Karanlığı yıkıp geçen bir halk hareketine dönüşmeden çok önce her biri küçük bir kale görünümündeki korunaklı kentler arasında dolaşan bir takım tuhaf insanların işiydi aydınlık. Yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açan son dönem Aydınlanma filozofları işte o tuhaf adamların paltosundan çıktı. Bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yaygınlaştırdılar. Büyük Fransız İhtilali’nin kilise karşıtı girişimleri bu radikalizmin doruğu oldu.
Oysa görünüşün tersine Aydınlanma filozoflarının çoğu derin bir biçimde dinseldiler. Kiliseye muhaliftiler ama kaybolmuş bilgeliğe inanıyorlardı. Laboratuvarlarında aradıkları şey bilimden çok simya sihirbazlıklarıydı. Örneğin “müspet bilim”in kurucusu sayılan Newton’ın bir ayağı büyünün alanındaydı. Büyük Fransız Devrimi de, kiliseyi yerle bir ederken yerine kendi bilim kilisesini kurmayı amaçlamıştı. Bilim, örgütlenmiş din ile eski inançlara bağlı tarikatların çatışmasından çıktı. Ama bu, bilinçli bir çabanın sonucu değil, bir kaza ürünüydü. Simyacıların büyüye ulaşmak için denemekten başka yolu kalmamıştı, deneye deneye kimyacı oldular.
Aydınlanmanın rasyonel ve bütünüyle din dışı bir düşünce geleneği olduğu yargısının nasıl oluştuğunu incelemek ilginç sonuçlar verebilir. Hâlbuki gerçek bambaşkaydı. Aktörlerinin çoğu Masondu ve yüzleri antik Mısır’a dönüktü. Mısır’a duydukları derin bağlılık nedeniyle, o kültürden tek tanrılı dinlere kalan büyük mirası sezmişlerdi. İbadetler, inançlar, davranışlar, temele inildiğinde bütünüyle Mısır çıkışlı görünüyordu. Oruç, abdest, sünnet, tek tanrı gibi birçok inancın ve davranış biçiminin kaynağı orasıydı. Hıristiyanlığın teslisi ile İsis-Osiris-Horus inancı arasındaki bağı görmek için bilgin olmak gerekmiyordu. Öyleyse, “rasyonel” Aydınlanmacılar için “eski orijinal dine geri dönmek” doğru bir davranış olacaktı. Çoğu bunu yaptı. Bruno, Galileo, Copernik gibi öncüler, tanrının “Güneş” olması gerektiğine inanıyorlardı. Güneşi tanrı yaptılar. Evrenin merkezine güneşi oturtup dünyayı onun etrafında dönen basit bir gezegen derecesine indirgerken, inançlarının da gereklerini yerine getirmiş oldular.
Şimdi yeniden din ile ilgili büyük soruların sorulduğu o aydınlık çağın eşiğindeyiz sanki. Hemen her şeyi kontrolü altına alma arzusuyla kabından taşan inançlar, tarihi de yeniden ışığın geldiği o kaynağa doğru sürüklüyor. Üzerimize doğru gelen aydınlık bir dalga var…
***
Tarihin henüz dünya tarihi olmadığı bir zaman aralığından söz ediyoruz. Yani Avrupa henüz dünyanın kıyısında kendi başlangıcını yapmaya çalışan küçük bir toprak parçasından ibarettir. Çıktığı yolda, o yola çıkmadan çok önce geçenlerin bıraktığı ayak izleri onun için bir anlam ifade etmemektedir. O izlerin üzerine basa basa kendi gittiği yolu bir kez daha kendi adına keşfedecektir.
M.S. 3. yüzyılda yaşadığı sanılan Antik Yunan felsefe tarihçisi Diogenes Laertios “Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri” adlı kitabında, Mısırlı hiçbir “filozofa” gönderme yapmamasına karşın, Mısır felsefesi hakkında şunları yazar: “Mısırlıların tanrılar ve adaletle ilgili olan felsefeleri şöyledir: Onlara göre evrenin başlangıcında madde varmış, sonra bundan dört öğe ayrılmış ve kimi canlılar oluşmuş. Güneş ve ay birer tanrıymış, birinin adı Osiris, öbürü İsis’miş… Onlara göre evren oluşmuş bir şeymiş, bir gün yok olacakmış ve küre biçimindeymiş. Yıldızlar ateşmiş ve yeryüzündeki her şey bunların ısısıyla oluşmuş. Ay tutulması, ayın dünyanın gölgesi üzerine düşmesiyle oluşuyormuş; ruh ölümden sonra da yaşar ve başka bedene geçermiş; yağmur havanın değişmesiyle oluşurmuş. Hekataios ve Aristogoras’ın anlattığı gibi, başka şeyleri de doğaya dayanarak açıklıyorlarmış. Adalete dayalı ve Hermes’e yakıştırdıkları yasalar çıkarmışlar, yararlı hayvanları tanrı sayıyorlarmış. Geometriyi, astrolojiyi ve aritmetiği onların bulduğunu söylerler.”
Bundan sonra “Yunan dehasını”, Platon’u, Aristo’yu, Sokrat’ı düşünün. Sonra Bruno, Galileo ve Copernik’i. Felsefede laf ebeliği gibi görünen şeyin nedeni işte düşünce coğrafyaları arasındaki bu büyük boşluktur. Bizim “bilimimiz” de o boşlukta ve evveliyatsız olarak başladı. Başarıları ortada ama 2500 yılı Leartios’un kaybolmuş bir geçmişe değin anlattıklarına ulaşmak için harcamamızın da makul bir açıklaması yok. Şimdi büyük sorularımız var ve elimizdeki sınırları genişletmeye, boşluğu doldurmaya mecburuz.
Bilimi de, dinleri de yaratanlar bizleriz. Dinde olduğu gibi bilimde de bir “anlayış” sorunumuz var. Tarih, aydınlık din adamlarının ve dar kafalı bilim papazlarının mümkün olduğunu gösteriyor. Anlayışımızı daha kapsayıcı kılmak, dinde olduğu kadar bilimde de dar kafalılığa düşmemek hepimizin temel ödevi.
***
Cahil her şeyi kendisinden başlatır. Tak tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler. Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları yıktılar veya sildiler. Eskiden duydukları derin korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk yaratıp, yeni bir tarihin kapısını açtılar.
Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden çıkan Hıristiyanlığın hiçbir yeniliği yoktu. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Peki, Musevilikten önce Beni İsrail, Hıristiyanlıktan önce Hıristiyanlar, İslamiyet’ten önce Araplar dinsiz miydiler? Eskilerin “puta tapar” oldukları hep söyleniyor ama put hiçbir zaman ortak bir geçmişe işaret etmez. Dinler eninde sonunda birbirlerinin içinden çıkar. Evet, Yahudilerin Atoncu, Hıristiyanların Yahudi, Müslümanların da hepsiyle birlikte Sabi oldukları çoktan unutuldu. Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir eğilimleri vardır yine de. İddialarına bakılacak olursa hepsinin ortak inancı tek tanrı ama ortalık teslisten, ne tanrı ne insan olan meleklerden, imanın şartı haline getirilen pagan mabedi ziyaretlerinden geçilmiyor. Din değişmiş ama tavaf aynı tavaf. Bilimle baksan hepsinin inkâr ettiği geçmişini görürsün!
Din içi bir tartışma değil yaptığımız. Öyle bir tartışmanın da imkânı yok zaten. Dindeki tutarsızlıklar, bilime aykırılıklar onun doğasındandır. Çünkü o bir inanç sistemidir; malzemesi inanışlardır, mantığa ihtiyacı yoktur. Sünnet olur, çünkü Yahudiler de sünnet olmaktadır. Abdest alır, çünkü Sabiler de yıkanmaktadır. Meleklere inanır, çünkü eskiler çok tanrılıdır. Paganlar için de kutsal olan bir göktaşına tavaf ettikleri, inanç sahibine bilimsel olarak nasıl anlatılabilir ki? Bir inanç mensubu, farz edelim bir Hıristiyan veya bir Müslüman, dünyanın düz ve öküzün boynuzları üstünde olduğuna inandığı için kınanamaz zaten. Ama illa gerekliyse bir Hıristiyan veya Müslüman oldukları için kınanabilir. Sorun sistemin bütünündedir çünkü. Dine akıl ve mantık yükleme çabaları beyhudedir. Din, sonsuz evren karşısında, kısa hayatımızı rahatlatacak basit cevaplar sunuyor bize. Deyim yerindeyse “nefsimizi köreltiyor”. Bilim ile yürümek ise, henüz verilmemiş yanıtlarla yürümeyi göze almaktır. Bu gerilimi kaldırmak inançtan çok bilimsel bir terbiye ve disiplin ister.
Bunun bize söylediği şu: Din karşısında Voltaire gibi durmak gereklidir; bu eleştiri yapılmalıdır. Ama bizim için esas olan onun karşısında Marx gibi durmaktadır. Dediği gibi, dinde insanın acıları karşısında derin bir iç çekişi var ama bu sefil hayata karşı bir protesto da… Bilim iç çeken insanın acılarına çare bulamadığı sürece, din afyon olmaya devam edecektir.
Biliyoruz; Dine karşı o küstah tutumu gösteren eski devrimci sınıf, mevzilerini çoktan terk etti. Onun bilimi ile dini arasında artık bir fark görülemiyor. Bizim ise, bu iç çekişi eleştirirken anlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Çünkü dini eleştirmek isteyen, önce onu mümkün kılan dünyayı eleştirmelidir…
***
Işığı arayan karanlıkta el yordamıyla yürümeyi öğrenmelidir. Mısır kökenli yazar Ahmet Osman’ın kitaplarını Türkçeye kazandırmaya vesile oluyorum uzun zamandır. Üçü, “Musa ve Akhenaton”, “Kayıp Şehir” ve “Krallar Vadisi’ndeki Yabancı” yayınlandı. Üçünün konusu da bildik dinler tarihi ama bambaşka sonuçlara varıyor yazar. Musa ile “kâfir kral” Akhenaton’u, Vezir Yuya ile Yusuf Peygamber’i özdeşleştiriyor mesela. Henüz üzerinde çalıştığımız bir başka kitabında ise Akhenaton’un tek tanrıcı dinini alaşağı eden oğlu Tutankamon ile İsa’yı özdeşleştiriyor. Böylece kutsal kitap hikâyeleri kutsal bir kelam olmaktan çıkıp yeryüzüne iniyor ve ete kemiğe bürünüyor.
Dinler tarihini Aton-Amon dini arasında bir kavga olarak açıklayan ilk kişi ise Ahmed Osman değil-şaşırtıcı gelebilir-Sigmund Freud. Ölümüne yakın yazdığı “Musa ve Tektanrıcılık” adlı çalışması, psikanalize dayanarak yeni bir dinler tarihi oluşturma girişimiydi. Aydınlıklar çağının karmaşık ruh hali sanırım biraz bu tartışmalara ve çabalara bakılarak anlaşılabilir.
***
Bir yandan bunlarla uğraşırken bir yandan cahilliği rehber edinmiş yobaz şiddeti ile yüzleşiyoruz. Yarım yamalak edindikleri sefil dogmalarını topluma dayatmaya, hayatı o dogmalara göre biçimlendirmeye çalışıyorlar. İddiaları bu. Mümkün mü göreceğiz. Ama ondan önce çok güçlü bir biçimde “hayır” diyeceğiz. Bilgiyle donanmış bir aydınlığı hangi karanlık yenebilmiş ki?
Orhan Gökdemir / SOL