri ABD hükümeti adına ya Dışişleri Bakanlığı ya da Beyaz Saray “sözcüleri” açıklarlardı. 
İlk kez Obama’nın ağzından bu sözleri duymak, ABD’nin, Recep Tayyip Erdoğan’ı defterden sildiğini göstermiyor mu?
***
Bu arada ben de Obama’ya bir soru sorayım… Öncülünüz George V. Bush, hiçbir siyasal yönetici kimliği olmayan Erdoğan’ı “resmi konuk” olarak 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da kabul etti. 
Bırakın Türkiye Başbakanlığı’nı, “Birleşik Ortadoğu Projesi” diye bir uydurmayla Erdoğan’ı projenin “sultanı” olarak pohpohlamadı mı? Sonra ne oldu? Ortadoğu birbirine girdi. Erdoğan’ın “sultanlığı” balon gibi patladı. Ama sonuçta ABD’nin bu yanlışı ile kabak Türk halkının ve İslam dünyasının başında patlamadı mı? 
Şikâyete hakkınız yok! “Geleneksel alanlarda öfkelenen baskı altındaki sivil Türk halkı” bu sorunu başına bela ettiğiniz için sizden de şikâyetçi!
Suriye - ABD - Türkiye…
Obama’nın konuşmasında, yalnızca Türkiye açısından değil, Suriye’nin komşusu“kırılgan ülkeler” için de olumlu bir paragraf var. Obama Kongre’ye, “TerörleMücadele Ortaklık Fonu” adı altında yeni bir mali yapılanma çağrısında bulundu. 
Kongreye “Terör tehdidini yok etmek için bir strateji geliştirmeliyiz” diyen Obama’nın önerdiği 5 milyar dolarlık fon, şu amaçla kullanılacak: 
“Teröristlerle mücadele edecek ortaklarımıza gereksinimimiz var. Terörizm,gelecekte de yurtiçinde ve yurtdışında Amerika’ya doğrudan tehdidi sürdürecek.Açıkladığım ek kaynaklarla, göçmenler ile uğraşan ve Suriye sınırlarındaki teröristlerle karşı karşıya kalan Ürdün, Lübnan, Türkiye ve Irak gibi Suriye’ninkomşularını desteklemeye yönelik çabalarımıza hız vereceğiz.” 
Suriye olaylarının Türkiye’ye maliyetinin 2 milyar doları aştığı ve sığınmacı sayısının da yarım milyonun üzerine çıktığı açıklandı. Hiç kuşkusuz, bu denli korkunç bir mali yük kadar, Suriye’ye komşu kentlerimizden tüm kentlerimize toplumsal bozukluklar, suya atılan taş gibi dalga dalga yayılıyor. 
Gün geçmiyor ki gazetelerimizde sığınmacıların adları kaçakçılığa, uyuşturucuya, hırsızlığa, fuhuşa, cinayete karışmasın. Bu çarpıklıklar, Türkiye’de mali yükten daha çok, toplumsal sorunlara kaynak olmayı sürdürüyor.
Bush ve de Feto!
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, “emekli aylığı” ile Pensilvanya’da görkemli malikânesinde yaşayan Fethullah Gülen’in ABD’den geri istenmesi için Adalet Bakanlığı aracılığı ile Dışişleri Bakanlığı’na yazı gönderdiği bildiriliyor. 
Savcılığın, iki ülke arasında “suçluların geri verilmesi ve ceza işlerinde karşılıklı adli yardım anlaşması çerçevesindeki” uygulamadan örnekler istediği bildiriliyor. 
Meslektaşlarım, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e vedadan sonra ABD BüyükelçisiFrancis Ricciardone’ye yönelttikleri, Feto Efendi’nin geri verilmesine ilişkin sorularına şu yanıtı aldılar: “Bu, Türkiye’nin aile kavgasıdır… Biz, Türk ailelerinindostuyuz. Biz, kavganıza girmek istemiyoruz… İyi bir biçimde sonuçlanmasını umarız!” 
Feto Efendi’nin, Amerikan vatandaşlığına geçiş aşaması olan “yeşil kart” kolaylığını kim sağlamıştı? 
2004’te Erdoğan Başbakan, Abdullah Gül de Dışişleri Bakanı idi. Gül, resmi ziyaret için Vaşington’a gitmişti. Faruk Loğoğlu büyükelçiydi. Feto Efendi’nin “yeşil kart”alabilmesi için avukatlarının belgesine mektup eklenmeliydi. 
Belgede, Feto Efendi’nin ne kadar iyi din adamı olduğu, toplumsal hizmetleri ve eğitim düzeyi belirtilerek “yeşil kartı hak ettiği” vurgulanmalıydı! Gül, belgenin büyükelçilik aracılığı ile “resmi notayla” ABD Dışişleri’ne iletilmesini Loğoğlu’ndan istemişti. Büyükelçi, “resmi yazı” yerine “elden” teslim etmişti. 
Şimdi rüzgâr ters esiyor! Feto’ya “güvence” verenler, şimdi “suçluyu geri” istiyorlar. Bir zamanlar “içeride” paralel devlet ile sırtında ve Beyaz Saray’da da şömine önünde başbakanlığa taşıyanlar, şimdi Erdoğan’ın “defterini dürmeye” çalışıyorlar. İnşallah becerirler!
Düzeltme: Fransa’daki okurlarımız; salı günkü yazımda “Ulusal Cephe Partisi’nin”başkanı Marine Le Pen’in babasının adının yalnızca Jean değil, Jean-Marieolduğunu, Avrupa Parlamentosu seçimi parti sıralamasında, AB tanımlamasına göre yazdığım “aşırı sol” kavramının içinde komünist partilerin de olduğunu bildirdiler.

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet

1 Haziran 2014 Pazar

Hıfzı Topuz ve Genç Yazarlar-ALİ SİRMEN

Sevgili, 
Bugün biz Galatasaraylılar, lise binasında toplanarak geleneksel pilav günümüzü kutlayacağız. Arkadaşlar kucaklaşacağız, sohbet edeceğiz, eski günleri anacağız. 
1934 yılında “pilav” geleneğinin temelini atan, kendisi de bir Galatasaray mezunu olan Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi Bey olmuş.
Demek ki, “pilav”ın sekseninci yılını yaşıyoruz. 

Bugünkü “pilav”ın etkinliklerinden biri de, 1942 mezunu Hıfzı Topuz’a Galatasaray Büyük Ödülü’nün verilecek olması. 
Galatasaraylılar Derneği’nin koyduğu bu ödülün bu yıl üçüncüsü veriliyor. 
Ödüle layık görülen Galatasaraylılarda aranan özellikler yalnızca kendi alanlarında başarılı olmuş olmaları değil, ama aynı zamanda Galatasaray’a can veren ana ilkelere, ideallere bağlılıkları ve bu alanda sağladıkları katkılardı. 
Hıfzı Topuz’u biraz olsun tanıyanlar onun bütün bu niteliklere fazlasıyla sahip olduğunu bilir, jürinin kendisini seçerken zorlanmadığını tahmin edebilirler.
***
90 yaşını aşmış, son 25 yıllarına yirmi beşer kitap sığdırmış, üç delikanlı yazarımızdan biri olan (öbür ikisi, Cahit Kayra ve Aydın Boysan) Hıfzı Topuz, gerek başarılı bir gazeteci ve radyo ve televizyoncu (İsmail Cem TRT’sinin sacayaklarından biriydi) UNESCO’da görev yaptığı sıralarda Afrika kıtasında gazeteciliğin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuş bir eğitmen olmasının yanı sıra, Galatasaray’ı Galatasaray yapan değerlere bağlılığı ile ün yapmış, hem kurduğu örgütlerde, hem eğitmenliği, hem de gazeteciliği ve yazarlığı süresince bunlara katkılarda bulunmuş, solmayan gençliğini, enerjisini hayranlıkla izlediğim bir ağabeyimiz. 
Galatasaray’ı Galatasaray yapan değerler derken kastım, okulun felsefesine damgasını vurmuş, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” şair, okulun hem mezunu hem de müdürü olan Tevfik Fikret’in de vurguladığı gibi, çağdaşlık, özgür düşünce, laiklik, yurtseverlik kavramları 
Bu kavramlara çağın sosyal içeriğini de katarak, yaşamış olan Hıfzı Topuz, eğitmenliği gazeteciliği ve yazarlığı süresince ilkelerine bağlı kalırken, başarılı yaşamını ayrıca renkli kılmayı bilmiştir. 
1942’den bu yana, bu ilkeleri hem korumuş hem de savunup pekiştirmiş Hıfzı Topuz gibi, içinden çıktığı ve Büyük Ödülü’nü aldığı Galatasaray’ın da, bu fırtınalı ortamda kendi kuruluş felsefesinin değerlerini koruyup geliştirmeyi ve Hıfzı Topuz misali bu değerlere candan bağlı öğrenciler yetiştirmeyi de sürdürmesini temenni ederim.
***
Oyunculuğunu, tiyatro adamlığını, dünyaya bakışını ve yazarlığını çok sevdiğim bir başka Galatasaraylı kardeşim Ferhan Şensoy’un, anılarının ilk bölümü olan ve Mine Sirmen’in bir ameliyat ertesi, kahkahadan dikişlerinin patlayacağı korkusuna kapılarak okuduğu “Kalemimin Sapını Gül ile Donattım”da anlattığı bir sahneyi hiç unutmuyor, sanki yaşamışçasına canlı anımsıyorum. 
Tahir Alangu ilk ders için sınıfa girdiğinde, çocuklara döner ve konuşur: 
- Edebiyat kitaplarınızı çıkarın ve atın! Sonra ekler: 
- Bir dahaki derse gelirken birer Sait Faik kitabı alın! 
Tahir Alangu’nun edebiyatı ve yazarlığı çocuklara sevdirme sürecinin böyle başladığını anlatır Ferhan, sonra da o sınıftan ne kadar çok yazar çıktığını belirtir. 
Tahir Alangu’nun ruhu şad olsun! Rahat uyusun! Galatasaray hâlâ yazarlar yetiştirmeye devam ediyor. 
Her yıl yapılan Tevfik Fikret Öykü yarışmasına bu yıl gönderilen yapıtlar da ümit verici, hatta şaşırtıcıydılar. 
Bu yıl öykü yarışması sonuçları şöyle oldu: 
1- Kardelen Nur Kaplıca (Lavanta) 2- Dilara Aksungur (Kiraz Ağacı) 3- Enver Burtul (Kurbağa). Mansiyon: Sinan Can Karaş (Toprak Kokusu), Mustafa Kılıçarslan (Gelen), Burçe Su Büyükbayram (Kırk Yıllık Hatır). 
Bu henüz lise öğrencisi genç yazar arkadaşlarımı da candan kutlarım.  

ALİ SİRMEN
CUMHURİYET

Gül’ün Harvard’la İmtihanı-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Dr. Emrah Altındiş’in Harvard’da Gül’e yönelttiği soru hakkıyla tam  Geziyi Hatırlat olmuş… 
Alayıvalayla parlatılan bir halkla ilişkiler hamlesiyle günler öncesinden ilan edilen çok özverili(!) bir “tarifeli sefer”le ta Boston’lara uçulmuş… 
Küçük mahdum Mehmet Emre Gül’ün Harvard destanı üstüne heyhat olacak şey mi; aynı üniversitenin tıp bölümünde “doktora sonrası” çalışmalar yapan; mikrobiyoloji-immunobiyoloji bölümünde araştırmacı sıradan bir vatan evladımız bir çuval inciri berbat etmiş... 
Ne yapmış Dr. Emrah Altındiş? Gül’e damardan bir Gezi sorusu sormuş…


‘Elinizden kan damlıyor!’ 
Okumuşsunuzdur, ben yineleyim: 
Geçen yıl Nobel ödüllü meslekdaşlarımızla Science’ dergisinde bir makale yayımladık” diyor Altındiş: “Sizin başınızda olduğunuz TC devletini, 8 vatandaşını öldürdüğü, 90 insanımıza kafa travması yaşattığı, 9 insanın gözünü yitirdiği,binlerce insanı gaza boğduğu için protesto ettik fakat Türkiye’de şiddet devam ediyor. Günde 3 kadın öldürülüyor, 4 işçi iş kazalarında katlediliyor. Roboski katliamında sizin başında olduğunuz ordu 34 kişiyi öldürdü; 17’si çocuktu. Siz Ankara’da yaşıyorsunuz. Kızılay’da Ethem Sarısülük başından kurşunla vuruldu. Katili dışarda. Siz böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz?Ellerinizden kan damlıyor görmüyor musunuz? Nasıl utanmadan bize burada gelip demokrasi yalanları söylüyorsunuz? Nasıl geceleri rahat uyuyorsunuz? Berkin Elvan 14 yaşındaydı. Sizin başbakanınız 14 yaşındaki çocuk için terörist diyor…” 
Bu yalın sorunun sorulabilmesi Türkiye’de çok insanı dumur etti. Haber de medyaya zaten “Harvard’da Cumhurbaşkanı Gül’ü şoke eden Gezi sorusu” başlığıyla düştü. 
Gerçekte Gül’ün şoke olmuş hali yoktu. 
Karizma çizen soruya haliyle bozuldu ama şoke olmadı. “Şoke olmak” başka bir şey… 
Haberin “şoke” edici diye nitelenmesine yol açan dinamik aslında habercilerin bizzat “şoke olmaları”. 
Profesyonel habercilerin kendi soramayacakları/ sormadıkları soruları; “şok” mahiyetinde görmeleri ve tanımlamaları... 
Altındiş-Gül videosunu tekrar tekrar izledim. 
Harvard’ın toplantı salonunda -Gül’ün korumaları dışında!- “şoke yaşayan” kimse yok. Altındiş soruyor, insanlar sükûnetle dinliyor. Çünkü o toplantıya katılan herkes, söylenenlerin doğru olduğunu biliyor.


Zola’nın ‘Suçluyorum!’u gibi 
Daha sonra T24’e konuşan Altındiş; önemli olduğunu düşündüğüm sorunun arka planını şöyle açıklıyor: 
Harvard’lı profesör (olayın geçtiği panelin) girişinde Gül’ü öve öve bitiremedi ve Türkiye’nin ne kadar gelişmiş bir demokrasi olduğuna her ikisi de vurgu yaptı, sanki daha iki hafta evvel 301 işçi ölmemiş gibi kahkahalar, tebessümler havada uçuşuyordu. Ben de burada bir bilim insanı sorumluluğu almam gerektiğini düşündüm ve bu sahteliğe gerçekle cevap verdim, sorum aynı zamanda bir cevaptı.” 
Konunun en can alıcı özeti budur. 
ABD’nin en iddialı üniversitelerinden birinde, Gezi yıldönümünde tam karşısınıza alay eder gibi her yanından “riya” akan böyle bir tablo çıkıyor. 
İsyan etmez misiniz? 
Altındiş de isyan etmiş ve Zola’nın Fransa Cumhurbaşkanı Faure’ye verdiği “J’accuse/ Suçluyorum” tepkisini andıran bir tepki vermiş, “yetti gayri!” mesajını vurgulamak adına!

Lafını toplayamadı 
Mesajın katresi acaba yerine ulaştı mı? 
Hayır ne gezer… 
Gül, karşısındaki saygın “Harvard araştırmacısını” eşit muhatabı görmediğini vurgulamak adına “sen” hitabını kullanıyor ve “Kimse sana böyle soru sorma hakkı vermez kolay kolay!” girizgâhından sonra bir “âlicenaplık”(!) vurguysuyla; “Her şeyden önce ben cumhurbaşkanı olarak Gezi olaylarında hayatını kaybedenlerle ilgili olarak TBMM’de yaptığım konuşmada başsağlığı diledim. Bunu bilmenlazım!” diyor. 
Şu müthiş lütfa bakın! 
Marie Antoinette’in “Ekmek yoksa pasta yesinler!” sözü gibi nerdeyse “Başsağlığı diledik ya, daha ne?” demeye getiriyor Gül… 
Devam ediyoruz: 
Gezi olaylarını ‘open mind’ (‘open minded/açık fikirlilikle’ demek istiyor!) ne kadar takip ettin onu bilemem. Söylediklerinde epey bir yanlışlık var, doğru olmayan sözler var. Her gün ‘3 tane kadın ( ‘3 tane bayan’ dememiş…) öldürülüyor, derkenbunlar 70 milyonluk ülkede maalesef olmaması gereken adi olaylar. Bu başka ülkelerde de var. Bunların hepsini siyasi cinayetler gibi takdim etmen doğru şeyler değil doğrusu. Gezi’nin çıkışı çevre şikâyetleri ile başlayan bir olay ama ilk bir iki gün içinde doğru bir şekilde ‘contain’ edilemeyince Türkiye’de bütün illegal örgütler bu olayı istismar için sokağa döküldüler. Bunların bir kısmı ABD’nin terör listesinde olan illegal örgütler biliyorsun ve bütün bunlar, bu sokak olaylarında maalesefpolisle, hepsi illegal olarak bu olaylar olunca maalesef bu tip olaylar ortaya çıktı!” 
Son cümle de bu şekilde. Ben ellemedim… 
Cumhurbaşkanının Türkçesi bu! 
Gezi “illegal terör örgütlerinin” işi… 
Kadına yönelik şiddet”ten her gün hayatını kaybeden “3 tane kadın”, “adi” olay… 
Deveye “Neren eğri?” demişler; “Nerem doğru ki?” demiş tam o hesap!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

68’den Gezi’ye - Serpil Güvenç/SOL

Gezi 68’e benzer mi?
Benzer de benzemez de…
Yaklaşık kırk yıl arayla bu topraklarda yaşanmış olsa da iç ve dış koşullar anlamında farklı dünyalarda hayata geçmiş iki toplumsal isyanın birebir benzeşmesini beklemek bilim dışı ve anlamsız. Ama ortaklıkları es geçmek de aynı ölçüde yanlış.
Kökleri 60’lı yıllara ve hattâ geleneksel açıdan çok daha öncesine dayanan günümüz sol siyasal hareketleri Haziran 2013 direnişine dört elle sarıldılar. Bence en önemli neden, Gezi’yi doğru çözümleyerek siyasal açıdan kendi tıkanıklıklarını da çözmek. Bu çaba sürüyor, sürmesi de gerekli. Eşit ve özgür bir toplumun kuruluşu solda, sosyalizmde olduğu için geçmişin deneyimlerinden yararlanmanın ve bugünle geçmişi harmanlayarak ilerlemek zorunlu.
68li yıllar ülkede ve dünyada bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm rüzgârlarının estiği, dünyanın 1/3’ünün sosyalizmi denediği, az gelişmiş “çevre” ülkelerinde sömürge karşıtı, antiemperyalist mücadelelerin yükseldiği yıllardır. Bu durum, dünya 68’ini de Türkiye 68’ini de derinden etkilemiştir. Ve Türkiye 68’inin temel sloganı “Tam bağımsız ve demokratik Türkiye” idi. Bununla kastedilen, emperyalizm karşıtlığının yanı sıra ülkede hâlâ bir ölçüde varlığını sürdüren feodal kalıntıların temizlenmesi ve özgürlükler sorununu çözülmesini içeren “demokrasi” mücadelesine öncelik vermek ve asıl hedefe yani sömürüsüz, sınıfsız bir toplumun kurulmasına, sosyalizme doğru ilerlemekti. Öğrenci sorunlarından ülke sorunlarına devrimci bir geçişti 68. Liderlerinin büyük çoğunluğunun TİP üyesi olması da bunun en iyi göstergesiydi.
Sınıfın yükselişte olduğu o yıllarda, sosyalizmi hedefleyen 68 gençliği, işçi ve köylü eylemlerinin, fabrika ve toprak işgallerinin içinde fiilen yer alarak Mao’nun deyimiyle “suda balık” olmaya çalıştı. Sosyalist partinin dışına itilen gençlik, kendi örgütlenmesini oluşturarak yolunu bulmaya çabaladı. 68 ve 78’lerde komandoların yani sivil sağ milislerin, polisin ve askerin ayrı ayrı veya birlikte işledikleri cinayetlerde yüzlerce genç öldürüldü, işkence gördü, hapislerde çürütüldü. Onca zulme karşın, Türkiye halkında “gizil” bir mücadele, bir başkaldırı geleneğinin taşıyıcısı ya da devamı olma özelliğini taşır bu hareketler.
2000’lerde, emperyalist kapitalizmin yeniden yapılanma çabalarıyla birlikte emeğin kazanımlarını tek tek elimizden almaya çalıştığı, uygulanan yeni liberal politikalarla esnek çalışmanın, ucuz işgücünün ve güvencesizliğin emekçinin “kaderi” haline getirildiği, sosyal devletin yok edildiği, kimlik, cins, etnik kavramların sınıfı silmeye çalıştığı günlerde yaşamaktayız. Ne ki, kapitalizmin temel eğilimi olan sermayenin kârının arttırılması çabası değişmeksizin sürüyor çünkü RTE’ nin deyimiyle bu, sistemin fıtratında mevcut!
İşte tam da bu nedenledir ki, Gezi ve 68/78 kardeştir!
“Yüksek nitelikli, eğitimli” Gezi işçilerinin, yarınki sınıf yoldaşları olan öğrencilerle birlikte kapkaççı büyük burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasal iktidarın devasa kent rantlarına el koymasına karşı çıktıklarını söylüyordu Korkut hoca geçen yıl yaptığı değerlendirmede. Benzer şekilde, Metin Özuğurlu da, proleterleşen profesyonel meslek grubu mensubu direnişçilerin “birkaç ağaca” sahip çıkışlarının “bir toprak parçasının metalaşmasına karşı duruş”u temsil ettiğini vurguluyordu. “Taksim komünü”, devrim kitaplığı, devrim marketi sosyalist bir özlemin ifadesi değil miydi?
Sadece bu kadar da değil. Düzen değişikliği özleminin getirdiği acılar ve ödenen bedeller de birbirine çok benziyor. 43 yıl önce bugün 31 Mayısta Nurhak’ta vurulan Sinan Cemgil’in, Alparslan Özdoğan’ın, Kadir Manga’ nın, 12 Mart ve 12 Eylülde yitirdiğimiz Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin, Erdalların analarının acısı ile Ethem’in, Abdullah’ın, Mehmet’in, Ali İsmail’in, Hasan Ferit’in, Medeni’ nin, Berkin’in, Ahmet’in analarının acısı da eş birbirine.
Haziran’ın 2013’ünde, 68’in “ciddi ve ağırbaşlı” sloganlarının, marşlarının, türkülerinin yerini Gezi’nin gençleri, mizah dolu, keyifli söylem ve şarkıları aldı. AKP faşizminin karanlığını yırtmayı başardılar zekâları ve incelikleriyle. Güzel ve aydınlık bir dünyanın esintisini taşıdılar ülkenin her yanına.
Umudumuzu yeşerttiler, inançlarımızı tazelediler.
Ve dost/ düşman şunu gördü;
Özgür ağaçların ve kardeşlik ormanının kurulduğu bir dünyadır kazanmak istediğimiz! Farklı biçimlerle de olsa ereğimiz aynıdır çünkü insanlığın başka umarı yoktur. Ya barbarlık ya sosyalizm seçeneğinden başka…
Selâm 68’e, 78’e ve Gezi’ye!
 Serpil Güvenç/SOL

30 Mayıs 2014 Cuma

AKP’lileşen üniversiteler-Rıfat Okçabol/SOL

Türkiye’nin yükseköğretim adına yaşadığı talihsizlikler çok. Bunlardan biri, Mimar Sinan Üniversitesi rektörünün, “AKP’li olmayan rektör mü var?” sözünde saklı. Rektörlerin çoğu AKP’li ve Ş. Dede’nin deyişiyle, “‘Gül’ kokulu”; üniversiteler ise “takunyalı” (Bilim ve Gelecek, 104, Ekim, 2012)! Rektörlerin AKP’li, Gül kokulu ve/ya da dindar olması talihsizlik değil tabii; rektör de, her yurttaş gibi her şey olabilir. Talihsizlik, rektörün ne olduğu değil ne yaptığı: Üniversitenin AKP’lileşmesi, üniversitenin dualarla açılması, üniversitede tarikatların öne çıkması, Osmanlıya methiye düzülmesi, camide ya da özel günlerde evlerde okunan Yasin-i Şerif’in üniversitenin konferans salonunda okutulması ..!
Üniversitelerin talihsizliği, rektörün atandığı günlerde, bir partili gibi gerçekleri saptıran sözleriyle/ açıklamalarıyla/ tehditleriyle başlıyor. Örneğin Marmara Üniversitesi rektörü, 4 yıl önce görevine, “Üniversitede demokratik ve özgür bir ortam olmalı. Bunu sağlamak için gerekli önlemleri alıyoruz” deyip “Dünyayı görmeyen, vizyonsuz, lokal düşünen zihniyetin artık tasfiye olacağı” (Zaman Gazetesi, 26 Eylül 2010) tehdidiyle başlıyor. Göreve benzeri söylemlerle başlayan ve üniversitesindeki oylamada destek bulamamış bu tür rektörler, üniversitede kendisini istemeyen büyük çoğunluğa aldırmayıp ve bir kamu görevlisi olduğunu unutup AKP başkanının memuru gibi hareket ediyor.
AKP, evrim kuramına karşı! AKP’lileşen rektörlerle, üniversiteler de evrim kuramına yabancılaştırılıyor. Örneğin Marmara Üniversitesi rektörü, üniversitesinde, yaratılış düşüncesini savunanların, “Bilim, türler arası evrimi neden kabul etmiyor?” sempozyumu düzenlemesine izin veriyor da, evrim kuramını öne çıkaracak toplantıya izin vermiyor!
AKP, karşıtlarına göz açtırmıyor ve baskı uyguluyor! AKP’lileşen rektörlerin olduğu üniversiteler de, kraldan fazla kralcılık yapıyor. Örneğin Marmara Üniversitesi rektörü, herhalde, “Üniversitede demokratik ve özgür bir ortam olması” için, mobing yapan dekanına yıllarca dokunmuyor da; sendika üyesi bir akademisyene gözdağı vermek için, onun görev süresini, iki yıl yerine görülmemiş bir uygulamayla 6 ay uzatıyor. Haksızlığı ancak idari mahkeme düzeltiyor. Üye oldukları konfederasyonun çağrısına uyup greve katılan akademisyenleri üniversiteden atmak istiyor. Bu üniversitenin Hukuk Fakültesi’nde çalışan beş araştırma görevlisi hakkında kumpas kuruluyor: Yaptıkları tek şey, bahçedeki yüzlerce kişi gibi üniversiteye giren çevik kuvvet ekiplerini ve olayları izlemek olan bu beş kişi hakkında uyduruk tanıklarla ve “olaylara karışmak” gibi her yana çekilebilen bir iddia ile soruşturma açılıyor. “Taş, sopa, şişe ve kemer kullanarak saldırdığı” şeklinde bir iftiraya uğrayan bu beş kişinin, kamera kayıtları sayesinde “olaylara karışmamış” oldukları ortaya çıkıyor. Bu kez yönetim, beş araştırma görevlisinden ikisinin dosyasını, ‘kamu görevinden çıkarma’ istemiyle ve “olaylar bittikten sonra öğrencilerle görüşmek” ve “olayları cep telefonuyla kaydetmek” suçlamasıyla YÖK’e sevk ediyor.
Akademik geleneklere, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aldırmayıp suç olmayan eylemlerden suç üretilmesi, AKP’lileşen üniversitenin içine düştüğü durumu gösteriyor. Hukuk dışı tutum ve davranışlar üniversiteye de sıçramış oluyor; düşünen, eleştiren ve hak arayanlara, üniversitelerde bile çalışma hakkı tanınmayacağı anlaşılıyor.
Oysa bu tür rektörler ve onların peşine takılan üniversite mensupları yanlış yapıyor. Çünkü toplum yalnız AKP’lilerden oluşmuyor. Çünkü AKP’lileşen üniversite bilime, demokratik yaşama ve topluma zarar verdiği gibi AKP’ye de zarar veriyor. Çünkü üniversite AKP’nin değil toplumun malı, toplumun evrenselliğinin göstergesi. Çünkü bugün iktidarda olsa da yarın yerlerini bir başka iktidara bırakacak ya da ANAP’ın başına geldiği gibi gelecekte adı sanı silinebilecek bir siyasal hareketin peşine takılmak üniversiteye yakışmıyor. İktidarın değil, gerçeğin ve yalnız gerçeğin peşinde olmak, gerçeğin sesi olmak üniversiteye yakışıyor.
YÖK’ten de, daha fazla gecikmeden yükseköğretimi “üniversiteye” dönüştürecek adımları atması ve ilk adım olarak da, Marmara Üniversitesi’nin bu hukuk dışı suçlamasını iptal etmesi bekleniyor.
Rıfat Okçabol/SOL

Tayyip toplumu bölüyormuş-Cemil Fuat Hendek/ SOL

"Başbakan Tayyip Erdoğan bu toplumu bölüyor!“ Mırırıltılı iç geçirmelerden hıçkırıklı feryatlara uzanan ve tam bir kakafoniye dönüşen bu bu serzeniş gittikçe daha çok midemi bulandırıyor!
Bu “lâf” kimlerin kafasında dizayn ediliyor? Kimlerin ağzından dökülüyor? Bu şikayet ve sözümona uyarıda bulunanlar aslında neyi amaçlıyorlar? Sakın işin içinde çok daha derinlerde yatan bir hinlik gizli olmasın? Örneğin, Tayyip’in toplumu böldüğü” propagandasıyla herkesin kafasında tam da şu resmi oluşturmak istiyor olabilirler mi?:
“Bu toplum eskiden tepeden tırnağa bölünmez bir bütündü!”
Şimdi birileri bunu çok ölümcül bir ikaz olarak algılasın, sonra da toplumun bölünmesine karşı hemen kolları sıvasın mı istiyorlar? Böylece “Tayyip tarafından bölünen toplum” tekrar bibirine yapıştırılacak; tekrar bölünmez bir bütün haline mi getirilecek?..
Söz konusu propagandayla Tayyip’e karşıymış havası yaratanlar, aslında her kapitalist düzende var olan gerçekliği gizlemeye çalışıyorlar. „Ulusal birlik ve beraberlik“ yalanlarıyla, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana var olan tüm çelişkileri, karşıtlıkları, ayrılıkları gözlerden gizlemeye çabalıyorlar. Ve bunların en başında da sınıfların varlığını, emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi inkâr ediyorlar!
Tayyip bu toplumu nasıl bölüyormuş?
Sermaye sınıfı ile onun sömürüsü altındaki işçiler ve işgücüne dayanarak yaşam mücadelesi veren her türden emekçiler ne zaman bölünmez bir bütün oluşturmuşlar ki?
Uzun yıllar boyunca kırsalda hakimiyetini sürdüren -artık hepsi birer kapitalist olan- büyük toprak sahipleriyle onların altında köle misali ezilen, sömürülen, ellerindeki son toprak parçasına el konulan yoksul köylüler, yarıcılar, marabalar ne zaman bölünmez bir bütündüler?
Cumhuriyetin kuruluş günlerinden bu yana aydınlanmadan, laisizmden yana olanlarla bu ülkeyi gericiliğin karanlık perdesiyle örtme hevesinde olanlar hangi dönemde bölünmez bir bütün müşler?
Ulusal kurtuluş savaşı öncesinden itibaren asıl çıkarlarını ülkeyi emperyalizmin hegemonyasına terketmekte bulanlarla ülkenin bağımsızlığından yana olanlar ne zaman bölünmez bir bütündüler, bilen var mı?
Osmanlı tarihi boyunca Alevileri sürekli baskı altında tutan, her fırsatta katleden Sünni İslam’ın saldırganlarının ne zaman bölünmez bir bütün oluşturduğunu merak ediyorum.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kürtlere anadillerini bile konuşmayı, okuyup yazmayı yasak eden Türk milliyetçiliğinin ne zaman bölünmez bir bütün oluşturduğunu anlatsın birileri bana.
Cumhuriyetle birlikte kadınların eşit yurttaşlık haklarına kavuşmasını içine sindiremeyen, kadınları ikinci sınıf insan gözüyle gören, kimi bölgelerde başlık parasına satan, çok evlilikten yana kafalarla özgür ve eşit kadın yurttaşlar ne zaman bir bütün oluşturmuşlardı, bunu da bilmek isterim.
Tayyip’in ülkeyi böldüğünden yakınanların iddialarının tam tersine işaret eden o kadar çok örnek verilebilir ki, tümüne burada değinecek yerim yok.
Ve bunların tümü bu ülkede başından beri var olan, birbiriyle asla barışamayacak ve asla birarada yaşayamayacak sayısız ayrılıklardır!
Bunların en temelinde de yukarıda değindiğim, emek ve sermaye arasındaki asla uzlaşmayacak olan çelişki yatmaktadır.
Sermaye cephesinde duranlar başından bu yana bunun son derece farkındalar. Sınıfsal konumlarını ve ortak çıkarlarını “kendileriyle bölünmez bir bütün oluşturduklarına” ikna etmeye çalıştıkları işçi ve emekçilere karşı her türlü yol ve yönteme başvurarak, gereğinde silahla savunmaya hazırlar. (Bunu defalarca da ispatladılar.) Bunların bütün çabaları, milyonlarca emekçiden bu gerçeği gizlemek, onlarda sınıf bilincinin uyanmasına ve her alanda örgütlenmelerine engel olmaktan ibarettir.
Tayyip’in yaptığına gelince...
O bölmeye çalışmıyor. Zaten bölünmüş olan toplumdaki en gerici öğeleri ideolojik olarak daha keskinleştiriyor. Kısmen demagojiyle, kısmen oluşturduğu sadaka sistemiyle, kısmen doğrudan satın alarak siyasal alanda daha da sıkı örgütlü hale getiriyor. Bunların giderek daha da saldırganlaşmasının yollarını açıyor. Böylece emekten, aydınlıktan ve ülkenin bağımsızlığından yana güçlere saldırısına, ülkede kurmaya çalıştığı islamcı-faşist dikta rejimine dayanak olarak kullanmaya hazırlanıyor.
Buna saldırıya karşı “toplumun bölünmesine tasalanma” safsatasıyla mücadele edilemez. Ülkenin sürüklendiği bataktık Tayyip ve AKP'yi götürüp, onun yerine aynı sınıfın başka maskeli temsilcilerini getirerek de kurutulamaz.
Çözüm yolunu, zaten bölünmüş olan toplumun sermaye düzenine, emperyalizme karşı olan, emekten ve aydınlanmadan yana konum alan kesimlerin biraraya geleceği bir Sol Cephe açabilir.
Gerisi lâf-ı güzaftır!
Cemil Fuat Hendek/ SOL

Nuri Bilge Ceylan’ın Işıldayan Karanlığı-EMRE KONGAR

Sanatçıların konuşmalarını, özellikle sanat anlayışlarını ve iç dünyalarını söze dökmelerini çok önemsiyorum...
     Önemsemenin ötesinde, seviyorum, büyük bir ilgiyle okuyorum...
     Çünkü her insanın iç dünyası bir evrendir...
     Bir sanatçının iç dünyası ise, birbiriyle çelişen, aklın alamayacağı, gözün göremeyeceği kadar ışıltılı, karanlık, çelişkili, sonsuz karşıt evrenlerden oluşur!
                                  ...

     Bu, Nuri Bilge Ceylan için yazdığım ikinci yazı...
     İlk yazım geçen pazartesi internet sitem kongar.org’da yayımlandı.
     O yazıda Ceylan’ın hayat felsefesi ve sanat anlayışı üzerine birkaç gözlemde bulunmaya çalıştım...
     “Çalıştım” diyorum, çünkü böyle sanatçıların iç dünyalarına nüfuz edebilmek, anlamak, onlar hakkında yargıda bulunabilmek, çok zor, hatta olanaksızdır.
     
    
                                           ...



     Babam, “Deha, sonsuz bir sabrın meyvesidir” derdi...
     Nuri Bilge Ceylan’ın deha pırıltıları da, esas olarak, sanatsal üretimin en zor olduğu alanlardan biri olan sinemada, sonsuza yakın bir sabırdan ve ince kuyumculuktan kaynaklanıyor...
     İkinci bir kaynak, Ceylan’ın çok yüksek olan “görsel zekâsıdır”.
     Üçüncü bir kaynak, insanın ve toplumun çelişkileri (insanın ve yaşamın karanlık tarafları) üzerinde yoğunlaşmasıdır...
     Nihayet son bir kaynak da, gerek kendi yaşadığı, gerekse toplumda gözlemlediği çelişkileri, didaktik bir tavırla ve tepeden bakan, çözüm öneren bir yaklaşımla değil, izleyici ile bütünleşen, ucu açık, saygılı, diyalektik bir anlatımla dile getirmesidir.
    
    
                                           ...

     Zaten çelişkilerle dolu bir toplumda ve çelişkilerden bunaldığımız bir dönemde yaşamıyor muyuz?
     Bir yanda “Ulusal onurumuz” Fazıl Say ve Nuri Bilge Ceylan gibi sanat ve bilim insanları...
     Öte yandan “Ulusal utancımız”, Silivri, Gezi Parkı’na şiddet, 17 Aralık, Soma ve diğerleri...
     İşte Nuri Bilge Ceylan’ın deha kıvılcımları, bu çelişkileri hem üreten, hem de yaşayan insanı, etkileyici ve diyalektik bir biçimde sinemaya yansıtmasında yatmaktadır.


EMRE KONGAR
Cumhuriyet

Yarın - CAN DÜNDAR

Bu ülkenin bir yarını var mı? 
Despotizmin susmak bilmeyen öfkeli sesine ve giderek yayılan yılgınlık virüsüne rağmen, gür sesle ve güvenle söyleyebiliriz ki; var! 
Yitmeye yüz tutan umutlarımıza, gitmeye meyleden evlatlarımıza, taşmaya başlayan sabrımıza rağmen var. 
Göremeyeceğimiz kadar uzak bir gelecekte de değil, çok yakınımızda bir yarın var.
***
Bu iyimserlik aşısını geçen yıl bu zamanlar Taksim’de vuruldum ben… 
Yine böyle ümidin solduğu bahar akşamlarıydı. 
Havada, “Bu memleketten bir şey olmaz” bulutları vardı. 
Üç-beş “çapulcu” bir meydanda toplanmış, 8-10 ağaç için ayağa kalkmıştı. 
Polisten bir ordu, düşman askeri gibi yürüdü üstlerine; ateş etti, vurdu, dövdü öldüresiye… 
Sinerler, ürkerler, giderler sandı. 
Fena yanıldı. 
Döve döve, vura vura, Türkiye tarihinin en büyük isyanını hazırladılar. 
Munis bir halkı ayağa kaldırdılar.
***

Yarın 31 Mayıs. 
31 Mayıs, yarınımız. 
Hürriyet bayramımız. 
Çünkü biz, Mayıs’ın 31’inde, rant hırsı meydanımızdaki son ağacın gölgesine gözünü diktiğinde, yitik sanılan bir neslin nasıl imdada yetiştiğini, aralarındaki farklılıkları sıfırlayıp ortak bir ideal uğruna nasıl ekmeğini üleştiğini gördük. 
Hep bana” zihniyetiyle yetiştirilmiş “Ben Nesli”nin, bir parka sahip çıkarken nasıl “Hep sana” diye fedakârca ağaçlara sarıldığını, oruç tutana evinden iftarlık taşıdığını, hiç tanımadıklarına cesaretle kapısını açtığını, neticede yüz binlerce “ben“den nasıl devasa bir “biz” yarattığını gördük.
“Kızlı, erkekli gezme”, “parkta öpüşme”, “bira içme”, “sigarayı bırak”, “çok doğur”tembihlerine karşı, hep “boş ver” diye salladığı elini bu kez toprağa basıp “yetti be” diye ayağa kalkan, yıllardır “bana ne” deyip dururken birden “sana ne” diye haykıran bir gençlik gördük. 
O neslin cop, kurşun, su, gaz, dayak yedikçe nasıl harlanıp canlandığına, (68’den hatırladığımız tarifle) “masum öğrenci talepleri”nin nasıl hayat tarzına saygı duyan yeni bir dünya talebine dönüştüğüne tanık olduk. 
Potansiyeli gördük. 
Umut dolduk.
***
Tabii iktidar da gördü. 
Korktu. 
Yarın Ayasofya’yı ibadete açtırma bahanesiyle karşı gösteriler icat etmeleri, mahkemelere yakalatma emri verdirmeleri, ülkenin tarihinde görülmedik bir polis ordusunu seferber etmeleri, parkları kapatıp meydanları çevirmeleri, valinin dilinden sopa göstermeleri ondan… 
31 Mayıs’ın “Yarın” olduğunu fark ettiler. 
O yarında kendilerine yer olmayacağını, hesap sorulacağını da… 
Yarından korktular.
***
Gezi” ülkede nicedir içten içe kaynayıp duran düdüklü tencerenin kapağının püskürdüğü yerdir. 
Sabah akşam aynı öfkeli azarları dinlemekten bıkmış kulakların, şişmiş şakakların, dişlenmiş dudakların, sıkılmış yumrukların ilk kez buluştuğu, o kulak, şakak, dudak sahiplerinin “Amma da kalabalıkmışız” özgüvenine kavuştuğu merkezdir. 
Gezi”, hürriyet talebimizin başkenti, ormanları biçe biçe gelip şehri bir beton mezarlığına çeviren TOKİ kuşatmasına karşı halkın savunduğu son kaledir. 
Oraya inatla kışla yapılmak istenmesi, bu kadar polisle çevrilmesi, girişe izin verilmemesi ondan…
***
Ama sonuç Meydan’da: 
Orada yıkılamamış bir park ve yıktırmamış bir halk var. 
31 Mayıs, zulmün yenilgisinin başladığı tarihtir. 
Türkiye’nin yarınıdır. 
Tarihte hiçbir takvim, “yarın”ın gelmesine engel olamamıştır. 
Yılgınlığa kapılmayın: 
31 Mayıs’ın, Gezi’de şenliklerle anılacağı yarın, yakın.
PARKLARDA ‘GÖZDAĞI’  
Gezi ruhu, bize görmeyi öğretti. Cesareti, direnmeyi, paylaşmayı... Oradan öğrendiklerimizle bir belgesel yaptık. Gezi’de gözünü kaybedenlerin belgeseli... Görmeye başlayan bir ülkenin, gözünden vuruluş hikâyesi... Yine Gezi’den ilhamla, bunu gönüllü bir ekibin çabası ve kolektif bir dayanışmayla hazırladık. Gezi’yi görmezden gelen merkez medyaya bir alternatif yarattık ve bize çektiği görüntüleri yollayan binlerce insana, “çektiklerini” yine parklarda göstermeye karar verdik. İlgilenen derneklere, partilere, kolektiflere, odalara, birliklere, sendikalara belgeseli ücretsiz iletme sözü verdik. Türkiye’nin ve dünyanın her köşesinden talep yağdı. Bizim için de bir ilk bu: İlk kez bir belgeselimiz, bu hafta sonu, aynı anda dünyanın 50’yi aşkın kentinde, yüzlerce parkta, salonda, forumda gösterime girecek. (Ayrıntılara: gozdagifilm. com’dan ulaşabilirsiniz) İlk gösterim, bu akşam 20.30’da Kadıköy Caddebostan Kültür Merkezi’nde... Bekleriz. 

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Korku Filmi ya da Vizyon Misyon Komisyon - AHMET TAN

Anadolu’da “Öküz öldü; ortaklık bozuldu!” derler. “Öküz niye öldü, nasıl öldü? Ölen yoksa öküz değil deve idi de... Ölmemiş havuduyla yutulduğu için mi ortaklık bozulmuştu?!” Bunlar artık tartışılmıyor. Tartışmaya kalkanı, kasalardan, para sayma makinelerini hatırlatan herkesi başbakan “darbeci” diye damgalıyor. Herkesi sindiriyor. Ama bir yandan da 11.5 yıllık koalisyon ortağı Gülen’le gıyapta atışmaya devam ediyor. Şimdi de Gülen’in kendisi hakkında film çevireceğini haber almış. “Köprü altı cam cam/Öpsün seni amcam!” ağzıyla laf çakmayı sürdürüyor: “Holywood’a falan hacet yok. Aranızda çok artist var bulup birini oynatın!” Başbakanımız acaba Gülenciler arasında çok artist olduğunu ne zaman keşfetti? Zarraf’lı, Bilal’li tapeler ile para kasaları ortaya yayılınca mı artistliği ve artistleri fark etti. Ve 11.5 yıl boyunca neden, Mersin’de sokak ortasında vatandaşa bağırdığı gibi bir kez olsun “Artistlik yapmayın lan!!” diye haykırmadı?
Torbada Pişecek Size de Düşecek!.. 
Başbakan, ahlak-fazilet, temiz siyaset, “yeni Türkiye” nutukları atarken Meclis’in mutfağında adamları da torbada - çorba yasa pişirmeye devam ediyor. 
Küçük çocuklara yönelik cinsel suçların cezası yeniden düzenlenirken aynı torbaya ne konulsa beğenirsiniz? 
“Siyasi partilere sahte üye yazanlara kısmi af yasası!” 
Elbette maddede “af” sözcüğü geçmiyor. 
Ama halen 3 yıla kadar hapis cezası verilen “sahte üye yazımı”nın cezasının 1 aydan 3 aya indiriliyor. 
Bu ise “fiili af” demek. 
Siyasi Partiler Yasası’na el atacaklar ve yüzde 10 barajını hiç değilse yüzde 7’ye indirecekler diye beklerken. 
Hayali üye yazımı sahtekârlığının cezası indiriliyor. 
Bu da bir tür AK seçim hazırlığı... 
CHP’liler Adalet Komisyonu’nda bu fiili affa isyan ediyor. 
İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz“Amacınız belli. Sahte üye yazmaktanyargılanan partililerinizi kurtarmak. Cezayı hafileterek sahte üye yazımını teşvikediyorsunuz!” diyor. 
CHP’li il, ilçe başkanlarının, belediye meclisi üyelerinin bile sahte üye yapıldığına dikkat çekiyor. 
Habersiz veya hayali üye yazımı belli ki AKP’de en yaygın partisel etkinlik. 
CHP’li Turgut Dibek“Hastanelerde TC kimlik numaralarının AKP’ye aktarılması suretiyle üye sahteciliği” yapıldığına işaret ediyor. 
Akagün Yılmaz da sahte yazım dolayısıyla iki ayrı partide kayıtlı duruma düşürülen birçok CHP üyesinin mağdur edildiğini anlatıyor.
AKP’li üyeler sonunda cezanın üst sınırını 3 aydan 12 aya çıkarmaya razı oluyor.
Ama bir yandan da “kısmi affı” savunmayı sürdürüyorlar. 
“Yasa genel. Sahte üye yazmanın cezası azalırsa, (yani fiilen affa uğrarsa) bundan siz de yararlanacaksınız!”
***

Bu tam bir “ganimet paylaşımı” anlayışı. 
Paralel yapı denilen ortaklık bu sayede ve bu anlayışla 11.5 yıl ayakta durdu. 
Başbakan’ın duyumu doğru ise yakında filmi piyasaya çıkınca ganimetin boyutlarını dünya âlem de görecek.
“Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasında en önemli bağlantı, doğru ve iyi olanı yapacak karaktere sahip olmaktır.” 
Russel W. Dough 
(Karakteriniz Kaderinizdir- HYB Yayıncılık Ankara 2000)
Kuranıkerim’e göre.. Tanrı’nın insana ilk buyruğu “Oku”.. Peki şimdi durup dururken Bilal’in “oku” neyin nesi?  


AHMET TAN
Cumhuriyet

‘Sürüngen-Alçak’ ve ‘Onur’ - Meriç Velidedeoğlu

Yaklaşık “20 yıl” önce, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği”nin çalışmalarının ilk sıralarında yer alan, “Atatürk”ün “Söylev”ini (Nutuk) toplumun her kesimine“tanıtma” görevini, dörtlü bir grupla ülkemizin pek çok yöresine giderek yerine getirdik. 
Yıllar boyu; kimi zaman öğrencilere, kimileyin bir fabrikanın işçilerine ya da bir askeri birliğe, üniversitelere, belediyelere, harb okullarına, derneklere, meslek odalarına vö’lere ulaştık. 
Okuyanlarca bilindiği gibi, “Atatürk”ün halkıyla birlikte “1919” yılından “1927” yılına dek aşama aşama gerçekleştirdiği “Büyük Devrim”i, kalemiyle anlattığı ünlü yapıtı“Söylev”den (Nutuk) yaptığımız alıntılarla oluşturmuştuk bu tanıtımı. “90” dakika süren görüntülü belgeli olan ve “tiyatro sanatçıları”nca dile getirilen anlatım, yurtdışındaki yurttaşlarımız tarafından da istenir olunca, gurbetçilerimizle de buluşup oralarda da sergiledik bu çalışmamızı. 
Yurtdışından ilk çağrıyı, “Almanya”nın “Köln” kentinden aldık; koca bir salonu dolduranlarla, yer bulamayıp ayakta kalanların oluşturduğu topluluk “90” dakika sanki hiç soluk almadan izledi. 
Salondan çıkarken, orta yaşlı bir erkek izleyici bana yaklaşıp saygıyla teşekkür ettikten sonra: “Neden ‘Atatürk’ün, ‘Sıvas Kongresi’nden sonr a , Ankara’ yagelirken ‘Hacıbektaş’a uğradığını, çalışmalarını onlarla, ‘Çelebi CemalettinEfendi’yle de birlikte sürdürdüğünü söylemediniz” diye sordu. 
Öylece kaldım; haklıydı. “Söylev”i, pek de dikkat edilmeyen bir açıdan ele alıp değerlendirmişti; Söylev’le ilgili konuşmalarda, “yazılarda hep” “Mutki Aşireti Başı Hacı Musa”dan söz edilir de, “Çelebi Cemalettin Efendi” ise pek dile getirilmez. 
Oysa “Atatürk” Ankara’ya ayak basar basmaz; “Hacıbektaş’ta C. CemalettinEfendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e birer bildirim yaptık!” diyerek her ikisiyle de bağlantı kurduğunu “Söylev”de belirtir (s. 241)* 
Bana bu soruyu soran -Alevi olduğu anlaşılan- kişi, işte bunun altını çiziyordu; tutumu duygusal bir “sitem” değildi; üstelik “1990”ın Türkiyesi’nde yaşananlar karşısında da, üzerinde durulması gereken bir durumu ortaya koyan bir soruydu bu. 
Çünkü yıllar öncesinin, ülkemizi bir “örümcek ağı” gibi saran “Amerikan BarışGönüllüleri”nin yeniden dirilttiği “mezhep” çatışmalarının adım adım ilerleyip, artık doruk noktasına vardığı bir dönemdi “1980”lerden “1990”lara varış. 
Öyleki, bu “ Barış Gönüllüleri”nin; köylerine, kasabalarına, kentlerine gelmeden önce canciğer dost olanlar zamanla kanlı-bıçaklı komşular durumuna gelmişlerdi; daha doğrusu getirilmişlerdi; bunlar -özellikle- başta “Türkiye” olmak üzere,“Ortadoğu” ülkelerinde “mezhepsel yapı”yı, “inanç ayrılıkları”nı yeniden yaşama geçirmek üzere yetiştirilip görevlendirilmiş genç kadın ve erkeklerden oluşturulmuş -bir bakıma- “maşa”lardı; ne ki zamanla bunların yerlerini “yerel maşa”lar alacak, böylece bu “mezhepsel yapı” -dönem dönem olsa da- diri tutulacaktı yeni çatışmalar için... 
Bütün bunları “Erdoğan”ın, “TV”lerde “mezhepçiliği” kışkırtan, açıkça “Alevidüşmanlığı”nı içeren konuşmalarını dinlediğimde anımsadım; bu durumda insan,“yepyeni bir ‘Maşa’ olayı ile karşı karşıya mıyız” diye sormaktan kendini alamıyor. 
Üstüne üstlük “Erdoğan”, ülkede yarattığı -neredeyse ‘iç savaşa’ götürecek- durumun sahibi başkalarıymış gibi öfkeli ve saldırgan... 
Yandaşı olmayan, iktidarını ve kendisini eleştiren gazetelerin yazarlarına inanılmaz kertede kızıyor, öfkeleniyor; “Hürriyet”ten “Yılmaz Özdil”“SÜRÜNGEN”,“Posta”dan “Yazgülü Aldoğan”“ALÇAK” diyor rahatlıkla; dahası bunları söylemeyi kendisinin “hakkı” olarak görüyor.

Hele “Aldoğan”“KADIN” olduğu için kızmaktan da öte derinden içerliyor; kendinden geçercesine “Şuna bak” diyor, ardından da “güya kadın!” diye ekleyerek vargücüyle haykırıyor; bu da yetmiyor ki, bu kez “kadın dernekleri”ne çatıp, “niye ayağa kalkıp bunların yüzüne tükürmüyorsunuz” diye hiçbir“çekince” duymadan soruyor, sorabiliyor... 
İnsan yine; böyle bir “çağrı”nın, “insan onuru”na ve kendi “onur”una da saygılı birine “uygun” düşer mi diye sormaktan kendini alamıyor... Böyle bir “soru”sorulduğunda da, ülkemizi yöneten kimilerince de “insan onuru”nun ne denli çiğnendiği -kendi onursuz tutumlarıyla- ortaya dökülüveriyor; öyle değil mi? 
Olur ya, eğer “hayır!” diyenler varsa “Erdoğan”ın son Almanya’ya gidiş olayını şöyle bir düşünsünler derim...
(*) Türk Dil Kurumu’nun “1974”teki baskısı.  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet