Osmanlı Devleti’nin son yüzyıllarında yönetimin aldığı kimi kararlara karşı, ülkede kıpırdanışlar başladığında “Halife Sultan” hemen “kadın kulları”na döner, onlar için -duruma göreya ileri ya da geri bir adım atarak konuyu değiştirirdi.
Bu tutumun en gözde örneklerinden biridir “III. Selim”in askere pantolon giydirip başına da bere kondurarak oluşturduğu “yeni ordu” öfke uyandırınca, Sultan “nisa taifesi”ne yönelir, hemen bir “ferman” çıkarır; “kadınların renkli feracelerle hadden ziyade açık yakalı elbiselerle, çarşı pazar dolaşmalarını” yasaklar.
Ardından gelen “II. Mahmut”, yenilikçi yönü ağır basan bir sultan olmasına karşın,“III. Selim”in kadınlar için koyduğu “giyim-kuşam” yasağını kaldırmasa da bu konuyla bağlantılı ilginç bir “ferman” çıkarır; “bundan böyle hamamlarda gayrimüslim kadınlar da Müslüman kadınlar gibi nalın giyebilecekler”dir; öyle ki bunun bile sultanın “sarığını” çıkarıp “fes” giymesinin yarattığı kızgınlığın sönmesinde payı olduğu söylenir.
“Abdülmecid”in de “1839 Tanzimat Fermanı”yla yarattığı sarsılmayı, yaptırdığı“nüfus sayımı”nda, “kadınlar”ın sayılmasına “da” izin vererek hafiflettiği ileri sürülür.
“19. yy”ın ikinci yarısındaysa artık “basın” da, kadınların “ikinci sınıf insan” olarak görülmesine kabulüne -yer yer olsa da- başkaldırır, kuşkusuz “Tesettür’ü Nisvan”a da.
Ayrıca kadınlarda yazmaya başlarlar; sorunlarını kendilerinin çıkarttıkları bir gazetede ortaya koyarlar, “tesettür” yine ilk sıralardadır; “namus ve terbiyenin gereği, kadınların yalnızca evde oturup dışarıya çıkmaması, çıktıklarında da sıkıca örtünmesi değildir!” diyerek, bu görüşte olanlara yanıt verirler; “1908 İkinci Meşrutiyet Devrimi”yle de görüşlerini “eylem”e dönüştürürler.
Büyük kentlerde kadınlar “peçeler”i kaldırırlar, yeldirmelerinin (çarşafın insaflısı) iki kanadını da arkaya atarak görünmeye başlayınca, yönetim dayanamaz; İstanbul Muhafızı “Cemal Paşa”, 1911’de, “kadınların ortalarda çarşı pazarlarda dolaşmasına sınırlar getirip yasaklar”; böylece III. Selim’in yüz yıl önceki fermanı sürdürülür.
Bu da yetmez; “Şeyhülislam Dairesi’nin -dolaysiyle ‘ulema’nın- kadınlar için dince makbul bir giyiniş kararlaştırması” istenir. (Erdoğan’ın ulemaya başvurulması isteği gibi...)
Dahası “Musa Kazım” gibi sayılı din adamları, peçe ve çarşafı “tabiatın zorunluluğu” olarak görüp “tesettür”e arka çıkarlar. (Bu desteğin, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün, Hayrünnisa Gül’ün tesettürüne yazdığı güzellemeye erişemediğini anımsayalım...)
M. Kazım’ın bu “tesettür” desteğine, yine bir din adamı olan “Mustafa Sabri”:“İslamlıkta kadın erkekten aşağıdır ve bu İslamlığın en yüksek kurallarından biridir!”diyerek katılır.
Dönemin kimi yazar ve düşünürü bu görüşü destekleyip korurken, “1908”in getirdiği özgürlük ortamından yararlanan birçok aydın ve yazar da öyleyse “din kurumu” da ele alınmalı, bu “alanda da çağdaşlaşmanın gerekliliği ortaya konulmalı” görüşünde birleşirler; “dinde reform” konusunu geniş ölçüde tartışmaya açarlar.
Bu tutumun en gözde örneklerinden biridir “III. Selim”in askere pantolon giydirip başına da bere kondurarak oluşturduğu “yeni ordu” öfke uyandırınca, Sultan “nisa taifesi”ne yönelir, hemen bir “ferman” çıkarır; “kadınların renkli feracelerle hadden ziyade açık yakalı elbiselerle, çarşı pazar dolaşmalarını” yasaklar.
Ardından gelen “II. Mahmut”, yenilikçi yönü ağır basan bir sultan olmasına karşın,“III. Selim”in kadınlar için koyduğu “giyim-kuşam” yasağını kaldırmasa da bu konuyla bağlantılı ilginç bir “ferman” çıkarır; “bundan böyle hamamlarda gayrimüslim kadınlar da Müslüman kadınlar gibi nalın giyebilecekler”dir; öyle ki bunun bile sultanın “sarığını” çıkarıp “fes” giymesinin yarattığı kızgınlığın sönmesinde payı olduğu söylenir.
“Abdülmecid”in de “1839 Tanzimat Fermanı”yla yarattığı sarsılmayı, yaptırdığı“nüfus sayımı”nda, “kadınlar”ın sayılmasına “da” izin vererek hafiflettiği ileri sürülür.
“19. yy”ın ikinci yarısındaysa artık “basın” da, kadınların “ikinci sınıf insan” olarak görülmesine kabulüne -yer yer olsa da- başkaldırır, kuşkusuz “Tesettür’ü Nisvan”a da.
Ayrıca kadınlarda yazmaya başlarlar; sorunlarını kendilerinin çıkarttıkları bir gazetede ortaya koyarlar, “tesettür” yine ilk sıralardadır; “namus ve terbiyenin gereği, kadınların yalnızca evde oturup dışarıya çıkmaması, çıktıklarında da sıkıca örtünmesi değildir!” diyerek, bu görüşte olanlara yanıt verirler; “1908 İkinci Meşrutiyet Devrimi”yle de görüşlerini “eylem”e dönüştürürler.
Büyük kentlerde kadınlar “peçeler”i kaldırırlar, yeldirmelerinin (çarşafın insaflısı) iki kanadını da arkaya atarak görünmeye başlayınca, yönetim dayanamaz; İstanbul Muhafızı “Cemal Paşa”, 1911’de, “kadınların ortalarda çarşı pazarlarda dolaşmasına sınırlar getirip yasaklar”; böylece III. Selim’in yüz yıl önceki fermanı sürdürülür.
Bu da yetmez; “Şeyhülislam Dairesi’nin -dolaysiyle ‘ulema’nın- kadınlar için dince makbul bir giyiniş kararlaştırması” istenir. (Erdoğan’ın ulemaya başvurulması isteği gibi...)
Dahası “Musa Kazım” gibi sayılı din adamları, peçe ve çarşafı “tabiatın zorunluluğu” olarak görüp “tesettür”e arka çıkarlar. (Bu desteğin, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün, Hayrünnisa Gül’ün tesettürüne yazdığı güzellemeye erişemediğini anımsayalım...)
M. Kazım’ın bu “tesettür” desteğine, yine bir din adamı olan “Mustafa Sabri”:“İslamlıkta kadın erkekten aşağıdır ve bu İslamlığın en yüksek kurallarından biridir!”diyerek katılır.
Dönemin kimi yazar ve düşünürü bu görüşü destekleyip korurken, “1908”in getirdiği özgürlük ortamından yararlanan birçok aydın ve yazar da öyleyse “din kurumu” da ele alınmalı, bu “alanda da çağdaşlaşmanın gerekliliği ortaya konulmalı” görüşünde birleşirler; “dinde reform” konusunu geniş ölçüde tartışmaya açarlar.
Bu tartışmalara katılanlardan biri de “Ziya Gökalp”ti (1876-1924); “reform”la ilgili görüşlerini ortaya koyarken şöyle yazar: “Türk İslam toplum hayatının birçok müesseseleri gibi din müessesesi de çağdaş uygarlıkla uyuşamaz bir anomoli olmuştur; din, hukuk, ahlak değerleri ‘şeriat’ adı altında tek bir sistem içinde görülüyor. Şeriat denen kurallar sistemi yalnız inanç ve ibadet işlerini değil, ekonomiden aile hayatına kadar bütün toplumsal ilişkileri kapsar sayılıyor. Gerçekteyse şeriatın kapsadığı şeylerin çoğu, bu sonuncu alan yani ‘toplumsal ilişkiler’ alanıdır, bunlara dinsel meşruluk kazandırılmıştır. (...) Dinsel meşruluk kazanan bu örfler (kurallar) ait oldukları ‘toplum biçimi’ yaşadığı sürece varlıklarını sürdürmüşlerdir. (...) Kuran’ın kimi dogmaları, onlarla ilgili örflerin (kuralların) kaybolması yüzünden uygulanamaz olmuştur. ‘Kısas, riba’ hakkındaki Kuran yargıları bunun örneklerindendir. Şu halde mutlak ve değişmez bir ‘hukuk’ sayılan ‘şeriat’ın tarihsel ‘evrimi’ni belirleyen toplumsal âdet ve geleneklerin dinamizmidir.”
Gökalp’in, yüz yıl önceki bu görüşleri günümüzde toplumsal yaşamın kurallarını belirleyen bir düzenlemede yer alabilir mi? Hayır! Prof. Dr. M.E. Bozkurt’un “1926”yılında hazırladığı “Türk Medeni Kanunu”nun gerekçesinde yer verdiği benzer“yorumlar”, bu kanunun “Ocak 2002”de yürürlüğe giren yeni biçiminde yer alan“gerekçe”den çıkarılmıştır...
Değerli dostlar, “31 Ekim”e dek izin istiyorum; ama “Beşiktaş”taki buluşmalarda sizlerle birlikte olacağım, yarın olduğu gibi.
Kaynak: * Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma
* Mufassal Osmanlı Tarihi (Cilt 6)
* Tarih ve Toplum (7.7.1984)
* Mufassal Osmanlı Tarihi (Cilt 6)
* Tarih ve Toplum (7.7.1984)
Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet