25 Şubat 2017 Cumartesi

Yeni muhtarlar - ALİ SİRMEN


Onu efsaneleşen adını duyduktan elli yıl sonra tanımakmış kısmet. Bundan üç yıl kadar önce, İznik Gölü’nün güney yakasındaki Müşkül’e köyünün sahilinde kahvede, tanıştım üniversite yıllarımın efsane Müşküle muhtarı Fevzi Kavuk ile. Fevzi Kavuk, “işçileri, köylüleri, marabaları, emeğiyle geçinenleri” saflarına çağıran Mehmet Ali Aybar’ın davetine uyarak, 1963 yerel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katılan bir avuç köy muhtarından biriydi, daha sonra da 1965 genel seçimlerinde TİP listesinden milletvekili adayı olacaktı.
O günlerde köy muhtarları önemli kişilerdi. Köyde muhtar jandarma komutanı ile devleti temsil ederdi, köylü karşısında devletin somut simgesi, acı sillesiydi muhtar.
O yıllarda nüfusun çoğunluğu köylerde yaşadığından, devlet dedin mi, halkın ekseriyetin gözünde canlanan somut görüntü muhtar olurdu.
Tercihini emekçi halktan yana kullanmış olan Müşküle’nin efsanevi TİP’li muhtarı Fevzi Kavuk, geçen hafta aramızdan ayrıldığında ise köy ile kent arasındaki nüfus dengesi takla atmıştı. 

***
Bundan 90 yıl önce, 1927’de Türkiye nüfusunun yüzde 75.8 i köyde, yüzde 24.2’si de kentte yaşamaktaydı. Fevzi Kavuk öldüğünde ise durum terse dönmüş, nüfusun yüzde 76.8 i kentlerde yaşarken, köyde yaşayanların oranı yüzde 23.2 ye düşmüştür.
Muhtarın önemi köyle birlikte azalmamış, kurum, ağırlığı mahalle muhtarlığına dönüşerek önemini yine korumuş, hatta arttırmıştır. Bir zamanlar kent yaşamında pek ağırlığı olmayan mahalle muhtarları, günümüzde totaliter sistemin “beşikten, mezara” (hatta, doğum şekline bile sistemin karışması, rejimin ihanetle suçladığı kimilerine mezar vermeyi reddetmesi olgusu da göz önünde tutulduğundan “beşik öncesinden mezar ötesine kadar” demek belki daha da doğru olacaktır) sistem mekanizmasının taban örgütleri konumunda, günlük yaşamda önemli roller oynayan bir baskı unsuru haline gelmekteler.
Mahalle muhtarlarının önemini ilk kavrayan 12 Eylül rejimi olmuştur. Kenan Bey zamanında 12 Mart’ın “sayın muhbir vatandaş”ının rolü muhtarlara devredilerek resmileşmiştir. Reis rejimi sırasında ise, muhtarlar, iktidar piramidinin tabanını oluştururken, ayrıca gerektiğinde, zirveyle doğrudan temasa geçme olanağına da kavuşmuşlardır.
Düzenli aralıklarla Saray’a kabul edilmekte olan muhtarların tümü (şu anda elli bin köy ve mahalle muhtarı olduğuna göre,) 125. muhtarlar toplantısında Sayın Başkanı bir kerecik olsun, görmüş olacaklardır.
Başbakan Binali Yıldırım biz Türkiye’yi Ankara’dan değil, yerinden yöneteceğiz” derken, tabandan tavana bu mekanizmayı kastediyordu.
Nüfusun çoğunluğu köylerde yaşarken, onları jandarma çavuşu ve köy muhtarıyla denetleyen sistemin tabandaki yeni yıldızları artık mahalle muhtarlarıdır. 

***
Mahalle muhtarlarını düzenin önemli taban taşı haline getirmek onuru Reis sistemine aittir.
Kişiye dar da olsa kendi tasarrufunda kalacak, bir özel yaşam alanı bırakan otoriter rejimin tersine, hiçbir kişisel tasarruf alanı bırakmayan totaliter rejimde günlük yaşamın takip edilip düzenlenmesinde, mahalle baskısının da amaca uygun işletilmesinde muhtarlara önemli roller düşecektir. Tabii bunlarla birlikte “Sayın Muhbir Vatandaş” kurumunun öngördüğü işlevler de sürecektir.
Türk usulü başkanlık sistemi diye sunulan Reis Rejiminin tabandaki özgün kurumudur artık muhtarlık.
Totaliter sistemin günlük yaşamını izlemek ve yönetmek için çok önemli bir kurum olan mahalle baskısında devlet ile “sivil!” mahalle arasında bir aktarma kayışı olan muhtarlar, mahalle baskısını da devletin istediği doğrultuda yöneterek, onu yarı resmi bir yapıya kavuşturacaklardır.
Muhtarlar toplantılarının anında televizyonlar aracılığıyla kamuoyuna duyurulmasına rağmen nedense Reis sisteminin bu çok özgün kurumunun henüz yeterince dikkat çekmemiş olması şaşırtıcıdır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

24 Şubat 2017 Cuma

Bir Siyasal İslam güzellemesi olarak Kar romanı - TAYLAN KARA





Orhan Pamuk’un 2002 yılında çıkan Kar romanını bir cümleyle özetlemek gerekseydi bu cümle kesinlikle şu olurdu:

Kar, bir Siyasal İslam güzellemesidir. Bunu öyle gizleyerek ya da dolaylı olarak değil açık açık yapar. Kar romanına şöyle yüzeysel bir bakış atmak bile kitabın bir Siyasal İslam güzellemesi olduğunu anlamak için yeterlidir.
Bu yazı bu kitabın ayrıntılı bir edebi eleştirisi değildir. Bu kitapla ilgili detaylı bir edebi değerlendirme için Cengiz Gündoğdu’nun “Kar… Bozuk bir meta” başlıklı yazı okunabilir (1).
Bu yazıda sadece roman kahramanlarından yola çıkılarak bir değerlendirme yapılacaktır.

*
Kar romanında ilk ve süreğen bir şekilde göze çarpan şey solcu, sosyalist, Cumhuriyetçi, Atatürkçü ya da laik olarak verilen karakterlerin tamamının kötü karakterler olmasıdır. Bunların içinde bir tane bile “normal” insan yoktur. Küçük Emrah filmlerindeki karakterler bile bu kitaptakiler kadar şematik değildir. Bütün Türklerin iyi, bütün Bizanslıların iğrenç olduğu Malkoçoğlu filmleri bile bu kadar karikatürize edilmemiştir. Şablonlaştırmada ve karikatürize etmede O.Pamuk’un bu romanıyla ancak siyasal İslamcıların“başörtüsüz kadın perdesiz eve benzer ya kiralıktır ya satılık” düzeyindeki 5. sınıf romanları yarışabilir.
Kitaptaki dini karakterler ise radikalinden ılımlısına mazlum, bilge, nur yüzlü, hoşgörülü, zeki ve fedakardır.

*
Kitaptan bazı örnekler verelim. Muhtar ile Ka eski solcu arkadaşlarından söz ederler :
-Muhtar'ın bir sorusu üzerine, bir zamanlar "dergide üçüncü dünya üzerine yazılar yazan" kıvırcık saçlı, Malatyalı Tufan'ın delirdiğini işittiğini gülümseyerek söyledi… Mahmut'u sordu daha sonra Muhtar. Ka onun şeriatçı Hayrullah Efendi'nin cemaatine katıldığını, bir zamanlar sol için girdiği kavgalardaki hırsla, şimdi Almanya'da hangi camiye hangi cemaat hakim olacak kavgalarına karıştığını söyledi… Hamburg'taki Türk mafyasıyla çalışıp zengin olan teorik Tarık'ı hatırladılar. Bir zamanlar Muhtar, Ka, Taner ve İpek ile birlikte matbaadan yeni çıkmış dergileri katlayan Sadık şimdi Alpler'den Almanya'ya kaçak işçi sokan bir çeteye elebaşılık ediyordu.
Ka'nın Almanya'da tanıdığı siyasal sürgünler içinde en mutlusu Ferhat, PKK'ya katılmış, milliyetçi bir heyecanla Türk Hava Yolları bürolarına saldırıyor, Türk konsolosluklarına molotof kokteyli atarken CNN'de gözüküyor ve bir gün yazacağı şiirleri hayal ederek Kürtçe öğreniyordu. Muhtar'ın tuhaf bir merakla sorduğu başka bazı isimleri ise Ka’ya çoktan unutmuştu, ya da küçük çetelere katılan, gizli servisler için çalışan, karanlık işlere giren pek çokları gibi yok olduklarını, kaybolduklarını ve büyük ihtimal sessizce öldürülüp bir kanala atıldıklarını işitmişti (2).
Kitap, bu ve benzeri onlarca örnekle doludur. Kitapta solcu, laik, Cumhuriyetçi, sosyalist olarak sunulan bütün karakterler ya çeteci, ya mafya, ya katil, ya darbeci, alçak, iğrenç ve aşağılık insanlardır. Lacivert’ten Muhtar’a, Hediye’den İpek’e, Sunay Zaim’den Ka’ya… Çeteci, katil ya da alçak olmayanlar ise bir zamanlar solcu olmuş ve dönmüşlerdir. Kitaba göre solcular ya dönerler ya da alçak olurlar.
Yine kitaptan örnekler:
-Soru da şudur: Ben şimdi bir komünist, bir modernleşmeci, laik, demokrat, yurtsever olarak önce aydınlanmaya mı inanmalıyım, halkın iradesine mi? Aydınlanmaya ve Batılılaşmaya sonuna kadar inanıyorsam dincilere karşı yapılan bu askerî darbeyi desteklemem gerekir. Yok halkın iradesi her şeyden öndeyse ve ben artık katıksız bir demokrat olmuşsam o zaman gidip bu bildiriyi imzalamam gerekir(3).
-Uğruna bütün hayatını berbat ettiği bu solcu lafların en sonunda bir işe yarayacağını, o laflar sayesinde İpek ile sevişebileceğini düşünüyordu (4).
-Eli silahlı sosyalistler Kars'ta artık eskisi gibi güçlü olmadıkları, yol kesmek, polis öldürmek, bombalı paket bırakmak gibi eylemleri ancak Kürt gerillaların izni ve yardımıyla yapabildikleri için erken yaşlanmakta olan bu militanlarda bir eziklik vardı (5).
Kitaptan şunları öğreniyoruz:
Aydınlanmaya ve Batılılaşmaya inanıyorsan darbeyi desteklemen gerekir.
“Solcu laflar” ancak sevişmeye yarar.
Eli silahlı sosyalistler yol keser, polis öldürür, bombalı paket bırakır.
Kitaptan bir başka örnek:
-Söylentilere göre kayıp ağabeyinin güzel karısıyla evlenebilmek için devletten bir "ölü" kâğıdı almak istemişti bu adam. Bu amaçla ağabeyinin kaçırılmasından bir yıl sonra başvurduğu emniyet, gizli istihbarat servisleri, savcılık ve askerî garnizondan kovulmuş, bir intikam isteğinden çok, konuyu bir tek onlarla konuşabildiği için son iki aydır kayıp ailelerine katılmıştı (6).
Kar kitabında “kayıp aileleri”nin ele alınış şekli budur.
-Ama Kadife'nin bütün Kars'ın önünde başını açmasının hem sanat hem de çok derin bir siyaset olacağını da hissediyorsunuzdur." "Başını açacaksa Lacivert'i bırakırız," dedi Osman Nuri Çolak (7).
-Sunay zengin ve aydın bir iktidar sahibi görünümündeydi ama yoksul halkla da dans ediyor, şakalaşıyor, …Fransız ihtilalinin coşkusu, aşının, prezervatifin ve rakının faydaları, zengin orospunun göbek dansı, …gibi konularda öğretici ve kısa sahneler de oyunun şurasına burasına doğal bir düzensizlik içerisinde serpiştirilmişti (8).
-…orduevlerinde eski askerlik arkadaşlarıyla buluşup iyice içtiği gecelerde kendisinin her Atatürkçü askerin içinde yatan şeyi yapmaya "hiç olmazsa" cesaret ettiğini söyler, fazla ileri gitmeden arkadaşlarını dincilerden korkmakla, hımbıllık ve korkaklıkla suçlardı (9).
Kitaptan şunları çıkarabiliriz:
Başörtülü kızın başını açtırmak için şantaj yapan laik darbeciler…
Her Atatürkçü askerin içinde darbecilik vardır.
Fransız İhtilali, aşı, prezervatif ve rakının faydaları… Bir romanda karakterler ancak bu kadar karikatürize edilebilirdi.

*
Darbeci Sunay Zaim, Robespierre, Lenin, Jakoben, Atatürk, Che Guevera, Brecht…
Kitapta bu isimlerin hepsi ya da birkaçı neredeyse istisnasız yan yana sayılır.

*
Şimdi burada ne söylenebilir? Darbeci, alçak, ahlaksız solcular elbette vardır; peki solcuların, laiklerin, Cumhuriyetçilerin, laiklerin hepsi böyle midir? Bu düşünce yapısını yalnızca bu tipler mi oluşturmaktadır?

Burada G. Lukacs’ın sorduğu soruyu sormamız gerekir.
G.Lukacs şunu yazar:
Sormamız gereken soru, “x gerçeklikte var mıdır? Değil, “x gerçekliğin tümünü temsil eder mi?” olmalıdır. Sonra gene, sorulacak soru, “x edebiyatın dışında bırakılmalı mı?” değil, “x’le yetinilmeli mi?” dir (10).
Ancak bu kitap için bu açıklamalar fazladır.
Bu bitmez tükenmez sonsuz bir kindir. O. Pamuk soldan, sol değerlerden, solu çağrıştıran her şeyden nefret etmektedir. Bu nefreti roman estetiğini zedeleyecek kadar kaba bir şekilde sergilemektedir. Roman karakterleri, bu nefret, bu gözü dönmüşlük nedeniyle yazarın birer kuklası halindedir.
10’dan fazla karakter içinde tek bir tane, bir tane bile normal solcu, laik, Cumhuriyetçi karakter yoktur. Bütün solcular döner; mafya, çeteci ya da İslamcı olur. Bu kitapta solculuk bir anomali, bir hastalık, döneklik, darbecilik veya ahlaksızlıktır. Jakobenlik ise bu kitaba göre nedensiz bir darbe hareketi, bir psikopatlık, bir tür ruh hastalığıdır.

*
Peki romandaki her karakter böyle midir? Örneğin dini karakterler nasıldır?
Kitaptan örneklerle devam edelim.
Ka, Kürt Şeyhi Saadettin Efendi Hazretleri’ni anlatmaktadır:
-O ihtiyar adamdan her yere bir nur yayılıyordu. Derken yattığım yerde bir ışık tam gözümün içine vurup beni uyandırdı. Bir pişmanlık ve umut ile ayağa kalktım. Baktım az ötede aydınlık bir kapı açılmış, birileri girip çıkıyor. İçimden gelen sesi dinleyerek onların peşinden gittim. Beni aralarına aldılar ve aydınlık, sıcacık bir eve soktular… Bu evin, söylentilerini işittiğim Kürt Şeyhi Saadettin Efendi Hazretleri'nin gizli tekkesi olduğunu anlamıştım (11).
-Yalnız kaldığımızda (Şeyh) bana tatlılıkla gülümsedi. Onun az önce rüyamda gördüğüm iyi yürekli ihtiyar olduğunu anlayarak rahatladım. İçimden öyle geldiği için bana bir evliya gibi gözüken bu ulu kişinin elini öptüm. Çok şaşırdığım bir şey yaptı. O da benim elimi öptü. Yıllardır duymadığım bir huzur yayıldı içime. Onunla her şeyi konuşabileceğimi, bütün hayatımı anlatacağımı hemen anladım (12).
-Şeyh beni en yakınma oturtuyor, dertlerimi dinleyip yüreğime Allah sevgisi yerleştiriyordu. Hep ağlıyor, bundan çok huzur duyuyordum (12).
-Ka da korkusunu Şeyh'in gördüğünü anladı. Ama Şeyh'te öyle bir şey vardı ki Ka korkusundan utanmadı. …Ka bir anda kendisini Şeyh Efendi'nin elini öperken buldu (13).
-Davetime icabet ettiğin için nurol," dedi şeyh. "Seni rüyamda gördüm. Kar yağıyordu." "Ben de sizi rüyamda gördüm Efendi Hazretleri," dedi Ka. "Buraya mutlu olmak için geldim." "Mutluluğun burada olduğunun içine doğması bizleri mutlu etti," dedi Şeyh (13).
-Bizden niye korkuyorsunuz?" dedi Şeyh, çok şaşırmış gibi yaparak gözlerini kocaman kocaman açtı. Şişman ve sevimli bir adamdı, etrafındakilerin de içtenlikle gülümsediklerini gördü Ka. "Bizden niye korktuğunuzu söylemeyecek misiniz?"
"Söylerim, ama alınmanızı da istemem," dedi Ka.
"Alınmayacağız," dedi Şeyh. "Buyrun yanıma oturun. Sizin korkunuzu öğrenmek çok önemli bizim için (14).
-"Hicran kim?"
…Bir kızım olsaydı onun gibi güzel, akıllı ve cesur olsun isterdim. Türbancı kızların lideridir o, hiçbir şeyden korkmaz, çok kişiliklidir. Aslında başlangıçta, ateist babasının etkisiyle o da dinsizmiş, İstanbul'da mankenlik yapıyormuş, televizyona çıkıp kıçını bacaklarını gösteriyormuş. …
Hicran 'Sizi ortaçağın karanlığına götüren bu bez parçasını güzel başlarınızdan çıkarın!' diyerek kızların en şaşkınının başörtüsüne elini atıp çekmeye yeltenmiş ve o el o anda hareketsiz kalmış. Hemen kendini yere atıp kızdan -akılsızın akılsızı kardeşi bizim sınıftadır- özür dilemiş. Ertesi gün, gene gelmiş, daha ertesi gün gene ve onlara katılıp bir daha İstanbul'a dönmemiş. Türbanı ezilen Müslüman Anadolu kadınının siyasal bayrağı haline getiren bir azizedir o, inan bana (15)!
Nur yüzlü, bilge, anlayışlı şeyhler…
“Başörtüsüne uzanan elin hareketsiz kalması…” Böylesine çiğ, böylesine şematik bir anlatıma en başarısız İslamcı yazarların en bayağı romanlarında bile rastlayamazsınız. Böylesi ancak günümüzde bazı televizyonların, izleyiciyi ahmaklaştırmak için koyduğu mistik dizilerde görülebilir.

*
Örnekleri sayfalarca uzatabilirim. Kar romanı ilk sayfasından itibaren en bayağı siyasal şablonların, en klişe karikatür karakterlerin, en kaba sol düşmanlığının hiçbir özen gösterilmeden olduğu gibi okurun kafasına boca edildiği bir Siyasal İslam güzellemesidir.

*
Emre Kongar, Kar romanı ile ilgili şunları yazar:
“… içindeki insan tipleri de (hatta benim karikatür olarak niteleyeceğim kadar) sert ve kalın çizgilerle belirlenmiştir.(16)”

Kar romanı, büyük “ yüceltmen” Emre Kongar’a bile bunları yazdırabilmiştir.
Çünkü bir O. Pamuk “yüceltmen”i olan E. Kongar, bu kitabı övmek için aldığını açıkça söyler:
“(Kar) Kitabı ilk çıktığında büyük bir hevesle aldım ve üzerinde bir övgü yazısı yazmak için satırların altını çize çize okumaya başladım…(16)”
“Yüceltmen” E.Kongar bile bu kitabı överken “Siyasal İslama angaje”bulmakta ve ideolojisini eleştirmektedir.

*
Kar romanını bu topluma sol pazarlamıştır. Bu beşinci sınıf siyasal İslam güzellemesi, sol-sosyalist-ilerici yayın organları tarafından göklere çıkarılmıştır. Bu sol yayın organları manşetlerinde ve birinci sayfalarında Siyasal İslama karşı iken kültür sanat sayfalarında bu romanı övmüşlerdir.
2002 yılında bu kitap çıkar çıkmaz yazar Necmiye Alpay, son derece zorlama bir övgü yazısında bu kitaba şöyle methiyeler dizmiştir:
“…Roman tekniği ve özellikleri, izlekler ve yerlemler romandan romana değişse de bu büyük sorunsal hep işleyiş halinde. “Kar” bu açıdan Beyaz Kale’den sonra ikinci doruk. (17)”
Cumhuriyet Kitap’ın 14 Mart 2002 tarihli sayısının kapağında O.Pamuk’un Kar kitabı vardır.
O.Pamuk kapaktaki söyleşisinde şunları söyler:
“Temel olarak askeri darbeye dayanan Atatürkçü davranış tarzının en inandırıcı, en makul ifade yollarını da göstermek istedim”
“Şimdi laiklik yalnızca askeri darbeler sırasında hatırlanan bir ilke”
O.Pamuk’un bu sözleri söylediği Cumhuriyet, ikinci cumhuriyetçilerin, liberallerin işgal ettiği Cumhuriyet değil, başında İlhan Selçuk’un olduğu Cumhuriyettir.
Kitaptaki bu ve benzer örnekleri sayfalarca uzatabilirim.
Bu 1. sınıf sol nefretini okura kusan 5. sınıf romanı, bu siyasal İslam güzellemesini, topluma bizzat kendini sol-sosyalist-ilerici olarak tanımlayan yayın organları pompalamıştır. Bu şaşırtıcı durum, ibret verici bir olgu olarak tarihe geçmiştir.
Şu kural hiç şaşmaz. Sol düşünceyi ve Cumhuriyeti çökertme savaşı edebiyat, düşün ve yayın çevresinde başlamıştır. Yıkımın nedenini, bu toplumun bugünkü durumunun kökenlerini biraz da oralarda aramak gerekir.

*
Sosyalist bir gazetenin eski yöneticilerinden biri yıllar önce O. Pamuk’la ilgili bir mesaj atmıştı:
“O. Pamuk ile solun ne sorunu var anlamıyorum”
Yukarıdaki yazılanları dikkate alsaydı aslında şunu sorması gerekirdi:
Bu kitapla sorunu olmayan bir sol olabilir mi?

Taylan Kara
taylankara111@gmail.com

Kaynaklar
http://www.insanbu.com/eski/a_haber497b.html?nosu=1057
Orhan Pamuk, Kar, sf 61-2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
Age sf 241
Age sf 244
Age sf 269
Age sf 274-5
Age sf 334
Age sf 393
Age sf 410
Georg Lukacs Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Çev: Cevat Çapan Payel Yayınları İstanbul.
Age sf 57
Age sf 58
Age sf 98
Age sf 99
Age sf 110-111
Emre Kongar, Yazarlar Eleştiriler Anılar, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2016
http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/020308/kimne.html

Gönüllü kulluk! - I-II (MURAT YAYKIN-BİRGÜN)

Geçtiğimiz günler içinde ölen sanat eleştirmeni, yazar John Berger, Görme Biçimleri’nde “Yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. Bakmak bir seçme edimidir,” dediği gibi, gelin bugünkü yazımda ‘kulluk’ olgusuna zihne ilk çağrıştırdığı sözlük anlamının dışına çıkarak bakmayı tercih edelim. Bakalım bir şeyler görebilecek miyiz?

II. Dünya Savaşı sonrası Arjantin’e kaçan Eichmann, 1960’da Mossad ajanlarınca yakalanır ve yargılanmak üzere İsrail’e getirilir. Hannah Arendt’in, ‘Eichmann Kudüs’te kitabına konu olan davada Eichmann, savaşta yalnızca amirlere itaat ettiğini, kötülüğe alet edildiğini, ve asıl sorumlunun kendisi olmadığını söyler, af dileği kabul olmaz ve 1962’de idam edilir.

Stanley Milgram’ın bu olaydan esinlenerek yaptığı deneyde; Öğrencilere daha iyi öğrenebilmeleri için yanlış yaptıklarında elektroşok uygulanacaktır. Öğrencilere aslında elektroşok uygulanmaz, bu bir kurgudur, ama onlar rol yaparak denekler tarafından şoka uğratılıyormuş gibi davranırlar. 40 denekten 26’sı, laboratuvar görevlisinin komutlarına itaat ederler ve öğrencilere verdikleri elektroşoku 450 V’a kadar yükseltirler.

Kulluk, kul olma durumu - itaat eden- doğası gereği zorunlu bir boyun eğme olduğuna göre gönüllü olarak, iradeli bir şekilde seçilemez. Eğer kulluk varsa, orada istekli ve iradeli bir seçim yoktur. Ancak gönüllü kulluğun varlığını Platon’un erosunda işlediği Şölen kitabında görürüz. Âşık olunan sevgiliye isteyerek boyun eğme; insanlar ve Tanrılar katında koşulsuz olarak övülür. Çünkü aşk için yapılan bu ‘gönüllü kulluk’, eros’a övgü için mecaz anlamda kullanılan bir deyimdir.
Oysa 1550’lerde Etienne de La Boétie, bir kölelik ilişkisi olarak ‘Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’ adlı eserinde, tiranın gücünün sadece halkın kendi özgürlüğünden vazgeçen gönüllüğünden kaynaklandığını savunur ve sorar: İnsanlar neden boyun eğmeyi ve isteyerek kulluk etmeyi seçer, neden bir halk bir tirana boyun eğmekten de öte, kendi köleliğini gönüllü olarak ister?

İktidara rızalık göstermezseniz, iktidar kendiliğinden yıkılır.
 
Hükümranlığını kabullenmek başka bir şeydir, boyun eğmeyi, isteyerek, ‘gönüllü kulluk’ olarak yapmaksa başka bir şey. La Boétie’e göre, aslında bunu hiçbir güç sağlayamaz. Gönüllü kulluğun kaynağı, hükümdarın sahip olduğu güçte ve bu gücün yarattığı korkuda değil; tersine bu hükümranlığı isteyerek kabul eden öznenin ya da halkın kendisindedir, der. Ve bir de La Boétie’e göre, yeryüzünde hiçbir tiran, bir halkın gönüllü kulluğu olmadan ayakta kalamaz. Bir halk, gönüllü kulluğundan vazgeçtiğini ilan etsin, o anda, o hükümdarın hükümranlığı biter. Bu nedenle, bu boyun eğme değil; tersine, öznenin ve halkın isteyerek kabul ettiği bir ‘gönüllü kulluktur.’

La Boétie, gönüllü kulluğun üç temel neden üzerine gerçekleştiğini söyler; alışkanlıklar ya da gelenekler, manipülasyon, çıkar sağlamak ya da kâr etmek için kabullenmek.

La Boétie’ye göre, özgür ve eşit doğan insan, güç karşısında boyun eğmektedir, ama bu boyun eğme durumunu; itaatkâr alışkanlıkların içselleştirilmesi, aptallaştırıcı bir eğitim ve tiranın manipülasyonu sonucu, unutmaktadır. Çünkü güç, insana boyun eğdirse de, yine de tek başına, bir insanın bir hükümdara gönüllü olarak kulluk yapmasını sağlayamaz. Tiran, egemenliğinin devamını sağlamak için, etrafında kendisi gibi sistemden yararlanan bir grup insanın belli çıkarlar ve mevkiler elde etmesini sağlar. Tutkulu söylevleri, kutsal sembollerin gösterişli kullanımları, dinleri, batıl inançları ve hurafeleri kullanması; insanlar üzerinde bir tür tapınmaya yol açar ve düşünme kapasitesi uyuşturulan halkın duygu seli içinde hükümdara gönüllü kulluk etme geleneğini sürdürmesini sağlar.
Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger’nin; “İktidar, tanındığı için iktidardır, otorite de kabul edildiği için otorite olur,” sözü Boétie’yü destekliyor.

Yine Boetie’ye döneyim; “Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar fazla gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nereden almıştır? Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz...”
“İktidara rızalık göstermezseniz, iktidar kendiliğinden yıkılır.” ( Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk üzerine Söylev, İmge)

                                                                   ***

İtaate zorlandıkları, uygun zamanı beklemeye mecbur oldukları, kendi aralarında bölündükleri için her zaman en güçlü olamaması insanoğlunun zayıf yönü.

John Berger ‘Şiirin Saati’ adlı yapıtında “Egemenler bizim insanlarımızı alıp öldürdükten sonra şehrin köşelerine bırakıyorlar, saklayabilirlerdi veya yok edebilirlerdi, bir kayıp olayı daha olurdu. Ama o bize bunu göstererek ardımızdan gelene mesaj veriyor,” derken egemenin algı manüplasyonlarının dışında şiddeti de acımasızca kullandığını anlatıyor. İşkence yalnızca karanlık mahzenlerle yapılmıyor, özgürlüklerimizi evlerimizde, sokaklarda, işyerlerimizde her yerde yaşarken teslim aldılar. Bu da işkencedir.

Étienne de La Boétie, (1530-1563) üniversiteyken bir ödev olarak kaleme aldığı ‘Gönüllü Kulluk’* söylevinde (çeviri-Erhan Can Kızmaz, Chiviyazıları Yayınevi) insanların tiranlara neden gönüllü kulluk ederek özgürlüklerini teslim edişlerini anlatırken hayvanları örnek gösteriyor; “Yakalandıklarında, en büyüğünden en küçüğüne kadar, pençeleriyle, boynuzlarıyla, ayaklarıyla ve gagalarıyla öyle bir direnirler ki, ellerinden alınan şeye ne kadar büyük bir değer verdiklerini gösterirler bu yolla. Daha sonra da ele geçirdiklerinde yaşadıkları üzüntüyü dışa vuran pek çok ifadeye sahip olurlar. Onların artık yaşamaktan çok çile çektiklerini, köle olmuş olmaktan hiçbir zaman mutlu olmayıp özgürlüklerinden mahrum edilmeleri nedeniyle sürekli inlediklerini görmek çok kolaydır.” Bu hareketleriyle bize, gönül rızasıyla değil de zor altında itaat ettiğini göstermek istiyorlar gibidir.

“Öküzler boyunduruk altındayken inlerler, kuşlar kafeste ağlarlar...”

Kim ister hayvan çaresizliği içinde yaşamayı? Onlar özgürlükleri için doğası gereği yaşamsal tepkilerini verirken insanın gönüllü kulluğu ne menem bir şey?
Gönüllü kulluğun sebeplerini sıralarken ilk nedenin alışkanlıklar olduğunun altını çizer La Boétie. Haklı da, alışkanlıklar değil midir, kendi yönetimince bizi sürekli olarak biçimlendiren. Eylemlerimiz üzerinde büyük etkiye sahip olan alışkanlığın bize, özellikle, hizmet etmeyi öğretme gücü değil midir?

Roma imparatorluğuna karşı özgürlük mücadelesi vermiş Pontus kralı Mithridates’in (M.Ö 112-63) zehirlenerek ölmekten korktuğu için her gün az dozda zehir alarak, sözkonusu zehire karşı bağışıklık kazanma uğruna sonunda zehire alıştığı söylenir. Zehre alışkanlık... Boétie doğanın üzerimizdeki gücünün, alışkanlığın gücünden daha az olduğunu söyler.

Boyun eğmişliğe karşı önde gelen aracımız verili olanın ötesine bakma kapasitemizdir, gözlerimizi burnumuzun dibinde olandan kaldırıp ufka bakmak ve ötesinde olanı ve dolayısıyla bakmakla görülmeyen; fakat kendisini bir görüntü olarak göstereni hayal etmektir. Alışkanlık kendinizdeki güce bakmayı, gücü görmeyi, keşfetmeyi engellemez mi?

La Boétie’nin, kalabalığı, despotla ilişkisine yönelttiği hareket ne güzeldir; despotun sizi ezdiği güç (potestas) sizin kendi gücünüzden (potentia) başkası değildir. Onun hizmetine girerek kendi gözleriniz, kendi elleriniz, kendi ayaklarınız ve kendi zihinlerinizdir sizleri ezen. Köleleşmenizden çok özgürleşmenize katkıda bulunacak olan kolektif kurumlara onu aktarmak için, sizden gelen bu gücü ‘geri almak’ sadece size bağlıdır.

Cesur insanlara cesur eylemlere ihtiyaç var. “Bu kadar insanın hâlâ gönüllü olarak despotların yanında yer alması, hasta taklidi yapan aslana, inine gelip seni seve seve muayene ederdim; ama inine giden pek çok hayvan izi görmeme rağmen, geri dönen tek bir iz bile görmüyorum, diyen tilkinin bu dediklerini despota söyleyecek tek bir cesur ve yiğit kişinin olmaması yürek burkucudur.” Korkaklığın da bir sınırı vardır.

Size savaşın demiyor La Boétie, sadece desteğinizi geri çekin!

İşe hayır demekle başlayın.


MURAT YAYKIN-BİRGÜN

AKP, MHP’ye çok ‘işaret’ borçludur - TAYFUN ATAY


Başbakan Binali Yıldırım, partisinin toplantısında kendisine “Ülkücüleri unutmayın” diye seslenirken üç parmağını birleştirip şehadet ve serçeparmaklarını yukarıya doğru kaldırarak Bozkurt işareti yapan izleyiciye aynı şekilde karşılık verdi. En son gazete yöneticileriyle yaptığı toplantıda bu konu gündeme geldiğinde de “Biz herkesin işaretini yaparız” demiş.

Merak ettim şimdi, Başbakan yine şehadet parmağının işin içinde olduğu, ama bu defa ortaparmakla birlikte “V” şeklinde havaya kaldırıldığı, Churchill’den çıkış bulmuş, zafer anlamına gelen, bizde ise giderek HDP ve Kürt siyasi hareketi ile özdeşleşmiş işareti de yapar mı acaba?! 

***
İşaret, daha doğrusu simge (sembol), bir anlam ya da değerin somutlaşması… Onu üretenin, yapanın, kullananın kim ve nereye ait olduğunu bilmemizi de sağlıyor.
Ve de şehadet parmağı, adı üstünde, başlı başına İslâmî aidiyete gönderme yapan bir simge parmak. Başbakan Yıldırım’ın köken aldığı siyasi-ideolojik oluşum da o parmağı MHP’nin Bozkurt işaretinden farklı şekilde simgesel işlerliğe sokmuştur ve sokmaya devam ediyor, bunu biliyoruz.

(Erbakan’ın Refah Partisi başkanıyken yaygınlaştırdığı “Milli Görüş yemini”nde hep beraber başparmakların havaya kaldırılması da aynı siyasi hareket bünyesinde parmak sembolizmine ilişkin hatırlatılması gereken bir başka tarihsel örnektir.)
Bozkurt selâmı ise AKP’nin geleneğine hayli uzak ve aykırı kaçar. Çünkü esasen Orta Asya Türklüğünün İslâm-öncesi inanç kalıplarıyla ilişkili bir motif olarak karşımızdadır o... Totemik çağrışımları dahi vardır.

Ayrıca parmakları işlerliğe sokarak üretilen bu işaretin çok benzer bir biçiminin “Wicca” paganizmindeki Boynuzlu Tanrı (“Horned God”) için kullanıldığını kaydetmek gerekir. Ki bu (Avrupa’da cadıların şeytanla işbirliği içinde olduklarına yönelik Hıristiyan saptırmasıyla bağlantılı şekilde) bugün Satanist gruplarca da işlerliğe sokulmaktadır. 

***
Her neyse… Sonuçta Bozkurt işareti şimdi Referanduma giden yolda AKP-MHP ortaklığının çarpıcı bir dışavurumu olarak Binali Yıldırım’ın parmaklarına da dolanmış durumda.

Fakat bu ilk değil. AKP, MHP’nin simge havuzuna hanidir bol bol dalıyor. Hatta pek çok simgeyi de içselleştirerek kendine mal etti.

Mesela AKP, MHP’den “kafa tokuşturma”yı da almıştır.

Bugün en tepede Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan başlayarak milletvekilleri, bakanlar, belediye başkanlarından aşağı doğru partinin farklı kademelerinde görevliler ve seçmen kitlesine kadar hemen herkesçe MHP kökenli bu erkek-erkeğe selamlaşma ritüelinin içtenlikle benimsendiğini görürsünüz!.. 

***
AKP, MHP ve ülkücü hareketten “Tekbir”in sloganlaşmış halini de almıştır.

Bu memlekette tekbir, ibadette, camide, cenazede ve mevlitlerde karşımıza çıkan, tevekküle ve tevazua çağıran bir dinsel deyiş olarak bilindi ve kullanıldı uzun yıllar: “Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilahe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahilhamd…”

Bunun “Ya Allah Bismillah Allahü ekber” şeklinde şiddetlice sloganlaştırılmasına ilk olarak ve daha çok üniversitelerde karşıt görüşlü öğrenci grupları arasındaki çatışmalarda ülkücüler aracılığıyla şahit olduk.

Dolayısıyla mevlit tekbirlerinden militan tekbirlere geçiş de MHP marifetiyle olmuştur.
Bu “tekbir”in AKP saflarında kitlesel kullanıma açılması, partinin 2011 sonrası süreçte bu ülkede kendi dışında kalan toplum kesimlerine karşı siyaseten gözünü kararttığı anti-demokratik savrulmayla eşzamanlı.

Şimdiki totaliter siyasi pratik bağlamında da o, artık iyiden iyiye AKP’ye mal olmuş görünüyor. 

***
Sözün özü, AKP hanidir MHP’ye doğru böylesi “sembolik” bir açılım ve “işaret devşirme” ameliyesi sergilemekteydi zaten…

Buradan AKP’nin giderek MHP’lileşme süreci içinde mi olduğu sorusu geliyorsa aklınıza, bir şey demiyorum, üzerinde düşünmeye devam edin!..

Ama bir o kadar, MHP’nin AKP tarafından soğurulmasının söz konusu olup olmadığı üzerine düşünmeyi de ihmal etmeyin!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Varlığımız müteahhitlere armağan - ÇİĞDEM TOKER

Açıklama en yetkili ağızdan geldi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “müjde”yi Yurtdışı Müteahhitlik Hizmetleri Ödül Töreni’nde verdi.


Türkiye Varlık Fonu’nun (TVF) devreye sokulma nedeni, büyük ihalelerdeki teminat sorununun çözümüne katkı sağlayacak olmasıymış. Eximbank’tan sonra böyle bir adımın atılmış olması, yolu kolaylaştıracakmış.
Kapalı ifadelerle ve geri sıralarda yer alsa da TVF ana sözleşmesinde, bu müjdeyi hatırlatan bir ifadeyi bulmak mümkün. Sözleşme metninde “amaç ve faaliyet konusu” (paragrafı ben listeledim) şöyle:
-Sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak,
-Yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak,
-Dış kaynak sağlamak,
-Stratejik büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek.
(Cumhurbaşkanı, ödül verirken müteahhitlerden Kamu-Özel-İşbirliği’ni (KÖİ) yurtdışında tanıtmalarını (!) da istedi. Notdüşelim ki, Türkiye KÖİ’nin mucidi değil, “dış güçler” üzerinden uygulama sahasıdır.)
***
Haberi altı ay önce buradan duyurduğumuz için şaşırmadık tabii. Bu vesileyle, Eximbank’ın yurtdışı müteahhitlik sektörüne dönük teminat programının yetmediğini öğrendik. Ha bir de Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un açıklaması biraz açığa düşmüş oldu. Kurtulmuş, konu kendisine sorulduğunda, “büyük kamu şirketlerinin daha etkin yönetilmesi” gerekçesiyle diye açıklamıştı.
Biz de bunu duyunca TVF’ye devredilen şirketlerin, yıllardır bir başka partinin iktidarı altında ve son derece kötü yönetildiğini, yeni iktidara gelen AKP’nin “şu şirketleri daha iyi yönetelim” dediğini anlamıştık. (!)
***
Müteahhitlere verilen bu kutlu müjde vesilesiyle, yılbaşından bu yana TVF’ye devredilen kamu şirketleri, varlıkları ve sektörleri anımsayalım:
-Sektörler: Şans oyunları, bankacılık, ulaştırma, telekomünikasyon, enerji, borsa, madencilik, tarım ve gayrimenkul. (TVF’ye devredilmiş Hazine arazileri arasında Akdeniz ve Ege’deki çok sayıda beş yıldızlı turizm kompleksi olduğunu da unutmayalım.)
-Kamu şirketleri: Milli Piyango, Türkiye Jokey Kulübü, THY, Ziraat Bankası, Halkbank, Borsa İstanbul, PTT, BOTAŞ, TPAO, Eti Maden, Türksat, Türk Telekom, Çaykur.
Sayıları şu anda 13, ancak nakit varlığı devasa ölçekteki kamu şirketlerine, yenilerinin ekleneceği de ifade ediliyor. Yani bir gece, kamu elindeki elektrik enerjisi üretim şirketlerine dair yeni devir kararları okuyabiliriz.
Bunların hepsi Resmi Gazete’de yayımlandı.
Yayımlanmayan tek şey 3 yıllık Stratejik Plan. Gerek Başbakanlık açıklamasına, gerekse TVF, bu şirketleri Bakanlar Kurulu’nun onaylayacağı Stratejik Yatırım Planı’na göre yönetecek.
Ancak yasası ağustosta yürürlüğe giren, tescili de geçen kasım ayında yapılan TVF’nin, yönetimin uyacağı esas ve ilkeleri belirleyen “plan” daha ortada yok.
Keza kurulacağı duyurulan, “alt fonlar” da. Bu “plan” onaylanıp yayımlanmadan TVF’nin, portföyündeki büyük kamu varlığıyla hangi adımları atıp hangi işlemleri yaptığı bilinmeyecek.
Bu “plan”ın hazırlanma ve onay sürecinin hangi aşamada olduğunu ise ne soran var ne de açıklayan. Net bir iradeyle Sayıştay ile Hazine’nin, denetim, gözetim ve rapor sahası dışında bırakılan TVF bu yapısıyla, bütçe hakkı ve kamu kaynakları açısından zaten sorunludur. Ödül töreninde verilen son “müjde”, bu sorunlu yapıya ek olarak, müteahhitlik sektörünü, hepimizi temsil eden Hazine üstü bir konuma taşımıştır.
Varlığımızın müteahhitlere armağan edilmesine hayır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘25 Yıl’ oldu! - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, bugün “Hıfzı Veldet Hoca”nın aramızdan ayrılışının “25. yılı”.
Günümüzün Türkiyesinde yaşananların, özellikle de son “15 yılda” bize yaşatılanların, bir bakıma esintilerini, daha doğrusu ilk öncülerinden kimilerini Velidedeoğlu’nun yaşamında görmek olası.
Cumhuriyet’te yazmaya “1942”de başlar -zorunlu ama kısa süreli aralar dışında- hemen hemen “50 yıl” sürecektir bu köşe yazarlığı, kuşkusuz onca dizi yazıyla birlikte.
Aslında Cumhuriyet’in öncüsü olan, Ankara’da yayınlanan “Yeni Gün”de de, gazetemizin kurucusu “Yunus Nadi”nin çağrısı üzerine yazıları yayınlanmış, böylece -köşe yazarı olan gazetenin sahiplerinden daha uzun bir süre makaleleri Cumhuriyet’te yer almış olmasının mutluluğunu, hep içinde taşıdı Velidedeoğlu.



“12 Mart 1971 Faşizmi” döneminde henüz üniversitede görevi sürmekte olan “Hıfzı Veldet”, Cumhuriyet’teki pazar yazılarında iktidarı eleştirmeyi hiç ara vermeden yürütür; “Mussolini Faşizmi”ni İtalya’da yaşayarak öğrendiği için eleştirileri oldukça ağır olur. Nitekim bu dönemin Başbakanlarından biri olan “Ferit Melen”, bu eleştirilere çok kızdığını her fırsatta belli eder.
Ayrıca, ülkede yaşananlara, üyesi olduğu “İstanbul Üniversitesi”nden ses çıkmamasına karşı da veryansın eleştirilerini sürdürür.
Velidedeoğlu her yıl yaz dinlencesini, Uludağ’da geçirmekte, yaz aylarında dağ çok sessiz olduğundan kitaplarının çoğunu burada yazdığı gibi pazar yazılarını da düzenli olarak yazıp gazeteye göndermektedir.
“1972” yılının “Temmuz” ayında yine Uludağ’da çalışmalarını sürdürürken, bir gün radyodan, İstanbul Üniversitesi’nin yıl sonu “Senato” toplantısında on profesörün emekliye ayrıldığını içlerinde kendisinin de bulunduğunu duyar. Bu haber ertesi gün gazetelerde “manşet” olur.
Oysa Velidedeoğlu, “1972” öğretim yılında da derslerini eksiksiz sürdürmüş -hep olduğu gibi- salon dolmuş taşmış; dışardaki bilimsel toplantılarda ülkeyi, fakülteyi temsil etmiş; konuşmaları (bildiriler) daha ertesi günü basında yer almış; bunlar bir yana Adalet Bakanlığı’nca yenilenecek “Yurttaşlar Yasası”nın (Medeni Kanun) ön tasarısını hazırlamış, “Mayıs” ayında, “Türkiye’de Üç Devir” kitabının -500 sayfalık- birinci cildi kitapçılarda yerini almış, şimdi Uludağ’da, ikinci cildin çalışmalarına başlamıştır.
Öncekiler dışında, bu son kitabına aldığı, 1970’in bitimine doğru yayınlanan bir pazar makalesinden alınan şu satırlara bir bakalım: “Radyolardan ‘biz hükümet olarak büyük Türk Milleti’nin refah ve saadeti için çalışıyoruz...’ şeklinde seslerini duyduğumuz, kendilerini ‘devlet’ ve ‘hükümet’ sanan feodal zihniyet kalıntıları, halkın uyanmasına imkân bırakmamak için bugünkü günü tarihsel bir fırsat sayıyorlar, bunu sağlamak için gizli, açık her tedbire başvuruyorlar; mesela resmi devlet okullarından daha çok sayıda, medrese bozuntusu ‘hafız kursları’nın çocuklarımızın körpe kafalarını doldurmasına göz yumuyorlar, hatta halkın kendi öz çıkarlarına karşıt olan işbirlikçilerin çıkarlarını korumak için, bu körpe dimağlar arasında muteassıp militan ordularının temelini kurma yolunu arıyorlar... Böylece halkın, çekirdekten başlayarak, bir daha uyanmamacasına uykuya dalmasını, uyananların ve uyaranların ise ‘vatan haini’, ‘komünist’ veya ‘kâfir’ ithamlarıyla yok edilmesini sağlama amacı güdüyorlar...”
Görüleceği gibi değerli dostlar, iktidarı bu denli açıkça ve acı bir dille eleştiren bir öğretim üyesini görevinde tutmak, onca gence ders vermesine izin vermek olacak şey midir?
Bir bakıma günümüzde inanılmaz sayılara taşınan “öğretim üyesi kıyımı” olayının, “45 yıl” önceki -tek kişilik- bir örneği...
Ne var ki, Velidedeoğlu, tüm yazımı, noktasından virgülüne dek, kaleminden çıkmış “1961 Anayasası”nın, temelini oluşturan “Erkler Ayrımı”nın ürünü olan “Danıştay”a başvurur.
“Danıştay” ilkin oybirliğiyle “yürütmeyi durdurur”; kısa bir süre sonra da -“19”- üyenin “18”inin kabul oylarıyla- “emekliye ayırma” kararını “iptal” eder böylece “Üniversite Senatosu”nun artık “ders veremez, bilimsel çalışma yapamaz” kararını kaldırır... (9.2.1973)
Bu sonuç karşısında Velidedeoğlu: “Demek ki, her şeye rağmen, Ankara’da hâkimler vardır!” diyecekti...
Bugün biz aynısını söyleyebilir miyiz?
Söyleyemezsek de, hiç olmazsa -hukukun dolaysiyle adaletin “Kör” edildiği bu ortamı yaratan Erdoğan’ın, “erkler ayırımı’na, bunu içeren “1961 Anayasa’sına bu denli şiddetle karşı oluşunun ilk adımını, bunun Velidedeoğlu ile bağlantısını, bugün aramızda ayrılışının “25.” yılında bir kez daha izninizle analım diyorum değerli dostlar.
“1994” yılında, Refah Partisi’nin kurucu üyelerinden olan Erdoğan, “1994” yılında İstanbul Belediye Başkanı olur olmaz ilk icraatına, hemen ertesi günü, “Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Caddesi”nin tabelasını indirip, caddenin adını değiştirmekle başlar.
Ne ki, Erdoğan’ın bu tutumu, daha sonraları, Güneydoğu Anadolu’nun kimi kentlerinin “HDP”li Belediye Başkanlarınca örnek alınacak, bu bölgenin kentlerinde de, tarihsel anlamı olan cadde ve sokakların adları değiştirilecekti.
“1961 Anayasası” ile getirilen böylece “Siyasal Hukuk Devleti”ni, “Sosyal Hukuk Devleti” ile bütünleştiren anayasa sürecine girilir ki, başta “işçi sendikaları oluşturma” ve “grev hakkı” tanınacaktır işçi emekçilerine; daha sonra bu haklar öteki emekçiler için de geçerli olacaktır.
Velidedeoğlu, 33 yıl önce kendisine “Türk Hukuk Kurumu”nun Başkanı olan öğrencisi “Prof. Dr. Muammer Aksoy” tarafından verilen “Onur Ödülü” törenindeki konuşmasında şunları söyleyecektir:
1) Demokratik ‘parlamenter yönetim’,
2) Bütün yargının (mahkemelerin) bağımsızlığı,
3) İdarenin yargısal denetimi,
4) İnsan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması, 5) Sosyal devlet, yani kişinin ekonomik ve sosyal durumunun ve geleceğinin Devletçe güvence altına alınması,
kavramları, gerçek “Hukuk Devleti”nin oluşturan temel ilkelerdir, temel öğelerdir. Bunlardan birinin eksik olması ülkede, hukuk devletinin kurulup yerleşmesini önler. (23.12.1984)
Kuşkusuz “Cumhurbaşkanı Recep Tayyib”in, daha birincisinden başlayarak ortadan kaldırmak istediği kavramlardır bunlar; dolaysiyle Velidedeoğlu’nun açıkça belirttiği gibi bu tutumun tek anlamı vardır, “Hukuk Devleti”ni yok etmek... Kuşkusuz, izin vermeyeceğiz, 16 Nisan’daki “Hayır!” oylarımızla!

NOT: Bugün saat 11.00’de, Karacaahmet Mezarlığı’nın Müdürlük binasının bulunduğu küçük alandaki kabrinde Velidedeoğlu’nu anacağız.

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

23 Şubat 2017 Perşembe

‘Yenikapı ruhu’ ABD’ye sıçradı - Nilgün Cerrahoğlu

Diplomat bir dostum “Irish Times”dan bana bir yazı yollamış...
“Donald Trump ABD Başkanlığı’na ne kadar dayanır?” başlığını taşıyan yazı;
Washington’daki gazetecilerle, “Müslüman yasağına” karşı çıkan ABD’li yargıçların, tıpkı Putin Rusya’sında olduğu gibi “anonim ölüm tehditleri” aldığını belirtiyor ve ekliyor: “Gidişat gidişat değil. Bu tehlikeli sarmal nerede durur? Ya Başkan’a karşı güçler onu sonunda devirecek ya da Başkan bu mevcut düzeni yıkacak!” 



Eskiden yalnız “üçüncü dünya demokrasileri” için yapılan bu çözümlemeler, Trump Amerika’sında sıradanlaştı.
Bir ABD Başkanı’nın “alaşağı edilmesi” ya da “devrilmesi” ihtimalinden uluorta böyle söz edilmesi, çok yakın zamanlara dek şoke edici bir şeydi.
Artık değil.
Trump, demokrasinin asli unsuru medyayı “halk düşmanı” ilan ediyor...
Medya da Beyaz Saray’a adım attığından beri “Başkanın görevden alınması/impeachment” olasılığından, şaşırtıcı olmayan, olağan bir alternatifmiş gibi bahsediyor.
 
‘Derin devlet’in başkanla imtihanı 
 
Bundan daha birkaç gün önce “New York Times”ın manşetinde de “(İstihbarat örgütlerinden sürekli akan) sızıntılar, ABD’de bir derin devlet oluşumu korkusuna işaret ediyor” başlığını taşıyan bir yazı vardı.
Devlet kurumları arasındaki bu bilek güreşinin “Türkiye, Mısır, Pakistan gibi ülkelerde rastlanan derin devlet olgusunu” andırdığına işaret eden yazı, Trump’ın başkanlık güçlerini en abartılı sınırlara dek kullanmasının, bir anayasal çıkmaza yol açabileceğinden söz ediyordu.
Konu sırf ABD’nin “Türk usulü bir derin devlet sendromu ithalinden” ibaret değil.
Trump Amerika’sı, “bizden olanlar”ı “olmayanlar”a karşı sürekli tansiyonu yüksek bir miting atmosferinde gaza getiren devasa bir “Yenikapı ruhu” dalgasından da etkilenmiş görünüyor.
Cuma akşamı Trump’ın first lady Melania ile yaptığı Florida mitingini izledim.
Çiçeği burnunda Başkan ve karısı, gülücükler dağıtarak “Air Force One”dan inip apronun yanında kurulan miting alanındaki kürsüye yürüdüler.
Nar kırmızısı giysisiyle göz kamaştıran Melania konuştu önce. Ağzını açarken hemen, Hıristiyanlığın en bilinen dualarından olan “Göklerdeki Pederimiz”i okudu. Yeni bir Evita edasında “kadınlar ve çocuklar için çalışacağını” müjdeledi. Ve pop şarkıcılarını andıran bir alkış tufanıyla kürsüden indi.
Başkan Trump ise tam bir “Yenikapı üslubuyla” esip gürledi.
Ayağının tozuyla basına saldırdı. Kalabalıklara “Medya halk düşmanı” dedi ve ekledi: “Okuduklarınızın hepsi yalan. Hiçbirine inanmayın. Basının kendisi başlı başına bir problem haline geldi!”
 
Evrensel değerlerin çöküşü
 
Trump’ın niyeti, “basının aracılığını” giderek devreden çıkarıp kalabalıklara bundan böyle Florida’da yaptığı gibi seçim kampanyaları dışında da “doğrudan” hitap etmek.
Dünyanın en güçlü ülkesinin başındaki liderin yerleşik demokrasi kurallarını bu şekilde boşlayarak mayınlaması, şimdiye dek görülmemiş bir durum.
Dünyanın lider ülkesindeki düzenin yıkılmasıyla eş anlama gelen bu durum, birkaç gün önce sona eren Münih Güvenlik Konferansı’nda da pek çok yanıyla ele alındı.
Trump’ın Cumhuriyetçi kamptaki baş muhaliflerinden, eski başkan adayı John McCain, Münih Konferansı’nın anahtar oturumlarından birinin açılışını yaparken, 40 yıldır katıldığı toplantıda benzeri bir tabloyla hiç yüzleşmek zorunda kalmadığını söyledi ve dünyanın gelişmiş demokrasilerindeki gidişatı şöyle özetledi:
1.Evrensel değerlerden kopup eski kan, ırk bağlarına geri dönmek.
2.Müslümanlar başta olmak üzere tüm göçmenler, sığınmacılar, azınlık gruplarına artan kinle bilenmek.
3.Kalabalıkların gitgide artan şekillerde otoriterleşme ile flörtleşmesi...
 Bilinen uluslararası düzenin çöküşünü ilan eden dünyanın bu en etkili jeo-politik forumu da evrenin görülmemiş bir belirsizlik evresine girdiğini tescil ediyor.
Belirsizlik ortamları ne yazık ki hemen hiç istisnasız, hep “tek adam”ların işine yarıyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Engeller yıldırmasın - ÖZGÜR MUMCU

Malum mesele. Soğuk Savaş boyunca çoğunlukla buzdolabına kaldırılmış olan kimlik konusu dolaptan çıktı. Siyasetin sadece etnik ve dini farklılıklar üzerine inşa edilmesinin nasıl tehlikeler içerdiğinin ilk örneğini Yugoslavya iç savaşında gördük.
Etnik ve özellikle dini fay hatlarının pek kırılgan olduğu Ortadoğu’da ise Batı müdahalesi sonrası derin bir kargaşa meydana geldi. ABD işgalinden sonraki Irak seçimlerine bakmak bile yeterli. Genel seçimden çok nüfus sayımı. Şiiler Şiilere, Sünniler Sünnilere, Kürtler ise Kürtlere oy veriyor. Bu da milletin parçalanması ve dolayısıyla ulus-devletin işlevsiz hale gelmesi neticesini doğuruyor.
Çoğulcu demokratik bir toplumda azınlık haklarının en geniş bir şekilde sağlanması başka iş, halkın etnik ve dini kimliklerin üzerinde bir siyasi projede buluşamayarak devlet kurumlarının felç olması başka.
Türkiye de uzunca bir süredir kimlik siyasetinin açmazlarına çözüm bulamayan bu sebeple de Ortadoğu’daki tabloya yaklaşan bir seyir izliyor. Herkesi kimliğine hapsolmaya iten bu seyir kabaca İslamcı parti, laik parti, Türk partisi ve Kürt partisi diye toplumu donmuş kalıplara dökme riski taşıyor. MHP’nin AKP içinde erime süreci devam ederse bu kalıplar üçe ineceğe de benziyor.
Bu sebeple bu referandum çok önemli. Hayır oyu şimdiden etnik ve dini ayrımları aşan bir siyasetin işaretlerini veriyor. Çok farklı kimliklerden seçmenler, tek kişi yönetimine karşı kimliklerinin ötesinde bir yerde buluşuyor.
Ortadoğulaşma tuzağından kurtulmak için kaçırılmaz bir fırsat.
Atatürkçüler, Milli Görüşçüler, ülkücülerin önemli bir kısmı, Kürt siyasal hareketi, sosyal demokratlar, sosyalistler “hayır” seçeneğinde birleşiyor.
Farklılıklarına rağmen memleketin geleceği ve darbe günü bombalanan Meclis’i işler tutmak amacıyla “hayır” oyu verecekler.
Evet cephesi ise iktidar partisi sözcüleri ve artık ülkücü hareketin sadece genel merkezini temsil eden Devlet Bahçeli ve birkaç arkadaşına dayanıyor.
Yani “hayır” toplumu etnik ve dini kimliklerinin, yaşam tarzlarının üzerinde birleştiren seçenek. Bu durum, son derece kutuplaşmış bir toplumun gerektiğinde ve zor zamanda farklılıklarını geride bırakıp beraber yaşama iradesi göstermesi açısından da çok anlamlı.
Evet propagandasının ana aktörleri Erdoğan ve Yıldırım işte bu “birlik ve beraberlik” ve “ulus olma bilinci”nin evet tercihi için ne kadar tehlikeli olduğunu fark etti.
Hayır oyu kullanacakları neredeyse terörist ilan etmeleri ve toplumsal kutuplaşmayı körükleyen söylemlerinin ardında bir korku yatmakta.
Bunca olan bitenden sonra, her şeye rağmen kendi azmi ve kararlılığıyla kendini kurtarmak için birleşmiş bir milletin hayırlı bir iş yapmasından duyulan korku.
Çoğulcu demokratik bir rejimde parlamento içinde toplumun farklı kesimlerinin uzlaşması tek çıkar yol.
Önerilen anayasa değişikliği ise azgelişmiş ülkelerde görülen tek kişi rejimiyle toplumu zapturapt altına almayı ve seçimleri bir nüfus sayımından ibaret hale getirmeyi öngörüyor.
Yani biraz Suriye, biraz Irak.
Suriyeleşmeye, Iraklaşmaya yani çözülüp dağılmaya karşı kimlikleri aşan bir hayır cevabı aynı zamanda farklı kimliklerin dayanışma içinde ve kardeşçe yaşamasının da yolu. O yol göründü. Geriye o yolda azim ve kararlılıkla yürümek kaldı.
O yolda çıkarılacak engeller kimseyi yıldırmasın. Toplumun bütün kesimlerini kapsayan bu “milli” harekete AKP seçmeninin kayda değer bir kısmının katılması da yakındır. Yol hepimizin yolu. Beraber yürüyelim.


ÖZGÜR MUMCU / CUMHURİYET

Müjdat Gezen’le dertleşiyorum... - ZEYNEP ORAL

Sevgili Müjdat Gezen... Günlerdir tüm dostların uğradığın saldırı karşısında söylediklerini okuyorum, dinliyorum... Ne söylesek, hep eksik kalacak... Sadece dostlar mı! Sanatı seven, çağdaşlığı seven, Cumhuriyeti seven, aydınlığı seven, başta Atatürk’e olmak üzere Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkan insanların seninle dayanışma içinde olmaları çok doğal. 
 
Doğal olmayan şu: O, beyni kara, kafası, yüreği kara, o kara sakallı, kara cüppeli yobazın yaktığı ateşle seni korkutacağını sanması... Seni doğru bildiğin yolundan döndüreceğini, vazgeçeceğini sanması! İşte asıl gafil, bunlar! Seni hiç tanımamış olan gerizekâlı azmettiriciler! 

 
Seni ilk kez ustan Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda izlediğimde (60’lardaydı) neredeyse çocuktun... 70’lerde TRT’ye Perran Kutman’la birlikte yaptığın, güldürü ve eleştiriyi harmanladığınız o sımsıcak programlarda toplumun nabzını avucunun içine aldın... Hapse düşmen tiyatrodan değil, kitaptan! Savaş Dinçel’le, Cem Yayınları’ndan çıkan (1978) “Çizgilerle Nâzım Hikmet” kitabı yüzünden tutuklanıp hapishaneyi de okula çevirdiniz, önünüze geleni eğittiniz! 
 
Sonra yıllar boyu sinema, tiyatro, televizyon ve yazın yaşamın birbiriyle yarıştı… Ama yetinmedin!
1991’de tüm mal varlığını satıp “Müjdat Gezen Sanat Merkezi”ni (MSM) kurdun.
Hatta “Ücretsiz özel okul açmak YAS-SAK!” diye, (eğitim ücretsizdi) iki yıl boyunca hapis cezasıyla yargılandın da, sonunda beraat ettin. Beraat edince sevinçten olsa gerek bir de MSM Ormanı kurdun!
Yıllar içinde buradan yetişen gençler, günümüzün başarılı oyuncuları oldu. Hatta yeri geldi onlar da eğitmen oldu. O arada nice çocuk okuttun. Vatanını seven, aydınlık kafalı çocuklar yetiştirdin! 
 
E senden de korkulur be Müjdat! 
 
Okuyan insan istemiyor bu ülke, hâlâ anlamadın mı!.. 
 
Okuyan öğrenir. Öğrenince düşünür. Düşününce sorar. Yorumlar. Eleştirir. Tartar... Yalanla gerçeği; doğruyla yanlışı ayırmaya başlar!. Yani bir gün söylediğini ertesi gün inkâr edeni dinlemez olur. Bir öyle bir böyle fır dönenleri lanetleyiverir! Yani “aldatıldım” , “yanıldım” diye sallayanlara biat etmez olur! 
 
Okuyan, düşünen, tiyatro yapan, nitelikli müzik besteleyen, yorumlayan, dinleyen, sanatın zenginleştirici ve yaratıcı gücünden yararlanan, aydınlık, çağdaş insan istemiyor bu ülkeyi yöneten zihniyet... Daha anlamadın mı canım kardeşim.
 
Bak daha dün Kırmızı Kedi Yayınevi’nin camını çerçevesini indirdiler; dağıtımını yasaklattırdıkları Bahçeli’yle ilgili kitap yüzünden ... 
 
Bunca akademisyene savaş açmaları da korkudandır.
Hapishanelerin biat etmeyenlerle doldurulmuş olması da korkudandır.
Ve inan bana sevgili kardeşim, şu referandum tarihi yaklaştıkça korkularının daha da büyümesine hiç ama hiç şaşmıyorum. 
 
“Hayır” diyeceklere bedel ödetmek için ellerinden geleni yapıyorlar ve daha da yapacaklar. Korktukları için. 
 
Nefreti, öfkeyi, gerilimi, tehditleri, saldırıyı, pencere cam indirmeleri, senin sanat ve kültür merkezini kundaklamaları, korkudandır... KORKULARININ BÜYÜMESİNDEDİR. 
 
Ama canım kardeşim, Sevgili Müjdat, sen kendin dedin ya: “İçimizdeki bu Atatürk ve Cumhuriyet Ateşini” ne yobazın karanlığı ne de “evlerinde zor tutulan yüzde 50” söndürebilir... Bütün mesele korkmayanların çoğalmasında... 
Umarım gerçekleşir.


Zeynep Oral / CUMHURİYET

Müjdat Gezen’i ‘kundaklamak’ zordur! - EMRE KONGAR

Müjdat Gezen’i “kundaklamak” kolay değildir...
Bir efsane gibi anlatıldığına göre:
“Özgürlüğüne o denli düşkündür ki”, doğduğunda annesi bile onu “kundaklayamamıştır...”
Çünkü Müjdat elini ayağını özgürce oynatmaya, mimik ve jestleriyle mesajlar vermeye daha doğar doğmaz başlamış ve özgürlüğünden ödün vermediği için “kundaklanamamıştır”!
 
***
Büyük sanatçıdır...
Ama büyük sanatçı almaktan da öte “Büyük İnsan”dır!
Bütün yaşamını, sadece sanata değil, sanat eğitimine de vakfetmiştir...
Çağdaş Türkiye’nin ancak eğitimle ve sanatla ilerleyeceğine inanır...
Varını yoğunu yatırdığı Müjdat Gezen Sanat Merkezi MSM’de, yetenekli çocuklara bedava sanat eğitimi vermekle yetinmez...
Kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin bilmediği bir biçimde, sayıları da bilinmeyen yaşlı ve muhtaç sanatçılar için bakımevi yönetir.

 
***
Yurtseverdir, tam bir barışçıdır:
Teröristlerin son İzmir Adalet Sarayı saldırısında şehit ettikleri Polis Memuru Fethi Sekin’in çocuklarına ömür boyu eğitim bursu vermiştir.
 
***
Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne, benzin dökerek yapılan “Kundaklama” girişimi, bir bireyin alçakça bir münferit eylemi değildir:
Arkasında onu azmettiren bir medya ve bir siyasal görüş vardır; bir siyasal eylemdir!
Güvenlik güçlerinin, saniye saniye kamera tarafından kaydedilmiş olan bu saldırının faillerini ve azmettiricilerini bir an önce yakalamasını ve adalet önüne çıkarmasını bekliyoruz. 

***
Müjdat Gezen, o gün katıldığı bir televizyon programında, Cumhurbaşkanı’nın, Genelkurmay Başkanı’nın ve Belediye Başkanı’nın kendisini arayarak “Geçmiş olsun” dediklerini söylemiş, bu dayanışmaya teşekkür ederek, “bir yanlış anlama olmasın diye” arayanların isimlerini de belirtmiştir:
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ.
Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu.
 
***
MSM’ye düzenlenen bu “kundaklama” girişiminin Referandum süreciyle ilgili olarak, iktidar tarafından sürdürülen çatışmacı atmosferin bir sonucu olduğunu düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve Belediye Başkanı tarafından MSM ile gösterilen dayanışmayı ise toplumun Demokrasiye sahip çıkmasının bir işareti olarak algılıyorum.

Emre Kongar / CUMHURİYET

22 Şubat 2017 Çarşamba

‘Ben İslâm’ım!.. İslâm benim!’ - TAYFUN ATAY





İran’la şu ara yine “papaz olundu”. Yadırgamadık, hanidir alışığız çünkü bu ülkeyle böyle inişli-çıkışlı münasebete… Bir bakmışsınız İran baş tacı. Sonra bir de bakıyorsunuz İran yerin dibine geçirilmekte.
Bugünkü tablo aslında İslâm-içi güç ve nüfuz mücadelesinin bir tezahürü ve ezelden beri İslamiyet’in yayıldığı topraklarda karşımıza çıkar. Bu İslâm-içi mücadelede karşılıklı olarak en bilindik hamle de Müslüman rakibi “tekfir etmek”tir.
Tekfir, bir Müslümanı küfre, kâfirliğe, yani İslâm-dışılığa nispet etme, denk sayma ameliyesi… Haricîlerin ortaya çıkışından, dolayısıyla İslâmiyet’in erken dönemlerinden beri de karşımızda. Müslüman toplumu kendi kontrolünüze alma yolunda size rakip olanları devre dışı bırakmak için yaygın bir strateji bu. Körfez ülkelerini ziyarete giden Cumhurbaşkanı’nın Bahreyn’de yaptığı konuşmada İran’a yönelik sözlerine bakınca da bir “tekfir” kokusu almamak neredeyse olanaksız. Zaten İran’ın tepkisi ve iki gündür gerilen ilişkiler de bu yönde düşünmeyi teşvik ediyor.
Erdoğan, İran’ı Irak ve Suriye ağırlıklı Ortadoğu politikasında “Pers milliyetçiliği” yapmakla itham etti. Ardından bir dizi kalemşör de tabiri yaygınlaştırma yolunda harekete geçtiler. 


***
Hey gidi günler, gel de Erbakan Hoca’yı yâd etme!..
Tayyip Erdoğan’ın İstanbul İl Başkanlığı’ndan Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na yol tuttuğu Refah Partisi’nin genel başkanı olarak Necmettin Erbakan, iktidar şansı yakaladığı REFAHYOL hükümeti kurulur kurulmaz (28 Haziran 1996) ilk yurtdışı ziyaretini İran’a yapmıştı.
Tabii kıyamet de kopmuştu. Bir bakıma 28 Şubat (1997) darbesine giden yolda askere verilen ilk koz sayılmıştır bu.
O dönem durum böyleydi.
Ve İran, daha da öncesinden, 1980’lerden itibaren, şimdi “Pers milliyetçiliği” yaftasıyla onu adeta tekfirleyen İslamcı mahfillerin “mihrabı”ydı!..
O zamanlar, bırakın “Pers milliyetçiliği”ni, İran’ın Şiîliğinin dahi esamisi okunmuyordu. Bundan dem vuranlara, “İslâm devrimi”nden ve akabinde şekillenmiş “İran İslâm Cumhuriyeti”nden kamaşmış gözler eşliğinde parmaklar dudakların ortasına oturtularak sus işareti yapılıyordu!..
Bu ülkede İslâmî yayın patlaması da, İslâmcılığın güncellenerek iyice serpilip gelişmesi de 1980’lerden itibaren (iç-dinamik olarak “Türk-İslâm Sentezi”nin resmî ideoloji yapılması kadar) hiç mi hiç yabana atılmayacak bir dış-dinamik olarak İran devriminin coşkun dalgalarının sonucudur.
Tayyip Erdoğan’ların, Abdullah Gül’lerin ve aynı minval üzere diğer siyasal aktörlerin yükselişinin önü de bu süreçte açılmıştır.
***
Şimdi İran’ı “Pers milliyetçiliği” yapıyor diye tu-kaka etmenin sebebi ise yukarıda da işaret edildiği üzere Suriye batağına İslâmiçi bölgesel nüfuz mücadelesi bağlamında saplanmış olmak. 



Burada İslâm’ı kendi uhdesine almaya dönük hayatî bir “politik” ihtiyaç söz konusu tabii. O yüzden tıpkı IŞİD’i “DEAŞ”layıp İslâm-dışı kılma gayreti gibi, İran da “Pers milliyetçiliği” lafzıyla “tekfir” ve İslâm-dışı diye “tefrik” (ayırt) edilmeye çalışılıyor.
Bir yandan da İslâm bünyesinde basit, vasat ve geri tepmesi kuvvetle muhtemel bir “özcülük” pratiği bu. Yani, “Ben, ama yalnız ben İslâm’ı temsil ederim” demek… Diğerleri, İslâm adına yanlış, bozuk, sapkın örnekler demek…
Fransa Kralı 14. Louis’nin meşhur “L’État, c’est moi” (“Devlet, benim!”) sözünden, siyasal çerçevede cuk oturacak bir esinlenmeyle söyleyecek olursak demek istiyorlar ki:
Ben, İslâm’ım… İslâm da benimdir… Ve benden başka İslâm yok!..
Korkarım çok kötü geri tepecektir. Rakipler, kendi “gerçek İslâm”larıyla misillemede bulunurken sizin tarihinizde-coğrafyanızda yürürlükteki İslâm anlayış ve pratiğinin içinde “tekfir”e vesile ne bid’atler (dine aykırı uydurmalar) sıralayacaktır, düşünmek dahi istemiyorum!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bütçede müteahhit ödemeleri - ÇİĞDEM TOKER

Ocak ayı bütçe harcamalarına devam ediyoruz.
AKP iktidarı, inşaat sektörüne sağladığı kolaylık ve finansman yöntemleri ile siyasi ömrünü uzatıp tahkim etti. Apayrı bir uzmanlık ve zaman gerektiren konunun kısa özeti için bakınız büyük şehirlerin panoramik görünümü...
Bu yazıda bu panoramik görünümün bütçeye yansımasına bakacağız.
Maliye’nin açıkladığı verilerle birlikte, kamu yatırımlarını yürüten müteahhitlere bütçeden yapılan hakediş ödemeleri de ortaya çıktı. 

33.6 milyar TL hakediş
Ocak ayında müteahhitlere 250.4 milyon TL ödendi. Başlıkta “müteahhitler kral” dememin nedeni ise bu rakamın, geçen yılın aynı dönemindeki ödemenin iki katı olması: 2016 Ocak ayında müteahhitlere 128.6 milyon TL ödenmişti.
Yılın tamamına baktığımızda müteahhitlere yapılan toplam hakediş ödemesinde durum şu:
Ocak-Aralık 2016: 33.6 milyar Tl.
Bu tutar bugüne kadar yapılmış en yüksek ödeme değil. Rekor, 34.6 milyar TL ile, iki seçimin yapıldığı 2015 yılında kırılmış. Bu tutar, bir önceki yıla göre (2014) 5.5 milyar TL’lik bir artışa karşılık geliyor.
İki yılın ortak ve ilginç bir özelliği var: Devletin hizmet binaları yaptırmak için bütçeden müteahhide aktardığı para, her iki yıl da tekrarlanmış: 9.2 milyar TL.
Devletin inşaatla büyüdüğünü kanıtlamak için bundan güzel metaforlu kanıt mı olur?
Hizmet binaları için güncel veri olan ocak ayında 3.2 milyon TL ödendiğini görüyoruz. 

En büyük ‘diğerleri’
Bütçedeki “müteahhitlik giderleri” içinde, “diğerleri” başlıklı bir torba kalem var ki, en yoğun ödeme de bu başlıkta kayda geçiyor.
Misal, ocakta bütçeden hakediş için çıkan 250.4 milyon TL’nin 245.5 milyon TL’si “diğer” müteahhitlik hizmetleri için ödenmiş.
 
Nedir bu “diğer” diye, analitik bütçe rehberine baktığınızda; yol, kanalizasyon, hizmet binaları “dışında” kalan ödemelerin buraya dahil edildiğini görüyoruz. (Yap-İşlet-Devret projeleri kapsamında verilen garantilerin bu “torba”da olması muhtemeldir.
2016’daki hakediş tutarı olan 33.6 milyar TL’nin 13.3 milyar TL’si yol yapımına giderken 10.3 milyar TL’si, işte bu “diğerleri”ne gitmiş.) 
 
Müteahhitlik hakedişlerinde, hizmet binaları yapımındaki artış trendi dikkat çekiyor.
İçinde Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın, hastanelerin, camilerin de yer aldığı bu başlık, yıllar itibarıyla sırasıyla şöyle bir seyir izliyor:
2013: 6.5 milyar TL, 2014: 8 milyar TL, 2015: 9.2 milyar TL, 2016: 9.2 milyar TL.
Böylece, hizmet binaları için müteahhitlere yapılan hakediş ödemesi, dört yılda (2013-2016) 33 milyar TL’ye ulaşıyor.
 
Ocak ayı verisi, 2017’deki müteahhitlik hakedişlerinin büyüyeceğine işaret. Nitekim Türkiye Müteahhitler Birliği’nin (TMB) yayımladığı son İnşaat Sektörü Analizi’ndeki beklenti de bu tahmini doğruluyor. Raporda, kamu yatırımları ile kentsel dönüşüm sürecinin yurtiçinde inşaat sektöründe büyümeyi tetikleyeceği ifadesine yer veriliyor. 
 
Kamu yatırımlarına paralel olarak müteahhitlere ayrılan paydaki artışın, sıradan bir bütçe gelişmesinden fazlasını anlattığını ise iyi biliyoruz.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Liman şehre veda ederken - METİN CELAL


İstanbul’un en önemli özelliklerinden biri liman kenti olmasıdır. Karaköy Limanı’na gemilerle gelen yolcular Tophane’den başlayarak Pera’ya yönelerek şehre yeni boyutlar katarmış. Çokuluslu, çok renkli bir kent olmanın en önemli unsurlarından biri limanlar.

Doğuş Grubu ve Bilgili Holding’in gerçekleştirdikleri Galataport Projesi ile birlikte tarihi Karaköy Limanı tarihe karışıyor. 4.5 milyar lira yatırım yapılan projenin 2018’in son çeyreğinde tamamlanması hedefleniyor. Fındıklı’dan Karaköy’e kadar uzanan sahil tamamen inşaata açılıyor. Var olan binaların neredeyse tamamı yıkılıyor. Liman korunacak dense de yerine başta oteller, restoranlar ve ofis binaları olmak üzere birçok ticari bina inşa edilecek. İstanbul’un kalbinde yeni bir rant alanı yaratılmış oluyor. 


Galaport’la ilgili tartışlamalar 5-6 yıldır sürse de projenin neleri içerdiği, neyin korunup neyin yok edileceği anlaşılabilmiş değil. İstanbul’un görünümünü değiştirecek bir projede neler yapılacağını İstanbullular olarak bilmiyoruz. 2018’in sonunda Kadir Topbaş’ın Kanatlı Martı’sı ile birlikte Kabataş’tan Karaköy’e tüm sahilin görünümünün tamamen değişeceği anlaşılıyor.
İnşaat ve yıkımlar bir yılı aşkın süredir devam ediyor. Tophane’deki nargileciler, bölgedeki antrepolar yıkıldı, yıkılıyor. Kim bilir ne tarihi yapılar tarihe karışıyor, yok oluyor. Farkındalık için can alıcı yıkımlar olması gerekiyor.


“Binaların cephelerinde şehir siluetini bozacak yapısal değişiklik olmayacak” deniyor. Yani sadece dış cepheleri koruyarak binaları yıkacağız, diyorlar. Buna acı bir örnek olarak geçen hafta yıkılan Karaköy Yolcu Salonu’nu gösterebiliriz. Mimar Rebii Gorbon’un eseri olan bina İstanbul’un görünümünde simgelerden biriydi. Yapı, İstanbul’un ve Türkiye’nin ilk ve modern deniz yolcusu uğurlama ve karşılama salonu olma özelliğini taşıyordu. Korunması gerekirdi (bkz. “Galataport’a ilk tarihi ‘kurban’”, diken.com.tr). Konsorsiyum, yıktık ama tamamen aynısını yapacağız, diyor. Bu var olanı yok edip daha geniş inşaat alanı için imitasyonunu yapmak. Koruma Kurulu neden bu binayı korumadı diye sormuyorum. 


Yıkılacak binalardan biri de İstanbul Modern’in kullandığı antrepo. Galaport Projesi’nin bilinmezliği içinde bu binanın korunacağını sanıyorduk ama geçen yıl yıkılacağı ve başka bir yerde yeni bir müze binası yapılacağı açıklandı. Bu da antrepoların bulunduğu bölümde siluetin tamamen değişeceğini kanıtlıyor.


İstanbul Modern’in mimari projesi için müze tasarımında dünyanın en deneyimli mimarlarıyla görüşmelerin sürdüğü de belirtiliyor (bkz. istanbulmodern. org). Bu ünlü mimar “siluet bozulmasın mı” diyecek yoksa Topbaş’ın martısına bakarak “İstanbul’un en görünür yerine modern bir bina ile imzamı atayım” mı diyecek, göreceğiz. 


İstanbul Modern, yeni binasının inşası sürerken Karaköy Limanı’nın tarihi binalarından Paket Postanesi’nde faaliyet gösterecek. İstanbul Modern binasına anlamlı bir sergi ile veda ediyor. “Liman” sergisinde “19. yüzyıldan günümüze Türkiye sanatında deniz kenarında ve liman çevrelerinde gelişen kültürel ve toplumsal hayatı mercek altına al”mak hedeflenmiş. Çelenk Bafra ve Levent Çalıkoğlu küratörlüğünü yaptığı sergide Fausto Zonaro’dan başlayıp Cevat Dereli, Abidin Dino, Burhan Doğançay, Feyhaman Duran, Ara Güler, Nedim Günsür, Nuri İyem’den genç kuşak sanatçılara varan etkileyici bir seçki yapılmış.


4 Haziran’a kadar sürecek sergi için Theodosius (Yenikapı) Limanı’na dair arkeolojik çalışmalardan günümüze İstanbul kentinin tarihini limanlar üzerinden özetleyen zaman çizelgesi de hazırlanmış. Bu zaman çizelgesine dikkatli bakmakta fayda var. Galataport ile İstanbul’un görünümünün değişmez ve geri dönülmez bir şekilde nasıl değiştiği daha iyi anlaşılacaktır.


Metin Celal / CUMHURİYET

21 Şubat 2017 Salı

Herkesin HAYIR’ı kendine… - KEMAL OKUYAN





Referanduma gidilirken, karşımızda adlı adınca bir cephe var: Evet cephesi. Erdoğan ile Bahçeli arasındaki işbirliğinin örtülü kısmını bilemem, kimisi şantajdan kimisi ödülden söz ediyor. Ancak siyasal ve ideolojik açıdan bu iki aktör ve onların temsil ettiği toplumsal kesimler arasında yakın bir bağ mevcut. Hatta diyebiliriz ki, Evet’ler Osmanlı düşkünlüğünde birleşiyor. Cumhuriyet düşmanlığı yani...


Buradan doğrultusu belli, düpedüz gerici bir cephe çıkıyor; bunun tartışılacak tarafı yok.
HAYIR’da ise böyle bir ortaklıktan hiçbir şekilde söz edemeyiz. Anayasa değişikliğini kabul etmeyen kesimleri birleştiren olsa olsa Erdoğan’a dönük öfke olabilir ancak biliniyor ki, HAYIR’cılar arasında birbirlerine Erdoğan’a karşı öfkelerini unutacak ölçüde nefretle bakan unsurlar var.
Öyle olsa da, sandığa gidip HAYIR’ı tercih edecek, sonra aynı duygularla sonuçların açıklanmasını bekleyecekler.

Burada şaşırtıcı bir şey yok. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkıp çıkmayacağına karar verilen referandumda da böyle olmamış mıydı? “Çıkalım” diyenler arasında ırkçı-milliyetçi odaklar vardı ve emekçi halkın çıkarları adına Avrupa Birliği’ne üyeliğe karşı çıkan sol unsurlarla aynı tavrı aldılar.
Aldılar almasına da, bu bir işbirliği filan değildi. Farklı nedenlerle, iki seçeneği olan bir kavşakta aynı tercihi yaptılar.

16 Nisan referandumunda da aynısı olacak. HAYIR’da elmalar, armutlar, ayvalar toplanacak.
Bunda yanlış ya da şaşırtıcı hiçbir şey yok.

Yanlış olan HAYIR tercihlerine ipotek konmaya kalkılması, HAYIR'ların kişiliksizleştirilmeye çalışılması.

Efendim, parti adına çalışma yapılmasınmış. Solcular sokağa çıkınca ters etki yaratıyor, Erdoğan’a fazla yüklenince onu sevenler gıcık olup Evet’e dönüyormuş. AKP dememeli AK Parti demeliymişiz. Hatta kimilerine göre doğrudan HAYIR propagandası yapmamalı, alıştıra alıştıra söylemeliymişiz kararımızı… HAYIR’ların Erdoğan’ı da kurtaracağı iddiasını da herhalde duymuşsunuzdur.
Evet, bu kafa yapısı ile birlikte HAYIR’ların artması için uğraşacağız.

Ancak “herkesin HAYIR’ı kendine” diyerek!

Sakın şimdi “ne gerek var HAYIR cephesini bölmeye” diye diklenilmesin. Olmayan bir şey bölünmez. 15 Temmuz’da AKP koalisyonu içinde sert ve kanlı bir hesaplaşma yaşandığında, Amerikancı-gerici Gülen cemaatine karşı koymanın bir sürü onurlu yolu varken Erdoğan’ın yardımına koşturup Yenikapı ruhu diye bir şey icat eden biz değiliz. Öncesinde cemaatle flört ederek sözüm ona derin stratejilere bel bağlayan da biz değildik.

Referandumda utanarak-sıkılarak değil, gür bir sesle HAYIR diyeceğiz. HAYIR derken neye HAYIR dediğimizi de anlatacağız. Gerekçelerimizden utanmayacağız. Bu gerekçelere 16 Nisan akşamı HAYIR çıktığında fazlasıyla ihtiyaç duyacağız. Asıl mücadele o zaman başlayacak. Olmadı Evet’ler üstün gelirse, dünyanın sonu gelmeyecek, mücadele daha da keskinleşecek.

Ne dedik, herkesin HAYIR’ı kendine.

16 Nisan’da oylanacak olan Tek adam yönetimi değildir. Tek adam yönetimi ilkelliktir, reddedilmelidir, tamam. Ama tek adam yönetimine dayanmayan kötülükler, zorbalıklar, eşitsizlik ve adaletsizlikler ne olacak?

16 Nisan’da oylanacak olan makineyi dağıtmış olan AKP’dir, onun şefi Erdoğan’dır. Doğru, Anayasa değişikliği ile birlikte, Erdoğan’ın kişisel otoritesi memlekette her şeye maydonoz olacak.
Lakin soru şu: Aynı icraatlar bir değil, beş kişinin imzasını taşısa, ya da parlamentonun iradesini arkasına alsa meşru mu olacak?

Bu soruya yıllarca “evet” dendiği için ülke bu hale geldi?

Hırsızlığın, talanın, eşitsizliğin, sömürünün, savaş çığırtkanlığının, bilim ve sanat düşmanlığının, cehaletin meşruiyeti olmaz.

Başkanlık dekorunun önünde sorgulamamız ve reddetmemiz gereken bunlardır.

“Bunlarla uğraşmayın, hele bir referandumu atlatalım” diyenler bir kez daha AKP’ye yardımcı oluyor. İnsanlar aç, insanlar mutsuz, insanlar kaygılı. AKP seçmenin bir bölümü ekonomik zorluklar nedeniyle partisini ve Erdoğan’ı sorguluyor. Yine AKP seçmeninin bir bölümü dinselleşmede ipin ucunun kaçırıldığını düşünmeye başladı.

Ama çok büyük sorun o ki, AKP tabanında bu sorgulama ve soğuma gözlenirken AKP’ye oy vermeyenleri seçeneksizlik ve çaresizlik hissi her geçen gün daha fazla teslim alıyor. Özelleştirmeleri sineye çek, zorunlu din dersini sineye çek, grev yasaklarını sineye çek, tek adam yönetimine itiraz et!
E, bu inandırıcı olmuyor.

Herkesin HAYIR’ı kendine. Herkes bildiği yoldan, kendi amaçları için HAYIR’ları çoğaltsın.

Kemal Okuyan / SOL

Binali'nin mektupları - OĞUZ OYAN

Geçen hafta 16 Şubat tarihli Hürriyet'te 18-30 yaş arasındaki 15 milyon gence doğrudan isimleri belirtilerek ve Başbakan Binali Yıldırım'ın el yazısı ve imzasıyla hitap edilerek yazılacak "neden Evet" kampanyasına ilişkin bir haber vardı. Tam bunun kaynağı nereden sorusu sorulmaya başlanmışken, 20 Şubat Pazartesi günkü Hürriyet'te, CHP'li Divan üyesi Elif Doğan Türkmen'in yüksek iletişim giderleriyle kıyaslanmaktan çekinildiği için, 4,5 milyon liraya malolduğu belirtilen 15 milyon mektubun AKP tanıtım bütçesinden karşılanacağı ve posta masraflarını azaltmak için de daha çok İl Başkanlıkları üzerinden elden dağıtılacağı bilgisi basına servis edilmişti.

Bu konuya girmemiz, CHP'li Divan üyesinin milyon lirayı aşkın iletişim giderlerini mazur göstermek değil. Bir Divan üyesinin yeterince süzgeçten geçirilmeden o göreve getirilmesini veya kamu parasını kendi yerel politikası için kullandığının ortaya çıkmasından sonra dahi kendini haklı görüp görevinden çekilmeye direnmesini (veya onun direncinin Parti/Grup yönetimince en başından kırılamamasını) mazur göstermek hiç değil.

Bugünkü niyetimiz, önseçim sisteminin ve bunun doğurduğu "seçilememe" kaygılarının, bazı adayları gelecek yarışta öne geçmek için ne gibi adil olmayan yollara savurmaya zemin hazırladığını tartışmaya açmak da değil.

Derdimiz, adil olmayan seçim/halkoylaması süreçlerinin başını iktidar partisi çekerken, kamu parası sınırsız bir biçimde bu partinin kampanyasına harcanırken, medya çıkar ve baskı düzenekleriyle iktidarın emrine sokulurken, "Hayır" kampanyaları fiili yasaklarla engellenirken, değiştirilene kadar geçerli olan Anayasa hükümlerine (102, 103 ve 104. maddelere) aykırı olarak, üzerine yemin ettiği tarafsızlığını çiğneyerek "araziye" çıkmış Cumhurbaşkanı "Hayır" diyecekleri "gafil yalancılar" diye suçlarken, bütün bunların Divan üyesinin haberi kadar gündemde yer alamaması.
Şimdi 2011 seçimleriyle ilgili anımsatacağımız bir başka mektup olayının da gündem olamayacağını, Ahmet Hakan ve benzeri ayar verme/denge çekme yazarlarının köşelerinde yer bulamayacağını bilerek yazıyoruz bu yazıyı.

                                                                                    ***

2011 seçimlerine İzmir'e büyük bir saldırıyla girişmişti iktidar partisi. Haziran'daki genel seçimden hemen önce, 2 Mayıs 2011'de İBB Başkanı Aziz Kocaoğlu ve 129 belediye ilgilisine "yolsuzluk" suçlamasıyla operasyon yapılmıştı. (Bu davanın ikinci dalgası da 22 kasım 2011'de gelecekti). O zaman AKP+FETO bu işi birlikte kotarmıştı. Hedefe ulaşmak için her yol mübahtı.
Bu arada, İzmir'den aday gösterilen iki bakanın, biri Anayasa gereği istifa etmiş eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, diğeri Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İzmir'de Valiliğin tüm imkanlarını kullanarak seçim çalışmalarını yürütmeleri, yerel televizyonları ve basını adeta kendilerine tahsis ettirmeleri, bu arada seçim yasaklarına uymayacak şekilde işlem ve harcamalar yaparak İzmirli 2,9 milyon seçmene ayrı ayrı mektup yazmaları gözleri tırmalıyordu.

Bir başka örnek de, PTT'nin 305 posta dağıtım aracının, üretim bölgesi olan Marmara'dan İzmir'e getirilip büyük bir törenle sanki İzmir'e kazandırılmış gibi kampanya yapılması, ardından bunların yüzde 90'dan fazlasının gene Marmara Bölgesi'nin İstanbul, Bursa, Kocaeli ve Trakya'daki illerine karayoluyla sevkedilmelerinin kamuyu uğrattığı zararlardı. Binali Yıldırım, seçim sürecinde istifa etmiş bakan gibi değil de, Anayasayı fütursuzca çiğneyen bir eski bakan gibi davranmaktaydı. Bu iki konu hakkında 2 Ağustos 2011 tarihinde ayrı ayrı soru önergeleri vermiştim. (Meclis Başkanlığı'na geliş tarihleri 04.08.2011; esas numaraları, sırasıyla, 7/44 ve 7/45).

Meclis içi denetim yollarından sonuç alamadığım için, bir vatandaş olarak 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde sorularıma yanıt arayacağımı da kamuoyunun bilgisine 5.12.2011'de bir basın duyurusuyla bildirmiştim. Bundan sonrasında çok ilginç bir gelişme yaşanacaktı.
4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu çerçevesinde Başbakana ve  PTT Genel Müdürlüğüne sorduğum sorularıma iki ilginç ve çelişik yanıt geldi.

Başbakanlığın bu soruları yönlendirdiği bakanlıklardan Kültür ve Turizm Bakanlığı adına Ertuğrul Günay, kısa yanıtında, “seçim döneminde bütün seçmenlere değil, özellikle merkez ilçede örnekleme yoluyla seçmene ulaşılmaya çalışılmıştır. Organizasyon büyük ölçüde kampanyayı destekleyen arkadaşlar tarafından gerçekleştirilmiştir”  demektedir. Bu yanıt bizi tatmin etmediği için, “arkadaşların” kimler olduğunu ve örnek kitlenin kapsamını yeniden sorduk.


Buna henüz yanıt gelmeden, PTT’den ayrıntılı bir yanıt alacaktım. Yanıtta, “AKP 1. Bölge Mv. Adayı Kütür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile 2. Bölge adayı Ulaştırma Eski Bakanı Binali Yıldırım’ın mesajını içeren 2.904.485 adet gönderi, AKP İzmir İl Teşkilatından Ömer Cihat Akay ile yapılan 25.05.2011 tarihli sözleşme kapsamında PTT bünyesindeki Birleşik Posta Sisteminde basılıp, katlanıp, zarflanarak dağıtımı yapılmıştır” … “Bu doğrultuda 02.06.2011 tarihinde, İzmir Posta İşleme ve Dağıtım Başmüdürlüğü tarafından baskı bedeli (KDV hariç) 162.680.21 Avro ve dağıtım bedeli (KDV dahil) 278.830.56 TL toplam karşılığı olarak 720.000 TL öncelikli tahsil edilmiştir” denilmekteydi.

PTT'nin de bağlı olduğu Ulaştırma Bakanlığı'nın değişmez ismi Binali Yıldırım hiçbir yanıt vermeyerek bu konulardaki tecrübesini konuşturuyordu ama Kültür ve Turizm Bakanı benim sorularıma gerçekleri tamamen çarpıtarak yanıt vererek her ikisini de tam bir suçüstü haline düşürüyordu.

Bu ibretlik suçüstü olayının ikinci perdesi, 10 Ocak 2012'de benim Genel Kurul'da bu olayı anlatarak milletvekiline kasıtlı olarak yanlış bilgi veren ilgili bakanın  (ve bakanların) istifasını talep etmem üzerine yaşandı. (Bkz. 10. 01. 2012 tarihli Meclis Tutanakları). Ertuğrul Günay'ın sataşma üzerine cevap hakkını kullandığı sıradaki "bizi kıskanıyorsunuz, siz de yazsaydınız" gibi yanıtlarıyla hem pişkin, hem de savunma yapamaz durumda olduğundan acıklı hali, doğrusu bir koltuk için bu durumlara düşülür mü sorusunu orada hazır bulunan iktidar milletvekillerine bile sordutmuştu.
Büyük yara almanın etkisiyle daha sonraki günlerde AKP İzmir İl Başkanlığı üzerinden bana yanıt verilmeye kalkışıldı, ama her defasında daha büyük çelişkiler ve bulanıklıklar yaratarak...

                                                                                      ***

Kıssadan hisse: Türkiye'de siyasetin bir erdemi ve onuru olması gerektiğini bir kitlesel talep haline getirmek en öncelikli meselelerimizden biri olmaya devam etmektedir. Bu gereklilik AKP döneminde katbekat büyümüştür. Anamuhalefet partisi başta olmak üzere muhalefet partilerine bu konuda daha büyük sorumluluk düşmektedir. O yüzden hiç açık vermemek, iyi örnekler oluşturmak yükümlülüğü altındadırlar; aksi durumda iktidar partisinden hesap sormanın ahlaki düzlemini yitirirler. (Örneğin dün 17-25 Aralık'ın peşini hiç bırakmayacağız diyen Devlet Bahçeli, bugün bu ahlaki düzlemi yitirmiştir).

Sonuç olarak Binali, milyonalilere mektup yazmayı seviyor. Bunun finansmanını ve kamu kaynak ve personelinin bu işte kullanılıp kullanılmadığını milletvekillerinin sorularına bırakalım. Başlangıç noktası, halka yalan söylemenin suç sayılması olmalıdır. "Hayır" diyecekleri terör örgütleriyle işbirliği yapmakla suçlayan bir çarpıtma siyaseti, bu ülkeden bir daha başını kaldıramayacak şekilde sökülüp atılmalıdır.

Oğuz Oyan / SOL