4 Temmuz 2017 Salı

Aile İçi Evlilik! (I-II) - ÖZGEN ACAR


Hafta içinde akşamüzerleri TRT Haber kanalında “sağlık sorunları” konusunda önemli bir yayın yapılıyor. Programa katılan tıp adamları, kendi uzmanlık alanlarına giren sağlık sorunları konusunda izleyicileri aydınlatıyorlar.
Geçen hafta sonuna doğru Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Aydın Dalgıç da uzmanlığı ile bağlantılı konuda konuşurken bir ara şöyle dedi:
“Biliyorsunuz akşamları TV kanallarında din adamları konuşuyorlar. Önceki akşam, bu din adamlarından birine bir izleyici ‘Amcamın oğlu ile evlenebilir miyim’ diye sordu. Din adamının yanıtı ise ‘Elbette evlenebilirsin! Ben de teyzemin kızıyla evlendim!’ Şaşırdım kaldım!”
Prof. Dr. Dalgıç, daha sonra aile evliliklerinden sağlık sorunlu çocukların doğacağına dikkati çekti, izleyicileri bu konuda uyardı… Bu konuda uzman olan Hacettepe Üniversitesi “Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı”ndan Prof. Dr. Ayşegül Tokatlı’nın bilgisine başvurdum.
Prof. Dr. Tokatlı “aile içi evlilikten doğan çocuklarda görülen hastalığın adının ‘fenilketonüri’ olduğunu söyledikten sonra özetle şu bilgiyi verdi:
“Fenilketonüri kalıtsal bir metabolik (canlılarda enerjiyi sağlayan kimyasal değişimler) hastalıktır. Bu hastalıkla doğan çocuklar proteinli gıdalarda bulunan ‘fenilalanin’ adlı bir ‘amino asidi metabolize’ edemezler, sonuçta kanda ve diğer vücut sıvılarında artmış olan fenilalanin ve onun artıkları çocuğun gelişmekte olan beynine zarar verir ve çocuğun ileri derecede zekâ özürlü olmasına, sinir sistemini ilgilendiren daha birçok belirtilerin ortaya çıkmasına neden olur. Hayatın ilk birkaç ayı içerisinde fenilketonüri hastalıklı bebekleri, sağlıklı bebeklerden ayıran özellikler fark edilemez. Tedavi edilmeyen fenilketonürili çocuklarda 5-6. aylardan sonra zekâdaki gerileme belirgin hale gelir. Akranlarından farklı olarak oturma, yürüme ve konuşma gibi becerileri kazanamazlar. Beyin gelişimleri normal olmadığından başları da küçük kalır.”
 
Prof. Dr. Tokatlı, bu hastalıkla ilgili şu kıyaslamayı yaptı:  “Fenilketonüri Amerika’da ve birçok Avrupa ülkesinde her 30 bin yenidoğanda bir görülmesine karşın, ülkemizde 6 bin 500 yenidoğanda bir görülmektedir. Türkiye fenilketonüri hastalığının en sık görüldüğü bir ülkedir! Her yıl ülkemizde yaklaşık 200 çocuğun bu hastalık ile doğacağı hesaplanmaktadır.
Her 25 kişiden birinin hastalığı taşıyor olması ve ülkemizde akraba evliliklerinin yüksek oranda yapılması, hastalığın sık görülmesine neden olmaktadır. Türkiye’de her 100 kişiden 4’ü bu hastalık açısından taşıyıcı durumundadır.”
“Fenilketonüri, erken teşhis edildiğinde tedavi edilebilen bir hastalık olduğunu” da söyleyen Prof.  
Dr. Tokatlı şu bilgiyi verdi:
“Fenilketonüri hastalığı ile doğan bebeğin, beyni etkilenmeden, erken olarak tanımlanması çok önemlidir. Bu amaçla geliştirilmiş her yenidoğan çocuğa uygulanabilecek pratik, ekonomik bir deney vardır. Hayatın ilk günlerinde bebek ideal olarak 48 - 72 saat beslendikten sonra özel bir filtre kâğıdına alınan bir damla kan teşhis için yeterlidir. Sağlık Bakanlığı’nın ‘Yenidoğan Tarama Programı’ içinde fenilketonüri hastalığı da aranmaktadır.”
 
“Türkiye’de Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA)verilerine göre ülkemizdeki akraba evliliğinin sıklığı, yörelerimize göre yüzde oranları ekteki çizelgede görülüyor. 
 
Akraba evliliklerinden kaynaklanan ve çocukta zekâ geriliğine yol açan fenilketonüri hastalığını ilk olarak Norveçli doktor Asbjörn Fölling tanımlamış. Her yıl 1 Haziran, dünyada olduğu gibi ülkemizde de “Ulusal Fenilketonüri Günü” kabul edilmiştir. Yarın (28 Haziran) “Avrupa Fenilketonüri Günü”dür.
Ülkemizde fenilketonürili hastalara yardım amaçlı “Fenilketonürili Çocukları Tarama ve Koruma Derneği” ile “Fenilketonüri ve diğer Kalıtsal Metabolik Hastalıklı Çocuklar Vakfı (METVAK)” adlı sivil toplum örgütleri bulunuyor.
Bir din adamı televizyonda Türk halkına akraba evliliğini önererek bu tür hasta çocukların doğmalarının da yolunu açmış olmuyor mu? Bu din adamına dua yerine, beddua edilmez mi?

II

Salı günü bu köşede Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Aydın Dalgıç da uzmanlığı ile bağlantılı bir TV yayınında konuşurken bir ara şöyle dediğini yazmıştım:
“Biliyorsunuz akşamları TV kanallarında din adamları konuşuyorlar. Önceki akşam, bu din adamlarından birine bir izleyici ‘Amcamın oğlu ile evlenebilir miyim’ diye sordu. Din adamının yanıtı ise ‘Elbette evlenebilirsin! Ben de teyzemin kızıyla evlendim!’ Şaşırdım kaldım!”


***
Aile içi evliliklere Avrupa hanedanlarında sık rastlanır. Hanedanların yenidoğan çocuklarında çeşitli hastalıklar sıkça görülür. Bilim adamlarının “genetik” araştırmasında, “mavi kan” tutkunu Avrupa’nın en büyük hanedanlarından Habsburgların sonunu, “aile içi evlilik” takıntısının getirdiği anlaşıldı.
Cermen kavimlerinin yüzyıllardır peşinde olduğu ari ırk rüyasının çirkin kanıtı dudaklarda görülür. Habsburg belgelerinde, hanedanda kalıtsal olarak bu tür çenesi olmadan dünyaya gelen çocuklara üveymiş gibi davranılır, ama çenesi Habsburg ölçütlerine uyanlara büyük sevgi gösterilirmiş!
Hatta bu hastalığa sahip arşidükler, imparatorlar, hanedan üyelerinin portrelerinde çirkin dudakları düzgünleştiren ressamlara ceza verilirmiş!
Habsburglar’da alt dudağın renkli bölümün hemen altında, ileriye doğru uzanan bir çizgi ağzın bitiminde sona erer. Üst dudak ise yok gibidir ve ince bir çizgiyi andırır. Hatta alt dudağı bu şekilde olmayan bir bebek dünyaya geldiği zaman bazı hanedan mensupları “Anası bu çocuğu acaba başkasından mı peydahladı?” diye konuşurlarmış!
Türkçede “tavşan dudak” denilen, sağlıksız doğan çocukların bu hastalığına Batı dünyasında takma ad olarak “Habsburg dudak” denmesinin nedeni de budur.
Habsburg Hanedanının tarih boyunca en büyük rakibi Osmanlı oldu. 


***

Fatih’in ve Kanuni’nin gravürlerine, 2. Abdülhamid’in fotoğraflarına bakıldığında, görkemli burunları dikkati çeker. “Osmanlı burnu” denilen bu kocaman burun, Osmanoğlu ailesinin genetik mirası olup, aynı zamanda simgesidir.
Osmanlı padişahlarında bırakın aile içi evliliği, tam tersine anneleri yabancı kadınlardı. Osmanlı sultanlarının anneleri:
I. Murat’ın Bizanslı Horofira (Nilüfer) / Yıldırım Bayezid’ın Bulgar Marya (Gülçiçek) / Çelebi Mehmet’in Bulgar Olga / II. Murat’ın Vronika / Fatih Sultan’ın Sırp Despina (Hüma) / II. Bayezid’ın Fransız- Sırp Kornelya (Gülbahar) / Yavuz Selim’in Pontuslu Rum (Ayşe) / Kanuni’nin Polonya Yahudisi Helga (Hafza) / II. Selim’in Yahudi kızı Roksalan (Hürrem) / III. Murat’ın Yahudi Raşel (Nurbanu) / III. Mehmet’in Venedikli Bafo (Safiye) / I. Ahmet’in Yunan Helen (Handa), Genç Osman’ın Sırp Evdoksiya (Mahfiruz), IV. Murat’ın Sırp Anastasya (Mahpeyker), IV. Mehmet’in Rus Nadya (Turhan), II. Süleyman’ın Sırp Katrin (Dilaşüb), II. Ahmet’in Polonya Yahudisi Eva (Hatice), II. Mustafa’nın Rum Evemia (Emetullah), III. Ahmet’in II. Mustafa ile aynı anneden, I. Mahmut’un Aleksandra (Saliha), II. Osman’ın Sırp Mari (Şehsüvar), III. Mustafa’nın Fransız Janet (Mihrişah), I. Abdülhamit’in Fransız İda (Şermi), III. Selim’in Ceneviz Agnes (Mihrişah), IV. Mustafa’nın Bulgar Sonya (Sineperver), II. Mahmut’un Fransız Rivery (Nakşidil), I. Abdülmecit’in Rus Yahudisi Suzi (Bezm-i Âlem Valide), Abdülaziz’in Roman Besime (Pertevniyal), V. Murat’ın Fransız Vilma (Şevkefza), II. Abdülhamit’in Ermeni Virjin (Tirimüjgan), Mehmet Reşat’ın Arnavut Sofi (Gülcemal), Mehmet Vahdettin’in annesi Çerkes Henriet (Gülistan)… 


***

Türkiye’de 1980’lerde aile içi evlilik yüzde 20 iken, şimdilerde yüzde 24’e çıktığı için sağlıksız doğan çocukların sayıları da arttı. Aile ve Sosyal Politikalar ile Sağlık bakanlıklarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na kamuyu aydınlatma konusunda önemli görev düşüyor.
Tarihsel Miras…
Pazar akşamı saat 23.35’te bir arkadaşım CNN Türk’te “Tarihsel Miras’ın Korunması” konusunda bir açık oturum olduğunu söyledi. Konunun uzmanı 5 değerli konuşmacı bu önemli konuyu çeşitli açıdan çok iyi irdelediler. Ancak saat 01.35 olmuş yayın bitmemişti. Beni çok ilgilendiren bu yayını ister istemez uyumak için kapatmak zorunda kaldım. Çocuklara yönelik önerilerin de ele alındığı o saatteki açık oturumdan kafamda bir iz kalmadı. CNN bu konuyu değişik açılardan irdeleyen yayınları, erken saatlerde daha kısa süreli olarak sıkça tekrarlamalıdır.


Özgen ACAR / CUMHURİYET

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Bilim ya da din; teori ya da hurafe; 2 Temmuz Sivas ya da aydınlanma - İLKER BELEK

Dinin etkisi arttıkça nasıl düşüneceğimiz, yaşayacağımız, yaşamı nasıl anlamlandıracağımız gibi konular da önemli hale geliyor. Dünyanın doğusunda İslam; daha da doğusunda Taoizm, Budizm; batısında Evangelizm, Baptistlik gibi değişik Hristiyanlık dalları…
Dinin etkisinin artması; siyasallaşması, dünyayı yönetme inisiyatifine soyunması anlamına geliyor. Din, etkisini artırmak hırsıyla karakterize bir genetik şifreye sahip bulunuyor.

                                                                           *****
Dinin etkisi arttıkça din ile bilimin aynı geçerlilik düzeyine sahip oldukları iddiası da yayılıyor. Bu iddia dinin etkisini artırmak için özellikle ortaya atılıyor.
Gerçek ise tam tersi.
Bilim insanın en yakın çevresinden başlamak üzere dünyayı anlama ve değiştirme faaliyetidir.  İlk atalarımızdan başlamak üzere bizi tanımlayan temel özellik budur.
Avının peşinden koşan Homo Habilis’in davranışlarında da, atom altı ölçekteki Higgs Bozonu’nu verilendirmeye çalışan kuantum fizikçisinin pür dikkatinde de aynı dürtü mevcuttur: Gerçeğe olan mecburiyet ve tutku.
Bilim tüm insanlar için yaşamsal etkinliktir. İnsanlar suyun kaynama noktasına dair yasayı tam olarak bilmeseler de günlük hayatlarında onu kullanırlar. Suyu kaynatmak gerektiğinde hiç kimsenin aklına doğaüstü güçleri yardıma çağırmak gelmez.
Bilim bu anlamıyla her insanın amatör faaliyetidir. Doğanın, pratiğin içindedir. Bir ölçüde kendiliğindendir. Gereksinimlerden kaynaklanır. Gerçekliği kavramadan, hayatta kalmak, insan olmak mümkün değildir.
Her insan kendi yaşam alanı içerisinde zorunlu olarak diyalektik materyalisttir.
Din ise tamamen farklıdır. Din insanın insan olmakla alakalı bir özelliği değildir. İnsanların yaşayabilmek için dine gereksinimleri yoktur. İyi ve ahlaklı olmak, toplum olarak bir arada yaşayabilmek için dine ihtiyaç bulunmaz. Hatta çoğu kez tersi doğrudur: İnsanlığın gördüğü en büyük vahşetler her dönemde din adına gerçekleştirilmiştir.
Her din kendisine inanmayı şart koştuğuna göre farklı inançlara tahammülü yok demektir. Hoşgörüsüzlük dinde karakter özelliğidir.
Din insanın yaşamına bundan yalnızca 6000 yıl kadar önce dahil olmuştur. Öncesindeki 3 milyon yıllık dönemde insan tanrısız ve bu manada inançsız yaşamıştır.
Din toplumsal gelişimin belli bir evresinde, sınıflı toplum aşamasında, siyasetle eş zamanlı olarak, kralların marifetiyle, halk sınıflarını sömürmek için toplumların yaşamına dahil edildi.

                                                                           *****
Bilim ile dini aynı düzeye yerleştirenler aynı zamanda bilimsel düşünceyi küçümseyen, bilgi elde etmek için gereken disiplinli çalışmayla, üfürmeyi, boş inancı aynı kefeye koyan kötü niyetlilerdir.
Bilgi üretmek zor iştir. İki tür bilginin olduğunu söyleyebiliriz:
İlki doğanın içinde hazır olanın açığa çıkarılmasına ilişkindir. Örneğin yer çekimi, doğal seçilim ve kuantal ölçeğin hareketlerine dair bilgiler böyledir. Bu anlamda bilgi insanın zaten gözünün önünde belki de milyonlarca yıldır devam etmekte olan hareketin yasalarının keşfidir.
İkinci tür bilgi ise buraya dayanarak üretilen bilgidir. Yer çekimi yasasını keşfettikten sonra gökte uçacak uçaklar geliştirmemiz, doğal seçilimin farkına vardıktan sonra antibiyotiklere direnç kazanmış bakterileri yok edecek yeni ilaçlar keşfetmemiz, kuantal ölçeğin partiküllerinden yararlanarak tıbbi görüntüleme cihazları üretmemiz bu sınıftandır.

Bilgi üretimi gözlemle, veri toplamayla ve sonra bunların üzerine hipotez inşa ederek başlar. Bilim için her iddia ispatlanmaya muhtaç bir hipotezdir. Hipotezsiz bilim, gözlemsiz, gerçekliğe dayanmayan hipotez olmaz. Bilimde akıldan geçtiği gibi konuşulmaz. Kanıtsız konuşana insan denmez.

Hipotezi hurafeden ayıran şey test edilmeye cesaret gösterebilmesidir. Hipotez alçakgönüllüdür, böbürlenmez, ama kendisini feda edecek ve mevcut bilgilerimize bayrak açacak kadar da cesurdur.
Testi geçen hipotez yasa haline gelir, geçemeyen çöpe atılır, isteyen ona inanmaya devam edebilir, ama saçmalamış olur. Yasalar birleşerek daha kapsayıcı açıklayıcılığa sahip teoriyi oluştururlar. Teori geçerliliği kanıtlanmış epistemolojik bütünlüktür. Teorileşmiş bilgi artık boyun eğmez.

Bilimde inanmak diye bir şey yoktur. “Bana göre” türünden açıklamaların bilim dünyasında hiçbir kıymeti bulunmaz. “Bana göre”leriniz gerçekten de size göredir ve başka hiç kimseyi bağlamaz. Kutsal kitaplar, fetvalar bilimde anlam taşımaz.

Bu anlamda bilim katıdır, hiyerarşiktir, sınanmamış laflara pabuç bırakmaz. Bilimde halk çoğunluğuna dayalı demokrasi işlemez.

İnancın sorgulanmaz kabul edilmesine karşılık, yasa ve teoriler her daim sorgulanmaya açıktır. İnancın saçmalığı ile bilimin gücü bu özelliklerinden kaynaklanır.

                                                                            *****
Bütün bunlar AKP’nin ve O’nun yandaşlarının akıl ve bilim dışı yaklaşımlarını, din adına insanlık dışı işler çevirmekten sakınmayanların ruh hallerini anlamak için önemli.

Sivas’ı yakanlar, zamanında onların avukatlığını üstlenmiş olanlar, Ortadoğu’da ve dünyanın büyük merkezlerinde inançları uğruna katliamlar gerçekleştirenler aynı ideolojik zeminden, dinden besleniyorlar. Gerçekleri ve insanlığı kendi dar ufuklarında yok ediyorlar.

Bunların ideolojik referansları neredeyse belirsiz bir sınır çizgisiyle ancak birbirinden ayrılabiliyor. Din toplumda bir kez etki göstermeye başladığında, inanç adına nelerin yapılabileceği konusunda Sivas, Reyhanlı, Paris, Londra yalnızca birer ayrıntı olarak kalıyor.

                                                                             *****
Herkesin inanabileceğini, ama inandığını toplumsallaştırma hakkının bulunmadığını söylememizin de, eğitimin laikleştirilmesini insanın yaşayabilmesi için zorunlu görmemizin de, bilimin halklaştırılması gereğine sürekli vurgu yapmamızın da nedeni hep bunlardır.

İlker Belek /SOL

Hayvan, insan ve İslam - TAYFUN ATAY

Köpek, insanın en eski ve sadık dostudur. 
 
Günümüzden 12-15 bin yıl öncesinde, son buzul devrinin ardından yeryüzünde iklim değişimi koşullarında iki “hayvan”ın karşılıklı yardımlaşma ve işbirliğinin sonucu önü açılmış bir dostluktur bu. 
 
Yeryüzünün yeni ortamında “avcı-toplayıcı” yaşam sürdüren insanın en çok avladığı, buzul devri koşullarına uyarlı hayvanların soyunun tükenmesi, avcılık faaliyetini çok kısıtlı hale getirdi.
İşte bu şartlar altında köpek, kuvvetli koku alma duyusu ve iz sürme yetisi ile insana avlanmada yardımcı oldu. Buna karşılık insan da diğer yırtıcı hayvanlar karşısında köpeği koruma ve himayesi altına aldı. 
 
10 bin yılı aşkındır süren bu dostluğa köpek, hiçbir zaman ihanet etmemiştir.
 
İnsan ise sadece köpeğe değil, kendisiyle aynı biyolojik kompozisyona sahip diğer hayvanlara da, bunun yanı sıra “nebatat”a da (bitkilere, ağaçlara, ormanlara), nihayet “doğal” bir parçası, bağlısı, bağımlısı olduğu tabiata da ihanet etti. 
 
İnsanın bu ihanetinin itici gücü, “eşref-i mahlukat” ifadesidir.
Antropolojik tabirle “homosantrizm”, yani insan-merkezcilik...
İnsanın kendi dışında kalan canlılık âlemine yönelik yıkıcı tahripkârlığını dine dayanarak meşrulaştırmada ha bire önümüze konan o harcıâlem, hatta “bidat” ifadenin karşısında durmak gerekir: İnsan, “eşref-i mahlukat” falan değildir!..
Kur’ân’da hiçbir yerde “eşref-i mahlukat” ifadesi geçmez. (“Yarattıklarımızın birçoğuna onları üstün kıldık” ayeti de bu ifadeye karşılık gelmez.)
Buna karşılık Tîn Sûresi’nde, “İnsanları en güzel kıvamda yaratmışızdır. Sonra alçakların en alçağına döndürmüşüzdür” denmektedir.
Yani dinde bile insan, “yaratılmışların en şereflisi” sayılmak ne kelime, iyilik kadar kötülüğe de, güzellik kadar çirkinliğe de, doğruluk-dürüstlük kadar yalan-dolana da ve erdemlilik kadar alçaklığa da yatkın bir varlık olarak önümüze konmaktadır. 
 
Dolayısıyla “kedi-köpek sever” diye küçümsenip aşağılanan hayvan dostu insanlar karşısında “beton-sever”liğin dinen caiz kılınabileceği, “eşref-i mahlukat” diye bir tabir dinin özünde yok.
Bu tabirle aynı doğrultuda “Her şey insan için”, “İnsandan daha değerlisi var mı” gibi ifadelerle yıllardır orman, dağ, tepe, bayır demeden her yeri insana mesken kılma yolunda izlenen bu yıkıcı insanmerkezciliğin bedelini, insana binlerce yıllık dost hayvanlar ödüyor. 
 
Yaşadığımız mahalleler, çalıştığımız mekânlar, dinlenip tatil yaptığımız beldeler, diğer canlılar hilafına, bir bakıma hayvanlardan çalınarak insana mahsuslaştırılıyor.
Sonuç, sokakta, apartmanda, çalışma ortamında bir yanda (amiyane deyişle) “kedi- köpek tantanası” istemeyen “insan”lar;
Diğer yanda ise “Aslında biz yanlış yerdeyiz!” diye içten içe düşünen ve kendince belediye ekiplerinin şerrinden, çalıştığı yerdeki otoritelerin gadrinden, kendisiyle sitede, sokakta, işyerinde aynı hayatı paylaşanların nefretinden bu hayvanları korumaya çalışan bizler!..
İşte o “Biz”ler adına önceki gün Türkiye genelinde 80 farklı noktada 200 sivil toplum örgütünün desteğiyle eylemler gerçekleştirildi. 
 
Hayvan sevgisi olmayanın insan sevgisi hiç olmaz diye düşünenler, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılması planlanan değişiklikleri protesto etmek amacıyla cadde ve meydanlardaydılar. 
 
Hürriyet’te Fırat Alkaç’ın haberinden öğrendiğimiz üzere, Hayvanların Yaşam Hakları Konfederasyonu Başkan Yardımcısı Şebnem Aslan, yasa tasarısının hayvanları korumayacağını; ilçe belediyelerinde kısırlaştırma merkezlerine gerek görmediği için katliamlara yeşil ışık yakacağını; “itlafsever” belediyelere yaptırımlar içermediğini; ve hayvanlar üzerinde işkenceli deneylerin önünü açacağını belirtmiş. 
 
“Can dostlarımızı sürgüne, hapse, eziyet ve ölüme göndermeyeceğiz” sloganıyla yürüyen hayvan dostlarının şu mesajlarını içtenlikle paylaşalım: 
Hayvan, hak sahibi olan bir varlıktır! 
Hiçbir hayvan kaderine terk edilemez! 
Yaşam hakkı, tüm hakların üzerinde korunması gereken en kutsal haktır!.. 
 
Ve ekleyelim: Eğer şu âlemde insana bir “şeref” varsa, işte bu mesajlara riayetindendir!..
Aksi halde ortada “Eşref-i Mahlukat” ne kelime, tam bir “Eşed-i Mahlukat” (yaratılmışların en katısı, şiddetlisi) vardır.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Millet’ ve kimi spekülatif düşünceler - ERGİN YILDIZOĞLU

“Adalet” yürüyüşü, toplumda dünya basınında büyük ilgi çekiyor. Bu ilgi AKP’nin rejiminin, siyasal İslamın karakterinin, ülkede yarattığı kurumsal kültürel yıkımın boyutlarının anlaşılmasını kolaylaştırıyor. 

 
Yürüyüş AKP tabanında bile sempati topluyor, yandaş yazarların kafasını karıştırıyor, siyasal İslamın, inancını gerçekten ciddiye alan kimi yazarlarını düşünmeye zorluyor. AKP’nin, siyasal İslamın lider kadrolarının toplumun gerçeğini yadsımak için sığındıkları fanteziler artık saydamlaşıyor. Bu onları dehşete düşürüyor, marazi tepkilere yol açıyor. 
 
Biri “15 Temmuz’dan beri sabır taşına dönen milleti, daha önceki şımarıklıklarınıza sabreden millet zannetmeyin... 
Bu milletin sabrını bu kadar zorlamayın” diyor. 
Bir başkası. “Millete karşı yürüyorlar” diyor. 
Bu saçmalıklar o korkuların ürünü. Çünkü, gerçekte, “Millet” diye tanımlayarak kendileriyle özdeşleştirmeye çalıştıkları çokluğun sabrını, AKP liderliğindeki siyasal İslamın 15 yıl boyunca gittikçe artan şımarıklığı taşırmaya başladı. “Adalet için yürüyüş” bu durumun bir dışavurumudur!
 
Yolun sonundaki duvar
AKP, 15 yıldır yasaları, devletin biçimini değiştiriyor, kadroları, disiplin ve ceza araçlarını ele geçiriyor, toplumun günlük yaşamını dini ilkelere göre düzenlemeye çalışıyor, eğitim ve kültürü dönüştürüyor, “evrim” teorisini yasaklayarak bilimsel düşünceyi eğitimden kovmaya çalışıyor. Başlangıçta liberal entelijansiyanın, Batı merkezli dünya sisteminin liderliğinin desteğini almıştı, bu yürüyüşe kadar, “Gezi olayı” dışında ciddi bir muhalefetle karşılaşmamıştı, artık her istediğimi yaparım şımarıklığı egemen olmuştu.
Bu şımarıklık geldi, referandumda toplumun yarısından fazlasından oluşan duvara çarptı: Toplumun yarısından fazlası AKP’nin siyasi, kültürel hegemonyasını kabul etmiyor. AKP liderliğinin bu duvarı aşabilecek “kültürel ve ekonomik sermayesi” yok, bu duvarı yadsıyabilmek için kurguladığı “burası Müslüman ülke, millet Müslüman, biz Müslümanız öyleyse biz milletiz” fantezisi de artık işe yaramıyor, zor kullanmaktan başka seçeneğinin kalmadığının ayırdına vardıkça korkuyor. Bu korkuyla gittikçe artan oranda silahlanmaya çabalıyor.
 
Korkunun öbür boyutu
Radikal toplumsal dönüşümlerde (devrimlerde) sürecin bir aşamasında, dönüşümlerin getirdiği kazanımları tehlikeye atmak istemeyen kesim, dönüşümleri mantıksal sonucuna götürmeyi amaçlayan kesimi tasfiye etmek ister.
AKP liderliğinde başlatılan toplumsal dönüşüm süreci, kendi deyimleriyle “sessiz devrim” de siyasal İslamın egemen sınıfı dinci entelijansiyaya, siyasal İslamın hegemonyasını kabul eden sermaye kesimlerine önemli ekonomik, siyasi- kurumsal kazanımlar sağladı.
Ancak AKP liderliğinin bu “duvar” karşısında sergilediği marazi tavır, sermaye sınıfına, Müslüman entelijansiyanın bir kısmına eskisi kadar güven vermiyor.
Birincisi: AKP liderliğinin içerde, giderek daha fazla keyfiliğe, baskıya, şiddete başvurma, silahlanma eğilimleri; özellikle 15 Temmuz “şeyinden” bu yana devlet bürokrasinde, eğitim kurumlarında, ordunun bünyesinde büyük zaaflar yaratan tasfiyeleri; Kürt sorununu çıkmaza sokan, ülkenin doğusunu ekonomik olarak çökerten güvenlikçi, şoven politikaları, ekonominin gittikçe kırılganlaşması, ülkeyi hızla sert çatışmalara doğru sürüklüyor

 
İkincisi, dış politikanın sonu gelmez fiyaskoları, ülkeyi, egemen sınıfların geleneksel müttefiklerinden koparıyor, Avrupa ve Ortadoğu pazarlarını, dış finansman kaynaklarını kapatıyor, yalnızlaştırıyor. 
 
Bu iki gelişme, yalnızca kapitalist sınıfları değil, Müslüman entelijansiyayı da 15 yıllık kazanımlarını kaybetme, toplumsal kargaşa riskiyle yüz yüze getiriyor. Ya bu risk yeni siyasi olasılıkları gündeme getiriyorsa? 
 
Adalet Yürüyüşü bu anlamda da çok kritik bir zamanda başladı, yarattığı momentumu Maltepe’den sonra koruyacak yöntemler geliştirebilirse, bu olasılıkların gündeme gelmesini kolaylaştırabilir. Korkunun bir diğer boyutu da budur.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

2 Temmuz 2017 Pazar

Bihter, Fatmagül, Ece, Nuriye - TAYFUN ATAY

Sosyal medyada Cuma sabahlarına “CumanızMübarekOlsun”, “HayırlıCumalar”, vb. etiketler altında akan mesajların hâkim olduğu mâlum. Bu gayet anlaşılır, çünkü Türkiye’de dinsel hassasiyetin kendisini en yoğun dışa vurduğu ibadet pratiği, Cuma namazı... 

Gel gelelim geçtiğimiz Cuma bu “kural” bozuldu. 


Tam 10 yıl önce yayımlanmaya başlamış, 7 yıl önce de final yapmış “Aşkı Memnu” dizisi, sabah kuşağında haftalardır süren tekrar yayınının finaliyle sosyal medyaya damga vurdu ve Twitter “TT” (gündem konusu) listesinde birinci sırayı aldı. 



“Bihter”in (Beren Saat) yasak aşkına kendisine kıyarak acı şekilde son verişi karşısındaki duyarlılık, (7 yıl sonra bile) Cuma namazı muhabbetinden daha fazla dile dolandı!.. 


Müminleri Cuma namazında saf tutmaya davet tweet’lerinden daha fazlası, bir başka namazın saf tutulmuş görüntüleri için atıldı. 


“Bihter”in cenaze namazının!.. 


***

Önceki hafta sürdürdüğümüz bir tartışmayla aynı paralelde bir durum söz konusu gibi: Nasıl Kadir Gecesi’nde dinî programlar ve Kur’ân okuma yarışmasının finali değil de Survivor izlendiyse, bu Cuma da sosyal medya reytinglerinde “Aşkı Memnu”, “Hayırlı Cumalar”ı ekarte etti.
Dünyevi ilgi, uhrevi yönelimin önüne geçti. 


Belki kimileri için “acı ama gerçek”tir de bizce bu daha ziyade “eşyanın tabiatı”: Dinsel duyu, “dünyevi” sınırlılıklara ister istemez uğruyor. 


Din, elbette hayatın bir parçası, ama hayatın dinden bağımsız bir yanı, işleyişi, devinimi, tercihi de var. 


Survivor’dan “Aşkı Memnu”ya kadar açılan yelpazede bir dolu “veri”, bunu işaret ediyor.


***

Öte yandan “Aşkı Memnu”nun 7 yıl sonra bile böyle muazzam bir ilgiye mazhar oluşuyla eşzamanlı bir başka “veri” de beni farklı bir “efkâr”ın içine çekti. 

Bir dizi olarak “Aşkı Memnu”nun kalitesinde de, başarısında da en büyük pay sahibi olanlardan biri, Ece Yörenç


Yörenç, Melek Gençoğlu ile birlikte dizi film tarihimizde iz bırakmış yapıtlara can suyu veren, edebiyatın dizilerde akmasının, hatta dizilere devrinin önünü açmış bir senarist. “Yaprak Dökümü”, “Aşkı Memnu”, “Fatmagül’ün Suçu Ne?” bana göre bu bakımdan ilk elde sıralanabilecek yapıtlar. 


Elbette ötesi de var. 

Ece, şimdi de Sabahattin Ali’nin büyük eseri “Kürk Mantolu Madonna”nın sinema filmi uyarlamasına imza atmak üzere kalemini konuşturuyor. 


Ama o kalem, şu ara aynı zamanda insanlık adına bir onur ve namus imzası için de konuşturuldu.
Ece Yörenç, geçen hafta “Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ölmesin” isteğiyle kamuoyunun dikkatine sunulan ilanın altında imzası olan, aralarında sanat, edebiyat, müzik, film ve dizi dünyasından başka tanıdıklarımızın da bulunduğu 111 isimden biri. 


***

Popüler kültür alanı, politik mücadele alanından ne bağımsızdır, ne bu mücadele alanına kayıtsızdır, ne de onun baskısından azadedir.

Bu yüzdendir ki birileri referandumda “Evet” kampanyasına destek yolunda yüz görümlüğüne çıkarlar bu dünyanın içinden... Veya Hülya Koçyiğit gibi iktidardan yana ses verirler. 


Ama işte kimileri de iktidarca mağdur edilenlerin arkasında durma ve onların hak arama mücadelesine destek çabasıyla karşımıza çıkarlar yine aynı dünyanın içinden... 


***

Bir röportajında Ece, Vedat Türkali’nin büyük eseri “Fatmagül’ün Suçu Ne?” uyarlaması dizinin senaryosunu yazarken kurgu gereği “Fatmagül”ün (yine Beren Saat) tecavüzcüsü ile mahkemede karşılaşacağı sahne için bütün kadın derneklerine mesaj attığını belirtmişti. 

Kendi pankartlarıyla o sahnede yer almalarını teklif etmiş onlara... 


Ve “Fatmagül”le, sadece Türkiye’de değil (dizinin yayımlandığı pek çok ülke düşünüldüğünde) dünyanın her tarafında kadınlara “Susma” dedirttiğini de gururla eklemiş. 


Ece, şimdi de açlık grevinde korkunç bir “son”a gözlerimizin önünde adım adım yaklaşan “Nuriye” için herkese “Susma” diyor!.. 


***

Biz de ona diyoruz ki:“Kurban olam kalem tutan ellere!..”
 
Eminim o eller, şimdi imza attığı Nuriye ve Semih için de gün gelecek, büyük bir yapıta kalem tutacaktır! 


Görürüz o günleri!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Putin’in devrim korkusu - Nilgün Cerrahoğlu

Ülkeyi çok feci bir savaşa sokmuş, badireye sürüklemiş, nefesi tükenmiş bir imparatorluk; üstü çizilmek,  yerine niye acaba “özlemle” anılır? Neden “ideal olarak” yüceltilmeye ve baştacı edilmeye devam edilir? Ve edildiğinde bunun sonuçları ne olur? 
 
Weimar yolculuğum boyunca kafamda hep bu sorular vardı...
Almanya’nın 20. yüzyıl başındaki ilk demokrasi tecrübesi olan Weimar Cumhuriyeti’nin sonunu böyle işte gerçekte hiç var olmayan bir geçmişe... öykünme getirmiş.
Son yazılarımda anlatmış olduğum Weimar kentinde, 1. Dünya Savaşı sonunda kurulan “Weimar Cumhuriyeti” döneminde, Bismarck ve Bismarck’ı izleyen İmparator II. Wilhelm çağına hayranlık hiç bitmemiş.
Oysa ki Almanya’yı I. Dünya Savaşı’na sokarak savaş sonrası sefalete ve toprak kayıplarına yol açan bizzat bu imparatorluk olmuş.
Savaşın sonundaki Versailles Antlaşması’nın ağır şartlarının kabullenilmediği ve hazmedilmediği Weimar parantezinde, “eski günlerin” şaşaası unutulmamış. Almanlar geçmişi gerçekle örtüşmeyen biçimde idealize ettikleri için sonunda doğruca Hitler faşizminin göbeğine düşmüşler.
Savaşın sorumluluğunu “imparatorluk geçmişinde” arayacaklarına, hain “dış güçlere” bağlamışlar.
Hitler’i bu karanlık güçlere karşı kendilerini sarıp sarmalayacak, koruyacak ve Almanya’yı yeniden eski ihtişamına kavuşturacak bir kurtarıcı olarak görmüşler. 
 


Renkli devrimlerin anası
 
Brecht’in “Ne mutlu kurtarıcılara ihtiyaç duymayan halklara” demesi tam işte bu yüzden...
Tarihi böyle tersyüz eden araçsal çarpıtmanın son aşırı örneklerinden birine şimdi günümüz Rusya’sında rastlıyoruz. 
 
Malum bu yıl 1917 Ekim devriminin 100. yılı. Yalnız Rusya’yı değil dünyayı değiştiren ve 20. yüzyıla damga vuran büyük devrimin yıldönümünü kutlamalarla anmak yerine birkaç sergi dışında başka resmi hiçbir tören yapılmıyor. 
 
“Weimar Almanya”sında olduğu gibi zira, “Putin Rusya”sında da tarih baştan sona araçlara uygun biçimde yeniden yazılıyor. 
 
“Putin Rusya’sı”nın yeni anlatısına göre, Ekim Devrimi de “dış mihrakların marifetine” indirgeniyor. Devrimde kurşuna dizilen Çar II. Nikola’nın ipinin dış güçler sponsorluğunda çekildiği varsayılıyor. 
 
Son Çar’a son dönemde bu yüzden itibarı yeniden iade edildi ve de II. Nikola aziz mertebesine yükseltildi. 
 
Dünyanın gözü önünde yeniden yazılan tarih, Putin açısından çift katmanlı amaca hizmet ediyor: Bir yanda “tek adam, ulusun tek lideri” mitosu tahkim edilirken, bir yandan da... dün olduğu gibi bugün de Rusya’da renkli devrimler kurgulamaya çalışan “dış güçler”in planlarının sürdüğü ima ediliyor.
Ekim Devrimi böylelikle “tüm renkli devrimlerin anası” olmuş oluyor. 
 
Sovyet devriminin temel itici gücünün “sosyal adalet” arayışı olduğu halktan gizleniyor. Dün olduğu gibi bugün de Rusya’da çünkü sosyal adaletsizlikler devam ediyor. 
 
“Moscow Times”da misal... dün gördüğüm bir habere göre dünyanın en zengin petrol kaynaklarından birine sahip olan Rusya’da halkın yüzde 40’a yakını hâlâ temel ihtiyaç maddelerini karşılayamıyor.
 
Tarih isterikleşince
 
“74 yıllık devrim Rusya’sı”nın üzerine bu sebeplerle kalın bir perde çekiliyor. O tarihin içinden sade “istikrar ve büyük Rusya” fikrine hizmet eden “tek adam Stalincımbızla çekip çıkartılıyor.
Stalin’in insanlık suçları okul kitaplarından bir bir temizlenirken, kanlı diktatörün imajı ulusa “Nazizme karşı zafer kazanan biricik kahraman” kontenjanından yeniden pompalanıyor.
Bütün bunlara Putin’in hazzetmediği “devrim korkusu” eklenince, “1917 Ekim”inin niye yalnız sergilere ve akademik tartışmalara indirgendiği anlaşılıyor.
“Kremlin’in tüm adamları” başlıklı başarılı bir best-seller’a imza atan genç gazeteci Mikhail Zygar ne ki bunun bile Rusya’da bugün layıkıyla yapılamayacağını söylüyor:
“Bizde tarihi sükûnetle tartışmak mümkün değildir” diyen Zygar arkadan ekliyor: “Tarih Rusya’da çünkü çoğunlukla yalnız isterik şekilde tartışılır!”
Aklıma benim böyle başka ülkeler de geliyor ama yerim bitti.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Arap husumeti Arap muhipliği - ALİ SİRMEN

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, diplomatik incelikten, politik esneklikten yoksun “ismiyle müsemma” kalın açıklamalar yapıyor. 

İktidarın, tüm bölgeye yaklaşımına, hatta tüm dünyaya bakışına damgasını vurmuş şaşkınlıkla malul Katar politikasını savunurken şöyle bir söz sarf etmiş:
-Birileri bu süreçte Arap husumeti yaratmaya çalışıyor.
Daha sonra hızını alamayarak, boyunu aşan “analizler”e de yeltenmiş, Arapların
1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerden yana olduğu, Türkiye’yi sırtından hançerlediği iddiasının gerçeği yasıtmadığını, İttihat ve Terakki’nin bu iddialara malzeme taşıyan yanlış politikalar izlediğini söyledikten sonra, Araplarda bir zamanlar “Türkiye Batı sisteminin içine girdi, İslamı terk ederek gâvurlaştı” gibi önyargılar çıktığını, ama “Cumhurbaşkanımızın liderliğinin en önemli sonuçlarından birinin de bu efsanenin yıkılması olduğunu” söylemiş. 

Neresinden bakarsanız bakın tutarsızlıklarla dolu olan bu sözler, yine de iktidarın yanlış, Ortadoğu ve Arap politikasının hangi şaşkın zihniyetten kaynaklandığını göstermesi açısından ilginçtir. 

***

Arap ülkeleriyle ilişkilerimizde, Arap husumeti yaratmaya kalkışmak ne kadar saçma ise, ayran budalası gibi bir Arap hayranlığ peşinden koşarak, Kurtuluş Savaşı dönemi İngiliz muhipleri benzeri bir acınası Arap muhipliğine saplanmak da o denli biçareliktir. 

Aklı başında hiç kimse, bizimkiyle eşzamanlı olan Arapların uluslaşma sürecini, bunların İngilizler ile bir olarak bizi sırtımızdan bıçakladıkları yollu yorumlarla açıklamaya kalkmaz, çağın akımı olan bir sürecin normal sonucu olarak karşılar. 

Ama bu olayın, Osmanlı’nın son döneminde boy gösteren İslamcı ve Arapçı akımların bir çare olmadığını gösterdiğini de görmezden gelemez. İbrahim Kalın’ın iddia ettiği gibi, 1. Dünya Savaşı sırasında Arapların İngilizler ile bir olup Osmanlı’ya karşı cephe aldıkları gerçeğini yadsımak da, ancak acınası bir Arap muhipliği ile mümkündür. 

Osmanlı’nın Abdülhamit ile başlayan, Arap yanlısı ve Panislamist politikası da, bugünkü iktidarın Arap politikası gibi ideolojik saplantılardan değil, zorunluluklardan doğmuş, ama gelişen olaylar karşısında geçerli olmadığı anlaşılmış bir politikadır. 

Abdülhamit uzun süren saltanatı sırasında, Osmanlı’nın o güne kadar öncelik verdiği Rumeli’de barınamayacağını anlamış, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu topraklar ve Anadolu’yu kapsayan bir Osmanlı İmparatorluğu’nun daha mümkün olduğunu düşünmüş ve önceliği Arap ülkelerine kaydıran yeni bir politika oluşturmaya çalışmıştır. Tıpkı, olayların itmesiyle yönelinen Alman yanlısı politika gibi, pro Arap siyaseti de, İttihatçılar Abdülhamit’ten tevarüs etmişler ve iktidarlarının ilk yıllarında, imkânsızlığını kavrayana kadar sürdürmeye çalışmışlardır. 

***

Abdülhamit’in Pan İslamist politikası ise, Padişah’ın hilafeti İngiliz emperyalizmi karşısında, elinde tehdit olarak kullanabileceği bir koz olarak düşündüğü, pragmatist bir öğedir. 

Nitekim hilafet kozunu hep Demokles’in kılıcı gibi İngilizlerin başında sallayan ama tehdidi uygulamaya koymayan Adülhamit kendi yerine tahta geçen Mehmet Reşat’ın, Büyük Savaş başladığında, sancağı şerifi çıkararak, cihat ilan etmesini tarihi bir hata olarak yorumlamıştır.
Diyeceğim o ki, Osmanlı’nın Arap dünyasına bakışı bile bugünkü iktidar kadar yanlış bir ideolojik saplantıdan doğmuş değildi. 

Bugünkü iktidarın bölgenin bütün çıkmazlarına balıklama dalmış gırtlağına kadar batmış ve tüm aktörleri kendi çıkarları karşısında birleştirmiş görünüşte afur tafurcu, ama gerçekte aciz politikasını eleştirenler, bunu “Arap husumeti” yaratmak için yapmıyorlar. 

Onların haklı eleştirilerinin odak noktası, bu polikanın temelinde yatan acınası Arap muhipliğidir.
Aklı başında her TC iktidarı, Arap “husumeti”nden de “Arap muhipliği”nden de uzak durur.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Nafile cehalet turları! - Mine G. Kırıkkanat

New York eyaletindeki Rochester Üniversitesi, 2013 yılında Prof. Miron Zuckerman’ın yönettiği bir araştırma ekibinin “dindarlık ile zekâ ilişkisi” konulu sentez çalışmasını yayımladı.
Geçmişte konuyla ilgili yapılan 63 araştırmayı inceleyen ekibin vardığı sonuç, “dindarların inançsızlardan daha az zeki oldukları” yönündeydi. 


The Independent gazetesinin geniş yer verdiği araştırma sonuçları, Türkiye’de lafı dolandırmadan “Ateistler dindarlardan daha zeki” başlığıyla açıklandı. 


Sentez sonuçlarından biri, 1921’den beri IQ’su 135’in üstünde 15 çocuğu ömür boyu izleyen ve hâlâ devam eden bir araştırma, ortalama zekâ sahibi olup inançsız bir yaşam süren kişiler ölüm sürecine doğru imana gelirken; bu üstün zekâlı çocukların yaşamlarının sonuna kadar inançsızlıklarını koruduklarını ortaya koyuyor. 


Başka deneylere dayalı diğer sonuçlar da farklı değil. 


Deneklerin cinsiyet ve eğitiminin, inanç ile zekâ arasındaki ters orantıyı değiştirmediğini vurgulayan bilimci ekipteki üç psikolog, zekâyı şöyle tanımlıyor: Mantık yürütmek, öngörmek, sorun çözmek, soyut düşünmek, karmaşık fikirleri anlamak, çabuk öğrenmek ve deneyimlerden ders çıkarmak kapasitesi.
 

Zuckerman ekibinin sentezi, dini inançların mantık ve bilim dışı, doğrulanamaz ve kanıtlanamaz olmaları yönünden, “rasyonel anlamda zeki” kişilere çekici gelmediğini ileri sürüyor. 

***

Şimdi bir ülke düşünün ki, bir yanda Nobel ödüllü bilimci Aziz Sancar’ı ve geleceğin Sancar’ı olmaya aday daha nice üstün zekâlı milli değerler yetiştiriyor; öte yandan ümmi ramazan eğlencemiz Nihat Hatipoğlu ile kendisine “banyoda çıplak olarak yıkanılır mı” ya da “oruçluyken sigara içilir mi” gibi “hayati” sorular soran müminler üretiyor. 

Bu ülkeyi ceberut bir zihniyetle, kimseye hesap vermeden sömürmeye ve semirmeye devam etmek isteyen müptezel oportünist bir iktidar, sizce hangi tür insan yetişsin ister?
Mantık yürütüp “Sen kamu malını hangi yetkiyle talan edersin? Hangi yetkiyle tarımını tarumar eder, dışa bağımlı hale getirirsin? Kimin cebini doldurmak için askerimi zehirlersin? Doğacak çocuğumu nasıl borçlandırırsın” ve daha pek çok konuda hesap soracak, ceza kesmeye kalkacak akıllı insanlar mı?.. 


Yoksa “Uzaya çıkmak günah mı?”, 

“Erkeklerin kadınlar gibi babet çorap giymesi caiz midir?” diye soran erkekler ve  
“Gözümde sürme varken aldığım abdest geçerli mi?”, 
“Oruçluyken botoks yaptırmak orucu bozar mı?” türünden abesliklerle televizyona çıktım diye sevindirik olan kadınlar mı üresin ister?

***

Tıpta yapılan tüm devrimlerin, canlı varlıklara ilişkin tüm bilimlerin ilerlemesine temel olan Evrim Kuramı, ki Big Bang Kuramı’yla bir bütün oluşturur; okullardan işte tam bu yüzden kaldırıldı!
Çünkü AKP iktidarının, bu ülkeyi talan ve yağmaya devam edebilmesi için yemesi haram domuzun kalp kapakçığının, Evrim yok ve her canlı ayrı ayrı yaratıldıysa, nasıl olup da insan kalbine takılabildiğini sorgulamayacak mankafalara ihtiyacı var! 


Haram domuzdan insana organ naklini hangi Kuran, hangi ayet, hangi sureye dayanarak “helal” ilan edebildiği sorgulanmayan ilahiyatçı tayfaya daha da çok ihtiyacı var! 


Ülkenin besin bağımsızlığını sattığı uluslararası tohum şirketlerinin, Evrim kuramına dayanarak GDO’lu tohum üretebildiklerinin, çünkü genetik bilimin Evrim’in birebir kanıtlanmasından ibaret olduğunun BİLİNMEMESİNE ihtiyacı var, iktidarın. 


Biraz aklı ve vicdanı olanın, artık “milli eğitim” demekten utanç duyduğu bakanlığın; okul çocuklarına “muamelat” ve “ukubat” dersleri koyması da tam bu yüzden! 


Marmelat nasıl yapılır, hububat türleri (elbette Evrim sayesinde) nasıl ıslah edilir, nasıl korunur öğretselerdi, daha yararlı olurdu, ama hayır… 


***

Şeriat’ın ceza hukuku demek olan Ukubat’ın sıraladığı ve hepsi insanlık tarihinin ortaçağına göre düzenlenmiş (yoksa “yaratılmış” mı demeliydim?) suçlardan birincisi, zina…
Çünkü çağdışı iktidarın, Nihat Hatipoğlu’nun ağzına bakan çağdışı seçmenlere ve pipisini kukusunu keşfeden çocuk zekâsından bir gıdım ileri gidemeyen dişisi  

“Eşimin dayısı bana helal midir?”
erkeği ise “Komşu kızına yürümek günah mıdır?” sorularına yanıt arayan eblehlere ihtiyacı var! 


Zaten Nihat Hatipoğlu da tam bu yüzden YÖK üyesi yapılmadı mı?
 

Ama nafile… 

Su tersine akmaz.
 

Zekâ da su gibidir, yolunu bulur.
 

Seksen milyonluk Türkiye, bir avuçluk bedevi kabilesi değildir.
 

Cehalet bezirgânlığını er ya da geç, ait olduğu yer ve çağa gömer.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Çamlıca Kulesi kimleri zengin edecek? - ÇİĞDEM TOKER

Çamlıca’da her bakımdan iddialı bir TV/radyo kulesi yükseliyor.


“Her bakımdan” diye vurguluyorum. Zira yüksekliği, teknolojisi, donatıldığı yetkileri ve onun aracılığıyla dağıtılacak parasal kaynaklar bakımından, esaslı bir “iktidar aygıtı” daha yakında AKP rejiminin “alet çantası”na eklenecek.
O sebeple bugünkü köşeyi, farklı konulara değil yalnızca Çamlıca Kulesi’ne ayırıyorum. Yeni iktidar aygıtının “ağırlığı”nı, farklı yönleriyle anlatmak için.

***
 
Kulenin 221 metrelik beton kısmı tamamlandı. Üzerine parçalar halinde çelik anten ekleniyor. Beton aksamın çevresi, -Osmanlı’ya atfen- lale motifiyle giydirilecek. Bittiğinde, kulenin toplam yüksekliği 369 m’ye ulaşacak.
Bu yükseklikle de Eyfel’i geçeceği gururla takdim ediliyor.
Çamlıca Kulesi tamamlanınca 80 FM radyosu buradan yayın yapacak. “Görüntü kirliliği” yaratan irili ufaklı antenler kaldırılacak.

***
 
Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan, iki hafta önce kule inşaatında inceleme yaptı. Gazetecilere ayrıntılı teknik bilgiler verdi.
İnşaat haziranda bitirilecekti. Yetişmedi. Bakan Arslan gecikme nedenini, “Yapının çok özel olduğunu, kullanılan malzemelerin özel seçildiğini, bu çalışmaların ciddi zaman almasıyla” açıkladı. Şöyle dedi:

Yurtdışından siparişler

“80 FM radyo yayını burada yapılacağı için, vericilerin konulması gerekiyordu. Onunla ilgili süreçleri başlattık. Yurtdışından siparişlerimizi yaptık, onların imal edilmesi, gelmesi, yerleştirilmesi işlemi tamamlandı. Vericiler ve combiner’lar da geldi. (...) 10 günlük test süreçleri bittiğinde de 80 radyoya burada yayın yapabilecekleri vericileri kurmuş olacağız. Bunu RTÜK ile birlikte yürütüyoruz.”

Ulaştırma Bakanı, yurtdışına sipariş edilen verici ve combiner’lar konusunda kritik bir bilgi de sunuyor:“Çıkan maliyete bakanlık olarak PTT’nin kurduğu bir şirket aracılığı ile destek olduklarını, uygun şartlarda ve zamana yayarak radyocuların ödemelerini yaparak yayınları yapabilir hale geleceklerini” açıklıyor. 

Geçen sene yaptığı ziyarette, kulenin 170 milyon TL’ye mal olacağını bildiren Bakan Arslan, bu kez maliyet konusunda bir rakam vermemiş. Dolayısıyla 170 milyon TL’nin geçeri olup olmadığından emin değiliz.

Burj El Arab konforu

Bakan Arslan’ın Ulaştırma Bakanlığı olarak destek verdiklerini belirttiği şirketse, Kule Verici Tesisleri İşletim ve Teknolojileri AŞ.
Hani geçen hafta, olağanüstü yönetim kurulu kararıyla, kendi kendilerine imtiyazlar tayin eden bürokrat yöneticilerini duyurduğumuz şirket.
Hatırlatalım: Genel müdür, genel müdür yardımcısı maaşlarına ek olarak 5 bin TL ücret, 1. sınıf uçuş, beş yıldız ve “üzeri” konaklama.Yani misal, anten konulu bir Dubai seyehati çıkarsa, PTT ve Ulaştırma Bakanlığı bürokratları bu tanıma uyan 7 yıldızlı Burj El Arab’da kalma hakkını kayda geçirmişler, gazetede de yayımlatmışlar.
Bu ayrıcalıkların nedenlerini, yani kamu hukuku açısından hangi özverili hizmetler vererek bu imtiyazlara layık görüldüklerini geçen hafta sordumsa da yanıt alamadım. (Tıpkı Ulaştırma Bakanlığı alanına giren Hazine garantili köprü/otoyol garantileri konusundaki sayısız soruma yanıt gelmediği gibi.)
Sicil kayıtları, tamamı değilse de bazı sorulara kayda değer yanıtlar verir.

Kule gibi yüksek ‘amaç/konu’ listesi

Referandumdan dört gün sonra kurulan kule şirketi 50 milyon TL sermayeli.
Yarısını Türkiye Varlık Fonu (TVF) kapsamındaki PTT vermiş, diğer yarısını EPT Ticaret ve Sanal Mağazacılık AŞ (Bu şirketin ortağı Hakan Çevikoğlu).
- Şirketin “amaç ve konu”ları upuzun bir liste. O kadar ki, alfabenin harfleri neredeyse yetmeyecekmiş. V’ye kadar listelenen amaçlarda; anten sistemleri, kule tesis kurmak, karasal ortamdan lisans veya geçici yayın izni sahibi medya hizmet sağlayıcılara ait radyo ve TV ve isteğe bağlı yayın hizmetleri ile katma değerli hizmetlerin iletimini sağlamak, anten sistemleri ve verici tesisleri, yayın nakline yarayan yayın teçhizatını satın almak, kiralamak, karasal analog ve sayısal TV hizmeti, telsiz radyolink.

Dahası var: Restoran, otopark işletmek, gayrimenkul alıp kiralamak, sosyal mekânlar, AVM’ler kurmak.

Bu “konular”ın ise milyarlarca liralık ciroların akacağı gelir yaratan kaynakların dağıtılması, pay edilmesi anlamına geldiğinden şüphesi olan?
Hem de uzun yıllar boyunca.
Peki kim eliyle? Yöneticileri PTT ve Ulaştırma Bakanlığı bürokratları olan özel hukuka tabi bir şirket.
Biraz daha açalım: Yüzde 50 ortağı PTT olan bir şirket düşünün: Bir yandan, tereddütsüz kamu hizmeti olan karasal ve dijital TV yayıncılığı radyo yayıncılığına dair sahiplikleri, hakları belirleyecek; öte yandan, falanca restoran işletmesini A şirketine, fişmanca otoparkı da filancanın baldızına verme hakkını elinde tutacak...
Bu büyük kararlara da PTT ve Ulaştırma Bakanlığı bürokratlarından oluşan yönetim imza atacak. Bana çok ilginç geldi.

Hani Sayıştay denetimi?

Çamlıca Kulesi’nden çıkacak yeni zenginleşme alanlarının dağıtımında, beş kişilik bürokrat heyetinin tek tayin edici olması beklenemez.
Kararların ardında “siyasi irade” bulunması tabiidir.
Peki kendisi de TVF kapsamında bulunan PTT’nin kurduğu bu şirketin yaptığı harcamalar, aldığı kararlar, dağıttığı kaynakları kim denetleyecek?

Özel hukuka tabi bir AŞ olan Kule Verici Şirketi, Sayıştay denetimine tabi mi? Eğer tabi ise son yönetim kurulu kararında yayımlanan Shen Elektronik’ten satın alındığı belirtilen “FM verici ve soğutucu sistemlerin temini, montajı ve devreye alınması sözleşmesi”nin bedeli nedir?
Bu satın almada Shen Elektronik şirketini kim, neden belirledi? Şirket, bahse konu teknolojik sistemler konusunda yetkin mi? İş bitirme belgeleri var mı?

Şirkete ne kadar ödeme yapıldı? Geçen yıl açıklanan 170 milyon TL’nin ne kadarlık kısmı bu sistemlerin maliyetini oluşturuyor? Bakan Arslan’ın söz ettiği “yurtdışı siparişler” bu şirket tarafından mı tedarik edildi?

Çamlıca’ya Paris’teki Eyfel’i geçecek yükseklikte bir TV/radyo verici kulesi kuruyorsanız, kamusal bir iş yapıyorsunuz demektir. Kamusal bir iş yapıyorsanız, hizmetleri özel hukuka tabi şirket eliyle sunsanız da işlemler hesap vermeye açık olmalıdır.
Zira, şirket eliyle dağıtılacak ve dar bir gruba servet aktaracak bu kaynakların başlangıç finansmanı kamu kaynaklarıdır.
PTT’nin koyduğu sermayeyi kastediyorum. Vergilerimizi yani.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Aydın yalnız kendine ihanet eder - ORHAN GÖKDEMİR

Aziz Nesin’le tanışma onuruna sahip oldum. Toplumsal Kurtuluş’un fırtına gibi estiği zamanlar, hevesli ve genç bir gazeteciyim. Yalçın Hocanın isteğiyle Maçka’daki çalışma ofisine gittim, konu neydi hatırlamıyorum. Ufak tefek, ak saçlı bir adam karşıladı beni. Ülkenin en üretken, en inatçı, en aydınlık insanlarının birinin karşısında olduğumun bilincindeydim.

Turan Dursun’u tanıyamadım. Ama daha ilk yazılarında evrenimize yolu kazara düşmüş bir uzaylı gibiydi Turan Dursun. Dinin ta içinden ve en altından geliyordu. Okuya okuya inançtaki hurafenin kokusunu almış, aldıktan sonra baktığı her yerde o hurafelerin izini sürmeye başlamıştı. Öfkeliydi insanın din ile kandırılmasına, yakaladığını tepeliyordu.

Aziz Nesin Sivas’ta yobaz yangınından kıl payı kurtuldu. Turan Dursun’u resmi tabancalı yobazlar öldürdü. Aydınlanma mücadelemizin iki yiğit savaşçısıdır.

Toplumsal gelişme mesafe aldıkça dinle ilişki zayıflar, dinle bağı kopmuş insanların sayısı artar. Tarihin mantığına uygundur bu. Bizde tersi oluyorsa, sistemin, içindeki insanları doyurmamasından, gerekli eğitimi vermemesinden, daha kötüsü varlığını sürdürmek için hurafeye muhtaç olmasındandır. İşte sonuç ortada; din yayılıyor, ahlak azalıyor. Sınırsız bir sömürü, uçsuz bucaksız bir eşitsizlik hüküm sürüyor ülkede. Acı çekenlerin sayısı arttıkça dinin dozu da arttırılıyor. Ama artık sınırdayız, bünyenin bunu daha fazla kaldıramayacağını herkes görüyor. Bağımlı doz aşımından öldü ölecek…

***

Nesin Çiftliği Aziz Nesin’in en faydalı eserleri arasında. Bugüne kadar pek çok muhtaç çocuğun yetişmesini sağladı. Biliyorum hepsi pırıl pırıl çocuklar olarak geldiği çiftlikten pırıl pırıl yetişkinler olarak ayrıldı.  Annem inançlı bir kadındı, hali vakti oldukça kurban kesmeye özen gösterirdi. Bir gün alıp çiftliğe götürdüm, çocuklarla tanıştırdım. Her kurbanda birlikte ziyaret ettik çocukları.
Herhalde o çiftliğin havasını solumuş çocuklardan en sorunlusudur Aziz Nesin’in oğlu. Ülkeye döndüğünden bu yana söylediği sözde, takındığı tutumda hep bir tuhaflık var. Hâlbuki matematikle, resimle, desenle uğraşıyor. İnsan, bu uğraşları arasında hiç olmazsa babasının bir iki kitabını da okumuş, anlamış olmasını umuyor. Kendisi için değil bu temennim, bizim için. Zira aynı zamanda Aziz Nesin’in kitaplarını basıp yayan Nesin Yayınlarının da yönetmeni. Bir sürü unvanı, bir sürü uğraşı var. Profesör, öğretim üyesi, bir iki vakfın yöneticisi. Yazarken hata yapmamaya çalışıyorum. Atladığım bir şey olmasın diye araştırdım. Malum Wikipedia kapalı. Taradım, biyografisini buldum. Yukarıdaki bilgileri Akit gazetesinin sitesine borçluyum.

Bu ağır karanlık dönemin içinden geçerken “aydın portresi” yazıyorum ve yazdıkça utanıyorum. Geçenlerde çıktı, “Bugün olsa yine ‘yetmez ama evet’ derim; keşke Atatürk kolay idare edilir bir cumhuriyet bıraksaydı” dedi. Belli ki “idare edilebilir cumhuriyet” konusunda kafa yormuş aydınımız. Cumhuriyetin kuruluşunda büyük yanlışlar yapılmış, özerk bölgeler olsaymış sonuç böyle olmazmış, dediği bu. Bu çocukça lafları, başka bir çocuklukla tamamladı, “hayırcılara” Cumhurbaşkanı adayı olarak bir islamcıyı, Levent Gültekin’i önerdi. Tepki gördü haliyle. Tepkilerin çoğu, saçma sapan fikirlerine değil, bunları Aziz Nesin’in oğlu olarak söylemesineydi.

Böyle bir sorumluluk yüklenebilir mi kendisine emin değilim. Babasıyla ilgili yargıları da en az diğer söyledikleri kadar tuhaf zira. Diyor ki o söyleşinde, “Cumhuriyet kuşağı başka, Cumhuriyet rejimi başka. Babam da Cumhuriyet kuşağıydı örneğin. Cumhuriyet için canını dişine takan biriydi. Peki, bu Cumhuriyet rejimleri babama nasıl davrandı? Büyük kapitalistler dışında, bu iktidarlar hangi kesime iyi davrandı? Solcular, aleviler, Kürtler, İslamcılar, milliyetçiler, her kesim çekmedi mi bunlardan?”
Bu yarım yamalak cumhuriyet tanımından derin bir cumhuriyet düşmanlığı devşirmiş, belli. Ha bire AKP’yi “askeri vesayeti kaldırdığı” için övüp duruyordu. Şimdi “kaldırdı ama başka bir vesayet kurdu” diye yakınıyor. Ama dediğine göre AKP yine de kötünün iyisi. Neden? Seçimle değiştirilebilirmiş AKP.

Nasıl bir yanılsama içinde olduğunu sadece bu cümlesinden anlayabilirsiniz. Seçim mi kaldı birader? Bu sözlerinden dolayı ağır bir biçimde eleştirilince ısrar ettiğini göstermek için Dil Tarih Coğrafya Fakültesi binasına ve binadan dolayı da Mustafa Kemal’e ağır laflar etti yine. Hakkı, beğenmez. Ama bu arada ülkenin her yanı tuhafazakar AKP mimarisi ile örüldü. Tuhaf alışveriş merkezleri, şehre tecavüz eden gökdelenler, kimsenin geçmediği köprüler, ormanı çöle çevirip üzerine imal edilen havaalanları dolu ülke. O gidip Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi binasına laf etti. Dil çürük dişe gidermiş…

Türkiye Aydınlanmasının bir abidesidir DTCF. Devrimci Cumhuriyete bir yeni halk yaratma ütopyasının ete kemiğe bürünmüş halidir ve buna sosyalist bir mimarın ete kemiğe büründürdüğü bina da dâhildir. Eksik veya fazla, doğru veya yanlış, DTCF bizimdir.
Karşı devrim geldi üstüne, DTCF’nin etkisini kırmak için, İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ni kurdular. DTCF’de kurgulanan Anadolu halklarının mirasçısı ve Avrupalı Türk kurgusundan, Edebiyat Fakültesi’nde kurgulanan Orta Asyalı köklere yatay geçiş yaptık böylece. İlginç bir mücadeledir, bakmasını dilerim. Binalara kimliğini veren içinde olup bitenlerdir, öğrenir. Tıpkı Nesin Çiftliği gibi…

***

Ama uyarayım Ali Nesin’i Ali Nesin’e bakarak çözemezsiniz. Daha saf hali yol arkadaşı Sevan Bedros Nişanyan’dadır. Marx’ın özet Grundrisse çevirisinden hatırlayacaksınız. Olağanüstü bir zekâdır Nişanyan. Pek çok dile vakıftır, kalemi kıvraktır. Yale ve Columbia Üniversitesinde dirsek çürütmüştür. Bilgisayar işiyle iştigal etmiş, bu konuda yazacak kadar uzmanlaşmıştır. Ama her nasılsa Marx çevirisi ile başladığı yazma kariyerini seyahat ve otel rehberi yazarı olarak sürdürmeyi tercih etmiştir.

Neden böyle bir tercih yapar insan? Şöyle anlatıyor: “1978-79 gibi, Fransız, Rus ve Çin devrimlerinin analiz edilmesi sonucu devlet otoritesinin nasıl yıkılacağı, tahrip edileceği konusunda epeyce fikir yürüttüm. Soldan kendimi erkenden kurtarmayı başardım. Fakat temel yaklaşımım değişmedi. ‘Girme artık bu lüzumsuz adamlarla kavgaya’ desem de, kendimi zapt edemiyorum. Ahmakla mücadele etmek, kendine saygı duymanın şartıdır.” Sonuç: Taraf yazarlığı ve Liberal Demokrat Parti milletvekili adaylığı. O arada yazdı “Yanlış Cumhuriyet” adlı kitabını. Sol düşmanlığı, mantıki olarak varacağı yere, Cumhuriyet düşmanlığına vardı.

İki kere başı derde girmiş Cumhuriyetle söylediğine göre. Birincisi 1986’da, askerdeyken Ali Nesin’le birlikte tutuklanmışlar. İddia komünizm ve bölücülük. Sonuncusu üç-beş yıl önce Şirince’de sit alanında kaçak inşaat yapmaktan. Israrcı olunca birkaç ceza almış aynı suçtan. Hala içeride gün sayıyor.

O kadar çarpılmış ki tarihe bakışı, mevzuata aykırı inşaat yapmaktan ceza almasına rağmen, bunu da Taraf’ta yazdığı için Ergenekon bağlantılı bir takım çevrelerin marifeti sayıyor. Şöyle diyor: “Burada Türkiye Cumhuriyeti devleti otoritesine yönelik bir saldırı var! Bir savunma refleksi göstermeleri doğaldır. ‘Allah’a, Peygamber’e laf etti’ diyerek bir Ermeni’yi hapis yatırmak sıkıntı doğuracağı için buradan yatırıyorlar. Boynumuz kıldan ince deyip hapse girdik. Ama cezayı artırdıkça artırdılar.”
Bunları şunun için aktardım. İkisi de Kenanizmle Kemalizmi ve laik Cumhuriyetle faşist Cumhuriyeti birbirine karıştırıyor. Monarşiyi ve onun üzerinde durduğu dini temelleri yıkan şeydir Cumhuriyet. Ne Kenan’la, ne de Tayyar’la ilişkilidir. Korkut Hocanın dediği gibi Türkiye’de aydınlanmacılığı Kemalist Devrim temsil eder. Ona düşman olmak aydınlanmacılığa düşman olmaktır.

***

Dediğim gibi, bu ağır karanlık dönemin içinden geçerken “aydın portresi” yazıyorum ve yazdıkça utanıyorum. Örnekleri çok.
Celal Şengör, parlak bir bilim adamı. “Dışkı yedirmek işkence değildir” dedi önce. Sonra Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ı eşkıya ilan etti. Ardından evrim teorisi çürümüştür diyen Numan Kurtulmuş’a tepki gösterdi, “Evrim teorisine çürümüş demek cehaletin daniskasıdır” dedi.
Ali Nesin, "İnsanlara dışkı yedirmek işkence değil" diyen Prof. Dr. Celal Şengör’e tepki gösterilince çıkıp açıklama yaptı, "Celal Şengör ne yapsa, ne etse de bizim değerimizdir. Fazıl Say da, Orhan Pamuk da öyledir. Bu kişilere öyle ağız dolusu laf edemezsiniz" dedi.

Aziz Sancar’ın “Ben Allah’a inanıyorum isteyen de evrime inanır” dediği söylenince hepimiz inanma eğilimi gösterdik haliyle. Sonra çıktı, öyle söylemediğini belirtti, “Evrim gerçektir, inanç konusu değildir” dedi. Sancar Nobel ödüllü bir bilim adamı. Ödülü aldıktan sonra Ülkücülerle görüştü, Saray’a çıktı ve götürüp Anıtkabir’e hediye etti. İşte size nevzuhur üç “aydın” portre…
Yaşamı tutarsız olanda akli tutarlılık aranmaz. Ne eğitim meselesidir tutarlık, ne aile, ne soy, ne sop. Sınıfsal bir vakadır bu.
Aydın o yüzden yalnız kendine ihanet eder.
Cumhuriyet kuşağıydı Aziz Nesin, Yoksul halkın yanında tutmuştu safını. O saftaki yoldaşlarının çıkarının laik Cumhuriyette ve aydınlanmada olduğunun bilincindeydi. En nefret ettiği de o fukara halkın din ile aldatılmasıydı.

***

Türkiye ağır bir karanlığın içinden geçerken büyük bir aydın kırımı da yaşıyor. Azalıyor aydınlığımız. Ama denildiği gibi karanlığın en derin anı aydınlığın eşiğidir.
Aydınlanma Hareketi, pek çok imzacısının ve katılımcısının katkısıyla bir “Aydınlanma Kitabı” hazırladı. Yazılama Yayınları son rötuşlarını yapmak üzere. Aziz Nesin’e ithaf ettik kitabı. Onurumuzdur.

İnsan tükenmez!

Orhan Gökdemir /SOL 

Bize önce ‘insaf yürüyüşü’ lazım - Nilgün Cerrahoğlu

“Dün gece Atatürk’ü rüyamda gördüm; inan’ın Kemal Bey’den şikâyetçiyim’ dedi. ‘Kurduğum partiyi ne hallere düşürdü’ diye de ekledi. Hayırdır inş.”
Burhan Kuzu’nun Twitter hesabından paylaştığı son not -dokunmadan aktarıyorum, bu
Koskoca anayasa profesörü anamuhaletin Adalet Yürüyüşü’yle böyle dalgasını geçiyor. 
 
“Ekşi Sözlük”te geçende okuduğum ve beğendiğim bir yorum vardı: “Her şey bu ülkede şaka gibi. Ama komik değil!”
 
Kuzu’nun tweet’i de böyle: Şaka gibi… ama komik değil. 

 
İnsanlar 40-45 derece sıcakta yürüyor ve 16. günün sonunda tırnaklarını kaybediyorlar. Ayakları, topukları su topluyor. 70’ini, 80’ini geçen belli bir kesim duyarlı insan yollara düşüyor. Kimi ciddi sağlık tehdidi yaşıyor. Yolda fenalaşanlar, kalp spazmı, kalp krizi geçirenler ve yaşamını yitirenler oluyor. 
 
Burhan Kuzu sözde hâlâ laf sokmakla ve matrak geçmekle meşgul. 
 
Kuzu gibi…“hukukçu” olan bir iktidar milletvekilinin bu alabildiğine dramatik koşullarda yükselen dramatik çığlığa kulak vermesi için acaba daha nelerin olması lazım?
İnsanlar üzerlerine benzin döküp kendilerini mi yakmalı? 

‘Empati’ olmayınca
Hülya Koçyiğit hanfendi… Sözde bu ülkenin sanatçısı.Enis Berberoğlu’na atıfla “(Yürüyenlerin) Sadece kendi canlarını yakan bir vakanın üzerine yürümeleri beni heycanlandırmıyor” diyor, diyebiliyor.
70’ine merdiven dayayan Kılıçdaroğlu’nun son çare olarak başvurduğu bu yürüyüşün tekrar tekrar “bir Enis Berberoğlu yürüyüşü olmadığını” açıklamasına, Berberoğlu’nun bir “son damla” olduğunu söyleyegelmesine ve de Berberoğlu ötesinde konunun toplumu kucaklayan bir “hak, hukuk ve adalet arayışı” olduğunu ısrarla belirtmesine, gözler önünde eriyen Nuriye Gülmen-Semih Özakça’yı mesela, sahiplenmek olduğunu gerizekâlıların anlayabileceği gibi tane tane anlatmasına ve de herkes için adalet aradıklarını beş vakit tekrarlamasına rağmen; “Yeşilçam’ın en kıdemli yıldızı” nasılsa sade kendi duymak istediklerini duyuyor ve sanatçıların en büyük hazinesi olan “empati”yi reddediyor.
Yandaşlar eylemi bir yandan ti’ye alıp küçümsemeye çalışırken bir yandan “milli değil, yerli değil, FETÖ’cü, bölücü, şu, bu” diyerek ağır ithamlarla damgalıyorlar. 
 
Barış Yarkadaş’ın dün “Cumhuriyet” net ve aydınlatıcı biçimde özetlediği gibi iktidar, “yürüyüş” ve de “kamuoyundaki adalet algısı”na dair çift katmanlı anket yaptırıyor.
Sözü edilen anketler açık biçimde “Adalet Yürüyüşü”nü destekliyor. Geniş genel kamuoyu “yürüyüşe” olumlu baktığı gibi, adalet duygusunun Türkiye’de ağır biçimde yaralanmış olduğunu not ettiğini de ortaya koyuyor.
İktidar bu yaşamsal bulguları not etmek, ciddiye almak ve hızla makas değiştirmek yerine yürüyüşü hâlâ -son Burhan Kuzu örneğinde gördüğümüz gibi- her yöntemi devreye sokarak itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
Yürüyüşçülerin önüne kamyonla tezek boşaltma cüretini kendilerinde bulanlar, bu terbiyesizliğin ardındaki dayanağı yukarlardan aldıkları bu “itibarsızlaştırma mesajı” üzerine kurguluyorlar.

Kalpler mühürlü, gözler kör
Hukukçusundan sanatçısına… sonuçta mesele Türkiye’de geniş kesimlerin “kalplerini mühürleyen” ve gözlerini kör, kulaklarını sağır eden bir “insafsızlıkta” düğümleniyor.
Adalet Yürüyüşü, aynı havayı soluduğumuz insanların ne oranda pervasızca “insafsız” olabileceğini ortaya koydu aynı zamanda.
Konu bir “hukuk devleti” ve salt “yargının bağımsızlığı problemi” olmaktan önce bir “insaf meselesi”. “İnsaf”ın yandaşlığı ya da muhalifliği olmaz.
İnsaf, doğrudan izandan, kalpten, duygudaşlıktan gelir. 
 
Bunların olmadığı yerde 4 yüz değil, “Adalet Yürüyüşü” için 4 bin kilometre yol kat etseniz neye yarar? 
 
“Adalet Yürüyüşü”nden önce bizim toplumca bir “insaf yürüyüşüne” ihtiyacımız var.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Halkımız, Başbakan yalan söylüyor’ - ŞÜKRAN SONER

Kılıçdaroğlu’nun “Adalet” Yürüyüşü’nde, Düzce kamp alanına bir kamyonla dökülen tezekle ilişkili hükümet adına yapılan açıklamalardaki provokasyon imasına söylenebilecek söz yok. 
Televizyonlara görüntüleri ile isyanı yansıyan yörede AKP - MHP çizgisinde siyaset yapmış, toplumsal görevler üstlenmiş kişilerin, bu çirkin ayıplı eylemin yaralarını sarmak üzere nasıl çırpınıp özür dilediklerine tanıklık etmesem neyse. 
Güvenlik görevlilerinin güne özel gerilimlerinden başlamalıyım. Önce bastonla Kılıçdaroğlu’nun yanında yürümeye kalkışmamam uyarısını yapıp, fotoğraf için yürüyormuş gibi yapacağımız bir kare önerdiler. Yürüme ısrarımdan hiç hoşlanmadıkları yüzlerinden okunuyordu.
Güvenlik açısından iktidarlarına en yüksek oy çıkan, cemaatlerin her rengine, provokasyonlara en yatkın küçük yerleşim merkezlerinin içinden geçeceğimiz için yürüyüş kolu ile çıkışı riskli gördükleri anlaşılmaz değildi...
Yanılmıyorsam Kılıçdaroğlu da konuklarını gözeterek yola çıkışta yürüyüş temposunu hafiften düşürmüştü. Parti kurmaylarından yakın bir kavşakta cezaevi sapağı olduğu uyarısı geldi. Kılıçdaroğlu hemen, “sapakta dururuz, adalet çağrısı ile uyumlu birkaç söz söyleriz” yanıtı geldi.
Yürüyüş başlar başlamaz arkamdaki görevlilerin tedirginlikleri artmış, bana yönelik “Hanımefendi daha fazla zorlamayın düşersiniz” uyarıları sıklaşmıştı. 
Kendimi fazla zorlanmıyor hissetmem bir yana, cezaevi sapağına kadar ulaşıp, özgür basın, adalet istemi ile bütünleşen tablonun içinde olmayı hedeflemiştim.
Kılıçdaroğlu bütün yürüyüşlerinde yaşandığı üzere kendi arkadaşlarının yürüyüş amacına yönelik katılımcılar önerilerine dikkat kesilmişti. 
Adalet arayışlarının farklı, renkli örnek sunumlarına kucak açıyor, kitle kamuoyu ile paylaşılmalarına olanak veriyordu. Bir kulağı yol üstü birikenlerin çıkışlarında.. Birebir farklı kimliklerden adalet arayışlarına önce kendi destek veriyor, arkasından yürüyenler için de gereken uyarıyı yapmış oluyordu.
Benim sağımdan çok kalabalık olmasa da örgütlü oldukları besbelli protesto, sataşmalar oluyor, hemen alkış çağrısı ile sesleri, etkileri yumuşatılıyordu. Arkamdaki güvenlik görevlilerinin ayrılmam gereken uyarıları sertleşmişti. Kılıçdaroğlu’na hiç değilse cezaevi sapağına kadar yürümek istediğimi söyleyince, “Ben de gelen yeni konukların sorunlarını dinlerken atlamışım, geçmişiz, kaçırmışım” yanıtı geldi.
Güvenlik sorununun sandığımdan daha ciddi olduğunu kavradım. İzin isteyerek önümüzdeki köprü kavşağında tokalaşıp geriye çekildim. Tahmin ettiğim gibi Kılıçdaroğlu’nu tek başına birkaç sıralık güvenlik çemberine alarak hızlı yürüyüş temposuna geçirdiler. Kuşkusuz kulağım protesto için gelmiş olanların diyaloglarına açılmıştı..
Kanlı Pazar’dan TMTF Adapazarı kongresi baskınına, 1960’lı yıllardan günümüze kadar yüzlercesine gazeteci olarak tanıklık ettiğim, tipik provokatör vitrinli iki öncü, aralarında öfkeli öfkeli söyleniyorlardı.. “Nerede moloz, koruması kolay geniş alan varsa, oralarda konaklıyorlar. Jandarma korumaya alıyor. Sıkıysa kasabaların içine, aramıza gelsinler. Neler yapacağımızı görsünler..” 

***

Evde dolapta saklı, iki askeri, iki sivil darbe süreçlerinde yapılmış ulusal ve uluslararası gazetecilik eylemlerinde giyilmiş, özgür basın arayışı eylemlerinden üç gömlek seçmiştim. Giymesini isteyebileceğim tek gazeteci yoktu. Çoğunun gönülleri bizimle, işten atılmalarına sebep olmak isteyemezdim. Atılmış, hedef medya, meslek örgütleri yöneticileri dışında, özgürlük gömlekleri bu ülkede çalışan gazeteciler için suç kanıtı olabilirdi. 
 
Geceden, dünyanın kitlesel katılımı, 50 günlük uzun soluklu yüz binlerin yürüyüşü, direniş, duruşu ile en büyük işçi eylemi, Özalizmi dize getiren toplumsal sonuçlarıyla Büyük Madenci Direnişi’nin eylem komitesi başkanı, Şemsi Denizer’in genel sekreteri Sabri Cebecik aradı. 14. gün yürüyüşünün sonunda Adalet Yürüyüşü’ne katılanlara bir belgesel sunum yapılacakmış. Tanıklıklarımla, belgesel öncesi bir sunum yapmadan kaçamazmışım.. 
 
39 gün, yılmadan, yorulmadan, medyanın o dönemlerde bile geçerli ideolojik sansürü, anbargosunda, on binlerle işçi, yüz binlerle Zonguldak halkı ile bütünleşmiş grevle birlikte direniş, dayanışmalarında yüz binler olarak, her gün evlerinden, köylerinden yola çıkarak, sendika merkezlerini odak yaparak saatlerce yürüdüler.
 
Özalizmin madenleri kapatma, kömür ithal etme tehdidi kırıldı. Başbakan Yıldırım ile sözleşme masasında, sadece maden işçilerini değil tüm kamu işçilerini, yansımalı, sendikalı, sendikasız ücretli çalışanların, emeği ile geçinenlerin pastadan alacakları payı, yılların kayıplarını düzelten iyileştirmeleri getiren anlaşmada uzlaşıldı. 
 
1990’ın son günü imzalanacak sözleşmeye Özal’ın izin vermediği haberi geldi. Abant’ta yazılı sözleşme imzalanacakken Başbakan tek tek kabul ettiği maddeleri reddetmeden, kafasının karıştığını söyleyerek bütününe imza atamadı... 
 
Ertesi sabah işçiler, “Halkımız, Başbakan yalan söylüyor. Çarptık böldük, hesap tutmuyor” sloganı ile sokağa çıkmışlardı. 3 Ocak 1981 yüz binler Ankara’ya karda buzda yürüyerek yola çıkınca, hesaplar tuttu, o sözleşme imzalandı...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Özgürlük yürüyüşü - NAZIM ALPMAN

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 15 Haziran 2017 Perşembe günü Ankara’dan İstanbul’a doğru başlattığı ADALET YÜRÜYÜŞÜ yarı yolunu aştı.
Kılıçdaroğlu sadece Ankara-İstanbul arasında yürümekte olduğu 432 kilometrenin yarısını aşmadı, Türkiye’de var olan anti demokrasi koşullarına karşı başkaldırının da önünü açtı.
Yürüyüş eylemi bütün zorlukları yürüyenlere ait olmak üzere son derece barışçıl bir eylem biçimidir.
Mutlaka etkileri olacaktır.
“Yürümekle yollar aşınmaz” kayıtsızlığının çok ötesinde hedeflere varabilir. Tarihte sayısız örneği vardır.

•••

Bunlardan biri de Amerika’da Martin Luther King’in öncülüğünde 21 Mart 1965 yılında başlatılan yürüyüştür.
Yürüyüşün başlangıç yeri Alabama Eyaletinde siyahların çoğunlukta olduğu Selma kentiydi.
ABD’de siyahların seçmen kimliğine kavuşması için Başkan Lyndon Johnson yasa tasarısını benimsemiş, uygulamayı da eyalet valilerine bırakmıştı. Siyahların seçmen kimliğini alabilmeleri için seçim bürolarına başvurması gerekiyordu. Sorun da burada başlıyordu. Siyah seçmen adayı, görevli memurun bütün sorularına doğru yanıt vermesi gerekiyordu. Adınız soyadınız gibi sıradan soruların ardından şunlar geliyordu:-Alabama eyaletinde kaç mahkeme var?
-Altmış dokuz.
-Bunların başkan ve üyelerinin ad ve soyadlarını söyler misiniz?
-…………!!!
Siyah vatandaş seçmen olma hakkını böylece kaybediyordu!
Selma Yürüyüşü işte bu çaresizlik duvarını dibinden başlamıştı.
İki kez yarım kalan yürüyüş Martin Luhter King’in şehre gelişiyle dengeleri değiştirmesi üzerine 21 Mart 1965 günü 10 bin kişinin katılımıyla başlamıştı. Dört gün sonra eyalet başkenti Montgomery’e gelindiğinde 25 bin kişiye ulaşmıştı.
Eyalet valisi de siyah seçmenlerin ünündeki engelleri kaldırmıştı. Yönetmen Ava Du Vernay’ın 2015’te (Eylemin 50. Yılı) yaptığı “Özgürlük Yürüyüşü: Selma” filmiyle bu büyük direnişi beyaz perdeye aktarmıştı.

•••

ADALET YÜRÜYÜŞÜ’ne Kılıçdaroğlu tek başına yürüyerek başladı. Partisinin yöneticileri, milletvekilleri, üyeleri ve seçmenleri katılıyorlar. Ama CHP’ye ait hiçbir işaret, bayrak, rozet, slogan yok bu eylemin içinde…
ADALET YÜRÜYÜŞÜ, CHP’nin 12 Eylül sonrasında oturduğu devletin göbeğindeki yerini değiştirme yolunda atılmış en büyük adım olma potansiyeli taşıyor.
12 Eylül öncesinde CHP’nin düzenlediği salon toplantıları, mitingler, eylemlere katılma konusunda hiçbir kompleks duymayan daha soldaki bütün oluşumlar ADALET YÜRÜYÜŞÜ’nde tıpkı o eski yıllardaki gibi yaklaşıyorlar. CHP’nin eylemi diye bakmıyorlar.
Çünkü adaletsizlik bütün toplumu etkiliyor.
ADALET YÜRÜYÜŞÜ saflarında yer alanlar sadece sol-sosyalist çizgideki yapılar değil. 2002’den itibaren AKP ile hareket eden pek çok İslamcı çizgideki grup, parti, oluşum ve kişiler de ADALET YÜRÜYÜŞÜ saflarında İstanbul’a doğru adım adım geliyorlar.
Maltepe’ye varıldığında ne değişecek diye merak edenler, öncelikle yürüyüşün içinde ortaya çıkan değişimi görmeleri gerekiyor. Eylem bütün ülkeyi ve vatandaşları yakından ilgilendiriyor. Adı ADALET olsa da işlevi bakımından ve kapsadığı alan itibarıyla şöyle demek yanlış olmaz:
-Özgürlük Yürüyüşü!


Nazım Alpman / BİRGÜN

Yürüyelim - MUSTAFA K. ERDEMOL

Çok iyi bir zamana denk geldi Roger – Pol Droit’nun Filozoflar Neden Yürür? adlı kitabı. Malum, memlekette şimdi 16. gününe giren bir “yürüyüş” var, CHP’nin başlattığı. “Solcudur”, “değildir”, “düzen içidir”, “Kemal Beyin şovudur” türü değerlendirmelere takılmayarak toplumsallığına sırt çevrilmemesi gereken bir “hareket hali” bu.

Hiçbir şey yapılmıyor bari bu olsun” diyerek yaklaşıyor değilim bu yürüyüşe.

Pankartlarda talep edilen Adalet’in AKP hükümeti ile AKP Genel Başkanı’ndan gelmeyeceğini bilecek kadar aklım fikrim var, çok şükür. Ama Gezi’den sonra bir türlü eyleme dökülmeyen, gittikçe de çoğaldığına tanık olduğumuz genel memnuniyetsizliğin bu tür bir “aksiyon” yoluyla kitleselleşmesine de karşı çıkamam doğrusu. Tabii ki ayılıp, bayılmış “beklenen gün geldi” türünden bir ruh haline bürünmüş değilim. Sadece bu “hareket hali”nde karşı olunacak “fena” bir şey görmüyorum.


Yürüyüş”e ilişkin bir dolu “değerlendirme” yapılıyor. O nedenle Pol – Droit’nun, Hep Kitap yayınlarından çıkan kitabını okumak daha bir anlamlı oldu benim için. Adından da anlaşılabileceği gibi, bizim malum “yürüyüş” gibilerden değil “tekil” yürüyüşlerden söz ediyor Pol - Droit. Zevkle okudum. Merak kitaplarına düşkünseniz siz de keyif alacaksınız.

Yürüyüş”e ilişkin kimi gözlemlerini dikkat çekici buldum. Ne de olsa Pol-Droit bir felsefeci, o nedenle “derinliği” olan değerlendirmeleri var. “Biz insanoğlu yürüyen yaratıklarız” diyor örneğin. Bu ona ait bir keşif değil elbette ama “konuşma ve düşünme kadar, yürüyüş de insanı tanımlayabilir” deyince bir duruyorsunuz.
Pol-Droit’ya göre “insan tüm canlılar arasında bu şekilde yer değiştirebilen tek yaratıktır.” Bu yüzden insanı tanımlayan  yürüme, konuşma, akıl yürütme olarak ifade edilen kavramları yan yana sıralamayı uygun bulmuyor. “Bunların muhtemel bütünselliğini incelerken aralarındaki bağlantıları da keşfetmek gerekir” diyor.
Bunu o, Diogenes’ten, Montaigne’ye kadar felsefecilerin “yürüyüşleri” için bir yöntem olarak ele alıyor. Ama ben Pol-Droit’nun değerlendirmelerini, tespitlerini “Adalet Yürüyüşü” için söylenmiş gibi düşünmekten pek bir zevk aldım.
Şu hoşuma gitti örneğin: “Çünkü görünüşte, yürümek için doğrulmak, bizim türümüz için konuşma ve düşünmeye izin veren bir davranış halini alıyor. Yani insan yürümeye başladığı zaman, aynı zamanda konuşma ve düşünmeye de başlamış oluyor.”

Yani üzerine ölü toprağı serpilmiş bizim “muhalefet” de “yürümeye başlamakla” konuşmaya da düşünmeye de başlamış oldu belki. Kemal Bey ile beraberindekiler uzun bir yol yürüyecekler ama Pol-Droit’nun dediği gibi “İlerleme parkurunun uzunluğu pek önemli değildir. İster üç saniye, ister üç gün sürsün, hareket başlar başlamaz yürüme veya düşünme de başlar. Felsefi düşüncede, seyyahların bir ömür boyu yaptığı gibi büyük ve uzun yolculuklar gerçekleştirerek üzerinde kafa yorulan meseleyi derinleştirmek mümkündür. Her halükarda düşünme ve yürüme birbirine benzer.”

Uzun yürüyüşleri boyunca Kemal Bey ile arkadaşları AKP’nin “Dokunulmazlıkların Kaldırılması” tuzağına nasıl düştüklerini de “düşünmeye” başlamıştır muhtemelen. Bu tür bir Yürüyüş’ün, Enis Berberoğlu’ndan önce tutuklananlar için de yapılabileceğini ama bunu değerlendirememekle hata yaptıklarını da belki.

Bu “yürüyüş” yeterli olmayabilir, pek “devrimci” bulunmayabilir ama Pol-Droit’nun söylediği gibi “insanoğlunun yaptığı yolculuğun bir sonu yoktur. Bir bireyin adımları bir gün durur. Ama diğerlerininki devam eder. İnsanın her bir adımı küçücük, kat edilecek yol ise sonsuzdur.
“İnsanlar en gelişmiş ülkelerde, neredeyse yürümeyi bırakmışlardır. Yürümeye hala devam edenler; zor durumda olanlar, sığınmacılar, sürgünler ve göçmenlerdir” diyor Pol-Droit. Yani her anlamda “adalet” arayanlardır söz ettikleri. Bizim “Yürüyüş”te de kendisini hem de kendi yurdunda, göçmen, sığınmacı, sürgün hisseden kim varsa yürüyor işte, tam 16 gündür.
Sırt çevirmek yerine orda olsak, yürümeye başlayanlara aslında “koşmak” gerektiğini anlatsak.
Fena mı olur?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN