28 Ocak 2017 Cumartesi

Din ile Aydınlanma arasında - ORHAN GÖKDEMİR



Karanlığı yıkıp geçen bir halk hareketine dönüşmeden çok önce her biri küçük bir kale görünümündeki korunaklı kentler arasında dolaşan bir takım tuhaf insanların işiydi aydınlık. Yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açan son dönem Aydınlanma filozofları işte o tuhaf adamların paltosundan çıktı. Bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yaygınlaştırdılar. Büyük Fransız İhtilali’nin kilise karşıtı girişimleri bu radikalizmin doruğu oldu.

Oysa görünüşün tersine Aydınlanma filozoflarının çoğu derin bir biçimde dinseldiler. Kiliseye muhaliftiler ama kaybolmuş bilgeliğe inanıyorlardı. Laboratuvarlarında aradıkları şey bilimden çok simya sihirbazlıklarıydı. Örneğin “müspet bilim”in kurucusu sayılan Newton’ın bir ayağı büyünün alanındaydı. Büyük Fransız Devrimi de, kiliseyi yerle bir ederken yerine kendi bilim kilisesini kurmayı amaçlamıştı. Bilim, örgütlenmiş din ile eski inançlara bağlı tarikatların çatışmasından çıktı. Ama bu, bilinçli bir çabanın sonucu değil, bir kaza ürünüydü. Simyacıların büyüye ulaşmak için denemekten başka yolu kalmamıştı, deneye deneye kimyacı oldular.

Aydınlanmanın rasyonel ve bütünüyle din dışı bir düşünce geleneği olduğu yargısının nasıl oluştuğunu incelemek ilginç sonuçlar verebilir. Hâlbuki gerçek bambaşkaydı. Aktörlerinin çoğu Masondu ve yüzleri antik Mısır’a dönüktü. Mısır’a duydukları derin bağlılık nedeniyle, o kültürden tek tanrılı dinlere kalan büyük mirası sezmişlerdi. İbadetler, inançlar, davranışlar, temele inildiğinde bütünüyle Mısır çıkışlı görünüyordu. Oruç, abdest, sünnet, tek tanrı gibi birçok inancın ve davranış biçiminin kaynağı orasıydı. Hıristiyanlığın teslisi ile İsis-Osiris-Horus inancı arasındaki bağı görmek için bilgin olmak gerekmiyordu. Öyleyse, “rasyonel” Aydınlanmacılar için “eski orijinal dine geri dönmek” doğru bir davranış olacaktı. Çoğu bunu yaptı. Bruno, Galileo, Copernik gibi öncüler, tanrının “Güneş” olması gerektiğine inanıyorlardı. Güneşi tanrı yaptılar. Evrenin merkezine güneşi oturtup dünyayı onun etrafında dönen basit bir gezegen derecesine indirgerken, inançlarının da gereklerini yerine getirmiş oldular.

Şimdi yeniden din ile ilgili büyük soruların sorulduğu o aydınlık çağın eşiğindeyiz sanki. Hemen her şeyi kontrolü altına alma arzusuyla kabından taşan inançlar, tarihi de yeniden ışığın geldiği o kaynağa doğru sürüklüyor. Üzerimize doğru gelen aydınlık bir dalga var…

***

Tarihin henüz dünya tarihi olmadığı bir zaman aralığından söz ediyoruz. Yani Avrupa henüz dünyanın kıyısında kendi başlangıcını yapmaya çalışan küçük bir toprak parçasından ibarettir. Çıktığı yolda, o yola çıkmadan çok önce geçenlerin bıraktığı ayak izleri onun için bir anlam ifade etmemektedir. O izlerin üzerine basa basa kendi gittiği yolu bir kez daha kendi adına keşfedecektir.

M.S. 3. yüzyılda yaşadığı sanılan Antik Yunan felsefe tarihçisi Diogenes Laertios “Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri” adlı kitabında, Mısırlı hiçbir “filozofa” gönderme yapmamasına karşın, Mısır felsefesi hakkında şunları yazar: “Mısırlıların tanrılar ve adaletle ilgili olan felsefeleri şöyledir: Onlara göre evrenin başlangıcında madde varmış, sonra bundan dört öğe ayrılmış ve kimi canlılar oluşmuş. Güneş ve ay birer tanrıymış, birinin adı Osiris, öbürü İsis’miş… Onlara göre evren oluşmuş bir şeymiş, bir gün yok olacakmış ve küre biçimindeymiş. Yıldızlar ateşmiş ve yeryüzündeki her şey bunların ısısıyla oluşmuş. Ay tutulması, ayın dünyanın gölgesi üzerine düşmesiyle oluşuyormuş; ruh ölümden sonra da yaşar ve başka bedene geçermiş; yağmur havanın değişmesiyle oluşurmuş. Hekataios ve Aristogoras’ın anlattığı gibi, başka şeyleri de doğaya dayanarak açıklıyorlarmış. Adalete dayalı ve Hermes’e yakıştırdıkları yasalar çıkarmışlar, yararlı hayvanları tanrı sayıyorlarmış. Geometriyi, astrolojiyi ve aritmetiği onların bulduğunu söylerler.”

Bundan sonra “Yunan dehasını”, Platon’u, Aristo’yu, Sokrat’ı düşünün. Sonra Bruno, Galileo ve Copernik’i. Felsefede laf ebeliği gibi görünen şeyin nedeni işte düşünce coğrafyaları arasındaki bu büyük boşluktur. Bizim “bilimimiz” de o boşlukta ve evveliyatsız olarak başladı. Başarıları ortada ama 2500 yılı Leartios’un kaybolmuş bir geçmişe değin anlattıklarına ulaşmak için harcamamızın da makul bir açıklaması yok. Şimdi büyük sorularımız var ve elimizdeki sınırları genişletmeye, boşluğu doldurmaya mecburuz.

Bilimi de, dinleri de yaratanlar bizleriz. Dinde olduğu gibi bilimde de bir “anlayış” sorunumuz var. Tarih, aydınlık din adamlarının ve dar kafalı bilim papazlarının mümkün olduğunu gösteriyor. Anlayışımızı daha kapsayıcı kılmak, dinde olduğu kadar bilimde de dar kafalılığa düşmemek hepimizin temel ödevi.

***

Cahil her şeyi kendisinden başlatır. Tak tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler. Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları yıktılar veya sildiler. Eskiden duydukları derin korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk yaratıp, yeni bir tarihin kapısını açtılar.

Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden çıkan Hıristiyanlığın hiçbir yeniliği yoktu. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Peki, Musevilikten önce Beni İsrail, Hıristiyanlıktan önce Hıristiyanlar, İslamiyet’ten önce Araplar dinsiz miydiler? Eskilerin “puta tapar” oldukları hep söyleniyor ama put hiçbir zaman ortak bir geçmişe işaret etmez. Dinler eninde sonunda birbirlerinin içinden çıkar. Evet, Yahudilerin Atoncu, Hıristiyanların Yahudi, Müslümanların da hepsiyle birlikte Sabi oldukları çoktan unutuldu. Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir eğilimleri vardır yine de. İddialarına bakılacak olursa hepsinin ortak inancı tek tanrı ama ortalık teslisten, ne tanrı ne insan olan meleklerden, imanın şartı haline getirilen pagan mabedi ziyaretlerinden geçilmiyor. Din değişmiş ama tavaf aynı tavaf. Bilimle baksan hepsinin inkâr ettiği geçmişini görürsün!

Din içi bir tartışma değil yaptığımız. Öyle bir tartışmanın da imkânı yok zaten. Dindeki tutarsızlıklar, bilime aykırılıklar onun doğasındandır. Çünkü o bir inanç sistemidir; malzemesi inanışlardır, mantığa ihtiyacı yoktur. Sünnet olur, çünkü Yahudiler de sünnet olmaktadır. Abdest alır, çünkü Sabiler de yıkanmaktadır. Meleklere inanır, çünkü eskiler çok tanrılıdır. Paganlar için de kutsal olan bir göktaşına tavaf ettikleri, inanç sahibine bilimsel olarak nasıl anlatılabilir ki? Bir inanç mensubu, farz edelim bir Hıristiyan veya bir Müslüman, dünyanın düz ve öküzün boynuzları üstünde olduğuna inandığı için kınanamaz zaten. Ama illa gerekliyse bir Hıristiyan veya Müslüman oldukları için kınanabilir. Sorun sistemin bütünündedir çünkü. Dine akıl ve mantık yükleme çabaları beyhudedir. Din, sonsuz evren karşısında, kısa hayatımızı rahatlatacak basit cevaplar sunuyor bize. Deyim yerindeyse “nefsimizi köreltiyor”. Bilim ile yürümek ise, henüz verilmemiş yanıtlarla yürümeyi göze almaktır. Bu gerilimi kaldırmak inançtan çok bilimsel bir terbiye ve disiplin ister.

Bunun bize söylediği şu: Din karşısında Voltaire gibi durmak gereklidir; bu eleştiri yapılmalıdır. Ama bizim için esas olan onun karşısında Marx gibi durmaktadır. Dediği gibi, dinde insanın acıları karşısında derin bir iç çekişi var ama bu sefil hayata karşı bir protesto da… Bilim iç çeken insanın acılarına çare bulamadığı sürece, din afyon olmaya devam edecektir.

Biliyoruz; Dine karşı o küstah tutumu gösteren eski devrimci sınıf, mevzilerini çoktan terk etti. Onun bilimi ile dini arasında artık bir fark görülemiyor. Bizim ise, bu iç çekişi eleştirirken anlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Çünkü dini eleştirmek isteyen, önce onu mümkün kılan dünyayı eleştirmelidir…

***

Işığı arayan karanlıkta el yordamıyla yürümeyi öğrenmelidir. Mısır kökenli yazar Ahmet Osman’ın kitaplarını Türkçeye kazandırmaya vesile oluyorum uzun zamandır. Üçü, “Musa ve Akhenaton”, “Kayıp Şehir” ve “Krallar Vadisi’ndeki Yabancı” yayınlandı. Üçünün konusu da bildik dinler tarihi ama bambaşka sonuçlara varıyor yazar. Musa ile “kâfir kral” Akhenaton’u, Vezir Yuya ile Yusuf Peygamber’i özdeşleştiriyor mesela. Henüz üzerinde çalıştığımız bir başka kitabında ise Akhenaton’un tek tanrıcı dinini alaşağı eden oğlu Tutankamon ile İsa’yı özdeşleştiriyor. Böylece kutsal kitap hikâyeleri kutsal bir kelam olmaktan çıkıp yeryüzüne iniyor ve ete kemiğe bürünüyor.
Dinler tarihini Aton-Amon dini arasında bir kavga olarak açıklayan ilk kişi ise Ahmed Osman değil-şaşırtıcı gelebilir-Sigmund Freud. Ölümüne yakın yazdığı “Musa ve Tektanrıcılık” adlı çalışması, psikanalize dayanarak yeni bir dinler tarihi oluşturma girişimiydi. Aydınlıklar çağının karmaşık ruh hali sanırım biraz bu tartışmalara ve çabalara bakılarak anlaşılabilir.

***

Bir yandan bunlarla uğraşırken bir yandan cahilliği rehber edinmiş yobaz şiddeti ile yüzleşiyoruz. Yarım yamalak edindikleri sefil dogmalarını topluma dayatmaya, hayatı o dogmalara göre biçimlendirmeye çalışıyorlar. İddiaları bu. Mümkün mü göreceğiz. Ama ondan önce çok güçlü bir biçimde “hayır” diyeceğiz. Bilgiyle donanmış bir aydınlığı hangi karanlık yenebilmiş ki?

Orhan Gökdemir / SOL

Hayır ama nasıl hayır? - AYDEMİR GÜLER

Şimdi sanılabilir ki, Anayasa referandumunda bir tane dümdüz, ikirciksiz, sade mi sade hayır oyu var, bir de rezervli, yetmezli, amalı fakatlı hayır…
İkincisi biz oluyoruz! Böyle sanılınca da lüzumsuz yere laf kalabalığı yapmış oluyoruzdur. “Git kardeşim, temiz temiz hayır de, ötesini kurcalama.”


Veya bas geç!
Kimse kusura bakmasın, ama hayır bahçesini temiz tutmak için birtakım kayıtlar konması zorunludur. Çünkü hayırın has sahibi sanılanlar ortalığı fena halde kirletmiş durumdalar. Kayıtlarımız, ama ve fakatlarımız aksesuar değil zorunluluk. “Bas geç” lümpenliğiyle AKP’ye muhalefet edilemeyeceğinin öğrenilmiş olması gerekirdi.

***

Referandumda hayır çıkarsa, “Değişen bir şey olmaz. Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan ve Parlamento yerinde kalır, herkes yetkilerine sahip olur. Geçmişte nasıl gidiyorsa benzer şekilde yolumuza devam ederiz.
Bu sözler Kemal Kılıçdaroğlu’na ait! Dediği gibi olacaksa hayır oylarının zerre kadar değeri yok demektir. Hayır oyunun bir işe yaraması için bir değil birçok şeyin değişme yoluna girmesi gerekir. Ve kaldı ki, hakikaten bir şey değişmeyeceğine ikna olan insanların kalkıp hayır oyu vermeye sandığa gitmeleri için nasıl bir nedenleri olabilir? Türkiye “aman böyle kalsın” denecek bir ülke midir?
Anlaşılan ana muhalefet partisine göre öyle! Doğru soru şu: Kemal bey bu sözleriyle hayır oylarını güçlendireceğine inanacak kadar siyasal akıl yoksunu mudur, yoksa gizliden gizliye evet çalışmasına destek mi vermektedir? Ha bir de klasik CHP’gil siyaset teorisi var. Buna göre solcuyum diyenler zaten arka bahçeni oluşturmaktadırlar. Bunun garantisiyle parti sağa, daha sağa, her gün biraz daha sağa açılmalı ve sağcıları kazanmalıdır. CHP’yi aşan ve Türkiye’de ilericiliğin altını oyan, cumhuriyeti tüketen süreç sola bu mantıkla yutturulmuştur.

***

HDP bir diğer hayır’cı muhalefet partisi olarak biliniyor: “Anayasa görüşmelerinde biz HDP olarak, tutuklu milletvekillerimizin olması nedeniyle Meclis’te oy kullanmadık. Bu yolla ‘fire olur mu?’ tartışmasını da bertaraf ettik. Antidemokratik anayasal değişikliği durdurmak için mutlaka sandığa gidip, ‘hayır’ dememiz lazım. Sandığa gitmemek, oy vermemek de ‘evet’ demektir.
Sözler Diyarbakır milletvekili Ziya Pir tarafından İskenderun’da dile getiriliyor ve deneyimli bir gazeteci tarafından haberleştiriliyor. Bunu not ediyorum, çünkü yakın geçmişte HDP’nin bir açıklamasının bir başkası tarafından düzeltildiğine çok rastlandı. Bazı partiler bir “yanlış anlaşıldım” partisidir memleketimizde.
Ziya bey ne demiş oluyor? İlk cümle yeni bir sorunun vesilesidir: Bazı milletvekillerinin tutuklu olması durumunda bir siyasi parti hangi gündemlerde oy kullanır, hangilerinde oy kullanmaz?
Geçelim, çünkü peşi sıra anayasa görüşmelerinde oy kullanmamanın sağladığı yararla tanıştık bile. Fire olur mu tartışması bertaraf olmuş! Yani antidemokratik, alıntılamaya devam etmediğim pasajlarda düpedüz faşist denilen anayasa değişikliklerini bazı HDP’lilerin destekleme olasılığı varmış. Olasılık yok idiyse, yani ortada sadece bir karalama söz konusu olsaydı, gidip hayır’ı basardınız ve karalayanların da kafasına çalardınız. “Vekillerin tutuklanmasının karşılığı neden hangi oturumda ne yapmaktır” türünden teorilerle hiç uğraşmazdınız…
Oy kullanmama yoluyla yapılan gerçekten de “tartışmayı bertaraf etmektir.” Tartışma bertaraf olmuştur olmasına, ama bazı HDP’lilerin faşist değişikliklere oy verebilecekleri, Ziya beyin ifadesiyle “Faşizme dur demeyecekleri” olgusu ortada duruyor. HDP’nin hangi kısmı iktidardan hangi kısmı muhalefetten yanadır? Bu parti hakikaten hayır kampanyası yürütecek midir?

***

Referandum bir fırsattır. Geçenlerde Oğuz Oyan’ın yazdığı gibi örgütlenme ve mücadele fırsatıdır.
Referandum bir fırsattır. Bir kısmi başarının arkasının geleceğini ilan etme fırsatıdır. Artık bugüne kadarki gibi olmayacağının, cumhurbaşkanından da başbakandan da hesap sorulabileceğinin ilan edilmesi için fırsattır.

Referandum bir fırsattır. Burnu biraz sürtülmüş bir AKP’yle yeniden müzakere masasına dönmek için değil, halkımızın başka bir gelecek kurma gücüne inanması için fırsattır.

Aydemir Güler / SOL

Nazarbayev neden vazgeçti? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Tabii ki şaşırtıcı oldu. Kendisini 2010 yılında “ömür boyu Başkan” ilan Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in başkanlık sisteminden vazgeçip ülke yönetimini güçlendirilmiş bir parlamentoya bırakacağı hayal bile edilemezdi.


Haber Türkiye’de “Başkanlık sistemi iyidirciler” için pekiyi karşılanmadı, malum. Hatta, habere internet sitesinde yer veren bir gazete söz konusu haberi gelen tepkiler yüzünden apar topar kaldırmak zorunda kalmış, öyle deniyor. Neden tepki gösterdiler ki? Muhtemelen “milletimizin kafası karışıyor” diye düşünmüş olabilirler.

Başkanlık sistemi deyince herkes Amerika’nınkini anlıyor tabii. İyidir demiyorum ama orada bir takım dengelerin gözetildiği de bir gerçek. “Kazak Tipi Başkanlık”ta kuvvetlerin bağımsız olduğu söylenemezdi. Her şeye karar veren bir başkandı çünkü Nazarbayev. Parlamentoyu feshedebiliyordu, parlamentoyu Meclis ile birlikte oluşturan 15 üyeli Senato’ya doğrudan üye atabiliyordu. Bu, Senato’da alınan kararların Başkan’ın kararı olduğu anlamına geliyor haliyle. Seçimlerde yüzde 7 baraj engeli var. Bu da seçkinci bir kuruma dönüştürmüştü Kazak parlamentosunu. “Türk Tipi Başkanlık” da bundan pek farklı değil, görüldüğü üzere.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Kazakistan da diğer eski Sovyet cumhuriyetleri gibi “geçişi” otoriter sistem üzerine kurdu. Zaten Başkanlık Sistemi’nin kabul edilmesinin nedeni de bu geçiş süreciyle ilgili. Genç bir ülke, dolayısıyla ciddi yapısal sorunları var, bu nedenle paternalistik bir sistem olarak Başkanlık uygun görüldü. Ayrıca alınacak kararlarda tıkanmayı engelleyici olduğu düşünüldü sistemin. Ancak temel haklar, özgürlükler konusunda, ifade özgürlüğü hakkında hızla bozulan bir sicile de sahip kıldı ülkeyi.

Nazarbayev artık şunun farkına vardı:
1) Kendisinden sonra gelecek bir Başkan her şeyi alt üst edebilir,
2) artık ülke “geçiş” sürecini tamamladı, batı dünyasıyla ilişkilere uygun bir sistemin zamanı geldi.
Gerçekten de Kazakistan, özellikle ABD ile çok iyi ilişkilere sahip bir ülke. Birkaç kez yaptığı ziyaretlerinde olağanüstü bir ilgiyle karşılandı ABD’de Nazarbayev. Ayrıca Çin ile de yakın ilişkileri var. Bu iki dev ülkeyle kurulacak ilişkilerde çok daha etkili bir güç olduğuna ikna olduğu meclisin öne çıkmasını istiyor artık.

Kazakistan bir etnik kimlikler, halklar mozaiği. Bunların hepsinin başkanlık sistemi ile temsil edilmesine olanak yok. Kendi kararını özgürce verebilecek bir parlamentoda daha iyi temsil edilebilecekler. Bu, ülkede en ufak bir hoşnutsuzlukta patlak verecek karışıklıkları da önleyecek. Eleştirilerin hedefi parlamento olduğunda seçimlerle yenilenmesi olanağı var çünkü, dolayısıyla Başkan kendisini her an düşürülme tehlikesi içinde hissetmeyecek. Parlamentoyla sorunu olan onu değiştirebilir de sonuçta.

Başkanlık sisteminden vazgeçtiğine göre şimdi gücün nasıl dağıtılacağı sorunuyla karşı karşıya Kazakistan. Bunun için partiler kanunuyla, seçim sisteminde bir reform yapılması gerekiyor. Bu parlamenter sistemin yaşayabilmesi için şart. Herhalde o da yakında gündemine gelecektir ülkenin.
Bu karar özgürlükleri genişletecek mi bilinmiyor ama Nazarbayev, güçlü bir parlamentoya geçildiğinde bu kez ruhani bir liderlik yapacak, dış politikada, ulusal güvenlik konularında, savunmada etkisi sürecek.

Kim ne derse desin, kendisine neredeyse tanrısal bir güç veren yetkilerinden vazgeçmekle Nazarbayev büyük bir fedakarlık yapıyor. Söylediğine göre devlette kuvvetler ayrımının sağlanması gerekiyor. Tersi süreli bir diktatörlüğü doğurur, diyor. Serbest Pazar ekonomisine geçmiş, ABD, Batı, yanı sıra Çin ile iyi ilişkiler içinde olan, Şanghay İşbirliği Örgütü içinde “serbest ticaret bölgesi” kurma çabasında bulunan Kazakistan tüm bunlar için “tek adam” rejiminin değil, parlamenter sistemin daha uygun olacağını biliyor.

Eski Sovyet cumhuriyetleri içinde bugüne kadar atılan “en radikal adım” Nazarbayev’e ait.

Umarız Başkanlık hayali görenlere ders olur bu tutumu.

MUSTAFA K. ERDEMOL   / BİRGÜN

Şehircilik Şûrası’nın reklam seslendirmesi - ŞÜKRAN SONER

Tüm kanallarda dün Saray’da yapılan Şehircilik Şûrası’nın günler boyu yayımlanan reklamında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sesinden duyduğumuz dizelere takılmamak olanaksızdı... Hacı Bayram Veli’nin günün Türkçesine uyarlanmış; “Nagihan bir şehre vardım/ Onu ben yapılır gördüm/ Ben dahi bile yapıldım/ Taş ve toprak arasında” dizelerinin Erdoğan’ın seslendirmesiyle verilmesinden sonra, Saray’da gerçekleştirilecek şûraya katılım çağırısı yapılırken güncel, yaşamsal şehircilik sorunlarının tartışılacağı duyurusu yapılıyordu.

 
Bekleneceği üzere dün açılış konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul odaklı örneklendirmelerle, şehirciliğin geleceği üzerine beklentilerini dile getirdi. Şehirleşmede işlenen büyük suçlarla insan ve doğa yaşamına verilen ağır tahribattan söz etti. İstanbul, Boğaziçi katliamları özelinden ülke geneline çok ağır bir dille suçladığı sorumlular, suçlular, hainler, katliam içerikli imarlara izin verenler kimlerdi? 
 
Beklentilerine ilişkin özet talimatlarından, katledilmiş kentler, Boğaziçi’nde yapılaşmanın durması gibi bir sonuç çıkarılmaması gerektiğini, kötünün düzeltilmesi kapsamında ilgili bakanlıkların yetkin kılınacağı, bir tür imar anayasaları çerçevesinin çizilmesi gereğinin altının çizildiğini öğrenmiş olduk...

***

1960’lı yıllardan, günümüze, ilk akla gelebilecek sayısız katliam örneğinde, Boğaziçi, İstanbul yağmalarından başlanarak, Saray’a uzanan var olan tüm korumacılık ilkeleri, kararlarının, tarihin, doğanın, her türden kentleşmenin olmazsa olmazları, hukukun da katledilmesi ile... Kirli rüşvetin de içinde olduğu ilişkilerle bireysel rantçıların çıkarları yanında, belediyecilik yağmalarının çok üstüne çıkan bakanlıklar eliyle alınan gözü kara, çıkara, vurguna dönük güç kullanımı belirleyici olmadı mı? 15 yıllık İktidarları erkinin, belediyecilik erklerinin geriye dönük 20’li yılları aşan dudak uçuklatıcı ağır suçlarından hesaplaşmasız arınma bu kadar kolay mı? Yıkımın geri dönüşünün bedeli, olanağı, karşılığı, kaynağı, niyeti var mı? 

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sesiyle verilen Hacı Bayram Veli’nin tasavvuf felsefesinin içinden gelen şiirinin, Şehircilik Şûrası reklamında kullanılmasına takılanlar için Ekşi Sözlük’te ilginç bir değerlendirme vardı. Hacı Bayram Veli’nin şehri, insanın bir yönü ile ahirete dönük, bir yönü ile içinde bulunduğu dünyaya bakan kalbi. Allah’ın kurduğu, gönlün anlatıldığı şehrin dizelerinden Şehircilik Şûrası reklamında esinlenmek nasıl bir yaklaşım? Ekşi Sözlük’teki yoruma göre AKP’nin her şeyi taş, toprak, inşaat, rant olarak algıladığının kanıtı olabilir mi?
Doğrusu ben de tasavvuf felsefesinin içinde bir şiirin dizelerinin, bildik kent rantçılığının, “yeniden yapılandırma” projelerinde reklam aracı yapılabilmesine takıldığım kadar, Cumhurbaşkanı’nın seslendirmesine, Saray’da yapılacak şehircilik Şûrası’na, gereksinim duyulması ya da ustalıklı reklam buluşuna kadar... Pek çok yeni kampanyalara takılıyorum... Meclis’te, AKP-MHP milletvekillerinin kimliklerinin yok edildiği utanç verici hukuksuz oylama şovlarının, sonuç olarak Meclisimizi dünyanın en ilkel kavga sahnelerinin arenası yapmış çatışmaların sıcağında, bu aceleci referandum seçim kampanyası, bu medyaya güdümlü el koyma neyin nesi?
Gözlerimizi ovuşturduğumuz sabah saatlerinden, gece yarılarına, artık yandaş medya ile yetinilemeden, ana akım medyasında da tüm haberler, oturumlar, özel programlara el konulmuş konumda, referandumun son günlerine gelinmiş gibi, 24 saate yayılmış “evet” kampanyalarının içinde nefes alamaz haldeyiz. Hani medyatik dilde “Şok... Şok...” reklamlı önemli haberler, en olmadık programlar bile kesiliyor... Ağırlıklı bir Cumhurbaşkanı, bir Başbakan, kimi bakanlar peş peşe bir etkinlik bahanesi içinde bir toplantı, açılışta canlı yayına sokuluyorlar.
Bazen kendi canlı yayınlarını bile ağırlığına göre bir diğerini verebilmek üzere kesmek zorunda kalıyorlar. Gazeteci gözüyle programcıların işlerini yapmadan para alma noktasına gelmelerine gülmek mi, acımak mı gerektiğine karar veremez oluyorum. Kuşkusuz en çok yakın günlere kadar biraz daha profesyonel gazetecilik kimliği ile vitrine çıkma çabası içinde olanların, aksine alkış tutma misyonunda zorlanmalarından burukluk, acı duyuyorum... Askeri darbeler süreçlerinde bile gazetecilik bu kadar ayaklar altına alınmamış, bu kadar ağır bedeller ödetilememişti...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Laiklik düşmanlığı - ALİ SİRMEN


ABD Başkanı Donald Trump, herkesin tüylerini diken diken eden, “işkence işe yarıyor” açıklamasıyla işkenceye yeşil ışık yaktıktan sonra ABC News’a verdiği demeçte Suriye’de kesinlikle güvenli bölgeler oluşturacağını da söyledi. Her ne kadar Türk Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, Türkiye’nin başından beri güvenli bölge oluşturulmasından yana olduğunu vurgulamışsa da, devletin ilgili birimlerine sunmak üzere hazırlanan raporda Trump’ın planının Körfez Savaşı sorasında Irak’taki Kürtleri korumayı amaçlayan “Çekiç Güç” harekâtının bir benzeri olması ihtimali de belirtilmiş bulunuyor. PYD-YPG güçlerinin kontrolünde bulunan toprakların güvenli bölge ilan edilmesi halinde, Türkiye’nin bu bölgelere operasyon düzenlemesi olanağı tümden ortadan kalkacak, Ankara, Suriye’de en istemediği durumla karşı karşıya kalacaktır.
Kolayca görülebileceği gibi Suriye’deki savaştan Şam’dan sonra en fazla zararlı çıkan Ankara olmuştur.
Bu duruma gelinmesinde başından beri uygulanan fahiş yanlışlarla dolu politikaların büyük ölçüde payı var.


***
Ankara, Suriye’yi istikrarsızlaştıracak her türlü gelişmenin Türkiye’ye büyük tehdit olarak yansıyacağını görerek, komşunun istikrar ve toprak bütünlüğünü korumaya yönelik politikalar uygulaması gerekirken, tam tersi bir yol tutarak, yangına körükle gitmiştir.
Türkiye’yi tümüyle Suriye denkleminin dışına iten Rus uçağının düşürülmesi olayından sonra Moskova ile ilişkileri düzeltip Suriye politikalarını bir ölçüde senkronize eden Ankara’nın, Astana süreci ile elde ettiği konumdan, eski hatalarından da ders alarak, yeterli avantajları elde edecek akılcı bir politikaya dönmesini bekleyenler, belirtemeliyim ki, bir kez daha düş kırıklığına uğramışlardır.
Astana’dan gelen haberler, iktidarın, genelde bölge, özelde Suriye konusuna aynı tutku ve saplantıların etkisiyle, laiklik düşmanı saplantı ve İhvancı tutkuyla yaklaştığını göstermektedir. Bilindiği gibi, muhalifler ile Suriye rejimini, Moskova, Tahran ve Ankara’nın güvencesi altında bir araya getiren Astana toplantısının, Suriye sorununa askeri çözümün olmadığı siyasi çözüme de müzakerelerle varılacağını vurgulayan sonuç bildirgesinde Suriye devletinin laik yapısına vurgu yapılması öngörülüyordu. Ama toplantı sonunda yayımlanan bildiride Suriye için 20 Aralık 2016 tarihli Moskova açıklamasında yapılan “çok etnili, çok dinli, mezhepsel olmayan demokratik devlet” tanımı kullanılmış olmasına karşın laik sözcüğü telaffuz edilmemiştir. 


***
Laiklik vurgusunun sonuç bildirgesinde neden yer almadığını Astana’da Şam Yönetimi’ni temsil eden, Suriye’nin BM’deki büyükelçisi Beşar Caferi, Kazakistan’da yaptığı basın toplantısında şöyle açıklıyordu:
“Biz kendi adımıza laikliğin Suriyelilerin üzerinde mutabık olduğu Suriye devletinin özelliklerinden biri olduğunda ısrar ettik. İranlı ve Rus dostlarımız da bunu tasdik ettiler. Ancak Türk heyeti ve silahlı grupları temsil eden heyet bunu reddetti. Türkiye’nin söyledikleri ve yaptıkları farklı...”
Durumu görüyor musunuz! Laiklik karşıtlığı amentüsü olan İran İslam Cumhuriyeti’nin bile karşı çıkmadığı Suriye’nin laik yapısı ibaresi, anayasasına göre de, resmen laik olan Türkiye Cumhuriyeti’nin itirazı ile karşılaşıyor.
Bu durumun bir tek açıklaması olabilir. O da Türkiye’nin laiklik düşmanlığı konusunda İran İslam Cumhuriyeti’ni de geride bırakmış olduğu ve ABD’nin İhvanı da, terör örgütleri listesine katmaya hazırlandığı bir sırada Ortadoğu’ya İhvancı bakış ile yaklaşma tutkusunun sürdüğüdür.
Suriye toprakları üzerinde, PYD-YPG Yönetimi’ne, lafta kalmanın ötesinde ciddiye alınabilecek bir itirazı olmayan bu iktidar, Suriye’nin laik yapısına canhıraş bir biçimde karşı koymakta direnmektedir.
Hey Koca Türkiye hey! Nereden nereye!..


Ali Sirmen /  CUMHURİYET

27 Ocak 2017 Cuma

Orhan Pamuk 'eleştirememe'si, İlber Ortaylı’nın yanılgısı ve 'caminin balkonu' üzerine - TAYLAN KARA


Orhan Pamuk’un kitapları üzerine piyasa edebiyatının yayın organlarında kaç edebi eleştiriye rastladınız? O. Pamuk’un kitapları eleştirilememektedir. Eleştiri diye yazılanların eleştiriyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Temellendirilmiş edebi eleştiriler ise ancak okur kitlesinin büyük bir kısmının ulaşamayacağı yerel ve sınırlı mecralarda yer bulabilmektedir.
Eleştiriden kasıt “çüş Orhan Pamuk çüş” gibi sokakta söylenecekken yanlışlıkla köşe yazısı olmuş yazılar değildir (1).
Bu bir eleştiri değildir. O.Pamuk’un bir kitabının eleştirisi diye bu türden “eleştiri”lerin öne çıkarılması, sadece bu kitabı beslemeye ve onu olumlamaya yarar.  Böyle bir “eleştiri!”, sadece bu kitapla ilgili eleştirileri karikatürize etmeye değersizleştirmeye hizmet etmektedir. Bu tür yazılarda zaten her hangi bir estetik görüş yoktur.
Bazen de Fatih Altaylı’nın yazısında (2) olduğu gibi “eleştiri” diye aslında edebi bir yüceltme vardır.

*
“Sıkıcı” diye eleştiri olur mu?
Sıklıkla şöyle “eleştiriler” okuruz:
 “O.Pamuk’un kitapları sıkıcı”
“O.Pamuk kitaplarını bitiremiyorum”
Bu türden temellendirilmemiş ve öznel ifadeler bir eleştiri olmadığı gibi kendi başına bir olumlu-olumsuz içerik de taşımaz. Romanlar, belli bir okurun bitirip-bitirememe yeteneğine ya da sıkıcı bulup-bulmamasına göre sınıflandırılamaz.
Bir kitabın edebi niteliği okura sıkıcı ya da eğlenceli gelmesine göre değerlendirilemez.
Bir kitabın bitirilebilir olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. J.Joyce’un Ulysses’i de çoğu okur için bitirilemez, M. Proust’un  “Yitik Zamanın İzinde” kitabı da çoğu okur için sıkıcıdır.  F. Kafka da, T. Mann da L. Tolstoy da sıkıcı ya da bitirilemez diye nitelendirilebilir. Bu tür “eleştiri”lerin hiçbir dayanağı ve önemi yoktur.

*
Caminin balkonu
O.Pamuk “eleştirememe”sinin en çok bilinen örneği Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın 2006’da söylediği şu sözlerdir:
O.Pamuk’un bir kitabında 'İmam ikindi namazı saatinde caminin balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.' cümlesi geçiyor. Şimdi bu toplumda yaşayan her insan bilir ki, namazın saati olmaz vakti olur. Camilerde balkon diye bir yer yoktur minarenin şerefesi vardır. Ezanı da imam değil müezzin okur. Bu örnekle de sabittir ki kişiler, içinden çıktıkları toplumu bilmeden bir şeyler yapmaya çalıştıklarında doğru şeyler yapmazlar. Bana göre, Pamuk, Türkçe'yi de İngilizce'yi de bilmiyor.”(3)
Bu ifadeler, yıllarca Orhan Pamuk ile ilgili sanki tek eleştiriymiş gibi birçok yerde söylendi.
Bu cümlelerin içeriği ile ilgili doğru düzgün bir tartışma bile yapılmadan yıllar geçti. Birçok kişi için O.Pamuk’un edebi eleştirisi yalnız bu cümlelerden oluşuyordu. Altı yıl sonra 2012’de İ.Ortaylı bu konuya kendince açıklık getirdi ve bu ifadenin Kar kitabının ilk 13 baskısında geçtiğini, 14. baskıdan itibaren düzeltildiğini söyledi (4).
Bu ifadeler doğru mudur?
“Gerçekten Kar kitabında böyle bir cümle var mıdır?” sorusunu nasıl yanıtlayabiliriz? Kar kitabının ilk 13 baskısını inceler ve böyle bir cümlenin olup olmadığına bakarız. Bu kadar basittir.
Bu beyandan sonra 4 yıldan fazla bir süre geçtiği halde bu konuda tek bir satır görmedim.
Ben de bu basit şeyi yaptım. Kar kitabının 1. baskısını edindim ve sırf bu cümleyi aramak için ikinci kez okudum; sonrasında daha da emin olmak için elektronik ortamda kitapta bu ifadeleri aradım.
Orhan Pamuk’un Kar kitabında böyle bir cümle GEÇMEMEKTEDİR.
İlber Ortaylı’nın bu konuda söyledikleri gerçek değildir, yanlıştır, yalandır. İ.Ortaylı bunu bilinçsizce söylemişse yanlış, kasıtlı söylemişse bu yalandır.
Bir yalana dayalı eleştiri olur mu?
Bir yalan üzerine, bir yanlış bilgi üzerine doğru bir eleştiri inşa edilebilir mi?
Sizin hoşunuza gidiyor diye, sizin görüşlerinize uyuyor diye bir yalana karşı sessiz kalmak ahlaki bir duruş mudur?

*
“Eleştirememe”nin, eleştirinin yerini gasp etmesi
Bu tür yanlış/yalanlar, sadece hedef aldığı şeyi beslemeye ve konuyla ilgili nitelikli, temellendirilmiş eleştirileri gizlemeye yarar.
Örneğin Tahsin Yücel’in Kara Kitap ile ilgili yazdığı temellendirilmiş dil eleştirisi ne kadar yayılabilmiştir, ne kadar yer bulabilmiştir (5)?
Örneğin Cengiz Gündoğdu’nun Kar kitabı üzerine yazdığı “Kar… Bozuk bir meta” başlıklı eleştiri yazısı kaç kişiye ulaşmıştır (6)? O.Pamuk’un Kar kitabıyla ilgili onlarca övücü yazı her an her yerde gözümüze sokulurken bu gayet sağlam ve gerekçeli eleştiriyi bulmak için bir hafiye gibi büyüteçle araştırma yapmanız gerekir. 2002 yılında yazılmış bu yazının internet erişimi olabilsin ve arayan okurlar ulaşabilsin diye oturup bizzat ben yazmış ve internete koymuştum; 2017 yılında internette aradığımda aradan geçen yıllara rağmen bu yazıya hala sadece benim ellerimle tek tek yazdığım o linkten ulaşılabilmektedir.
“Caminin balkonu” gibi yalan/yanlış ifadeler, Ahmet Yıldız’ın Beyaz Kale romanı için 1996’da yazdığı eleştirilerin yerini aldığında, okur eleştiri diye somut eleştiriler yerine yalanlarla karşılaştığında, ortaya “saman adam yaratmak” diye nitelendirebileceğimiz “eleştiri!” tarzı çıkar (7).
Eleştiriyi “cami balkonu” yalanı/yanlışına indirgediğinizde haklı çıkan hep O. Pamuk olacaktır.

*
Eleştiremeyen “eleştirmenler”
Ahmet Yıldız’ın eleştirisine yanıt ne kadar verilmiştir? Verilmiş midir? “Metinlerarasılık” maymuncuğu ile herkesin ikna edilmesi mümkün müdür?
İkna etmek ya da tartışmak gibi bir dertleri yoktur ve hiç olmamıştır.
Çünkü bu ülkede şu cümleleri yazarken yüzü kızarmayan bir eleştirmen prototipi vardır:
“Beyaz Kale romanındaki aşırma iddialarına karşı onu (O.Pamuk’u) -Büyük yazardır, aynen bile almış olsa kendi damgasını vurmuştur- diye savundum."(8)
Emre Kongar kısacası “gözümle görsem bile inanmam” demektedir. Buradaki “bile”, kitabı okumamışlığın ifşasıdır, “kendi damgasını vurmuş” dememektedir, “görmedim ama kesin öyledir” demektedir. E. Kongar’ın övgücülüğü, okumadan övmesi çok tanıdıktır. Kar kitabı için şu cümleyi yazabilmiş bir “eleştirmeyen”dir kendisi:
“(Kar) Kitabı ilk çıktığında büyük bir hevesle aldım ve üzerinde bir övgü yazısı yazmak için satırların altını çize çize okumaya başladım…” (9)

Piyasa edebiyatının ortalama eleştirmeninin tutumu, derinliği ve ahlakı budur.

*
O.Pamuk’un kitapları piyasa edebiyatının yayın organlarında eleştirilememektedir.
Bu yazının başlığındaki “eleştirememe”nin iki anlamı vardır:
O.Pamuk eleştirisi diye topluma pompalanan öne sürülen yazıların-tutumların eleştiriyle hiçbir ilgisi yoktur; bu yazı-tutumlar sadece nitelikli eleştirileri kapatmaya, onları karikatürize etmeye yardım ve yataklık etmektedir.
O.Pamuk’a edebi-estetik düzlemde bir eleştiri yasaktır. Hiçbir “ana akım” kültür sanat aygıtında buna yer verilmez.
Bir yazarı eleştirmek yasak olabilir mi? Bir yazarın çıkardığı bir kitapla ilgili övgüler dışındaki en küçük bir edebi eleştirinin bile “cahillikle”, “sanattan anlamamakla” suçlanması neyin nesidir?
Bir sonraki yazımda O.Pamuk kitaplarına karşı eleştirinin sistematik bir şekilde yasaklanmasını tartışacağım.

TAYLAN KARA / SOL
taylankara111@gmail.com

Kaynaklar:
1. http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1196692-cus-orhan-pamuk...
2. http://www.medyafaresi.com/haber/orhan-pamuk-buyuk-bir-yazar-ama-kucuk-b...
3. http://odatv.com/orhan-pamukun-balkonu-tartisilmaya-devam-ediyor-2509121...
4. http://odatv.com/orhan-pamukun-balkonu-tartisilmaya-devam-ediyor-2509121...
5. http://dipnotkitap.net/DENEME/Kara_Kitap_Tahsin_Yucel.htm
6. http://www.insanbu.com/eski/a_haber497b.html?nosu=1057
7. http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/orhan-pamukun-calintilari-ahme...
8. https://www.kongar.org/medyanotu/454_Pamuk_un_Nobel_Konusmasi.php
9. Emre Kongar, Yazarlar Eleştiriler Anılar, sf 132, Remzi Kitapevi, 2016, İstanbul

İnsan ve edebiyat dostu Turhan Günay’a - Onur Bilge Kula

Turhan Bey, insancıl, duyarlı, bilge kişiliğinle seni hep andığımızı biliyorsundur. Sen sadece Cumhuriyet Kitap’ın özverili ve adil emekçisi değilsin. Benim açımdan, donanımlı, birikimli, insan ilişkilerinde en ufak ayrıntılara bile özen gösteren, sevecen ve kapsayıcı estetik kişiliğinle nitelikli edebiyatın okurlarla buluşmasına ortam hazırlayan yılmaz bir savaşçısın.
Cumhuriyet’i ve özgürlükleri önemseyenlerle paylaşmak isterim: Turhan Günay, geniş ve derin edebiyat birikiminin yanı sıra, her zaman en zor durumlarda bile ortalığı yatıştırması, karşıtlıkları kolayca ortak bir paydada buluşturması ve toparlayıcılığıyla öne çıkar.
Turhan Bey, bu özellikleriyle yazınsal figürlere esin kaynağı olan, özüyle irdeleşen, yaşamı türküleştiren bir insandır. Bu yönüyle biraz Yaşar Kemal’e benzer. Kendisiyle yaptığım söyleşilerde halk türkülerine ilişkin bilgi birikiminin derinliği ve genişliğini gördüm; bu birikimini yazmasını, kitaplaştırmasını önerdim.


Turhan Günay, yazınsal yapıtların oluşumuna, özellikle de okunmasına katkı yaptığı gibi, edebiyat kuramına, yazınsal eleştiriye ilişkin çalışmaların yaygınlaşması için de emek harcar. Onun bu yönünü, yakından bilen bir edebiyat bilimci olarak bu gerçeği dile getirmeyi bir görev sayarım.
Turhan Bey’i, mizah dergisi ve çeyrek yüzyıldan bu yana salt Cumhuriyet Kitap’ın yayımcısı olarak görmek, onun emeğinin ürünlerini ve kapsamlı etkinlik alanını daraltmak olur. O, Türkiye’de üretilen yazınsal çeşitliliği ve düzeyi yakından bildiği ve bu sürece katıldığı için, önde gelen yazarlar-şairler, denemeci ve eleştirmenlerin kişilik özelliklerini ve yapıtlarının öykülerini ilgililere aktardığı için, artık bir gelenek sürdürücüsü ve aktarıcısı işlevi görmektedir.
Turhan Günay bu özellikleri nedeniyle, kitap fuarlarında da her zaman aranan bir dost olarak görülür. Yazarların, yayıncıların ve okurların, “Turhan Günay’sız kitap fuarı olmaz!” diye haykırmalarının bir nedeni de budur.
Turhan Günay yaşamı boyunca insanları, hele güçsüzleri hiç yalnız bırakmadı, en güç koşullarda onlarla dayanışma içinde oldu. Yazar, yayıncı, gazeteci ve okurlar da Turhan Günay’ı yalnız bırakmıyor, bırakmayacak. Her zaman şiddetin ve her türlü gericiliğin karşısında duran, barışı, çoğulculuğu ve toleransı yücelten Turhan Günay’ı ve diğer Cumhuriyet yazarları ve yöneticilerini tutuklayarak, üretimden uzak tutanları, tarih yargılayacaktır. Turhan Günay’ı içerde tutmak, Türkiye’nin sanat ve düşünce yaşamını yoksullaştırmaktır.

Onur Bilge Kula / CUMHURİYET

Donald Trump, Şi Jinping ve küreselleşme - KORKUT BORATAV

20’nci yüzyıl boyunca emperyalist sistemin ağababası konumunu üstlenmiş olan ABD, Trump’ın Başkanlığı altında bu sistemin bazı ekonomik ilkelerini tanımayacaktır.


Donald Trump küreselleşmeye karşı

Donald Trump seçim kampanyası boyunca “fabrikalarımız niçin kapandı; mavi yakalılar niçin işsiz kaldı?” sorularına iki yanıt getirdi: “Ucuz ithalat nedeniyle ve büyük Amerikan şirketleri üretimi ABD dışına taşıdıkları için…”
Bu teşhis kapitalist dünya sisteminin iki stratejik dayanağını da sorgulamaktadır: Dış ticarette ve sermaye hareketlerinde sınırsız serbestlik… Böylece, son elli yıla damgasını vurmuş olan küreselleşme doktrinine savaş ilan etmiş oldu. Teşhisin sonuçlarına bakalım: Gümrükler yükseltilerek ithalat frenlenmeli, korumacılık geri gelmelidir. ABD şirketlerinin dış yatırımları da sınırlanmalıdır.
20 Aralık’ta Başkanlık törenindeki konuşmasında Trump bu görüşleri tekrarladı. Aktaralım:
“Ülkemizin serveti, gücü, özgüveni kaybolup giderken başka ülkeleri zenginleştirdik. Fabrikalarımız teker teker kapanır; dışarıya taşınırken geride kalan milyonlarca Amerikan işçisini umursamadık. Orta sınıfımızın serveti koparıldı; dünyanın dört bir yanına dağıtıldı. Bugünden sonra ülkemizi yeni bir vizyon yönetecektir: Önce Amerika! Artık, ticaret, vergiler ve göç konusunda her karar, Amerikan işçilerini ve Amerikan ailelerini gözeterek alınacaktır. Ürünlerimizi yaparak, şirketlerimizi çalarak, işlerimizi yok ederek yıkım yaratan başka ülkelere karşı sınırlarımızı korumalıyız. Korumacılık büyük refah ve güç yaratacaktır. İki basit kural izleyeceğiz: Amerikan malı satın alın ve Amerikalıları çalıştırın!”
Konuşmadan iki gün sonra Başkan Trump ilk kararnamesini imzaladı ve ABD’nin Trans-Pacific Partnership (“TPP” veya “Pasifik-Ötesi Ortaklık”) anlaşmasından çekildiğini ilan etti.
Obama’nın büyük önem verdiği, ancak Kongre’nin onayından geçmemiş olan TPP, ABD ile Pasifik Okyanusu’nda kıyısı olan (Çin hariç) 11 ülke arasında öngörülen bir anlaşma olarak tasarlanmıştı. Serbest dış ticaret rejimlerinin yanı sıra, devletin yargı erkini dahi tasfiye eden bir “şirketler dünyası” (adeta “mutlak kapitalizm”) öngörülmekteydi. “ABD’nin rekabet gücünü ve bağımsızlığını zedeleyeceği” gerekçesiyle Trump, TPP’nin ölüm fermanını imzaladı.
Aynı gün, şirket yöneticileriyle yaptığı bir toplantıda, üretimi deniz-ötesine taşıyıp ABD’ye ihracat yapan şirketlere “çok yüksek ithalat vergisi uygulama” niyetini açıkladı. Meksika ve Kanada’yı da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı (NAFTA) yeniden müzakere etmek üzere davet etmesi bekleniyor.
Kısacası, 20’nci yüzyıl boyunca emperyalist sistemin ağababası konumunu üstlenmiş olan ABD, Trump’ın Başkanlığı altında bu sistemin bazı ekonomik ilkelerini tanımayacaktır.

Şi Jinping küreselleşmeyi sahipleniyor

Aynı günlerde, Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri ve Cumhurbaşkanı Şi Jinping İsviçre’de Çin’in dünyaya bakışına ışık tutan iki önemli konuşma yaptı.
Birincisi, 16 Şubat’ta Davos’ta, ikincisi ise 18 Şubat’ta Birleşmiş Milletler’in Cenevre’deki merkezinde yapıldı. Şinhua Haber Ajansı, Davos konuşmasının geniş özetini, Birleşmiş Milletler’deki bildirinin tam metnini yayımladı.
Şi Jinping’in metinleri ile Trump’ın son konuşmasını ve ilk uygulamalarını yan yana koyun, dünyaya ilişkin iki karşıt perspektif ortaya çıkmaktadır.
donald-trump-si-jinping-ve-kuresellesme-238320-1.Şi’nin Davos konuşması, küreselleşme odaklıdır. Şinhua şu ifadelerle özetliyor: “Dünyanın sorunlarını ekonomik küreselleşmeye bağlamak gerçeklerle bağdaşmaz. Beğenmeseniz de, küresel ekonomi bir büyük okyanustur. Sermayenin, teknolojinin, malların, endüstrilerin ve insanların ülkeler arasındaki akımını kesmek, okyanus sularını göllere, ırmaklara akıtmak gibidir. Tarihsel eğilime ters düşer. Ancak, küresel gelişme düzensizdir; bu nedenle insanların beklentilerini karşılamıyor. Bu güçlükleri, yeniliklerin sürüklediği, dengeli, hakkaniyetli, kapsayıcı bir gelişme modeli oluşturarak aşmalıyız.”
Şi, Davos’ta ayrıca, “küresel kurallar” hususunda Trump’ı örtülü olarak uyarmaktadır: “İmzacı ülkelerin iklim değişimi üzerindeki Paris sözleşmesine uyma yükümlülüğünü” hatırlatmakta ve “korumacılıktan ve bir ticaret savaşından kimse kazançlı çıkmaz” uyarısını yapmaktadır.
Şi Jinping, Cenevre’deki Birleşmiş Milletler konuşmasını ise şu sorularla başlatıyor: “Nereden geliyoruz? Neredeyiz? Nereye gidiyoruz?”
İki büyük savaşı, sömürge halklarının bağımsızlık mücadelelerini, altmış küsur yıl önce Bandung’ta Bağlantısızlar Hareketi tarafından kabul edilen “bir arada yaşama ilkelerini” hatırlatarak geçmişe bakıyor. Son durak soğuk savaşın bitimidir.
Bugünün dünyasında ise, “insanlar işbirliği ve ortaklaşa gelişme özlemi içine girmiştir.” Ancak, engeller, tehlikeler hâlâ süregelmektedir: Nedir bunlar? “Küresel büyümede durgunluk, finansal krizin izleri, gelişmişlik düzeylerinde artan farklılaşmalar, soğuk savaş perspektiflerinin devamı, güce dayalı politikalarda ısrar nedeniyle silahlı çatışmalar, terör gibi yepyeni güvenlik riskleri, göçmen krizleri…”
Şi, devletler arası ilişkilerde gereken ilkeleri savunuyor: “Küçük-büyük, güçlü-zayıf tüm ülkelerin bağımsızlığını, haysiyetini gözeten eşit hükümranlık ve karşılıklı bağımlılık içinde çok-kutupluluk…”
Böylece Çin, emperyalizmin ekonomik kurallarını (“ekonomik küreselleşme”yi) sahiplenen; ancak, ABD hegemonyasına dayanan tek-kutuplu dünyayı reddeden bir perspektif ortaya koyuyor. Ona göre bu, “barış güçlerinin savaş etkenlerine baskın çıkacağı, herkesin kazançlı çıkacağı bir dünya” beklentisine yol açacaktır.
Şi, Bağlantısızlar Hareketi’nin “içişlere karışmama” ilkesinden hareket ediyor ve ülkesine dönük “insan hakları” eleştirilerini ÇKP perspektifi içinde yanıtlıyor: “Halkın haklarına, çıkarlarına öncelik verdik; insan haklarını koruma ve geliştirmeye daima gayret ettik. Çin, 1,3 milyar insanın temel ihtiyaçlarını karşıladı; 700 milyon insanı yoksulluktan kurtardı ve böylece küresel düzlemde insan haklarına önemli bir katkı sağladı.”
Konuşmasının sonlarında Şi Jinping, küreselleşmeye Çin’in katkılarını da vurguluyor: “Uluslararası finansal krizin patlak vermesinden sonra küresel büyümenin ortalama %30’unu Çin sağladı. Önümüzdeki beş yıl içinde Çin 800 milyar dolarlık mal ithal edecek; 600 milyar dolar yabancı sermaye çekecek; dışarıya 750 milyar dolarlık yatırım yapacak; Çinli turistler ülkeleri dışında 700 milyon dolar harcayacaktır. Bütün bunlar, diğer ülkelere gelişme fırsatları yaratacaktır.”
Bu ifadeler Trump’ı tatmin edemez. Zira, Çin’in ithalat talebi vurgulanırken dış ticaret (ihracat) fazlası suskunlukla geçiştiriliyor. Yeni başkanın Çin’e dönük ana yakınması da budur..

Çin, net sermaye ihracatçısı oluyor

Şi Jinping Cenevre konuşmasında, Çin’in dünya ekonomisindeki konumunun niteliksel dönüşümüne dikkat çekiyor: Beş yıl içinde sermaye ihracı, yabancı sermaye girişlerini 150 milyar dolar aşacaktır. Bir anlamda emperyalist sistemin merkezine terfi söz konusudur.
Aynı doğrultuda başka bazı veriler de var. Uzunca bir süreden beri, Amerikan devletinin en büyük yabancı alacaklısı Çin devletidir. Eylül 2016’da Çin Merkez Bankası rezervlerinin 1,17 trilyon (1170 milyar) doları ABD hazine bonolarından oluşmaktaydı.
Bu, portföy yatırımlarının en düşük getirili, “pasif” türlerine ilişkin eski bilgidir. Daha önemli bilgi, Çin devletine veya özel sermayesine ait şirketlerin doğrudan yatırımlarındaki gelişmelerle ilgilidir.
Çin’in astronomik rezervlerinin bir bölümü, Chinese Investment Corporation (CIC) adını taşıyan bir devlet yatırım fonu tarafından kullanılmaktadır. CIC’nin başkanı Ding Şuedong Donald Trump’a şu çağrıda bulundu: “ABD alt yapısına dönük yatırımları artırmayı planlıyorsunuz. ABD hükümetinin ve özel şirketlerin yeterli parası yok. Biz bu alanlarda tasarım, uygulama ve yönetim olarak zengin deney sahibiyiz. ABD’den ortaklar bulup bu işi üstlenebiliriz.” (CNBC 12 Ocak).
CIC’nin son altı yılda çeşitli ülkelerde limanlar için 46 milyar dolarlık yatırım yaptığı da haberleşmiştir.
Yeni bilgiler, Çin’in “net sermaye ihracatçısı” konumunun bugünden gerçekleşmekte olduğunu da gösteriyor. 2016’da Çin şirketlerinin ABD’ye doğrudan yatırımları 45,6 milyar dolara ulaşmış; ilk defa “net fazla” gerekleşmiştir. Bu şirketler Amerika’da 100.000’i aşkın istihdam yaratmaktadır.
Benzer bir durum Çin’in AB’deki doğrudan yatırımları için de geçerlidir. 2016’da bu akım 35,1 milyar avro’ya ulaşmış; AB’nin Çin’e dönük yatırımlarını birkaç kat aşmıştır (Financial Times 2, 11 ve 12 Ocak).
Bu artışlar, ABD, Almanya ve Avustralya hükümetlerince yüksek teknolojilere dönük Çin yatırımlarına getirilen kısıtlara rağmen gerçekleşmiştir.

Dünya sistemi yeniden biçimleniyor

Olgular gösteriyor ki, kapitalist dünya sisteminin hiyerarşik yapısı yeniden biçimlenmektedir.
Uluslararası sermayenin ortak programını oluşturan ekonomik küreselleşme, Trump yönetiminin tehdidi altındadır ve şu anda Çin tarafından üstlenilmektedir.
Dahası, Çin kapitalizmi, net sermaye ihracatçısı konumuna gelmiştir. Kapitalizmin emperyalizme dönüşümünü belirleyen ekonomik gelişimlerden sadece biri söz konusudur.
Çin’de özel sektör büyümekte, sermaye ihraç etmektedir; ama emperyalizme dönüşümün diğer ekonomik öğeleri, yani, tekelleşme eğilimi ve finans kapitalin egemenliği olguları tartışmalıdır. Stratejik sektörlerde kamu mülkiyetinin önem taşıdığı; finansal sisteme ise devlet bankalarının egemen olduğu bir kapitalizm söz konusudur.
Emperyalizmin devlet politikalarıyla bağlantılı dünyaya hükmetme mücadelesinde ise ABD’nin gerileyen gücü, istikrarsız bir boşluğa yola açmaktadır.
Trump, “rejimleri silah gücüyle değiştirme” gündemini reddetme eğilimindedir. Ancak, Pentagon ve istihbarat örgütlerine söz geçirebileceği şüphelidir.
Ekonomik küreselleşmenin liderliğine aday olan Şi Jinping ise, “çok kutupluluk, eşit hükümranlık, bağımsızlık” vurgulamalarıyla hegemonya arayışından (belki de şimdilik) uzak durmaktadır.
Kapitalist dünya sistemi dönüşüm ve kargaşa içindedir.

Korkut Boratav / BİRGÜN

26 Ocak 2017 Perşembe

'Hayır'ı düzenin elinden kurtaracağız - İLKER BELEK

1- Geniş bir “hayır” cephesi oluşacak, herkesin kendine göre bir “hayır”ı olacak.
2- AKP içinde bile kimileri başkanlığa karşı çıkacak. Bütün yetkiyi tek bir kişiye sunma hırsının geleceği öngörülemez kıldığını düşünen AKP’liler mutlaka var. Daha fazla risk almak istemeyecekler. İhtimallere karşı kendilerini güvene almanın planını kuracaklar.
3- Anlaşıldığı kadarıyla MHP ortadan yarıldı. Bir kesim kendi “onur”unun peşine düşecek. Daha iki yıl önce başkanlık konusunda Erdoğan’a demediğini bırakmayan Bahçeli’nin bugünkü hallerinin geleneklerine, Başbuğ’larının görüşlerine ters düştüğünü düşünerek yapacaklar bunu. “Hayır” için gayet aktif çalışacaklar ve belki de bu bakımdan solcularla yarışacaklar.
4- Bütün hayallerini “barış” masasında bırakan HDP değişik saiklerle “hayır” diyecek, ancak emin olun koşullar değiştiğinde, reel politika diyerek, “gerçekçi” tutumunu yine takınacak.
5- CHP ana muhalefet rolünü oynayacak. Muhalefet ediyormuş gibi görünmenin pozlarını verecek. Zira laik tabanı düzen içinde tutmak gerekecek. Yenikapı’da Erdoğan’a sunulan koşulsuz desteğin yarattığı yıpranmanın tamiratı yapılacak.


6- Bu heterojen yapının topluca hareketini sağlamak ve birlik-bütünlük gereğine ne denli vakıf olunduğunun kanıtlanması bakımından, CHP belki de mitinglerine kendi bayraklarını taşımayacak.
7- Tek hedef başkanlığın engellenmesi olacak. Olursa, bu toplam açısından büyük kazanım hanesine yazılacak ve bundan gayri herhangi bir şey beklenmeyecek. Zira Kılıçdaroğlu canlı yayında açıkladı. Referandumdan “hayır çıkarsa?” diye sorulduğunda “geçmişte nasıl gidiyorsa benzer şekilde yolumuza devam ederiz” dedi. CHP’nin Türkiye’ye bakışı budur. Faşizmi bile normalleştirme partisidir.  Görevi laik kesimi uyuşturmaktır.
8- Referandumda “hayır” sonucunu çıkarmak önemsiz midir ? Yazdık. Elbette ki değil. AKP hegemonyasını kırmak açısından bir başlangıç anlamına gelebilir. Tek koşulla, açıklayacağız.
9- Önemli: Eğer AKP’nin durumu değerlendirilecekse, hegemonyanın yanına mutlaka bir aşağı gidiş halinin de eklenmesi gerekir. Başkanlık ısrarı konusunda kendi tabanının bile ancak %65’ini ikna edebilmiş ve buna rağmen pür telaş davranan bir partinin kendisinin de kendi durumundan endişeli olduğu gözden kaçırılmamalı. Faşizm olgusuna metafizik takıntı, solu paralize etme riski taşıyor.
10- Yine önemli: Referandumda “hayır” denilse bile bu sonuç AKP’nin tutumunu ve Erdoğan’ın başkanca yönetim tavrını zerrece değiştirmeyecek.
11- İçi doldurulmamış bir “hayır”, bu nedenle düzen aktörlerinin pek çoğunun da, örneğin geleneksel sermayenin, AB ve ABD emperyalizminin de arzuladığı bir sonuçtur. Türkiye’deki gerilimleri, kutuplaşmayı azaltmaya hiç yaramayacak olsa da iktidar bloğuna “uyarı” olması bakımından.
12- İçi doldurulmamış “hayır” sonucu iki nedenle solun soluklanmasına, içinde daha rahat sosyalizm mücadelesi vereceği bir ortamın ortaya çıkmasına yaramayacaktır: a) Yukarıda da dedik: Bu sonuç iktidarın iktidar ediş biçimini etkilemeyecektir. b) Bu “hayır”  MHP muhalefetinin ve CHP’nin kendisini toplamasına yarayacak, laik ve AKP’ye teslim olmamış emekçi kesimlerde düzen içine hapsolmuş bir başarı sarhoşluğu yaratacaktır: Başardık. Neyi ? Erdoğan’ın başkanlığını önledik. Sonra ? CHP ile milliyetçiler koalisyon kursun. Solcular bir araya gelsin. Hatta, artık sağ/sol da kalmadığına göre, vatanını seven herkes birleşsin.
13- Hayır kampanyasında geleceğe devrolacak tek kazanım düzenin bütün aktörlerinin Türkiye’nin bugününden sorumlu olduğunun toplumsal hafızaya işlenmesi, halk sınıflarının düzenle arasının açılmasıdır. Buna karşı çıkanlar, “hayır cephesini bölmeyin, günün koşullarında en önemli şey diktatörlüğün engellenmesi” diyenler vardır.
14- Ancak bu kaygıların tamamı, bizi gerçeği görmemeye davet eden vicdansız tutumlardır: Referandumu AKP’ye hediye eden MHP’dir. Bugün muhalif gibi gözüken MHP tabanı, Bahçeli 360 derece dönünceye kadar arkasındaydı. CHP’nin hanesinde 2013 Haziran ayaklanmasını yalnız bırakmak, sonra oradaki enerjiyi düzenin kontrolüne sunmak üzere Ekmeleddin’in, Yavaş’ın başkan adaylıklarını tabanına yutturmak vardır. Demirtaş Erdoğan’ı Meclis salonuna girerken ayakta alkışladığında başkanlığa onay vermiştir.
15- AKP’nin 15 yıllık iktidarının baş sorumluları muhalefet partileridir. “Hayır” derken bunlar söylenmediğinde düzenin bizi bugüne getiren bütün halleri onaylanmış olacaktır.
16- AKP emperyalizm tarafından göreve getirilmiştir. Diktatoryal gidişat kendilerinin eseridir.
17- Hayır kampanyası bunlara değinmezse, otoriteryen yönetim biçimlerinin emperyalist hegemonya kriziyle, kapitalizmin kendi yarattığı sorunlar karşısındaki çaresizliğiyle ilişkisini göstermezse, çıkacak “hayır”ın halk sınıflarına herhangi bir hayrı dokunmayacaktır.
18-Biz mevcudu reddediyoruz, başkanlık dayatmasının, milliyetçiliklerin, dinciliklerin, ekonomik krizin mevcudun ürünü olduğunu düşünüyoruz.
19- “Hayır”ın içini dolduracağız. Muhalefetin kokuşmuşluğunu, kapitalist sistemin çürümüşlüğünü göstereceğiz. Başka bir düzenin gerekli ve mümkün olduğunu haykıracağız.
20- O nedenle, düzeninize de, başkanlığınıza da, şimdi sırası değilciliğinize de hayır.

İlker Belek / SOL

7 Haziran’dan günümüze-(1-2) EMRE KONGAR

(1)

Sevgili Uğur Mumcu’yu anarak, “Fikir sahibi olmak için önce bilgi sahibi olalım” diye “Referandumda ne olur” sorusuna yanıt ararken siyasal geçmişe bakalım.

***
7 Haziran 2015 seçim sonuçları
Adalet ve Kalkınma Partisi 18.867.411 %40.87
Cumhuriyet Halk Partisi 11.518.139 %24.95
Milliyetçi Hareket Partisi 7.520.006 %16.29
Halkların Demokratik Partisi 6.058.489 %13.12
Saadet Partisi 949.178 %2.06
Bağımsızlar 488.226 %1.06
Toplam geçerli oy 46.163.243.
Katılım oranı %83.92
Bu sonuçlara göre, iktidardaki AKP’nin yaklaşık 19 milyon oyuna karşılık, muhalefetin oyları 26 milyon.
1 Kasım 2015 seçim sonuçları
Adalet ve Kalkınma Partisi 23.681.926 %49.50
Cumhuriyet Halk Partisi 12.111.812 %25.32
Milliyetçi Hareket Partisi 5.694.136 %11.90
Halkların Demokratik Partisi 5.148.085 %10.76
Toplam geçerli oy 47.840.231
Katılım oranı %85.23
İki seçim arasında:
Kullanılan oylarda 1.5 milyon kadar artış var.
Aradan geçen 4 ay sonunda, patlayan bombalar, yapılan katliamlar sonucu AKP’nin oyu 5 milyona yakın artıyor.
CHP yarım milyon kadar oy kazanıyor.
MHP 2 milyon kadar oy yitiriyor.
HDP 1 milyon kadar oy kaybediyor.
Bağımsızların ve SP’nin de toplam 1 milyon civarında oy yitirdiği anlaşılıyor.
AKP’nin oyları, muhalefetin toplam oylarını yarım milyondan biraz fazla geçiyor.
Peki, seçimlerden önce ne oldu?
7 Haziran’dan önce:
1) Erdoğan sahalara indi, neredeyse her gün bütün ekranlarda ve manşetlerde rejim değişikliği için 400 sandalyelik oy istedi.
2) HDP, sadece Kürt oylarına yönelmek yerine tüm Türkiye için demokratikleşme propagandası yaptı.
3) CHP Demokrasi ve kalkınma vurgusu yaptı.
4) MHP sert milliyetçi çizgisini sürdürdü.
Sonuç AKP’nin yüzde 40’a düşmesiydi.
Seçmen rejim değişikliğine HAYIR demişti. 


***
7 Haziran’dan sonra, 1 Kasım’dan önce ne oldu?
1) Erdoğan sahalardan çekildi.
2) Rejim tartışması fazla yapılmadı.
3) HDP Türkiye’nin genelini kapsayan söylemini sürdüremedi.
4) Siyasal Parti kampanyaları ve toplantıları durduruldu.
5) Terör şiddetlendi. 5 Haziran 2015, Diyarbakır, 5 ölü, 400 yaralı. (Tam 7 Haziran seçimleri öncesi.)
20 Temmuz 2015, Suruç, 34 ölü, 104 yaralı.
2 Ağustos, 2015, Doğubayazıt, 3 ölü, 31 yaralı.
10 Ekim 2015, Ankara, 109 ölü, 500’den fazla yaralı.
Sonuç AKP oyları, 5 milyon arttı, kendi içinde yüzde 25 yükseldi.
Seçimlerde terör korkusu galip gelmiş, seçmen iktidara sığınmış ve ona yeniden yetki vermişti.


***
1 Kasım’dan bu yana neler oldu?
1) 15 Temmuz darbe kalkışması yaşandı, Meclis bile bombalandı.
2) İktidarın bu kalkışmayı hazırlayan altyapıyı engelleyemediği ortaya çıktı.
3) Olağanüstü Hal ilan edildi, ülke Kanun Hükmünde Kararnamelerle idare edilmeye başlandı.
4) İnsanlar işlerinden atıldı, gazeteciler hapsedildi, holdinglerin yönetimlerine, insanların mallarına el kondu.
5) Ekonomi sıkıntıya girdi, Türk Lirası çok değer kaybetti.
6) Terör daha da şiddetlendi. İktidara terör korkusundan verilen oyların işe yaramadığı anlaşıldı.
15 Kasım 2015, Gaziantep, 1 ölü, 5 yaralı.
12 Ocak 2016, İstanbul, 11 ölü, 15 yaralı.
17 Şubat 2016, Ankara, 29 ölü, 61 yaralı. 13 Mart 2016, Ankara, 38 ölü, 120’den fazla yaralı.
19 Mart 2016, 5 ölü, 36 yaralı.
27 Nisan 2016, Bursa, 1 ölü, 13 yaralı.
1 Mayıs 2016, Gaziantep, 4 ölü, 23 yaralı.
2 Nisan 2016, Mardin, 1 ölü, 11 yaralı.
12 Mayıs 2016, Diyarbakır, 4 ölü, 23 yaralı.
12 Mayıs 2016, İstanbul, 9 yaralı.
7 Haziran 2016, İstanbul, 11 ölü, 36 yaralı. (Tam 7 Haziran seçimlerinin yıldönümü.)
8 Haziran 2016, Midyat, 4 ölü, 30’dan fazla yaralı.
28 Haziran, İstanbul, Havaalanı, 40 ölü, 100 küsur yaralı.
10 Aralık, İstanbul, Dolmabahçe, 44 ölü 155 yaralı.
31 Aralık, İstanbul, Reina, 39 ölü, 65 yaralı. 


***
Bütün bunlar, 7 Haziran seçimlerinde azınlığa düşen ve sonuçları kabul etmeyen iktidarın 5 ay sonra, tek başına, tam yetkiyle iktidara geldiği dönemin sonuçları olarak ortaya çıktı.
Şimdi iktidar, hiçbir sorunu çözemediği gibi sorunların ağırlığını da arttırdığı bu Tek Adam Rejimini meşrulaştırmak için, referandumla bir Anayasa değişikliği istiyor.
Çünkü, kendilerinin de açıkça belirttiği gibi, bu referandum, fiili durumun, yani Tek Adam Yönetiminin yasallaştırılmasından başka bir anlam taşımıyor!
Son 14 yıllık AKP/Erdoğan iktidarı bir yana, özellikle 1 Kasım seçimlerinden bu güne kadar Tek Adam Yönetimi altında ülkemin yaşadıklarından hiç memnun olmadığım için, bu durumu devam ettirecek uygulamaları yasallaştırmak isteyen referandumda “HAYIR” diyeceğim.
Halinden memnun olan varsa, “Evet” diyebilir!



(2)

Türkiye, Çok Partili Demokrasiye, bu rejimi destekleyecek olan sınıfsal yapı ve siyasal kültür olmadan, hazırlıksız geçti...
Sermaye sınıfı ve işçi sınıfı gelişmemiş olan ülkemizde Demokrat Parti, DP, toprak ağalarının partisi olarak kuruldu ve Cumhuriyet’i kuran devrimcilerin yerine, sözde “Demokrasi” adına iktidara geldi.
Toprak ağalarının partisi olan DP’nin liderleri Çok Partili Demokrasiyi, Çoğunluk Diktatörlüğü haline dönüştürdüler...
Sonuçta onlar canlarını yitirdiler ama Türkiye de, çok ama çok ağır bedeller ödedi:
Menderes ve arkadaşlarının asılmış olmaları, siyasette bugün bile bir kara leke, süregelen bir kan davası olarak etkisini sürdürmekte.
Üstelik 27 Mayıs’tan sonra, Çoğunluk Diktatörlüğünü engellemek için 1961 Anayasası’nın getirdiği güvenceler de, yine askerlerin 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ve sağ iktidarlar tarafından iyice sulandırıldı, işlevsiz hale getirildi, demokratik gelişmelerin, sol birikimlerin önü kesildi ve bugünlere gelindi!

***
Atatürk ve arkadaşları, toprak ağalarının ve din adamlarının egemenliğindeki feodal bir din/Tarım toplumunda, çağdaş ilkeleri yerleştirmek, toplumu dönüştürmek için, tepeden inme devrimler yapmak zorundaydılar.
İsmet Paşa döneminde ise, (yanlış olarak) “Çağdaşlaşma dönüşümü tamamlandı, Demokrasi zamanı geldi” denilerek Çok Partili Düzen’e geçildi.
Demokrasi adına iktidara gelen toprak ağalarının partisi DP’nin, bu dönemde, Tek Parti Dönemi’ne özenerek, temel hak ve özgürlükleri askıya alması, Türkiye’nin demokratik atılımını katleden çok büyük bir yanlıştı!
Korkuyorum, aynı yanlış, 60-70 yıl sonra bugün, yeniden yapılacak!
***
AKP’nin kaybettiği 7 Haziran seçimlerinden sonra, terör bahane edilerek, devlet baskısı yeniden pazarlanmaya başlandı:
“Devlet benim, ya bana oy verirsin ya da ekonomik ve siyasal kaosa kurban gidersin” mesajı, (başka faktörlerle birlikte) 7 Haziran’dan sonra etkili oldu.
1 Kasım seçimlerinde AKP’yi, tek başına iktidar koltuğuna taşıdı. 

***
Aynı strateji, “Ya Tek Adam Rejimi ya da terör ve kaos” tehdidiyle şimdi Referandumda da başarılı olabilir mi?
Bu soruya “evet” yanıtı vermek pek olanaklı değil; çünkü 1 Kasım seçimlerinden sonra, vaat edildiği gibi terörü önleyemediler, ayrıca, MHP ve HDP açısından da pek çok yeni durum ortaya çıktı.
Üstelik üstü örtülemeyen başka bir gerçek daha var:
Yeni Anayasa ile kurulacak Tek Adam Rejimi, AKP/Erdoğan iktidarına, bugüne kadar kullanamadıkları hiçbir yeni olanak getirmeyecek ki:
Kendileri de söylüyorlar; Referandum, sadece bugünkü fiili durumu meşrulaştıracak o kadar!
Dolayısıyla Referandum sonucunda, AKP/Erdoğan iktidarı açısından topluma umut verecek yeni bir durum ortada yok!
Tek Adam Rejimi gelirse, terörün biteceği iddiası ise, mevcut durumdaki fiili Tek Adam Yönetiminin terör konusundaki başarısızlığıyla zaten yalanlanmış bir söylem.
O nedenle ben referandumda HAYIR diyeceğim.

Emre Kongar / CUMHURİYET

Pera’nın marjinal hayaleti - REFİK DURBAŞ

Onu, Asmalımescit’te Refik’in meyhanesinde görürdüm çoğu zaman. Şimdiki değil, eski Refik.
Günümüzün o ünlü meyhanesi “Yakup” nerede o zamanlar? Yakup, o günlerde amcası Refik’in yanında garson…
Kapıdan girildiğinde, tam karşıda, en dipte bir yuvarlak masa vardı.
Edip Cansever, genellikle o masada otururdu. Zaman zaman Hayalet Oğuz da yanında…
Bazen de karşı masayı heykeltıraş, güzel insan Gürdal Duyar mekân tutar, eline geçirdiği bir peçete ya da kâğıt parçasına, çoğunlukla tükenmez kalemle uzaktan, meyhane müşterilerinin portrelerini çizerdi. Sonra da gecenin bir vaktinde karanlığa yol alırken, usulca masanın kenarına çizdiği desenleri bırakırdı. Sevgili Duyar, benim de nice böyle portremi çizmiştir benden habersiz, ki hâlâ saklarım. (80’li yılların sonlarına kadar, çevresinde yönetmenler Atıf Yılmaz, Tarık Akan, Zeki Ökten, Şeref Gören, Ali Özgentürk, Erol Özkök, ressam Alaattin Aksoy, film yapımcısı Şeref Gür gibi sinemacılarla zaman zaman benim de katıldığım bir yuvarlak masa da ünlü “Papirüs” bar da vardı. Daha sonra bu sinemacılar, masaları olmasa da “Çiçek Bar”ın dip köşesinde toplanacaklardı.)
Refik’teki o yuvarlak masanın bir fotografisi de ressam Komet’in (Gürkan Coşkun) anılarında saklıdır.
Komet, özellikle 60’yıllarda ABD’nin 6. Filosu İstanbul’a geldiğinde leylek taklidi yaparak ABD askerlerinin keplerini kapar ve soluğu Refik’te alırdı.


Yine böyle bir akşam, elinde bir ABD askerinin kepiyle Refik’ten içeri girdi ve tabii ardından da o zamanın “Furuko” tabir edilen toplum polisleri…
Mevsim kış, ben de henüz meyhaneye girmişim ve pardesümü asmak üzereyim.
Komet’in telaşlı halini görünce, pardesümü asmadım.
Komet, hemen o anda arkama saklandı. Yani bir anlamda Komet’i pardesümün kanatları arasına aldım.
Polisler, masaların arasında şöyle bir dolaştıktan sonra çıkıp gitmişlerdi.
Peki, nasıl bir insandı Hayalet Oğuz?
Bir deri, bir kemik bir adem…
Üfürsen yıkılacak gibi…
Gözlerini hiç görmedim desem, yalan olmaz. Çünkü gündüzleri Krepen Pasajı’nda, geceleri Asmalımescit’te daima gözünde kapkara gözlüklerle dolaşırdı.
“Mutti” adını verdiği Tezer Özlü’nün deyişiyle “Herhalde “kelebek gibi” yürüyüşü ve gece yaşamını çok sevişi nedeniyle ‘Hayalet’ adı takılmıştı ona.”
Alnı açık, saçları dağınık…
Koltuğunun altında dergiler, kitaplar…
Sezer Duru ile Orhan Duru, birlikte kaleme aldıkları “O’Pera’daki Hayalet” (Yapı Kredi Yayınları) kitabında onun fotografisini şöyle çıkarırlar:
“Gerçek adı Oğuz Haluk Alplaçin idi. 1929 yılında doğdu, 17 Eylül 1975’te öldü. Diyarbakırlı bir aileden geliyordu. Babası doktor Kâzım Alplaçin’in, Tevfik Rüştü Aras’ın yakın bir akrabasıyla yaptığı evlilikten dünyaya geldi. Ancak annesi kısa süre sonra babasını terk etti. Oğlunu da bir daha görmedi. Ankara’da Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. 1950’li yılların başında hava alanları yapan bir İngiliz şirketinde çalışmaya başladı. 1954 yılında İstanbul’a geldi ve Dolmuş, Tef, Taş gibi mizah dergilerinde yazılar ve şiirler yayımladı. Çeşitli yayınevlerine romanlar çevirerek, senaryolar yazarak yaşamını sürdürdü.”
Bilinmeyen bir yönü de zamanın modasına uyarak takma adla bir yığın Mayk Hammer romanı yazmasıydı.
En belirgin özelliği ise “bi-mekân”, yani yersiz yurtsuz takımından olması…
Metin Eloğlu, askere gidecektir. Bir akşam veda yemeği için Hayalet Oğuz’u Üsküdar’da annesinin evine götürür.
Eloğlu, disiplinsiz davranışları yüzünden beş askerlik yaptıktan sonra eve dönüşünde, Hayalet’i dün bırakmış gibi annesinin evinde görecektir.
Koltuğunda her zaman kitaplar vardı, ama ne kitaplığı, ne başını sokacak bir evi oldu.
Kültürlü, bilgiliydi, toplumsal kalıpların her biçimine karşıydı.
Evlenmedi.
Hiçbir zaman bir evi, bir adresi de olmadı, bir bavulu bile…
Resmi dairelere hiç işi düşmedi.
Sırtındaki giysi ile yetindi. Eline para geçince yenisini alır, eskisini atardı.
“Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi her şey olarak” yaşadı.
Hayalet Oğuz’un ölümü üzerine Fethi Naci 02 Temmuz 1995’de şunları yazacaktır:
“Hayatımda ilk defa bir cenaze kaldırma işinde fiilen çalıştım. Oğuz 1975 güzünde ölünce, cenazeyi kaldırmak için toplantı yapıp para topladık. (Tezer Özlü’ye göre mezarına sahip çıkacak bir akrabası yoktur. Mezarın tapusu da Sinematek Derneği adına çıkacaktır.) Resmi işlemlerle uğraşmak işini biz yüklendik: Demirtaş Ceyhun ve ben. Oğuz gömüldükten sonra 2300 lira kadar para arttı; Demirtaş Ceyhun’la birlikte o parayı, arkadaş yardımıyla tedavi görebilen, hasta bir şaire verdik. Böylece Oğuz, yaşamının en büyük yardımını ölümünden sonra yapmış oldu.”

Hayalet Oğuz, bir deri bir kemik olmasına rağmen sözünü esirgemez, bulunduğu topluluklarda kavga çıkarır.
Bir gece iri yarı, güçlü kuvvetli ressam Behçet Safa ile kavgaya tutuşur. Behçet Safa, ayaklarından yakadığı gibi Hayalet’i havaya kaldırır ve başını kaldırıma çarpar.
Hayalet fenalaşmıştır.
O kızgınlıkla ressam Ömer Uluç ve Sezer Tansuğ da Behçet Safa’yı döveceklerdir.

Ferit Edgü, Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrencidir.
Yağmurlu bir gün Hayalet, Edgü’nün çalıştığı atölyeye gelir. Üstü başı ıslaktır.
Ve “Babıâli’ye gidip yeni çevirimi bir yayınevine satacağım” diyerek akşama getirmek üzere Edgü’nün trençkotunu alır.
Edgü bekleyedursun, Hayalet bir buçuk ay sonra ortaya çıkacaktır.
Çünkü trençkotu Tophane’de satmış ve aldığı parayla Ankara’ya gitmiştir.

Metin Eloğlu’nun sergisine gitmiş, bir resmi beğenmiştir. Fakat cebinde fazla parası yoktur. Olanı da kaparo olarak bırakır, resmin altına da adını yazdırır.
O günden sonra sergiye bir daha uğramayacaktır.
Eloğlu, dert yanmaktadır.
Hayalet hem parasını ödeyip resmi almamakta, hem de satışını engellemektedir.
Eloğlu, bir gün Hayalet’i yakalayacak, “Ulan, resmin parasını getir, al” diyecektir.
Hayalet Oğuz, oldukça sakin bir tavırla Eloğlu’nu yanıtlayacaktır:
“Alacam, yalnız bekle biraz… Hele resmi asabileceğim bir duvar bulayım.”


Refik Durbaş / BİRGÜN

25 Ocak 2017 Çarşamba

22 Ocak sonrası - AYDEMİR GÜLER

Türkiye Komünist Partisi 2014’te iç sorunlara gömüldüğünde solda üzüntüsünü bildiren ne çok insan olmuştu! Kuşkusuz büyük kısmı samimi duygularını dile getiriyordu.

Ama işte “solcu solcunun kurdu” olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı. Belki de örgüt denen şey insan doğasına aykırıydı. Kariyerizm, benmerkezcilik ve benzeri zaaflar yine masayı deviriyordu. Oysa TKP gençlik yitirildi sanılırken sokaklarda gazete satanlardı; en umutsuz zamanda kah İskenderun limanına dayanıyor, kah 1 Mayıslarda göz kamaştıran veya yaşartan kalabalıkları buluşturuyordu. Özelleştirme ihalesinde bir araya gelen patron temsilcilerini ürküttüğü bile olmuştu. “Günde beş vakit namazdan” kalkan direnişçi işçi kendine TKP ile yeni bir yol çizmeyi denemişti… Demek ki bütün bunlar geçici ışıltılardı ve aslolan “biz adam olmayız”dı.

Likidasyon yalnızca TKP’nin siyasal müktesebatının yok edilmesini denemek değildir. Yukardaki paragraf 22 Ocak 2017’de kapatılan bir kesintiden sonra TKP’yi baskılamaya devam edecektir. TKP bir likidasyonu püskürtmüştür, ama bir de likidasyon yaşamış olması nedeniyle kendisini affettirmek durumundadır.


Üzülenimiz çoktu, ama biliyoruz; TKP’nin özelliği dışardan bakıldığında pek sevilmemesidir. Birbirine sırtları dönük iki düzlemde ele alınması gerekir bu durumun. Her sevmeyiş aynı değildir çünkü.

İlki için elimizden bir şey gelmez. Çünkü nedeni TKP’nin bozmak gereken oyunları bozmasıdır. Türkiye kapitalizmine sol fazla geliyordu ve sol da kendisinin fazlalık olmayabileceğini, tersine pek yararlı olabileceğini göstermek sevdasına kapıldı. Likidasyon çoğunlukla maaşlı ajanların komplosu değil, politik bir basıncın politik sonucudur. İçinde maaşlı ajan bulunmamasının imkansızlığı başka konu...

Türkiye’de sol 12 Eylül sonrası “demokrasiye geçişte” -ama basbayağı özelleştirmeci, AB’ci bir demokrasiye geçişte- rol kapmaya çalıştığı için likidasyon yaşamıştır. Sol, işçi sınıfını temel alan ve sosyalizme yürüyen bir çıkış yolu bulamazsa, Kürt sorununu birinci satıra yazmayıp da ne yapacaktı? Likidasyon kendi gücüne, işçi sınıfının gücüne inancını yitirdiğin anda kaçınılmazdır. Kürt çözümü kah Amerikan bombaları, kah AB reformları, kah egemen güçler blokundaki yarılmalarla güncel bir olasılık olarak parlayınca, sol da kendine burada yer aramaya kalkmıştır. Sol AB’ye fit olduğu için likidasyon yaşamıştır.

TKP bu tuzağa hiç düşmedi. Sonuç: “AKP’yi istemiyoruz” diyen TKP, yobazlardan önce solun demokrasici likidatörlerinin huzurunu kaçırdı. TKP’siz bir sol ikiye bölünürdü: Bir, en devrimci sloganlarla Ergenekon’da sonuna kadar gidilmesini talep eden bir muhalif sol. İki, AKP operasyonlarında düşünsel ve mümkünse operasyonel rol üstlenen bir ana akım sol. Bu tasnife izin vermeyen TKP’dir. TKP bu ikiliyi aynı kampa ittirmiş ve karşılarına sınıf ve sosyalizm ile çıkmıştır.
Sapma azınlıktır ya; bu geniş anlamıyla likidatörlerin bir “sapmayı” temsil ettiğini düşünmeyin. Tersine likidasyon tezleri solda ana akımdır. Bir dizi iyi niyetli duygulanım devrimci tezlere değil bu ana akıma eklemlenir. “Neden birlik olmuyor?”, “en geniş demokratik güçlerin ittifakını sağlasak”, “sosyalizm değil tabii ama Kürt sorunu çözülse”, “emperyalist tabii ama AB bize göre daha demokratik”…

Bu “sağduyu” büsbütün kopamadığı sosyalizm ülküsünü temsil eden, kitap, vicdan, militanlık ve başka şeyleri kimliğinde buluşturan TKP’nin varlığından hoşnut olmuş, ama kızmıştır da.
Bu sevilmeme düzleminde bir hatamız olmadı. Tersine az bile yaptık! Zaman zaman o tür birlikçilikten anti-komünizmden başka bir şey çıkmayacağını söylemekte çekingen kaldığımız, olmayacak bir dua olmasına karşın “barış gelecekse başımız üstüne” diyerek ortak dil aradığımız olmuştur. Olduğu kadarı bile yanlıştır. TKP’ye ilkelerini eğip bükmediği için kızılacaksa, isteriz ki daha da fazla kızılsın!

İkinci düzlem bu tutumun yalnızlaştırmasına karşı panzehirin ta kendisidir ve birincide ne kadar köşeli davranılırsa, diğerinde o kadar özenli hareket edilmesi gerekir. TKP’nin işi ikna etmektir. TKP “ben yaptım olduculuk”tan uzak durmalıdır. TKP sağlıklı sınıf pozisyonunu tarihe kayıt düşmek için değil, inat olsun diye hiç değil, örgütlenmek için, bu pozisyon ülkenin kaderini etkileyen bir güce dönüşsün diye üretir. “Sağduyu” sola yönlendirilemez değildir. Emek, örgüt, siyasi akıl ve başka şeyler ister. Parti bunların bütünü değil midir?

TKP’nin, deneyimsizlikten mi, donanımsızlıktan mı, yorgunluktan mı, her neyse, solda likidasyona karşı bayrağı kaldırmakla yetindiği ve bununla böbürlenirken zaman yitirdiği çok olmuştur. En güçlü tezlere ikna etmek için bile yeterince emek vermeyen, çağıran ama gidip koluna girmekte tembel davranan bir parti; sevilmez tabii ki! TKP’nin bunu tekrarlamaya hakkı yoktur.

Türkiye umutsuz bir vaka haline mi geliyor? AKP bataklığı kurutulamaz gibi mi görünüyor? Böyle mi düşünüyorsunuz? Durun, belki de çok acele ediyorsunuzdur…

Aydemir Güler / SOL

Trump’lı Transatlantik - CEYDA KARAN

Donald Trump’ın ABD başkanı olarak görevine başlamasıyla, dünya çapında “büyük belirsizlik” dönemi de açıldı. Trump salt liberal Amerikan dünyasını al-tüst etmedi. Herkesi şaşırtan küreselleşme karşıtı, korumacılık ve ulusçuluk yüklü mesajları bir yanda; seçtiği ekibin yarattığı kimi tezatlar öte yanda... Bunları, retoriğini hayata geçiremeyeceğine yoranlar eksik değil. Ancak işin ciddiyetinden hareket edenler artıyor. Özellikle Transatlantik hattında... 

***

Şu işe bakın ki, Trump’ın pek yakında Rusya lideri Putin ile “Yalta tipi” bir zirvede buluşacağı rivayetleri varken, Transatlantik hattında durum parlak bulunmuyor.
İlk alarm zilleri ABD Başkanı’nın geçen hafta alenen hedef aldığı Almanya’dan çalındı. Şansölye Angela Merkel “popülist” retoriği eleştirip sakin dursa bile, danışmanları Donald Trump’ın “bir başkan gibi davranacağını beklemekten vazgeçtiklerini” fısıldayıverdi. Danışmanlar, “Trump yönetimiyle iletişim kanalları açamadıklarını” belirtip, “Amerikalılar ve dünya seçtikleri Trump’ı bulacaklar” saptamasını yaptı. 



Büyük Koalisyon’un Sosyal Demokrat Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel açıkça “Trump yönetimi altında zor zamanlar geçireceklerini” söyledi. Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier mevzuyu “Trump’ın seçilmesiyle eski 20’nci yüzyıl dünyası tamamen sona erdi” diyerek koyup “küresel siyasette her şeyin risk altında olduğunu” belirtti. 

***

Trump’ın ilk işi Amerika’daki iş dünyası ve sendikalarla bir araya gelip Amerikan işçilerini zora soktuğunu düşündüğü uluslararası anlaşmalara el atmak oldu. Trans Pasifik Ortaklığı’ndan (TPP) çıkma kararı aldı. Meksika ve Kanada ile NAFTA’yı yeniden müzakere edeceğini duyurdu. Beyaz Saray Sözcüsü Sean Spicer’ın “çok taraflı ticaret politikası yerine Amerika’yı öncelik kılacak ikili anlaşmalara yönelecekleri” beyanı eşliğinde akıllara “Sırada ABD ile AB arasında müzakere edilen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması (TTIP) mı var” sorusu düştü.
Trump, geçen hafta AB’yi “Amerika’nın ticari hasmı” olarak tasvir ettiği Almanya’nın “aracı” olmakla eleştirmekle yetinmemiş, Brexit kararı vermiş Britanya’yla özel anlaşmayı haber etmişti. Cuma günü “Benim Maggie”m diye andığı Britanya Başbakanı Theresa May’i ağırladığında göreceğiz. 

***

Ancak Trump’ın ilk günden ne söylediyse yaptığı aşikâr. Trump, Meksika’daki tesisinden Amerika’ya otomobil ihraç eden Alman firması BMW’ye yüzde 35’lik vergilendirme tehdidi de savurmuştu. Lakin Almanlar Amerika’da 600 bin kişiye istihdam sağlamaktayken, eli kolu da bağlı görünüyor. Elbette bugün kimse ticaret savaşından söz etmese bile Almanlar şimdiden Asya’ya meyleden yeni ekonomik stratejiyi tartışmaya hazır görünüyorlar.

***

Bunların askeri ayağı henüz boşta. Trump’ın NATO’yu “demode” diye nitelemesine bakmayın. Arkasında ittifaka müttefiklerin mali katkılarını artırmaları derdi olduğu açıkken, ekibi çıkışını dengeledi. Yeni Savunma Bakanı James Mattis de ilk iş NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’i arayıp “ortak değerlere” ve “ortak savunmaya” vurgu yaptı. 

***

Ancak her işin başı ekonomi... Değerli hocamız Ergin Yıldızoğlu Hoca geçen haftaki yazısında “ABD’de sermayenin ‘küreselleşmeci-liberal- emperyalizm’ eğilimi ile ‘ulusalcı -güçler dengesi-emperyalizm’ eğilimlerinin ‘Büyük Strateji’ oluşturma mücadelesine tanıklık ediyoruz” saptamasını yapmıştı. Bunun Transatlantik hattına önemli yansımaları olacağı aşikâr. Ve AB’nin yönetici elitinin, Trump’lı Washington’ın stratejik yöneliminin Avrupa’nın kurulu siyasi düzenini sallamasından endişelenmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda Avrupa radikal sağının geçen hafta Koblenz’deki toplantısında mesajlarını da sonraki yazıya bırakalım... 

***

Artık bir yanda Amerikan milliyetçisi, küreselleşme karşıtı Trump... Öte yanda Davos’ta küresel kapitalist sisteme serbest ticaret mesajları veren Çin lideri Şi Jinping... Dünya siyasetini anlamak için tarihe daha derinlemesine bakıp, son 30-40 senelik ezberlerimizi zorlama vakti.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

OHAL’le gelen büyük servet transferi - ÇİĞDEM TOKER

Bu satırlar yazılırken, dolar 3.76, avro ise 4.04 TL’den işlem görüyordu.
AKP iktidarı, önceki gün dört OHAL KHK’si çıkardı. Kararnamelerin ikisinde OHAL’le ilgisi bulunmayan birçok madde vardı.
Birinde (683/m.4) mealen şöyle diyor:
“Ey alacağını, yabancı para üzerinden kabul eden kamu kuruluşları. Ey BOTAŞ,ey Milli Savunma Bakanlığı, ey Özelleştirme İdaresi, BTK; Karayolları. Bundan böyle karşındaki şirket ödemesini 2 Ocak 2017 tarihli Merkez Bankası döviz alış kuru üzerinden yapabilir. Sabitlediğim kurla yaptığın alışverişi bütçede göstermeyeceğim.” 


***

OHAL kararnamesinde belirtilen sabit kurun tarihi 2 Ocak 2017.
O tarihte Merkez Bankası döviz alış kuruna göre; dolar 3.53, Avro ise 3.70 TL.
2 Ocak’tan bugüne dek 23 gün içinde, dolar 23, Avro 34 kuruş arttı.
Döviz alacaklarında kur sabitlemesinin ne anlama geldiğini somut bir örnekle açıklayalım. 

***

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) 26 Ağustos 2015’te 4.5 G ihalesi yaptı. 4 milyar Avro bedelle sonuçlanan bu ihalenin son taksidi nisanda yapılacak.
Vodafone kendine düşen ihale bedelini peşin ödemişti.
Turkcell ile bu ihaleye o zamanki Avea markası altında giren Türk Telekom’un nisanda ödeyeceği taksidin toplam tutarı: 657 milyon 171 bin Avro.
Geçen aralıkta başlatılan “TL’ye dönüş” kampanyasında, taksidin TL üzerinden ödeneceği haberlerini, ilgisi hatırlar.
O söz işte şimdi hayat bulacak. (!)
4.5G ihalesinden devlete gelecek 657 milyon 171 bin Avro’luk son taksidin iki şirket arasındaki dağılım şöyle:
Türk Telekom: 243 milyon 349 bin Avro
Turkcell: 413 milyon 822 bin Avro
Referandum ayı olan nisandaki Avro kurunu şimdiden kestiremiyoruz. Ama bugünkü kuru esas alarak basit bir hesap yapalım:
-Türk Telekom nisan taksidini eğer bugünkü Avro kuru üzerinden ödemek istese
983.1 milyon TL ödemesi gerekiyor. Ancak son OHAL KHK’si sayesinde nisanda 3.70 TL üzerinden 900 milyon 391 bin TL ödeyecek.
Aradaki fark: 82 milyon 738 bin TL.
-Aynı hesabı Turkcell için yapalım. Turkcell nisan taksidini bugün ödeyecek olsa 1 milyar 671 milyon 840 bin TL ödemesi gerekiyor. Ancak Turkcel nisan geldiğinde OHAL KHK’sinin sağladığı imkândan yararlanarak (2 Ocak 2017 tarihli kur üzerinden) 1 milyar 531 milyon 141 bin TL ödeyecek.
Aradaki fark: 140.7 milyon TL.
Böylece AKP iktidarının OHAL düzenini kullanarak iki şirkete yapacağı servet transferinin toplamı 223.4 milyon TL olacak.
Bakmayın siz, kararnamade, “Bu madde kapsamındaki işlemler ve sonuçları bütçe gelir ve gider hesaplarıyla ilişkilendirmez” denildiğine.
Herkesi aptal yerine koyan, göz boyamadan ibaret bir cümle bu.
Sözde bütçe hesaplarıyla ilişkilendirilmeyecek bu 223 milyon TL’lik kur zararını BTK elbette ki bir yerlere yazacak. Yazmakla kalmayacak gösterecek...
Kurum çalışanları aralarında para toplayıp ödemeyeceklerine göre, zarar şu ya da bu isim altında eninde sonunda bütçeden ödenecek.
Son bir notla tamamlayalım. Yazıya konu bu hesap OHAL KHK’sinin getirdiği sabit kurla Hazine’nin gireceği zararın sadece bir örneğini oluşturuyor.
Bunun BOTAŞ’ı var, Milli Savunma Bakanlığı var, Özelleştirme İdaresi, diğer enerji şirketleri var.
Yazının başında bu maddenin OHAL’le ilgisi olmadığını belirttik. Ancak TL’ye dönüş adıyla perdelenirken, iki şirkete avantaj sağlayan bu düzenleme, aynı zamanda devletin içine girdiği tahsilat sıkıntısının resmi belgesidir.


Çiğdem Toker/ CUMHURİYET

24 Ocak 2017 Salı

Yetmez ama hayır! - ORHAN GÖKDEMİR

2010’un “yetmez ama evet”cisi Hasan Cemal son yazısında diktatörlüğe hayır dedi ve bunun nedeni olarak 70 madde sıraladı. Hâlbuki evet demesi için tek madde yetmişti. O tek madde Tayyip Erdoğan’ın demokrasi getireceği inancıydı. Sıraladığı o 70 maddeye bakın, hepsinin içinde 2010 12 Eylülünde “evet” denilmesinin rolü büyük.


Abi-kardeş ilişkisi bitince Hasan Cemal da ormanı yanmış ayı gibi ortalıkta kaldı. Reina Katliamı sonrası yazmayı bıraktığını açıkladı. "Bir süre yazı yazmak istemiyorum, 2017'den korkuyorum, Allah hepimize kolaylık versin!" dedi. Sonra nedense kararını değiştirdi, "Yazılarımı en çok iki hafta süreyle kestim. Demokrasi, hukuk ve özgürlük mücadelem T24’te devam edecek" diye açıklama yaptı. Yazıyor şimdi. Belki de yazıyor yerine ağlıyor demek daha doğru. Sesli ağlıyor. Hâlbuki karnı tok sırtı pek liberal yazarımızın. En son Fransa'nın sahil kentlerinden Nice'te bir kafede otururken görüldü. Ohal’den de uzakta yani.

xxx

Samir Amin, Yordam Kitap’ın Türkçeye kazandırdığı “Liberal Virüs” adlı kitabında şöyle diyor: “XX. Yüzyılın sonuna doğru dünyaya bir illet musallat oldu. Gerçi herkes ölmedi ama hastalık herkese bulaştı. Salgının nedeni olan virüse ‘liberal virüs’ adı verildi.” Yazar, virüsün ilk kez 16. yüzyılda Paris-Londra-Amsterdam üçgeninde boy gösterdiğini de haber veriyor ki, hala buralardan az gelişmiş ülkelere doğru yayıldığını biliyoruz. Amin’e göre Avrupalılar virüse alıştılar, gerekli antikorları geliştirdiler. Bunun üzerine virüs Atlantik’i geçip yenidünyaya yayıldı. Liberalizmin kontrolden çıkmasının nedeni bu göçtür. Virüsü Amerika üzerinden alanlar büsbütün yürüyen ölüye dönüşüyor ki, liberal camiada baskın hal budur.

Virüsün piyasa toplumu veya kapitalizm ile demokrasi arasında bağ olduğuna değin bir halüsinasyona yol açtığını biliyoruz. Şurası bir gerçek; kapitalizm, çıkışında, içinde geliştiği bütün organik yapıları dağıttı ve toplumu iktisadi bir yeniden yazılıma hazır hale getirdi. Toprakla bağını koparmadan bir köylüyü ücretli çalışmaya zorlayamazsınız. Mülksüzleştirildiler ve aynı anlama gelmek üzere özgürleştiler.

“Özgür” insanların birbirleriyle eşitlenmesini mümkün kılan şey dolaşım alanıdır. Varsayımı, bütün eski bağlılıklarından kurtulmuş insanın, dolaşım alanında birer alıcı-satıcı kimliğiyle, bir dolaşım odağı olarak özgür kalmasıdır. Dolaşım alanında, piyasada işçi, köylü veya burjuva yoktur. Orada dolaşanlar yalnızca birer para sahibidir, alıcı veya satıcıdır. Yani birer dolaşım odağı olarak diğer bütün kimliklerinden arınıp birbirlerine eşitlenmişlerdir.

Evet, toprağa bağlı olanlar özgür kaldı. Sonra ne oldu? Ücretli köle. Üstelik emek gücünü ücreti mukabili sattığı için özgür olduğunu sanan ücretli bir köle…
Sosyalizm mücadelesinin bize öğrettiği tartışılmaz bir gerçek var: Ekonomik eşitliği kuramazsanız siyasal özgürlük inşa edemezsiniz. Kapitalizm bu nedenle olması gerektiği şeye dönüştü. Bir avuç kapitalistin toplumun geri kalanının kanını emdiği bir düzendir kapitalizm. Bütün o parlak görüntüsünün altında sınıf savaşı ve devlet arası çatışmadan ibarettir. Emperyalist işgaller, katliamlar, asalak diktatörlükler, düşük yoğunluklu demokrasiler (deyim Samir Amin’in) ve azgın bir sömürüden ibarettir. Ve bir kez daha altını çizelim ki kapitalizm kapitalizmin tarihinden ibarettir, onu başka türlü teorize etmemiz mümkün değildir. Bu tarih de bize kapitalizmin yarınının olmadığını ve insanlığı büyük bir yıkımın eşiğine getirip bıraktığını söylemektedir. Ne demokrasisi? Piyasa toplumu üzerinde yeşerebilecek tek demokrasi artık bir mafya iktidarı, bir çeteler koalisyonudur.

xxx

Ama evet, demokrasi geçmişte lükstü, bugün bir ihtiyaca dönüştü. Paris-Londra-Amsterdam ve Atlantik ötesinden dilenmek, yardım almak, okşanmak, desteklenmek için demokrat olmak, demokrat görünmek şart. Bunun yolu da mutlak liberalizmden geçiyor. AKP’ye verilen sınırsız liberal desteğin arkasında işte böyle bir ruh hali var. AKP İslamcıydı ama demokrattı, ülkeyi AB’ye sokacaktı, ABD ile ilişkileri düzeltecekti. İnsan haklarını tanıyacak, işkenceyi önleyecek, vesayeti bitirecek ve çiçek gibi bir anayasa yapacaktı. Bu inançla AKP’nin yargıyı ele geçirme manevrası olan 12 Eylül referandumunda “yetmez ama evet” dediler. “Yetmez” demelerinin sebebi AKP’den daha fazlasını istemeleri, ummaları. Daha fazlası gelince hepsi başka bir dağa kaçtı. Hasan Cemal Fransa’da, Cengiz Çandar Stockholm'e yerleşti. Kaçanlar kaçtı, kaçamayanlar içeride çile dolduruyor.
Hakkını yemeyelim bir kısmı yuvalandıkları, ele geçirdikleri eski kurumlardan liberal salvolarını sürdürüyor. Hasan Cemal’in arz-ı endam ettiği site bunlardan biri. Böyle irili ufaklı bir sürü site var ortalıkta. Hepsi bir gün liberal cennete geri döneceğimizi vaaz ediyorlar. Bir kısmı ölü ele geçirdikleri eski cumhuriyetçi gazetelerde cumhuriyete vurarak iktidar eleştirisi yapmaya çalışıyor. Alamet-i farikaları cumhuriyete, laikliğe, cumhuriyetin kurucularına olan derin nefretleri. Demokrasinin önündeki asıl engelin bunlar olduğuna inanıyorlar çünkü.

Ve başkanlık sistemine hayır diyor şimdi hepsi. Fakat bu arada 2010 Eylülünde yargıyı arkadaşa teslim ettiklerinden ne devlet kaldı, ne meclis, ne mahkeme, ne yargı, ne ordu, ne üniversite, ne gazete, ne TV Anayasa askıda, internetin fişi ellerinde istedikleri zaman çekiyorlar. “Andımız”ı kaldırdıkları okullarda ayağında parmak arası terlik, elinde süpürge sapıyla tank kovaladığına inanan adamlar boy gösteriyor. Teneffüse çıkış zili “15 Temmuz marşı”, derse giriş “Ölürüm Türkiye’m”… “Hoca”ları “Büyük Türkiye” marşıyla derse davet ediyorlar. Bütün sokaklar kan revan. Vesayetten kurtulan öğrencilerden biri karne tatilinde kendine uzatılan mikrofona hayalini şöyle açıkladı: “Önce muhtar, sonra başkan olacağım. İdamı geri getireceğim.” Müthiş! Ne olduysa liberal virüsün katkılarıyla!

xxx

Mesele şu; piyasa ile demokrasi arasında bağ olduğu yalanı çoktan nihayete erdi. Liberal virüsün yol açtığı halüsinasyon dağılınca vahşi kapitalizmin perdesi yırtıldı. Seçim dedikleri büyük bir sahtekârlık. Halk iradesi dedikleri manipülasyon. Demokrasi dedikleri faşizan bir yalan. Doğanın, çevrenin, insan emeğinin yağmalanması üzerine kurulmuş devasa bir mafyoz yapıdan söz ediyoruz. Haliyle siyaset de örgütlü çetelerin elinde.

Dün demokrasi getirecek arkadaşlar şimdi seçim meçim deyip sınırsız bir diktatörlük inşa ediyorlar. ABD’nin silah zoruyla yaptığını bunlar referandum zoruyla yapıyor. Mesele az gelişmiş ülke kaynaklarının merkeze aktarılması değil mi? Oturdular ABD’nin, AB’nin kucağına, onların onayıyla demokrasinin son kalıntılarını gömüp ülkeyi bir muz cumhuriyetine dönüştürüyorlar. Ülke acımasız bir çetenin elinde esir, milyonlarca çaresiz insan yarına çıkıp çıkamayacağını düşünüyor kafası ellerinin arasında. Bu düzenin propagandisti olan liberal çete mağduru oynuyor şimdi. Bu zavallı halkı kendilerinin dürüst, namuslu, doğru olduğuna bir kez inandıracaklarını, kandıracaklarını sanıyorlar.

xxx

Demokrasi hiç gerçekleşmemiş bir ütopya. Kapitalizm başlangıçtaki devrimci rolünün dışında yürüyen bir ölü. Yani dünya Stockholm’den, Nice’ten görünen dünya değil. Liberal halüsinasyon dağılıyor. Kapitalizmin yarattığı bir cennet olmadığı, varlığını ancak dünyayı bir cehenneme çevirerek elinde tutabildiği kabak gibi görünüyor.
Geldiğimiz yer şu: Sosyalizme mecburuz. Bu düzeni alaşağı etmeye, yıkmaya mecburuz. Bu düzenden kurtulacağız, bu düzenden kurtulmadan önce de bu liberal virüsü yok edeceğiz.
Elbette biz de sokağa çıkıp, hala varsa, duruyorsa sandığa gidip hayır diyeceğiz. Ama şunu da bileceğiz ve söyleyeceğiz: Hayır demek yetmez, ardından yeni bir dünya kurmak gerekir.

Yetmez ama hayır!

Orhan Gökdemir / SOL