6 Eylül 2017 Çarşamba

Adli yıl manzarası - ÇİĞDEM TOKER

Cezaevleri tıka basa dolu. Bazılarında tutuklular yerde yatıyor.
Adalet Bakanlığı davet yöntemiyle yeni cezaevleri yaptırıyor.
Milletvekilleri, gazeteciler, hâkimler, savcılar, yazarlar, “terör” suçlamasıyla cezaevinde.
Evrensel hukuk normu “suç ve cezaların şahsiliği”, sadece AKP’ye yakın duranlar için geçerli. Onlara tahliye, Saray danışmanlığı serbest. Kalanların eşleri, çocukları yurtdışına çıkamıyor.
İfade değil; artık söze dökülmemiş niyetin ceza konusu edildiği Türkiye’de dün adli yıl açılışı “kutlandı.”
Bilen bilir, törenler, baskıcı rejimlerin gıdasıdır. Var olmayan bir dünyanın varlığı konusunda kitleleri ikna etmeye yarar. Medya, paramiliter hale getirildiyse başarır da. 

***
Güzel ülkemizde 171 gazeteci tutuklu.
404 gündür tutuklu 73 yaşındaki Şahin Alpay henüz yargıç önüne çıkmadı.
Tam tahliye edilmişken, itiraz üzerine tutukluluğun devamına karar verilen Murat Aksoy 372 gündür.
Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel 311 gündür.
Ahmet Şık 250 gündür.
Deniz Yücel 205 gündür.
Telefonunda ByLock bulunmadığını daha gözaltına alınmadan uzman raporuyla kanıtlayan Emre İper 152 gündür.
***
İçeriden özgürlük tabloları, bestelenecek şiirler, kitaba dönüşecek öyküler gönderen HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve 10 HDP milletvekili 307 gündür. Henüz yargıç önüne çıkmadı.
Kendisine, telefonunun, “olay günü” Cumhuriyet gazetesi çevresinde sinyal vermesi dışında bir delil gösterilemeyen CHP Milletvekili Enis Berberoğlu 14 Haziran’dan bu yana.
4 binin üzerinde hâkim ve savcı, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden kısa bir süre sonra meslekten ihraç edildi. Yüzlerce tutuklu hâkim ve savcıların çok büyük bölümü henüz hâkim karşısına çıkmadı.
187 basın yayın kuruluşu kapatıldı. Gerçekler biraz daha karartıldı.
Yüzlerce meslektaşımız işsiz. Kapatılan kuruluşlar haklarını arayamıyor. 

İhraç
OHAL KHK’leri, TBMM’yi devre dışı bırakarak, çok farklı konu ve alanlarda yüzlerce kanunda değişiklik yaptı.
Toplam sayısı 27 olan OHAL KHK’leriyle ihraç edilen kamu görevlisi sayısı (hâkim, savcı, asker, polis, akademisyen, diğer sivil personel) 110 bin kişiye yaklaştı. Sayının yaklaşık olması, bazı ihraçların ardından iadelerin yapılmasından kaynaklanıyor. 

İşkence
15 Temmuz’dan sonra gözaltı sürelerinin uzamasıyla “nezaret”lerde, ardından cezaevlerinde işkence ve onur kırıcı muamele iddiaları görülmemiş biçimde arttı.
Adalet Bakanlığı, Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden yükselen işkence çığlıklarını sürekli yalanladı.
Fakat niyeyse aynı Adalet Bakanlığı, Avrupa İşkence ve Onur Kırıcı Muameleleri Önleme Komitesi’nin (CPT) Türkiye’deki cezaevleri ziyaretlerinden sonra hazırladığı raporun açıklanmasını engelledi.
Bu durumu yazdığımda, bakanlık yetkilisi raporun nihai halini almadığını söyledi. Ama bu “düzeltme” yanıltıcıydı.
CPT yetkilileri, kurduğum temasta raporun “nihai” olduğunun net dille söyleyecekti.
Dün sabah erkenden kalkan, duştan sonra ayna karşısında tıraşını olup makyajını yapan, özenle seçtiği şık giysileriyle kapıdan çıkan, kendilerini bekleyen -vergilerimizle satın alındığı için bütçenin T cetvelinde gösterilen- makam araçları Ankara caddelerinde sessizce ilerlerken 5 Eylül adli yıl açılış törenlerinde söyleyeceklerini düşünen yüksek hukukçular ve yüksek siyasiler.
Hepsi yukarıda yazdıklarımı biliyordu.
Var olmayan bir dünyanın varlığına ikna için düzenlenmiş törenlerde durdular öylece.
Çoğu, içerideki sayısız tutuklunun hissettiği iç huzurundan yoksun.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

5 Eylül 2017 Salı

Amerikancı, Avrupacı, Rusçu, Çinci, Arapçı seçenek olamaz - EROL MANİSALI

Esas olan Türkiyeci, Atatürkçü ve çağdaş uygarlıktan yana olabilmektir. 

 
Atatürk bu nedenle “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ile kendi kimliğimizi, kültürümüzü etnik ayrımcılıklardan soyutlamış: çağdaş, uygar, laik ve demokratik bir tanımlama getirmiştir.
Osmanlı’nın son dönemindeki İngilizci, Amerikancı ya da Almancı ifadelerinden hiçbir farkları yoktur, bugünkü “çakma” sözcüklerin.
İçeride biz kendimiz olmadıkça, Türkiye “Türkiye” olmadıkça, Amerikancı ya da Rusçu olmak kötü sonucu değiştirmez. 
 
Meseleye sadece “ideolojik olarak ya da her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak” diye bakanlar Amerikancılığa, Rusçuluğa ya da Arapçılığa soyunurlar.
Türkiye’nin bu coğrafyadaki konumu, ülkeyi bu tür, kaotik yaklaşımların hep içinde tutmuştur. Örtülü ve açık mandacılık hep var olmuştur. 
 
De Gaulle, “Uluslararası ilişkilerde ideolojiler değil ulusal çıkarlar esastır” dememiş miydi? Bunu ondan önce de en iyi uygulayan insan büyük Atatürk olmuştur: Kurtuluş Savaşı’nda ve Cumhuriyetin kuruluşunda Sovyetler Birliği’ni arkasına alarak (kullanarak) Avrupa’nın Sevr dayatmasını önlemiş ve Lozan’a ulaşmıştır. 
 
Moskova’ya veya Londra’ya dayanmamış: Amerikan ya da İngiliz mandacılığına karşı çıkmıştır. Batı ile Doğu arasında denge kurarak Türkiye’nin bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarını korumuştur. 

40’lar ve 90’lar
Türkiye 40’ların sonunda Atatürk Türkiye’sinin politikasından uzaklaşmış, “Batı kulübünün eşit üyesi değil, bağımlısı” durumuna sokulmuştur.
90 sonrası Sovyetler dağılınca da, İslamcılar aracılığı ile BOP’un uygulayıcısı haline getirildik. Bu iki darbe, ülkeyi bugünkü kaosun içine soktu.
Dün Gülen ve PKK ile yakın duranlar, 15 Temmuz 2016’da ABD ve FETÖ’den darbe yiyince, ardından Avrupa ile kriz yaşayınca şaşırdılar;
“Bizim de siyasal İslamcı olarak Batı’dan kopmak işimize gelir”, Rusya’ya dönelim demeye başladılar. Oysa ABD, AB, Rusya ve Çin “Ortadoğu’da ve Pasifik’te çok daha büyük pazarlıkların içindeler”.
Eğer yarın ABD ve Rusya, Ortadoğu’da yakınlaşırsa birini bırakıp diğerine yanaşan iktidar (ve Türkiye) yeniden ortada kalmaz mı? 

İdeolojik boyut
İşin ideolojik boyutunu Türkiye’de Turgut Özal’dan Doğu Perinçek’e, Prof. Zeyyat Hatipoğlu’ndan Prof. Özer Ertuna’ya kadar pek çok kişi ve dost ile 40-50 yıldır tartışan bir insanım. Çok da kavgasını yaptım.
50’lerden sonra Türkiye’de üç temel ideoloji etkili oldu. Radikal kapitalistler, katıksız Asyacı sosyalistler ve siyasal İslamcılar. Üçü de birleştirici değil kutuplaştırıcı etki yaptı.
Düşünürlerin ve siyasetçilerin kafalarındaki şahsi tercihleri ile uluslararası ilişkilerin ulusal çıkarlara hizmet eden “akılcılığı” ayrı şeylerdir, çok kere de çatışırlar. 
 
Siyasilerle birebir görüşme ve tartışmalarımda da bunu gördüm. Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Yılmaz, Gül ve Erdoğan ile bu konuları aynı masada, yüz yüze konuşmuş bir insan olarak bunları “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” kitabımda tek tek yazdım, ortaya çıkardım.
Ve Atatürk’ün büyüklüğünü daha iyi gördüm. Bir denge insanı olarak Türkiye’nin politikasını, ekonomisini, kültürünü “ulusal çıkarları ve kimliği ile, çağdaş uygarlık değerlerini bütünleştirerek bir sentez yapmıştır”.
 
Doğu ve Batı arasında karşılıklı çıkarlarımızı dengeli bir biçimde korumuştur.
Amerikancılık, Rusçuluk ve Arapçılıktan önce bizim “biz olmamız” gerekir: siyasal partilerimizle, parlamentomuzla, demokrasimizle, çağdaş uygarlık değerleri ile bütünleştirdiğimiz ulusal kimliğimizle... Kendimizi Amerikanlaştırmadan, Ruslaştırmadan, Araplaştırmadan, biz kendimiz olalım ve Atatürk’te birleşelim, tek çıkış yolumuz budur, gerisi mandalaşma ve sömürgeleşmedir, hangi uçtan olursa olsun. 
 
İdeolojik öncelikler ve dinci saplantılar yerine ulusal çıkarlar, çağdaşlaşma ve hukukun üstünlüğü için varımızı yoğumuzu artık ortaya koymalıyız.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Bütçenin ‘sağlığı’ bozulurken - ÇİĞDEM TOKER

Bayram bitti.
Üç yıllık Orta Vadeli Program (OVP) ile 2018 bütçe tasarısı hazırlıkları gündemimize daha çok girecek. Maliye Bakanlığı ile Kalkınma Bakanlığı’nın çalıştığı iki temel kılavuz belge, “idarelerin ihtiyaçlarının dikkate alınmasını” hedeflese de 2018 bütçe hazırlıkları Maliye’yi zorluyor.
Referandum dönemi kamu harcamalarındaki artış bütçe disiplinini bozdu. Bütçe, temmuzda 926 milyon TL fazla verilse de bu “fazla”, yedi aylık açığın 24.3 milyar TL’ye ulaşmasına engel olamadı.
Mali disiplindeki bozulma, Hazine nakit dengesini sarstı. Hazine artık ödediği borçtan daha fazlasını borçlanıyor. 

Taksimetreli projeler
Maliye Bakanı Naci Ağbal, harcama artışlarını kontrol altına alarak açığı makul düzeylerde tutacaklarını açıklamıştı. Ancak 2018’in, 2019’daki seçimlere hazırlık yılı olması ve “taksimetre” gibi bütçeden düzenli kaynak çekmeye başlayan “garantili projeler” bu kontrolün nasıl sağlanacağı konusunda ciddi soru işaretleri uyandırıyor.
Zira açıklanan bütçe rakamları, buzdağının görünen yüzünü gösteriyor. Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) yöntemiyle yaptırılan köprü, tünel, otoyol gibi altyapı projeleri ile şehir hastanelerinin Hazine’ye yüklediği maliyetin boyutları, bütçede gösterilmiyor.
AKP iktidarı, KÖİ altındaki Yap-İşlet- Devret (YİD) ve Yap-Kirala-Devret (YKD) yöntemleriyle yaptırılan proje sözleşmelerini “ticari sır” diye halktan saklıyor.
Hizmete açılmış Şehir Hastaneleri’nin (otopark, temizlik, görüntüleme) işletme giderleri, köprülerin garantili geçiş bedelleri, “ticari sır” denen o sözleşmelere göre, yılın belli dönemlerinde gelir olarak şirketlere aktarılıyor.
Yani, harcama eğiliminin sürmesi kaçınılmaz. 

Hizmet binalarına ayda 600 milyon
Kaldı ki bütçede açıklanan rakamlar da iç açıcı değil.
Ocak-temmuz dönemini içine alan yedi aylık müteahhitlik harcaması 14.5 milyar TL. Bu rakamı vahim kılan unsur, dağılıma bakınca ortaya çıkıyor. Yol yapan müteahhitlere aktarılan 5.1 milyar TL ilk sırada. Bunu 3.6 milyar TL ile hizmet binaları için yapılan aktarmalar alıyor. Bütçeden her ay ortalama 600 milyon TL’yi hizmet binaları için müteahhide aktaran bir devlet düşünün. O bizim devletimiz işte.
Sosyal güvenlik ve sağlık harcamaları da bütçenin sağlığını bozan önemli gider kalemleri arasında. Devletin sağlık sektörü ile ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanıyor. (Hastanelerin yönetim ve denetiminde son OHAL KHK’si ile değişiklik yapıldı.) Kamu hastanelerinin yaptığı toplu alımlarda ihalelerin sabit fiyatla yapıldığı, stok maliyetlerinin firmaların üzerine yıkıldığı, ödemeler için tarih verilmediği, kamu hastaneleri ödemelerinin sekiz, üniversite hastanelerinin ise üç yılı bulduğu konuşuluyor.
Devletin artan döviz kuruna karşın TL bazında sabit fiyatla teslim talebi ve geç ödemeler nedeniyle medikal sektöründe iflasların yaşandığı da.
Sonuç: Belirli kalemlerde kısıntıya gidilmesine siyaseten onay verilse de “ticari sır” sözleşmelerdeki, uzun vadeye yayılacak gelir aktarımları nedeniyle harcamacı eğilim sona eremez. Bu da bütçe sağlığında, hemen düzelmeyecek kronik bir bozulma demek.

Çiğdem Toker / Cumhuriyet

Hasankeyf kurtarılabilir - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Hasankeyf kurtarılabilir mi? Evet ama bu hükümet kurtarmaya yanaşır mı, o bilinmez. Peki, nasıl kurtarılır? En kolayı Ilısu Barajı’ndan vazgeçerek olur. Barajda su tutmaya başlamazsın, böylece 12 bin yıllık dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış Hasankeyf su altında kalmaz. 10 bine yakın insan göç yollarına düşmez. Türkiye’nin dört Önemli Doğa Alanı’na ev sahipliği yapan Dicle Vadisi de yok olmaktan kurtulur.


“O kadar para yatırıldı, hepsi çöpe mi gidecek” diyenleri duyar gibiyim. İşin mali boyutunu da konuşuruz ancak şu iyi bilinmeli ki dünyada yanlış olduğu anlaşıldığında iptal edilen benzer projeler var. Avusturya’da 1978 yılında yapılan bir referandumla, hiç çalıştırılmadan kapatılan Zwentendorf nükleer santralı gibi. Üstelik nükleere hayır diyenlerin oranı sadece yüzde 50,47 idi. Avusturya, 20 bin oy farkıyla ülkenin tek nükleer reaktörünü bir saat bile çalıştırmadan kapattı. Toplamda 1 milyar doları bulan proje iptal edildi.

Aradan geçen 40 yıldan sonra, Avusturya’nın o dönem radikalmiş gibi görünen bu karardan sonra milyarlarca dolar kâr ettiğini görüyorsunuz. Ülkede milyarlarca dolara sökülmeyi bekleyen nükleer santrallar yok, binlerce yıl başında bekçilik yapıp para akıtmak zorunda kalacağınız nükleer atıklar yok. Ülkenin ekonomisini altüst edecek Çernobil veya Fukuşima benzeri bir nükleer kaza yaşamadılar. Çevreci ve nükleer karşıtlarının itirazları sonucu bugün elektrik üretiminin yüzde 70’inden fazlasını yenilenebilir enerjiden sağlayan bir Avusturya var. Nükleerden daha ucuza elektrik üreten kaynaklara yöneldiler. Ciddi ekonomik kazanç ve teknolojik avantaj elde ettiler.

Hükümetlerin yanlışlarından döndüğü tek proje bu değil. Hatırlarsanız, geçen haftaki yazımızda ABD’de dondurulan iki nükleer reaktör projesinden bahsetmiştik. 9 milyar dolar (31 milyar TL) harcanan ve neredeyse yarısı tamamlanan iki reaktörün yapımı kârlı olmayacağı gerekçesiyle iptal edildi. Büyük ülke olmak hatayı kabul etmekten geçiyor. İthal ettiğiniz hafriyat kamyonlarını sıraya dizip caddelerde kornaya basarak turlamaktan değil.

Hasankeyf’i kurtarmak için Ilısu Barajı’ndan vazgeçilebilir. Bir kere barajın üreteceği elektrik miktarı, fazla kapasiteye sahip Türkiye için elzem değil. Yetkililer Ilısu Barajı yılda 4 milyar kilovatsaat elektrik üretecek ve bunun değeri de 1 milyar TL diyor. Türkiye’nin yıllık elektrik tüketimi 280 milyar kilovatsaat civarında, Ilısu bugün devreye girse yapacağı katkı yüzde 1,4. Bu ülkenin resmi kaynaklarca onaylanmış enerji verimliliği potansiyeli yüzde 25.  Alışveriş merkezlerindeki klimaları 25 dereceye sabitlesek belki Ilısu’ya gerek kalmayacak. Komformistler yüzünden zor diyorsanız bir önerim daha var. Türkiye’de kayıp-kaçak oranı yüzde 14'lerde. İletim hatlarındaki kayıpların oranı bunun yarısı yani yüzde 7 diye söyleniyor. Onu OECD ortalamasına yüzde 5’lere çeksek Ilısu’ya gerek kalmayacak. Bunların hepsi uzun vadede ülke ekonomisine o barajdan fazla gelir getirecek işler. Şu haliyle Ilısu’da üretilecek elektriğin yüzde 10’u da boşa gidecek. Cebimiz delik, dikeceğimize daha çok para koymaya çalışıyoruz.


Dahası var. AKP hükümeti Hasankeyf’i yok etmek yerine, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınması için gerekli başvuruyu yapsa, buranın turizm geliri de artar. Çalıştırılmayan Ilısu Barajı da tur programlarına dahil edilebilir, boşa gitmez.

Aslında baraj çalıştırılmazsa ortaya çıkacak ekonomik kaybın ne olduğu da belli değil. DSİ Genel Müdürü Murat Acu, 29 Temmuz 2017 tarihinde AA’sına yaptığı açıklamada, bitiş maliyetinin 7 milyar TL (1,7 milyar avro) olacağını söylüyordu. Halbuki yapıma başlandığı yıllarda 875 milyon avrolardan bahsediliyordu. Barajın gecikmesi nedeniyle maliyetler iki kat artmışa benziyor. Bu da zaten projenin kendi içinde ekonomik sorunları olduğunu gösteriyor.

‘Büyük devletler’ diğerlerinden daha çok beton döktükleri için değil, hatalarını kabul edip, yanlışlarından döndükleri için ‘büyük’ olurlar.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

4 Eylül 2017 Pazartesi

Türkiye solunun laiklikle sınavı - İLKER BELEK

Türbana özgürlük eylemleri tam bir felaketti. Sözde inanç ve düşünce özgürlüğü savunuluyordu.
Gerçekte yapılan dinci gericiliğin siyasallaşmasına, inanç özgürlüğü örtüsü altında dinin etki alanının genişlemesine yardım etmekti. Öyle bir kapı açıldı ki, oradan bütün liberaller ve arkasından her tür gerici büyük bir hızla siyaset sahnesine aktı. AKP bugün herkesin yakındığı dikta rejimini bu olanağı kullanarak kurdu. Ve şimdi dünyanın düz olduğunu savunacak kadar özgüven sahibi oldular.
O zamanlarda laikliği savunmak Kemalist Cumhuriyeti savunmakla eş anlamlı tutuluyor ve laiklik diyenler anında faşist damgasını yiyordu. Bize gerekli olan (artık ne demekse) özgürlükçü sosyalist perspektifti.
                                                                           *****

Şimdi artık solda laikliğin önemini kabullenmemiş kimse kalmamış bulunuyor. Solun aklını başına getiren AKP oldu. AKP anlamayanların kafalarına vura vura niyetinin ne olduğunu ve laikliğin ne denli önem taşıdığını öğretti.
Ama buna iyi bir gelişme demek pek olanaklı değil. Zira hem bu arada AKP devletleşmiş oldu ama hem de bu solun mevcut laiklik anlayışında hala önemli hatalar var ve bu nedenle de savunulan şey pek laikliğe benzemiyor.
                                                                           *****

Laikliğin temellerini atan Cumhuriyet’tir. Kimilerinin hala faşizmle özdeşleştirdiği Kemalist devrim olmasaydı ne laikliği, ne bağımsızlığı konuşabiliyor olacaktık.
Cumhuriyet geç bir burjuva devrimidir. Osmanlı’ya karşı tarihsel bakımdan ileri bir sosyoekonomik formasyondur. Bu tür iktisadi-siyasal alt üst oluşlar faşizm gibi kapitalist üretim ilişkileri içinde anlam bulmuş, tekelci burjuvazinin yönetim sistemi bakımından belli bir formasyonu tanımlayan kavramlarla açıklanamaz.
Aksi durumda bütün devrimlerde faşizm keşfedilir ki, işte o zaman laiklik de faşizmle özdeşleştirilmesine de fırsat tanınmış olur.
Kemalist devrimin laikliğin harcına kattıkları saltanat ve hilafetin kaldırılmasıdır. Feodaliteden kopuşun sosyal ve siyasal bileşeni laikliktir.
Nasıl ki Osmanlı büyük toprak mülkiyetinin zemininde hilafet var ve Osmanlı sarayı siyasal egemenliğini nasıl ki tanrı üzerinden meşrulaştırıyor idiyse, Kemalist devrim de kapitalist üretim ilişkilerini kurabilmek için iktidarı yeryüzüne indirmek zorundaydı.

                                                                        *****

Anlaşılacağı üzere laiklik sınıfsal çıkarların belirlediği siyasal bir konudur.
Siyasallığı; kilisenin, senyörün, imparatorun, toprak ağasının, padişahın iradesinin seçilmişlere verilmesindedir. Erk tanrıdan alınır, dünyasal güçlere verilir. Bunun için dünyasal güçlerin tanrısal iradeyi, sarayın saltanatını yıkması gerekir.
Kemalizm’in kuruluş döneminde laiklik için savaşması da, ama iktidarını pekiştirdikten sonra frene basması ve zaman içinde konuyla ilgili duyarlılıklarını yitirmesi de bu sınıfsallıkla ilişkilidir.
İlişkilidir çünkü, laikliğin yaşamasının, dinin toplumsal hayattan ve siyasetten dışlanmasının koşulu kamulaştırılmasıdır. Burjuvazi bunu yapmayacağına göre laiklikten vazgeçecek demektir. Burjuvazinin laikliği iktidarı feodaliteden alıncaya kadardır.
Zira, sömürü için egemenlerin dine ihtiyacı vardır.

                                                                           *****

Laikliğin ara formları yoktur. Laiklik dinin toplumsal yaşamdan tamamen çıkarılması ve kişinin iç dünyasına sınırlanmasıdır.
Dolayısıyla laiklik din ile devlet işlerinin ayrılması ya da inanç özgürlüğü değildir.
Dine devlet dışında örgütlenme olanağı tanındığında, din ve devlet işlerinin ayrılmasının hiçbir önemi kalmaz.
İnançlara özgürlük nihayetinde dinin iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanır.
Bütün bunlar şunu da gösterir: Devletçi laiklik, özgürlükçü laiklik diye bir sınıflandırma da yanlıştır. Devletçi laiklik kavramıyla laikliğe özgürlükleri sınırlayıcı bir anlam atfetmek laikliğin gerek koşulunu anlamamak olur.
Laiklikte hiçbir şekilde insanı sınırlayan bir yan yoktur, buna imada bulunmak bile din yönetsin sonucuna çıkar.
Din siyasettir. İçinde toplumsallaşma genetiği vardır. Kurtulmanın gerek koşulu iktisadi sömürüyü ortadan kaldırmaktır.
Osmanlı padişahı halife olduğu, yani din yönettiği için, Kemalist laiklik devlet tarafından ve zor kullanılarak kuruldu. Din iktidardaydı, laiklik için iktidarı ele geçirmek gerekiyordu ve zaten başka türlü nasıl olacaktı.
Devletsiz laiklik olmaz. Kemalizmin sorunu laikliği devletle tesis etmiş olması değil, Kemalist devletin laiklik için gereken iktisadi-siyasal dönüşümleri gerçekleştirecek kapasitesinin bulunmamasıydı.
Laiklik olacaksa arkasında devlet olmak zorundadır. Dinin yeniden siyasallaşmasını engelleyecek tek güç, patron sınıfının yeniden ortaya çıkmasını engelleyecek olan işçi sınıfı devletidir.

                                                                           *****

Bizdeki bu özgürlükçü laiklik söylemi iki hatayı içinde barındırıyor:
1-Laikliğin Cumhuriyet dönemindeki temellerini, yani sınıfsallığını algılayamıyor.
2- Devletin laikliği korumadaki yaşamsal rolünü göremiyor.
Bir tür mutlaklaştırılmış, nesnel gerçekliğinden soyutlanmış, idealize edilmiş, kendi başına laiklik anlayışı.
Bu tür laikliğin kurucusu, koruyucusu belli olmadığı için anlamı da bulunmuyor.
Sahi Cumhuriyet’in laikliği devletçi idiyse, siz laikliği nasıl kazanacaksınız?

İlker Belek / SOL

Nesin-Duran- Başlangıç: Asıl ʻmerkez medya’ / OSMAN ÇUTSAY

Bilen biliyordur. Kerameti kendinden menkul epey bir “solcu”, yeni ve “liberal gericiliğin en dibi” bir televizyon kanalı ile internet sitesinde, gerici muhabbeti koyulaştırmaya devam ediyor. Televizyon ekranında olsun, pek kimsenin okumadığı ama kendilerini tatmin ettikleri anlaşılan internet sitesindeki köşe yazılarında olsun... Böyle... Neyse...

Burada, iki gerici, Ragıp Duran ile babasını mezarında fırıl fırıl döndürmeyi başaran Ahmet Nesin, o muhabbetin dibine 27 Ağustos’ta da vurdular. Bir vesileyle tanıklık ettik. Utandık.  Tamam. Ama önemli değil. Şu toplumsal sahnedeki Nesin mahdumları, solculuk adına Türkiye’nin devrimci merkezlerini topa tutan etkinlikleriyle, epeydir tam bir felaket zaten. Bu, bir yana...


Biz, neredeyse tüm yetişkin ömrü kendisini sosyalist sanmakla, ama sosyalizme de hep düşmanlıkla geçmiş, bir umur görmüş ve muhtemelen hâlâ sosyalistliği kimselere bırakmayan, herkese her fırsatta komünizm dersi veren “büyük bir gazetecinin” küçük bir densizliğinden hareketle bir meseleye değinelim.

Ragıp Duran, CNN’leri, NTV’leri, HaberTürk’leri vs. aratmayacak bir zihniyetin “dış stüdyosunda” ve o kurumlara çok yakışan görüşleriyle, bir ilginç yanlışını da parlatma fırsatı buldu. Cumhuriyet tarihinin ne kadar “ters”, daha doğrusu tam bir anomali olduğunu Ahmet Nesin’le karşılıklı terennüm ve propaganda ederken, ağzından bir şeyler kaçırdı.

Ragıp Duran, Fatih’in, Bizans’tan daha geri bir medeniyetin temsilcisi olarak 1453’te İstanbul’u fethettiği iddiasında. Çok yanlış olduğu söylenemez. Fatih en gelişkin olanı değil, aç ve atak bir enerjiyi, ama ciddi bir askeri ve entelektüel donanımı temsil ediyordu. Evet, tarihte daha ileri olanların daha geri olanları yuttuğu tezi, tamamen yanlış değil.

Fakat Ragıp Duran’ın “İstanbul’un fethi” ile ilgili söylediği şu:
“Benim bildiğim kadarıyla her halükârda tarihte ilk kez daha geri bir medeniyet, kültürel olarak, sanat olarak daha geri bir medeniyet, ilk defa kendisinden daha ileri bir medeniyetin kentini de ele geçiriyor.”
Tarihte ilk kezmiş...
Bu “demokratların” tüm “entel” yaşamı, ne kadar varsa o kadar, böyle  boşluklar üzerine kurulmuş şatolardan oluşuyor.

Şimdi onlara, yani ömürleri sosyalizm adına, sosyalist her türlü kuruluşa küfürle ve reel sosyalizm sayesinde, onun gölgesinde/ışığında kurulup yaşayabilmiş Türkiye Cumhuriyeti’ni yerin dibine geçirmekle geçmiş şu “kâzip şöhretlere”,
Luvi uygarlıklarını nasıl anlatacağız?
 “Deniz kavimlerinin” kimlerden oluştuğunu?
Bunlara, M.Ö. 1180-1200’lerde  daha az gelişkin Yunanistan’dan gelen geri güruhun ileri Anadolu uygarlığının temsilcisi Troya, Ege uygarlıkları ve hatta Hititlerin imhasına varan başarılara imza attığını kim hatırlatacak? (Hatta Türkiye’de, Hektor’un öcü alınarak, 1923’te dünyaya rağmen bir cumhuriyet kurulduğunu?) İstanbul’un fethinden 2600 yıl önce olup bitenlerden söz ediyoruz.... Hazret, kantarın topuzunu kaçırıvermiş. Olur böyle şeyler... Sırtları sağlam nasılsa...
Luviler, Ege uygarlıklarının asıl Anadolu’yu ve ileri olanı temsil eden bir uygarlık merhalesiydi. Bu kıyı gelişkin olandı ve Avrupa, özellikle 19’uncu yüzyılda falan sahneyi Anadolu’nun aleyhine tersine çevirmeyi başardı.
Buna gösterilen tepkiyi, bizim cumhuriyet tarihimizden, öncelikle de Halikarnas Balıkçısı ve Mavi Yolculardan biliyoruz. Ama yeni gelen bilgiler ve atılan adımlar Cevat Şakir-Azra Erhat ile Eyuboğlu kardeşlerin vs. bilgi dağarcığını çok geride bırakıyor.
Önümüzdeki haftalarda, ekim ayı başında, bu konudaki çok ilginç Almanca yeni bir kitap, yine Eberhard Zangger imzasıyla çıkacak. Ona da bakarız.
Gelmek istediğimiz yer şurası: Böyle “sosyalizm düşmanı solcuların” ağzından çıkan her yarı-doğruya onu kat kat aşan bayağılıklar, sahtelikler, hatta sahtekârlıklar sızmıştır.

Maşallah, sermaye desteği konusunda pek yokluk çektikleri söylenemez.

Biz, bize bakalım: Devrimci Türkiye solunun koruduğu ve demode bulunan tüm devrimci hassasiyetler, bu “kâzip şöhretlerin” panzehiridir. O hassasiyetleri entelektüel bir mancınığa dönüştürebilirsek, ancak o zaman, bu kâzip orduyu etkisizleştirebiliriz.
Misal: Geçmişimize tapınarak değil, sadece o aydınlanmacı geçmişin bir anomali olmadığını, 1923’ün son çözümlemede bir tarihsel/toplumsal ilerlemeye karşılık geldiğini ve cumhuriyetçiliğin ancak sosyalizmle ayakta kalabileceğini kanıtlayarak. Emperyalizmin bu yeni militanlarının maskelerini, sokakta veya medyada, aslında gördüğümüz yerde indirip gerçek yüzlerini genç kuşaklara göstermek şart.

Bunlar analarından “merkez medya” doğmuşlar, “merkez medya” ölecekler.
O kadar “merkezde”, yani sermayenin tam göbeğinde olmalarına rağmen pek kabul görmemelerini, böyle kenara itilmiş olmalarını hazmedemiyorlardır. Tıpkı Çetin Altan gibi bir yer arıyorlar. Ama Çetin Altan bir karikatürdü, bunlar ise o karikatürün karikatürleri.
Kabul: Asıl merkez medya bunlar. Şimdiki “reislerinden” biri, yine misal, Aydın Engin yetiştirmesi Celal Başlangıç bu role talip olurken yerden göğe haklıdır. Bunlar hep merkez medyaydı: Kapitalizmin, emperyal başkentlere siftinmiş medya cengâverleri. Kendimize başka yerde rakip aramayalım. Bunlar Türkiye gericiliğinin karar merkezleridir. Şu sıralar dışarlarda takılıyorlar. Uzaklar. Dolayısıyla tarihle ilgili gaflarından utanacak değiller ya...
Merkez medya işte, tamam.

“Malum reis” gider, bu “yeni reis parçaları”, darmaduman ve parça pinçik olmuş Anadolu’nun şu veya bu kalıntısında, muhtemelen yeni soykırımları önlemek üzere BM Barış Güçlerinin denetimine alınacak bir İstanbul’da, o dış demokrat merkezlerin hizmetinde gazetecilik yaparlar.

İslamcıların iktidarını hazırladılar, cumhuriyetin çökertilmesini alkışladılar, sosyalist devletleri zaten kendilerine hiç beğendiremedik, eh, bizdeki nihai yıkımdan sonra kendilerine ve takipçilerine de bir görev düşer herhalde.

Ne günlere kaldık, ne günlere gidiyoruz...

Osman Çutsay / SOL

Atlantik, Avrasya, Türkiye: “Benden sonra tufan” - FATİH YAŞLI

Sovyetler Birliği’nin dağılıp reel sosyalizmin çözülmesinin ardından liberaller “tarihin sonu”nu ilan etmekte gecikmemişlerdi: Artık ideolojik kamplaşmalar ve kavgalar sona ermişti, liberalizm ve piyasa ekonomisi zafer kazanmıştı, bundan sonra tüm insanlığı kalkınma, refah ve barış bekliyordu vesaire.

Bunun böyle olmadığı, kapitalizm ve yarattığı eşitsizlikler devam ettiği sürece insanların tümü içi geçerli bir refahın da, gezegen ölçeğinde geçerli bir barışın da mümkün olamayacağı çok geçmeden görüldü, sosyalizmin yokluğunda gelir adaletsizliği giderek daha da derinleşti, savaş ve çatışmalar dünyanın çok daha fazla bölgesine yayıldı.

Sosyalist bir blokun var olmadığı günümüz dünyasında devletler arasında bir ideolojik kamplaşma ve kavga yok ama küresel egemenlik mücadelesi bütün şiddetiyle devam ediyor, kapitalist blokla sosyalist blok arasındaki Soğuk Savaş bitti ama bugün “yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bir süreçten geçiyoruz ve günümüz küresel egemenlik mücadelesine damgasını vuran kutuplaşmanın Atlantik ekseniyle Avrasya ekseni arasında olduğunu  söyleyebiliyoruz. Bir yanda başını ABD ve Batı dünyasının çektiği, başat emperyalist güç olan Atlantik güçleri, öte yanda ise Çin, Rusya, İran gibi ülkelerden müteşekkil Avrasya güçleri var.

Böyle bir model kurmak, ne Atlantik Bloku’nun yani başat emperyalist güçlerin kendi aralarındaki çelişkileri, ne de Avrasya Bloku ülkelerinin IMF ya da NATO benzeri kurumsallıkları yaratacak ortak aklı oluşturmak konusunda yaşadığı güçlükleri görmezden gelmeyi gerektiriyor. Bütün çelişkilerine rağmen Atlantik Bloku’nun ortak akla dayalı kurumsal yapısı daha güçlüyken ve bu blok emperyalist merkezi teşkil ederken, Avrasya ekseninin daha esnek ve konjonktürel bir müttefikliğe dayalı olduğunu ve ilkine göre daha zayıf bir nitelik taşıdığını görebiliyoruz.

Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor, başat emperyalist ülkelerin Atlantik ekseninde yer alması, Avrasya eksenindeki ülkelerin eşitlikçi düzenler kurdukları anlamına gelmiyor, bu ülkelerde de esas olarak kapitalist üretim ilişkileri ve sömürü mekanizmaları hâkim. Dolayısıyla bu iki kutup arasındaki mücadeleyi, emperyalizmle anti-emperyalist güçler arasındaki bir mücadele olarak okumamak gerekiyor; ancak Avrasya ekseni başat emperyalist ülkelerle daha çok karşı karşıya geldikçe ve güç mücadelesi kızıştıkça, emperyalist sistemde daha çok tahribat ortaya çıkıyor, sistemin işleyiş mekanizmalarında ciddi sıkışmalar yaşanıyor ve bunu önemsemek gerekiyor.

Bugün bu iki eksen arasındaki mücadele, Çin’in İpek Yolu projesinden tutun da Suriye’deki ya da Ukrayna’daki vekâlet savaşına, petrol boru hatlarının nerelerden geçeceğinden tutun da ABD’de Trump’ın seçilmesine kadar uzanan bir genişlikte devam ediyor ve elbette ki bu mücadelenin kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’ye de yansımaları oluyor, Atlantik-Avrasya kutuplaşmasının Türkiye siyaseti üzerinde de belirleyici bir etkisi bulunuyor.

Türkiye Soğuk Savaş’la birlikte, yani 1946’dan itibaren Atlantik ekseninin sadık üyelerinden biri oldu hep. IMF, Dünya Bankası ve NATO üyelikleri, Sovyetler Birliği düşmanlığı ve anti-komünizm, Amerikan üsleri, AB süreci, Batı sermayesi ile kurulan ilişkiler, bunların hepsi Türkiye yönetici sınıfının Atlantik ekseniyle kurduğu ilişkinin birer tezahürüydü. Milli Görüş gömleğini çıkartıp iktidara gelen iktidar partisi de bu ilişkiyi devam ettirdi: Irak işgaline ortak olmaya çalıştı, Afganistan işgalinde etkin bir görev aldı, “Arap Baharı”nda taşeronluk rolüne soyundu, IMF-Dünya Bankası programlarını harfiyen uyguladı, dahası ve belki de en önemlisi, o dönemki gayri resmi koalisyon ortağı Cemaat’le birlikte, Ergenekon-Balyoz operasyonlarıyla Türkiye’de devlet içi ve dışında yer alan Avrasya yönelimli/ulusalcı güçleri tasfiye etti. Evet, Ergenekon’un da Balyoz’un da uluslararası bağlamında Atlantik-Avrasya mücadelesi vardı, bu operasyonlar Atlantikçi operasyonlardı.

Bugün ise son derece ironik bir şekilde, o operasyonlara maruz kalan ve Silivri’ye gönderilenlerin bir kısmı, iktidar partisinin Türkiye’yi Avrasya eksenine taşıdığı iddiasıyla bir tür koltuk değnekliğine soyunmuş durumdalar. Rusya’dan S-400 alımı, Rakka Operasyonu ya da İran Genelkurmay Başkanı’nın Türkiye ziyareti gibi birtakım fenomenler üzerinden Atlantik ekseniyle bağların koparıldığı ve Avrasya eksenine geçildiği gibi son derece yüzeysel ve kolaycı analizler havada uçuşuyor ki bunların hepsinin safsata olduğunu açıkça belirtmek gerekiyor.

Safsata, çünkü meta üretim zincirine, ortaklık ilişkilerine, ihracat-ithalat rakamlarına baktığımızda Türkiye kapitalizminin göbekten Atlantik eksenine, yani başat emperyalist güçlere bağımlı olduğunu görüyoruz. Bunun dışında, Türkiye küresel kapitalizmin mali, iktisadi ve askeri kurumlarının birer üyesi ve bunlarla herhangi bir derdi yok, ordusu NATO ordusu, istihbarat örgütü ABD istihbaratı ile iç içe vs.

İki yıl önce uçağını düşürdükleri Rusya ile yakınlaşma Batı karşısındaki yalnızlığı telafi için bulunmuş konjonktürel bir çözüm, altı ay önce Trump’ın gönlünü çelmek için “Acem emperyalizmi” yaftasını vurdukları ve Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta hala karşı karşıya oldukları İran’la yakınlaşmanın temelinde anti-Kürt jeopolitik var, “dünyanın fabrikası” Çin’le zaten her ülke yakınlaşmaya çalışıyor.

Tüm bunların gerisinde ise “ulusal çıkar” falan değil, “kişisel çıkar” bulunuyor; kişiselleşmiş iktidar günü kurtarabilmek ve ömrünü uzatabilmek için, hiçbir şekilde ilkesel ya da planlı programlı olmayan, bütünüyle pragmatizme dayalı taktik hamleler yapıyor. Söz konusu olan Türkiye’nin çıkarları değil, bu kişiselleşmiş iktidarın çıkarları ve burada ne Avrasya eksenine kayma ne de anti-emperyalizm var. Söz konusu olan bütün kurumsal yapısı  çökertilmiş ve kaderi tek adamın kaderine bağlanmış bir devlet aygıtını, buna dayalı bir rejimi ayakta tutmak için emperyalizmle yeni pazarlık kozları elde etmeye çalışmak ve bunu “milli mücadele”, “beka mücadesi” vs. diye soslayıp topluma sunmak. “Benden sonrası tufan” diyen bu anlayışın bedelini ise tüm ülke ödüyor ve ödemeye devam edecek maalesef.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İktidarın kurbanları... - ERDAL ATABEK

“Kurban bayramı”, öyle mi?
Hayvanların kurban edildiği bir bayram mı bu?
Yani, iyilik olsun diye.
Et yiyemeyenler bugünlerde et yesin diye.
Kesilen hayvanlar kesenleri Sırat köprüsünden geçirsin diye.
Bize böyle söylenmişti.
Peki, ya kurban edilenler insansa?
Kurban edilen insan da var mı?
Var ya, kurban ettiniz işte.
Nuriye’yi, Semih’i açlık grevinde hapse attınız.
Onlar sizin adaletsizliğinizin kurbanı ya.
Hapiste ölüyorlar.
Sizin kurbanlarınız.
Kutladığınız bayramın içinde onlar da yok mu?
İşlerinden atıp aç bıraktığınız insanlar.
Yüz elli binden fazla.
Onlar ne yiyecek diye merak ediyor musunuz?
Siz bayram yaparken onlar da aklınıza geliyor mu?
Ya hapislere attığınız insanlar.
Suç uydurup zincirlerin arkasında yatırdığınız.
Sizin kurbanlarınız onlar.
Elleriniz kanlı sizin.
Bu kanların hesabını vermeyeceğinizi sanmayın.
Hepsinin hesabını vereceksiniz.
Maskeli suratlarınızın üstündeki sahte bakışlarınızı.
Biz unutmayacağız.
Size de unutturmayacağız.
Bu bayram gününde.
Sakın unutmayın.
***
Adaleti iktidarınıza kurban ettiniz siz.
Çok kan döküldü çok.
Hapiste ölenler oldu.
Nasıl öldüler, dönüp bakmadınız bile.
Kendini öldürenler oldu.
Silahını kafasına dayayıp tetiği çekenler.
Kanları sizin üstünüze sıçrayanlar.
Adaleti kurban ettiniz.
Özgürlüğü kurban ettiniz.
Konuşanı astınız.
Yazanı kestiniz.
Düşüneni pişman ettiniz.
Kalemini kalbine sapladıklarınız oldu.
Sizin kurbanlarınızdır.
Kanlı ellerinizin kurbanları.
***
Laikliği kurban ettiniz ki çok önemlidir.
İnsan aklının özgürlüğüdür laiklik.
Kurban ettiniz.
Dinsizliktir dediniz.
Siz de biliyordunuz ki, değildir.
Laiklik, dünya yaşamını özgür akılla
yönetmektir.
Sizin amacınız ise, insanları kullukla itaat ettirmekti.
Laikliği kurban ettiniz.
Muhalifleriniz de çekindi, cesaretle önünüze çıkamadı.
Siz özgür insan aklını kurban ettiniz.
Siz özgür insan iradesini kurban ettiniz.
Çok kanlı bir kurban töreni oldu bu.
Bunun da hesabını vereceksiniz.
Merak etmeyin.
***
Toprağı kurban ettiniz.
Madencilere kurban ettiniz toprakları.
Yeşil ağaçları kurban ettiniz. Binlercesini.
Yeşil ovaları yağmacılara kurban ettiniz.
Canım dereleri tıkadınız, sularını kuruttunuz. 
Seller bastı evlerinizi, aldırmadınız.
O kepçelerdeki eller sizin ellerinizdir.
Kurban kanı bulaşan elleriniz.
***
İktidarınızın en büyük kurbanı kendiniz oldunuz.
Siz de artık kurbansınız.
İktidar sarhoşluğunun kurbanı.
Güç zehirlenmesinin kurbanı.
Kendi kibrinizin kurbanısınız.
Kendi öfkenizin kurbanısınız.
Artık hiç kimseye güven duyamayacaksınız.
Artık her şey sizin korkunuz olacak.
Siz kendinizi kurban edeceksiniz.
Sizden kurtulanlar.
İşte o zaman bayram yapacak...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

3 Eylül 2017 Pazar

Paşam imamları yola getirdi de... - MEHMET KUZULUGİL

Önce sosyal medyaya düştü, sonra haber oldu. (Artık alıştık bu algoritmaya da.)


AKP’li gençler dünyanın yuvarlak olduğu konusundaki pozitivist dayatmaya kafa tutayazmışlar. Muhtelif kanıt da sunarak, yuvarlaklık senaryosunun zayıf noktalarını ve buradaki derin komployu deşifre eden bir yazı partinin Fatih gençlik kollarına ait internet sitesinde yayınlanmış!
Dünyanın tepsi gibi düz olduğunu düşünenlerin varlığı değil, böylelerinin iktidardaki partinin gençlik kollarında görevler almış olması bile değil ama “dünyanın yuvarlak olduğu savıyla kuşakları zehirleyen bilim papazlarına savaş açılmış” bir ülkede yaşamak koyuyor insana…
Ülkede dedik ama lafın gelişi. Fatihli evladı fatihanın “tezlerine” dayanak yaptığı hikayeler de gördüğüm kadarıyla ithal. Gördüğüm kadarıyla diyorum, bu dev eseri derinlemesine okuyacak sabra sahip olmayan milyonlarca insandan biriyim.

Bu zırvalar başka ülkelerde de savunuluyor yani.

“Suudi Arabistan’da, İran’da falan savunuluyordur tabii” demeyin sakın. Bir kere çarpılırsınız.
İran’ın ortaöğrenim müfredatında evrime ayrılmış olan yer çarpar sizi.
Bir de yobazlığın menbaı olarak ABD’yi değil de Suudi Arabistan’ı gördüğünüz için, Usame Bin Ladin’in ailesi ile ABD gezisi yaparken çektirdiği fotoğraflar çarpar.
Yetmez küçük Bush hazretlerine “dünyayı kurtar ya Corç dabılyu” tebliğinde bulunan Cebrail’in müsteşarı çarpar.
Yetmez, “dini inancım gereği çocuğumu aşılattırmayacağım şerif” diyen binlerce Amerikalı “lanet olası beyaz kıçını kaldırmaya” üşenmez, çarpar.
Pazar yazısı olunca lafı sakız gibi bir o yana, bir bu yana çekiştirmek mümkün oluyor tabii. Ama uzatmayalım.
Dünyanın top gibi yuvarlak değil, tepsi gibi düz olduğuna inanan, inanan ne, militanca bunu savunan AKP’lilerden söz açılınca epey bir kimsenin aklına “imamları teyyare ile uçurup, dünyanın yuvarlaklığına iman edene kadar indirmeyen” Güventürk paşa gelmiş.


Olay doğru mu, kupür gerçek mi bilmiyorum. “Velev ki olmamış” olayın kahramanı Güventürk, “Atatürk paşası” namıyla biliniyor. 1957’de ordu içinde darbe amaçlı örgüt kurmaktan yargılanıp beraat etmiş, böylece görevinin başına dönüp 27 Mayıs’ı görmüş bir asker. 1969’da Korgeneral olarak emekli olmuş. Bolca da kitap yazmış birisi.

“Atatürk paşası”nı daha da ilginç kılan bir olaysa, gerçekten az rastlanır türden. Orduda çok örneği olduğunu sanmıyorum.

Fakir Baykurt’un 1957’de yazdığı “Yılanların Öcü” 1962’de filme çekiliyor. Güventürk Paşa’yla ilgili bilinen olay şu: Güventürk paşanın Tuğgeneral olarak görev yaptığı tümende erlere her gece Yılanların Öcü filmi gösteriliyor. Paşa da her gösterimden önce çıkıp film hakkında bir konuşma yapıyor. Bir kaynağa göre, konuşmanın muhtevası şöyle: Bu film, yapılan haksızlıkları ortaya koyan ve milleti uyandırmaya çalışan bir filmdir. Dikkatli seyredin. Terhis olup köye dönünce haksızlıklara tahammül etmeyin. Kanun karşısında herkes eşittir. Ağa yoktur, bey yoktur, millet vardır. Hakkınızı arayın. Nahiye müdürü sizi dinlemezse, kaymakama çıkın. Ondan da bir netice alamazsanız Cumhurbaşkanına kadar şikayet yolunuz açıktır. Bu filme komünist diyenler, ağa ve beylerin menfaatlerini korumak isteyen hakiki komünistlerdir.

Aman paşam, yaman paşam. Yılanların Öcü’nü erlere seyrettiren paşam. İmamları teyyareye doldurup, “düz müymüş, yuvarlak mıymış gavat sürüsü” diye diye dakikalarca eziyet edip yola getiren paşam. Bir nevi Galile’nin intikamını Torquemada’dan alan paşam.
Ama küçük bir kusuru var paşamın.
Paşa olması mı mesela? Laik, demokratik Cumhuriyet’te paşalık ne! Paşalık, padişahlık kalıntısı.
Paşanın, paşalık dışında bir kusuru var.

Bilinmeyen bir hikaye. Ben birinci ağızdan aktarıcısıyım.

Fakir Baykurt’un öyküsünden uyarlanan filmi erlerine seyrettirip, bir güzel endoktrine ederek köylerine yollayan paşanın çok değil belki 3-5 yıl sonra yolu Fakir Baykurt’la kesişiyor. Güventürk paşa, Gelibolu’da görev yaparken Fakir Baykurt da Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) başkanı. 3-5 yıl önce Yılanların Öcü’nü erlerine yukarda andığım şekilde sunan Güventürk paşa işte o tarihte (1969 olmalı) çevresine bilgi veriyor. “Bu Fakir Baykurt, azılı komünisttir. TÖS diye de bir sendikanın başına geçmiş. Geçit vermeyin, aman vermeyin.”

Dünyanın düzlüğü, yuvarlaklığı, imamların teyyareden korkusu, paşaların imamlara dönük amansızlığı falan derken, bir bayram sohbetimiz buraya bağlandı. Fakir Baykurt’tan bu hikayeyi eski Köy Enstitüsü yerleşimi olan Kepirtepe’de Öğretmen Okulu’nda dinlemiş bir sendikalı resim öğretmeninin aktarımını kayda geçmek de bu Pazar yazısı ile bana düştü. Fakir Baykurt, birkaç yıl önce, kendi eserinin uyarlamasını yere göğe sığdıramayan “Atatürk Paşası”nın sonrasında onu “azılı komünist sendika başkanı” olarak düşman bellemesini içine sindirememiş de, bir öğretmen odasında Kadir hocaya böyle anlatmış.

Hasılı kelam…

Anafikrin babafikri: Atatürk paşasının teyyareden attığı yobazlık, Fatihli bir web sitesinden çıktıysa, paşalarla bir yere kadar demekte fayda vardır.

Atatürk paşasının imamlara yaptırdığı teyyare gezisini keyifle anarken, asıl teyyare gezisini yaptıracak işçi sınıfına selam diyerek Pazar yazımızı bitirelim.

MEHMET KUZULUGİL / SOL

İlgili bağlantılar:
Artık ulaşılamayan evladı fatihan yazısı:
http://www.akgencfatih.com/makaleler/55-makaleler/duz-dunya-teorisi

Faruk Güventürk'ün konuşmasının aktarıldığı yazı:
http://www.radikal.com.tr/kitap/gecmis-zaman-tesellileri-854426/

Çekilin, burjuvazi et yiyecek! - TOLGA BİNBAY

Mademki gündem et, biz de yakından bakalım toplumun ocağında pişen bu mevzuya.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Açıkçası her şeyin bu kadar hızlıca değişebileceğini düşünmemiştim. On, on beş yıl öncesinden bahsediyorum. Evet, Türkiye’de uzun zamandır kırlar boşalıyordu ama Avrupa hedeflerinin pat diye tutturulabileceğini ve kırların apar topar terk edilebileceğini pek tahmin etmiyordum.

Ülkenin kentleri, kırları “çok da zorlanmadan” değişiverdi ve Türkiye'nin etle olan ilişkisi de değişti.
Tamam, et hiçbir zaman sıradan bir besin olmadı. Ama hem Türkiye kapitalizmi hem de dünya kapitalizmi eti beslenme akışkanlıklarımızda bambaşka bir yere getirdi. Şimdilerde başını Çin ve Hindistan çekse de küresel çapta kişi başı et tüketimi son elli yılda ikiye katlanmış durumda[1]. Türkiye de aynı değişim ikliminin bir parçası: Et tüketimi yıllardır sürekli artıyor. Kırlar boşalırken kentlerde et, kamyon lastiği reyonunun hemen yanındaki yerini gittikçe genişletiyor. Hem de kendi lügatiyle: antrikot, incik, döş, gerdan, kontrnuar, drymeat, vs....

Genişleyen bir tek market reyonları değil. Toplumun et ile kurduğu ilişki de değişti. Çok değil 20-30 yıl önce et, özel günlerin besiniydi. En özeli kebap yapılırdı; onun da yanında binbir çeşit garnitür olurdu.

Şimdi ise ete ulaşmak ve eti tüketmek kütlesel bir boyut kazandı: Ankara'da Balgat, Çukurambar, İzmir’de İnciraltı-Güzelbahçe sahil şeridi ve İstanbul’da başta Etiler olmak üzere bilumum semt kütlesel et tüketilen, fabrika bacası gibi bacaları olan mekânlarla dolu. Aynı anda onlarca masaya hizmet eden bu tür mekânlarda masanın hemen yanına bir mangal kuruluyor ve sonra da gelsin kilo ile et. Her bir masadaki baca da merkezi tek bir bacaya bağlanıyor, devasa bir motor ile. Alın size modern tüketim fabrikası…

Tabaklar da büyüdü: Amerikan porsiyonlarına döndü kebaplar, biftekler, burgerler. Artık restoran görünümlü bu devasa fabrikalarda servis edilen etler, bir oturuşta dört kişiyi besleyebilecek tabaklarda geliyor.

Aynı zamanda günlük toplam enerji ihtiyacına denk gelen 1500 kilokaloriyi elde etmek de ucuzladı. Bir "bolluk" geldi ama nereden ve nasıl geldiği çok da bilinmeden, sorulmadan. Hakikaten nereden geldi bu “kilo ile et”? Kırlar boşaldıysa kim yetiştiriyor bunları?

Öte yandan bir gerçek var: Et, evrimsel olarak insana, homo sapiense çok önemli bir gelişim olanağı sundu. Özellikle beyin işleyişi ve gelişimi için gerekli olan mineralleri ve vitaminleri bir besin küpü olarak sağlayıverdi[2]. Evet, örneğin demir ıspanakta da var ama 300 gr kırmızı et ile alınan demiri ancak 2,5 kg ıspanak ile alabiliyoruz. Yani, beslenme açısından et oldukça pratik bir çözüm.
Ama et, bir tek et değil işte. Pazarı var, endüstrisi var, tekelleri var ve de halimizi yansıtan kültürü var. Tüm toplumun etle ilişkisi bir yandan da kültürel bir uğrak: Kebaptan grillhouselara uzanan. Ve artık sormak zorundayız: Bu lezzetin, bolluğun, değişimin bedeli ne?

Mesela kırmızı etin çevreye olan maliyetini düşünmek abes mi?
Şu dört bir yana açılan Pirzola Houselarda, GrillCenterlarda, SteakStoplarda tüketilen ya da marketlerde reyonu genişleyen dry, marine, özel kesim, helal etleri ve genel olarak herhangi bir eti üretmenin bedeli nedir?
Bir başka canlı grubu üzerindeki sınırsız tasarrufun bedeli nedir?
Sormak abes mi?
Hâlâ mı?
Örneğin et, çok su gerektiren bir besin. Şöyle ki: 1 kg dana eti için 15.415 litre su gerekiyor[3]. Et sadece pratik bir beslenme kaynağı değil, aynı zamanda pratik bir sağlıksızlık kaynağı da. Obeziteden kalp hastalıklarına birçok durum etin de merkezinde durduğu bir beslenme ve yaşam biçimiyle yakından ilişkili.
Velhasıl et insan beynini ve zihnini değiştirmeye devam ediyor. Ve farklı görünümleri olan bir beden kültürü, zihin hali ortaya çıkıyor.
Mesela son bir yılın fenomeni Nusret nedir?
Nedir büyüsü?
Ete ne olduğunu anlarsak Nusret’i de anlarız. Çünkü Nusret bir noktadan sonra Türkiye’nin ta kendisi değil mi? İster içinde ne olduğu bilinmeyen ucuzlukta olsun isterse gazete köşelerinde bilmem kaç liralık yemek fişi yayınlansın, tüm toplumun et ile ilişkisinde artık genel doğrultu Nusret değil mi? Fantezilerle yaşamak ve gerisini çok da takmamak değil mi?

Tüm o kareler erkeksi, kaslı, etli, paralı, seçkin, güçlü, cool ve haz içinde değil mi? Toplumun kaymak tabakasından en altına kadar geniş bir kesim artık oraya bakıyor: Nusret’in videolarına, fotoğraflarına, orada pişen, kızaran, cızır cızır eden arzuya…

Ve bir de gün geçtikçe artan kilolara. Obezite ile Nusret el ele geçiyor günlerimizden: Sağlık Bakanlığı ise obezite için hareket etmeyi öneriyor. İşte yürüyüş, merdiven çıkma vs. gibi.
Olabilir. Ama tam bir parçalı düşünme hali, meselenin özünü ıskalama yok mu, bu yaklaşımda? Zihin dünyası ile beden kültürü iç içedir; toplumun zihinsel ufku değişmeden beden kültürü de değişmiyor. Ve kentlerde ete ve etin temsil ettiklerine aç bir toplam var.  Mesele de orada: Beden kültürünün tamamında.

Öbür yanda ise toplumdan, tarihten ve varoluşumuzdan koparılmış bir sağlıklılık endişesi var, bu parçalı kavrayışın bir başka ifadesi olarak: Vejetaryenlik, veganlık ve ortoreksi gibi. Ve teslim etmeliyiz ki tüm bu değişik derecedeki haklı titizlikler alttan alta da etkili. Özellikle solda. Yani sol içinde henüz siyasete yansımamış olsa da beslenme pratiklerinde değişimi içeren bir konumlanış da var. Öyle burun kıvırıp geçmek mümkün değil.

Yine de et ile olan yeni ilişkimizin herkesi eşit derecede etkilediğini düşünmek saflık ve körlük olur. Çünkü en alttakilere nereden geldiği, ne içerdiği, hatta ne olduğu belli olmayan bir et düşerken üsttekilerin “iyi et” arayışı ise paraya bakıyor.

Kentlerdeki geniş bir eğitimli emekçi kesimi ise tüm bu sürece bireysel çareler arıyor. Bazen rahatsızlık verici bir titizlikle.
Ama şunu da bir kenara yazalım: Tüm bu besin/beden uğraşısı kentli yeni bir kuşağın habercisi. Kapitalizmi deforme ya da reforme edecek bir kuşağın. Yaşayıp göreceğiz.
Şimdilik mangal bacalarının mesajı net:
Çekilin, burjuvazi et yiyecek!
Tüm toplumu da peşinden sürükleyerek…
Peki, ama bir şarkı vardır, bilir misiniz?
Ne mi der?
Et, cinayettir[4].
Afiyet olsun.

Tolga Binbay / SOL

[1] Gould J (2017) Nutrition: A world of insecurity. Nature, 544, s6-s7.
[2] Gupta S (2016) Brain food: Clever eating. Nature, 531,S12–S13.
[3] Heffernan O (2016) Sustainability: A meaty issue. Nature, 544, S18–S20.
[4] The Smiths, Meat is Murder. https://www.youtube.com/watch?v=CzuDSSO_c9o

Erkeklik ve şöhret - TAYFUN ATAY

Değerli dostum, gazeteci-yazar Ahmet Tulgar’ın tarihe geçmesi gereken bir yazı başlığı vardır: “Erkekler baştan yeniktir” şeklinde…
Yazı, Fatih Terim’in 2003’te Galatasaray teknik direktörüyken Beşiktaş derbisinde kendisine yönelik küfürlü tezahürata karşı tribünlere yaptığı el hareketine ilişkindir.
Terim, yüzü sahaya dönük halde sağ kolunu arkaya doğru kaldırmış, başparmağını ikinci ve üçüncü parmakları arasına sokarak tribünlere uzatmıştı. 



Ahmet, bu hareketin ne ölçüde etkili olup olmadığını, aynı anlama gelen diğer hareketlerle karşılaştırmalı şekilde ilginç bir açıdan tartışıyordu. Sonuçta da sağ kolu sol avuçta “şak” diye kaydırarak yapılandan parmaklarla cinsel organı avuçlamaya kadar açılan yelpazede tüm bu hareketlerin aslında “erkeğin çaresizliği ve yetersizliğine işaret” olduğunu ileri sürüyordu.
Yazıyı şöyle noktalamıştı: “Bütün erkekler daha işin başında yeniktir. Adı ‘Fatih’ olanlar bile” (“Milliyet Popüler Kültür”, 7 Kasım 2003).
***
Gerçekten, bir erkeğin yaşamı, hiç tamamına erdirilemeyen bir “erkeklik” uğruna, hiç son bulmayan bir mücadele içinde geçer.
Erkekliğin her an “elden gitme” kaygısı, hayat boyu her ortam ve ilişkide erkekle beraberdir.
Erkeğin “erkekliği”, cinsel organının “iş yapar”lığından tuttuğu takımın başarısına kadar, evde, işte, sokakta, her yerde sınama ve tehdit altındadır.
O yüzden diyoruz, erkeklik en çok erkeği ezer!..
Fatih Terim’i de bol bol ezdi.
En son, kendisinin ifadesiyle “ailenin en büyüğü” olarak, damadının ablasının Çeşme-Alaçatı’da işlettiği mekânın yanındaki kebap salonunun sahibiyle yaşanan çekişmeye “erkekçe” müdahil oldu o.
Lâkin aynı kararlılıkta bir “erkeklik” duvarına da tosladı. Dükkândakiler, kamuoyunun gündemine gelecek bir karşılık verdiler.
***
Ancak Terim cephesinde “erkeklik” kadar hassas bir diğer kimliksel dinamik vardı ki bu da “şöhret”ti.
Ve Terim’in “erkeklik gösterisi”nin şöhretle titreşimli şekilde son derece ilginç bir “çarpan etki”si olduğunu dün önümüze gelen matrak mı matrak haberden anlıyoruz.
Bir grup üniversite heykel bölümü öğrencisi, uluslararası spor bahis sitesi (“Sen Kazandın”) desteğiyle Terim’le kapışan dükkân sahibi Selahattin Aydoğdu’nun heykelini yapmış.
Heykel, Alaçatı’da restoranın önüne dikildi. Üzerinde de “Türk futbolunun kaderini değiştiren adam, Selahattin Aydoğdu” yazılı.
Demek ki nasıl “erkeklik erkekliği çekti”yse şöhret de “şöhret”i çekti ve Aydoğdu meşhur oldu!..
“Böyle bir sürprizi beklemiyordum, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum” demiş heykelin yanında neşe içinde poz verirken…
***
Olay, Fatih Terim’in karizmasını çizip onca yıldır inşa ettiği şöhrette aşınma yarattı mı, yarattı. En azından kamuoyu, onun Milli Takım’dan istifasını bu olaya bağlıyor mu, bağlıyor.
Fakat diğer taraftan, onun gibi şöhretli birinin bu “erkeklik oyunu”, ona mukabelede bulunana da şöhret “bulaştırdı” mı, bulaştırdı.
Çünkü nasıl ki “erkeklik”, onu “taşıyan” erkekten bağımsız ve onun üstünde işleyişe sahip bir iktidar şebekesi ise şöhret de aynı şekilde meşhur olana dışsal, ondan bağımsız işleyişe sahip bir kültürel örüntüdür. Erkeklik oyununda iktidar, aslında erkeklik gösterisinde bulunan erkeği izleyen gözlerdedir; binlerce, milyonlarca, milyarlarca çift gözde…
“Erkeklik” uğruna ne yaparsanız, o gözleri tatmin etmek için yaparsınız.
Şöhret de öyledir. Meşhur denilen her kimse, onu tanıyıp bilenlerin gözleri, zihni, dünyasıdır onun “dölyatağı”
Yani şöhret, bir bakıma “sıradan” olanların bayıla bayıla oynadığı bir oyundur. “Meşhur” da bu oyunda “oyuncak”
Şimdi bir grup heykel öğrencisi marifetiyle Kebapçı Aydoğdu’nun (hayli kıdemli bir başka şöhrete haset ve hıncın da itkisiyle) oyuncak yapılışını izliyoruz!.. 
 
Vatan Şaşmaz - Filiz Aker” olayında da yazdık, her canlı şöhreti tadacaktır; Andy Warhol’un dediği gibi, ortalama 15 dakikalığına da olsa… 
 
O yüzden şimdi Alaçatı’da el çabukluğu marifetle oturtulmuş olanın üzerine tüy dikercesine bir başka heykelin konulacağı günler de çok geçmeden gelecektir.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Yaşadığımız dünya ile öbür dünya - NAZIM ALPMAN

Yıllar önce, bayıltıcı sorularıyla ünlü Milliyet’in parlak muhabiri Musa Ağacık, Refah Partisi Başkanı Necmettin Erbakan’a Maocu akımının “Üç Dünya” teorisini sormuştu:
-Siz Üç Dünya teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Erbakan Hoca başını yukarıya doğru çevirip uzun boylu gazeteciye şöyle bir bakmış kendisinden beklenen kıvraklıkta kısa bir yanıt vermişti:
-Bizim için iki dünya vardır. Bu dünya ve öbür dünya!
Konu hassas ve bizim bir hayli uzağımızda olduğundan bilgisine birikimine itibar edilen uzmanlar üzerinden ancak bir şeyler yazıp söyleyebiliriz.
Mesela ODTÜ Felsefe Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof.Dr. Yasin Ceylan geçtiğimiz günlerde Haber Türk’te Kübra Par’ın sorularını yanıtladı. Ceylan Hoca, imam hatip çıkışlı bir akademisyen… Kendisi medrese eğitimi aldığını da ekliyor.

Yasin Ceylan İslam Medeniyeti hakkında görüşlerini açıklarken diyor ki:
-İslam medeniyeti daha çok öbür dünyaya yöneliktir. Son zamanlarda dindar gençliğe dönüş ideali var. Başarılı gençlik yerine dindar gençlik yetiştirilmek isteniyor, bu çok yanlıştır.
-Neden?
-Çünkü Müslüman dünya mut­luluğu peşinde değildir, öbür dünya mutlu­luğu peşindedir. Ben 14 yaşımdayken Kuran-ı Kerim’i Arapça tefsirle­rinden okuyan bir insa­nım. İslam metinlerinin nasıl bir dünya görü­şünü sunduğunu iyi bilirim. İmam hatipte okudum, medreseden geliyorum, İslam’ın ön gördüğü dünya, öbür dünyaya yatırımdır, buraya geçici bakar. Dünya mutluğu ikinci plandadır, asıl mutluluk ertelenmiş mutluluktur. Bununla ilgili, “Burası öbür tarafın tarlası­dır, ne ekersen onu biçersin” gibi birçok hadis var. Bir insanın zih­ninde bu varken neden bu dünyada bu kadar başarılı olsun? Yatırımı öbür tarafadır. İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ideali yoktur, ihtimali de yoktur. Batı medeniye­tinde, bilim, sanat, edebiyat, refah, neşe, şiir falan var. İslam böyle bir toplum öngörmüyor. Ben de iddia ediyorum ki dünya mutluluğu olmadan başarı olmaz, dünya mut­luluğu olmadan ahlak da olmaz. Mutsuz insan ahlaklı olamaz, seve­mez. Mutsuzlar arasında dayanışma da olamaz.
                                                                             •••

Yasin Ceylan Hoca’nın sözlerinin hayatta karşılığı da var.
İnsanlara öbür dünyanın nimetlerini anlatarak milyarderliğe terfi eden ilahiyatçılar her ramazan ayında servetlerini geometrik olarak genişletiyorlar. Bu gelişmenin bir bitim noktası da bulunmuyor. Zenginleştikçe zenginleşiyorlar. Öbür dünyayı anlatarak, bu dünyanın bütün varlıklarına uzanabiliyorlar. Adeta ne varsa bu dünyada der gibiler.
Bir başka örnek de bütçesi birkaç bakanlığa beden Diyanet İşleri Başkanlığı için makam aracı tahsis edilirken dünyanın en pahalı otomobili seçilmesi de Yasin Ceylan Hoca’yı doğrular nitelikte gelişmelerdir.
Örnekler daha çoğaltılabilir. Pek çok dini cemaat lideri ihtişamlı bir yaşamı seçmiş bulunuyorlar. O kadar ki, ünlü hocalar minberden inip jet sky’e binebiliyorlar.
Söylemleriyle öbür dünya, eylemleriyle bu dünya…

NAZIM ALPMAN / BİRGÜN

Çok erken değil mi Başkan - MUSTAFA K. ERDEMOL

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un şaka yollu da olsa söyledikleri AKP Genel Başkanı’nı pek tahammül edilebilir bulmadığının itirafı kabul edilmeli bana sorarsanız. Koltuğa oturalı daha çok zaman geçmedi ama Macron için Recep beyle görüşmek ciddi ciddi bir sıkıntı kaynağıymış demek. Dünya aleme de duyurdu bunu üstelik.


Diplomaside yan yollar vardır malum, bir dergiye demeç verirken, radyoda söyleşi yaparken muhabbet ortamı içinde “gayri resmi” olarak kimi görüşler dile getirilir fırsat bulunduğunda. Macron’un yaptığı da bu. Şaka kılıklı bir ifadeyle bir dünya lideri olmanın göründüğü kadar ‘havalı’ olmadığını söyleyip örnek olarak da Recep beyle sık sık görüşme zorunda oluşunu gösterdi.
Cümlede “Neler çekiyorum, bir bilseniz” yakınması saklı tabii. Şaka da olsa AKP Genel Başkanı için dış dünyada böyle bir imaj var. Üslubunun, halinin, tavrının sertliğinden kaynaklanıyor bu ama kendisine de artık aynı üslupla yanıtlar veriliyor. 

Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmeyeceğinin konuşulduğu sıralarda Alman Sosyal demokratlarının lideri Martin Schulz, “Erdoğan başka bir dilden anlamaz” dedi biliyorsunuz. Erdoğan’ın kullandığı dil biliniyor, dolayısıyla “anlayacağı dile” ilişkin bir kanı da oluşmuş durumda. Macron’un Recep beyle görüşmeleri muhatabının “anlayacağı” dili tutturamadığı için sıkıntılı geçiyor olabilir. Zamanla aşar.

Şaka yollu da olsa hoş değil elbette. Bir sıkıntı nesnesi olarak gösterilmenin neresi hoş? Yine de Recep bey şanslı sayılır. Henüz Victor Orban kadar “ortak nefret” toplamış değil. Her ne kadar hızla ilerlemekteyse de Orban’a yetişmesine zaman var. Orban’a laf kondurmak için AB lider ya da sorumluları “yan yollara” kaçmıyorlar. Düpedüz söylüyorlar ağızlarına geleni. Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn bunlardan biri örneğin. Orban için “Orban gibi tipler yüzünden AB dışarıya karşı değerlerini savunamıyor” demişti yakın zamanda. “Tipler” gibi belirli bir tanımı olmayan, bir kategoriye de konulmayan sıfatla anılmış oluyordu Orban, bu “ne idüğü belirsiz” demek açıkcası. Çok ağırdı yani.

Lafını şakayla sarıp sarmala yerine doğrudan dile getirenlere bir örnek de Ukrayna’nın 2014’deki Dışişleri Bakanı Andriy Deşçitsya olabilir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e “aşağılık herif” demişti. İtalya eski Başbakanı Silvio Berlusconi öyle açık sözlü olacak kadar yürekli değildi, edepsiz adamın biriydi ama, her edepsiz gibi de sinsice söylerdi ne söyleyecekse. Bir gün açık kalmış mikrofonlara yansıdı Almanya Başbakanı Angela Merkel hakkında söyledikleri: “ Culona inchiavabile.” Ağır bir İtalyan argosuymuş bu. “Cinsel cazibesi olmayan şişman kadın” anlamına geliyormuş. Kepazelik tabii ki.

Filipinler Devlet Başkanı Duterte’nin önce Barak Obama’ya sonra da Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong – un’a “onun bunun çocuğu” dediğini biliyoruz.

Yani devlet adamalarının başka devlet adamlarına yönelik kimi değerlendirmeleri oluyor çeşitli düzeylerde. Yıllar önce Yıldırım Akbulut başbakanken, İngiliz diye kalmış aklımda, bir Dışişleri Bakanı gelmişti Türkiye’ye, adam ayrılmadan ne yaptığı basın toplantısında “eğer başbakanınız çok şey biliyorsa eminim bilgilerini çok iyi gizliyor” diye bir laf etmişti. Özal’ın Akbulut’u Başbakan ataması kimi çevrelerde adı geçenin bu görev için yetersiz olması nedeniyle çok eleştirilmişti o sıralar. Yabancı bakanın Akbulut’a laf kondurması Macronvari bir çakmaydı.

Politikacılarımız kendilerine çok güveniyorlar. Bundan ötürü de olmadık durumlara düşürüyorlar kendilerini. Özal bunlardan biriydi. İngilizcesine çok güvenirdi. Yıllar önce yanında Semra Hanımla, Londra’ya Kanuni Sultan Süleyman Sergisi’ni açmaya geldi. Ben de gazeteci olarak izliyorum.

British Museum’da düzenlenen, aralarında Prenses Diana’nın da bulunduğu törende bir konuşma yaptı Özal. Kanuni’den söz ederken “lawmaker” (kanuni) diyeceği yerde “lovemaker”(aşk yapan, sevişen) deyiverdi. Diana’nın başını hafifçe eğip güldüğünü gördük. Ertesi gün de gazeteler söz etti de.

Merak ediyorum doğrusu. Macron’a ne yaptı da adam daha Başkanlığının birinci yılı dolmadan işinden yaka silkmeye başladı.

Hele bir on beş yıl bekleyeydi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

2 Eylül 2017 Cumartesi

Bağdat Demiryolu ve Yeni İpek Yolu karşılaştırması ne söylüyor? - ERHAN NALÇACI

Erdoğan üzerindeki basıncın; Merkel’in Türkiye’nin Gümrük Birliği güncellemesini veto edeceğini açıklaması ve ABD yargısının Erdoğan’ın korumalarını içeren iddianame hazırlaması ile arttığı çok açık.

Ancak günlük gelişmeler, özellikle emperyalist dünyanın iki yüzlülüğü içinde, bütünü görmeyi engelliyor. Hazır bayram tatilindeyken, geçen hafta başladığımız karşılaştırmalı tarihe bütünü kavramak için başvuralım ve bu kez Bağdat Demiryolu ile Yeni İpek Yolunu kısa yazının izin verdiği kadarı ile ele alalım.

Osmanlının daha 1800’lerin başında emperyalist ülkeler arasında pay edileceği belli olmuştu. Buna karşılık İngiltere’nin Rusya’nın güneye inmesini engellemek için emperyalistler arsında bir uzlaşmaya varılana kadar Osmanlının bütünlüğünün korumasına ihtiyacı vardı.
Bu denge hali, 1871’de Alman birliği sağlanıp, ortaya yeni bir emperyalist güç çıkana kadar sürdü. Genç, hırslı tekelleri ve Prusya geleneğinin uzantısı merkezi devleti ile Almanya geç kaldığı dünyanın pay edilme mücadelesine dahil oldu.

Donanması hiçbir zaman İngiltere ile boy ölçüşecek düzeye gelmedi. Bu yüzden güneye inmek için İngiliz Donanması’nın toplarından uzak bir kara yolunu tercih etti: Bu ünlü Bağdat Demiryolu projesiydi.

Osmanlı devlet yönetiminin hangi tarafı tutacağı İngilizlerle Almanlar arasında sert bir rekabet konusu oldu. Yönetim birçok kez İngilizcilerle Almancılar arasında geldi, gitti. Alman devleti niyetini ısrarla gizliyor ve Osmanlıya “Ben hiç Osmanlı toprağını işgal ettim mi, hiç Müslümanlara karşı bir kabahatim oldu mu?” diye yaklaşıyordu.

Bağdat Demiryolu Anlaşması 1902’de imzalandı. İngiliz ve Rusların bütün engellemeleri ve o zamanın teknik olanakları ile zaten zor bir iş olduğu için yıllarca sürdü. Ankara yerine Rusların baskısı yüzünden Konya’dan geçti ve 1918’de savaşın içinde ancak Halep’e kadar ulaşabildi.



Şekil 1: Berlin’den başlayıp Alman emperyalizmini Basra Körfezi’ne kadar taşıyacak olan Bağdat Demiryolu hattı görülüyor.
Alman emperyalizmi belki İngilizlerle baş başa kalsaydı kazanabilirdi, ancak yepyeni kaynaklarla yükselen ABD emperyalizminin varlığı nedeniyle bugünkü rolüne çakıldı, bir dünya imparatorluğuna asla dönüşemedi.

Şimdi ise Çin’in yükselişi buna bir kez daha izin vermiyor. Üç yüz milyon köylüyü kendi ülkesinde göçmen işçi haline getiren ve kuralsız bir sömürü için sermayeye teslim eden Çin Rusya’yı da şimdilik arkasına alarak dünyanın yeniden pay edilmesini istiyor.

Yeni İpek Yolu veya Tek kuşak-Tek Yol Projesi Çin tarafından bir hegemonya projesi olarak geliştirildi. Demiryolu, deniz taşımacılığı ve iletişim yolları aracılığı ile Çin’i bütün Asya, Afrika ve Avrupa ile birleştiriyor. Ve askeri çatışmanın dışında ekonomik olarak buna karşı bir alternatif geliştirilemiyor.



Şekil 2: Çin’in önerdiği İpek Yolu Pekin’den başlayıp İran ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşan demiryolunu, Kalküta ve Kızıldeniz aracılığı ile Avrupa’da karayoluyla birleşen bir deniz yolunu içeriyor.
Çin İpek Yolu’na dahil olan 66 partnerine tıpkı Almanların 1900’lerin başında Osmanlıya söyledikleri gibi şunu söylüyor: “İpekyolu bir Çin fikri ama herkesin menfaatine. Dünyanın gelişimini için, adil, makul ve şeffaf küresel ticaret ve yatırım kurallarının konulmasını teşvik etmenin tam zamanı.”
Bunun ne anlama geldiğini, nasıl dünya ölçeğinde bir sömürüye işaret edildiğini ve ekonomik hegemonyanın siyasi hegemonya ile nasıl sonlandığını çok iyi biliyoruz.
Türkiye burjuvazisi hâlâ en çok Almanya ile alışveriş yapıyor ve çıkarları iyi geçinmeyi gerektiriyor. Bu doğru ama Avrasyacılığın bir nesnelliği var. Bu sadece Erdoğan’ın sıkışmışlığı ile açıklanamaz. Burjuvazinin gönül kaymaları, kâr kokusu almaları, risk alma isteği, teşvikler vb. her zaman Avrasyacı, Çinci/Rusçu bir klik olacaktır.

Ordunun bir siyasi parti gibi davrandığı dönemde Avrasyacılığı önemli bir burjuva stratejisi olarak savunan klikler olduğu biliniyor. Zaten Erdoğan’ın da dahil olduğu Ergenekon operasyonu bu kliği tasfiyeye dönük yapılmıştı. Aradan beş sene geçmeden bu sefer Erdoğan bir Avrasyacı olarak gözüktü.

Tabi ki Erdoğan Batı emperyalizminin desteklediği burjuva siyaseti tarafından tasfiye edilebilir. Ancak sonra tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi tekrar Çin/Rus yanlıları bir zemin arayacaklardır.
Bu olayın etrafında yaşanan şiddete bakın. Rus uçağı düşürüldü, bir Rus elçi öldürüldü, bir darbe girişimi yaşandı, hapishaneler farklı taraflarca doldu doldu, boşaldı. Ve daha henüz sürecin başındayız.

Türkiye işçi sınıfı siyaseti ise, bir tarafa yatmak ne kelime, ancak bu paylaşım savaşının parçası olan rezil sürecin yarattığı boşluklarda iktidarını arayacaktır.

Erhan Nalçacı /SOL

Halkevleri’nin çocuğu - IŞIK KANSU

Cumhuriyet atılımları ile derdi olanların hedefe koydukları, karşıdevrim dalgaları ile yıkılmış olan bir halkçı-devrimci kurum olan Halkevleri’nin nasıl bir işlev yüklendiğini bilen bilir. 

Örneğin, Adana Halkevi’nin bir küçük çocuk için ne gibi bir anlamı olduğunu dinlemiştim.
Gecekonduda oturan o çocuğun yolu Adana Halkevi’ne düşer. Dışarısı soğuk, Halkevi sıcaktır. Kimse ona “İçeriye neden girdin” diye sormaz. Boyundan büyük dizi dizi kitapları karıştırmasına hiç karışmaz. 


Üstelik Halkevi kütüphanesinin müdürü Zihni Amca, kitaplarla haşır neşir olmasını sağlamakla yetinmez, evinden sefer tasıyla getirdiği yemeklerini o küçük çocukla paylaşır.
O küçük çocuk büyür, öğretmen olur, ardından Cumhuriyet yazınının en büyük yazarları arasına girer.
O küçük çocuk, Atatürk Cumhuriyeti’nin kimsesizlerin kimsesi olduğunu yaşamı ve sanatı ile kanıtlayan Muzaffer İzgü’dür. 



7’den 70’e herkese; gerici ve tutucular ile kendini beğenmişlere katıla katıla gülmeyi öğreten Muzaffer İzgü, bu toplumun gülen yüzü olarak belleğimizin güneşli gökyüzünde yerini almıştır. 


Meczuplaştırma
Sürekli artıyor: Siverek’te, Diyarbakır’da, Anamur’da, Zonguldak’ta, Eskişehir’de Atatürk yontularına saldırıldı.
Soruşturmacılara göre, saldırganların hepsi ya “meczup” ya da “akli dengesi olmayan” kişiler.
Demek ki, aklı olan Atatürk’e saldırmıyor.
Ya da öyle bir yönetim altındayız ki, insanlar meczuplaştırılıyor. 


KHK dairesi
Bir bilgisunar sitesi yöneticisinden mektup geldi. Durumu özetlemiş:
“İki yıl önce bir eylemde polis tarafından haksız yere gözaltına alınmış bir öğrenci ile söyleşi yapmış, sitemizde yayımlamıştık. O zaman muhalif eylemlerde yer alan bu genç, iki yıl sonra geçenlerde bir ileti göndererek, iş hayatında kendisine çok engel olan bu söyleşinin siteden kaldırılmasını istedi.
Üç yıl önce sitemizde muhalif yazılar yazan bir başka genç de, köşe yazılarının siteden silinmesini istedi. Adı aratılınca bu yazıların bilgisunarda görünmesinin kendisine çok büyük engeller çıkardığını aktardı.
Zamanında Fethullah - AKP birlikteliğine dair iyi yazılar yazmış başka bir genç de mevcut durum nedeniyle geçmişteki yazılarının kaldırılmasını rica ediyor.”
Yaşamın her alanında korku ve baskıyla ağırlaşmış böylesi bir havada yeni bir KHK ile Adalet Bakanlığı’nda İnsan Hakları Dairesi Başkanlığı kuruldu.
Adaletsizliklerin, haksızlıkların, hukuksuzlukların bürokratik evraklar arasında yitip gitmesi için… 


Fetih
AKP Genel Başkanı, Anadolu’yu işgal eden emperyalizmi ezdiğimiz 26 Ağustos ve 30 Ağustos’u görmezden gelmek için Malazgirt’te iteleme kakalama törenler düzenlerken Ege’de Türk sularındaki adalara Yunanlar, Bizans bayrağı çekti.
Eline tutuşturmuşlar bir ok ile yay, kendini Alpaslan sanıyor.
Oysa, 946 yıl sonra Bizans Anadolu’yu fethediyor, farkında değil…


Işık Kansu / CUMHURİYET

1 Eylül 2017 Cuma

Bayram - Meriç Velidedeoğlu

Bugün bayram; öyle de, ne ki geçen cumartesi başlayıp, bu haftanın salı günü sona eren bayram gibi dört günlük bir “Adalet Kurultayı” sürecini de yaşadık (29.08.2017)
“Adalet Yürüyüşü”nün ardından gelecekti “Adalet Kurultayı”, tıpkı bunun ardından da gelecek olanlar gibi...

Çağdaş bir “hukuk devleti” olmanın içerdiği tüm kavramların dayanağıdır “Adalet”. Dolaysiyle, “Adalet”i adım adım yok eden “çağdışı” bir anlayışın iktidarına karşı yapılan savaşımın da (mücadelenin) temelini oluşturup gücünü arttırır kuşkusuz.
Daha önce de sözü edildiği gibi, “Adalet” kavramıyla Osmanlı Devleti, “1830”larda İkinci Mahmut döneminde karşılaşır; bugün hâlâ bu kavram gündemimizi oluşturuyorsa, “200 yıl”dır, “Adalet”, “Adalet!” diye haykırıyoruz demektir; üstelik, “1923 Türk Devrimi” gibi bizi de çağdaş, laik ülkeler düzeyine getiren “laik” bir “devrim” geçirmiş olmamıza karşın.
Devrim’in ürünü sekiz “Devrim Yasası”na sahip olmamıza karşın...
Çünkü, Sultan İkinci Mahmut, 1830’larda “Adalet” derken, “Şeriat”ın oluşturduğu “Şerri Yasalar”ın yerine, temeli çağın isteklerine, çağdaşlığa dayanan yasalar yapma peşindeydi.
“200 yıl” sonra bugün, “çağdaş bir hukuk devleti” olan “TC Devleti”nin tepesindeki haykırıyor? “Hedefimiz İslam Devletidir!”, “Hem laik hem Müslüman olunamaz!”, “Elhamdülillah şeriatçıyım” diye...
Ve Kılıçdaroğlu, “Kurultay”da bir soruyu yanıtlarken: “Oturup konuşmalıyız uygarca; birbirimizi anlamalıyız (...) Artık, siyaseti farklı bir değer ölçüsüyle ele almak değerlendirmek durumundayız (...) Acılarımızla, bir genç öldürüldüğünde, benim gencim ya da öbürünün genci diye ayırmadan (...) bu hepimizi genci, çocuğu birlikte ilgilenelim!” diyordu ki, bu sırada Erdoğan da “Malazgirt Kutlaması”ndaki gençler için: “Bu gençler oraya bir aşkla, heyecanla geldiler. Onlar, Çanakkale’ye gidenler gibi değildi. Onlar farklıydılar!” diye ayrım yapıyordu ve üstelik aynı gün, “Filistinli kardeşleri, gençleri için -aralarında- birlik beraberlik” oluşturmalarını istiyordu... Böylece ayrışmanın, bölünmenin bir yararı olmadığından dem vuruyordu... (28.08.2017)
Değerli dostlar, “Adalet Kurultayı”nın üçüncü günü olan Pazartesi günü, Şükran Soner ve Miyase İlknur ile Çanakkale’deydik.
Şükran Soner, “Emek Çalıştayı”ında görevliydi; bu “Çalıştay”ların her biri , 40-50 kişinin bir araya gelmesiyle oluşturulan halkalardı; her “Çalıştay” ile ilgilenen sorumlu olan bir milletvekili vardı; ele alınan konu, enine boyuna konuşulduktan sonra, “soru” sürecine giriliyordu; sorumlu milletvekili soru yağmuruna tutulduğu gibi -zaman zaman sertleşen- eleştirileri de göğüsleyip yanıtlaması gerekiyordu.
“Adalet Yürüyüşü”nde olduğu gibi, bu “Kurultay”da da, beni yalnız bırakmadı “CHP”deki görevli dostlar; Kurultay arazisinin giriş kapısında karşıladı CHP’nin Beyoğlu Kadın Kolları Başkanı Reyhan Meral; ilkin “Soma Çalıştay”ına uğradık; bu Çalıştay’dan sorumlu Manisa Milletvekili ÖzgürÖzel’i dinledik, ardından Genel Başkan’a gittik.
Sayın Kılıçdaroğlu ile, okul binalarına özgü bir fotoğraf sergisini gezerken konuşma fırsatım oldu; Kurultay’ın gidişinden memnun olduğu belli oluyordu, haklıydı; gerçekten de büyük bir organizasyondu; tüm görevliler arı gibi çalışıyordu canla başla; milletvekilleri de öyle, nitekim Özgür Özel, Soma’dan sonra “Emek Çalıştayı”na koşmuştu; üstelik bu Çalıştaylar’da yer yer -bir bakıma- sınava çekilir gibi anlar yaşansa da...
Öğleden sonra ki büyük panelin konusu “Eğitimde Adalet”di; Kılıçdaroğlu’nun da izlediği panelde, konuşmacılar “eğitimin sorunları”nı yaşayan kişiler olarak ortaya koydular; görevlerine sorgusuz sualsiz birden-bire son verilen bir akademisyenin Prof. N. Kurul’un konuşması, bu adaletsizliği uygulayanlar için yüz kızartıcıydı (!), kuşkusuz...
Değerli dostlar, toplumumuzu yakından ilgilendiren, kimileri “yaşamsal boyutta” olan sorunların tartışılması, çözümlerin önerilmesi bütün bunların dost, saygın bir ortamda oluşması, olması “Adalet Kurultayı”nın nedenli yararlı olduğunu ortaya koydu.
Bugüne gelince, bir bayram kutlaması için bu yazıyla karşınıza gelmemi bağışlarsınız diye umuyorum!..
 
Bayramınız kutlu olsun!

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Anayasa Mahkemesi’nin ‘fotoğrafı’ - ÇİĞDEM TOKER

Olağanüstü Hal (OHAL), anayasada karşılığı olan bir rejim. Aynı anayasa, OHAL’de çıkarılan kararnamelere dair Anayasa Mahkemesi’nde (AYM) dava açılamayacağını söylüyor.
Fakat bu anayasal çerçeve, yürütme organına OHAL dışına çıkan kurallar getirme hakkı vermiyor. Çünkü aynı anayasa, bir hakkın kötüye kullanımını da yasaklıyor.
Diğer anlatımla, eğer bir OHAL KHK’si; OHAL koşullarının dışında, üzerinde, onu aşan kurallar getiriyorsa bu hal onu OHAL KHK’si olmaktan çıkarır.
Yani darbe şüphelilerinin daha hızlı yargılanarak hızlı sonuç alınması amacıyla çıkarılan OHAL ile devasa bir kamu bankasını, ne yaptığı belli olmayan bir fon şirketine devredemez, bir öğretmeni sırf partili değil diye ihraç edemezsiniz.
AYM 25 yıl önce tam da bu hukuksal yaklaşım ışığında, OHAL KHK’lerinin denetlenebileceğine karar vermişti. Gerekçelerinden biri, OHAL KHK’si ile yasa değişikliği yapılamayacağıydı.
Malum, içtihatlar, hukukun temel kaynaklarından biri. AYM’nin bu kararı, siyasi iktidarların OHAL’e rağmen, hukuk devletinin asgari çerçevesinden demokrasinin özünden uzaklaşmamasının garantisi niteliğindeydi.
Ta ki 15 Temmuz darbe girişimine dek.
AYM darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL KHK’lerinin iptali için yapılan başvuruda, içtihadını değiştirerek, bu KHK’lerin denetlenemeyeceğine hükmetti.
 
Keyfi süreçteki payı
Bu karar, iktidara sınırsız, ölçüsüz biçimde ve akla gelecek her konu ve alanda OHAL KHK’si çıkarma keyfiyetini altın tepside sundu. Şahit olduğumuz üzere de iktidar bu altın fırsatı tepe tepe kullanıyor.
Velhasılı AYM’nin; yaşadığımız dönemi karakterize eden ölçüsüz ve keyfi bir hukuksuzluk sürecinin inşasında payı büyüktür.
OHAL KHK’leriyle yaşamı karartılan on binlerce yurttaş şimdi zar zor kurulan bir Komisyon’dan haksızlıkların giderilmesini talep ediyor. Dosya sayısıyla, Komisyon’un idari kapasitesi kıyaslandığında, sonuçlanmasının yıllar süreceği belirtiliyor. Üstüne üstlük, kamudan ihraç edilenlerin, bu süre zarfında yoksun kaldıkları maaş, ücret ve diğer hakların nasıl karşılanacağını, nereden talep edileceği bir yana, yaşamlarının nasıl sürdürüleceği konusunda en küçük bir ışık yok.
AYM, 1992 içtihadından dönerek, 694 sayılı KHK’nin çıkarılmasını mümkün kılmıştır. 694 sayılı KHK CMK’ye bir madde ekleyerek milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığını sona erdirmiştir. Tabii böyle bir cümle kurulmamıştır. Ama milletvekillerinin konuşmaları, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın, her an bir tutuklanmayla sonuçlanabilecek yakın markajına alınmıştır.
 
AYM memnun mudur?
Bu “ekleme” de AYM’nin döndüğü içtihadın gerekçesinin ta kendisidir. Bundan 25 yıl önce OHAL KHK’leriyle yasa değişikliği yapılamayacağını, eğer yapılırsa OHAL KHK’lerinin denetlenebileceğini söyleyen AYM, 25 yıl içinde köprülerin altından, üstünden ve her yanından çok sular akması sonucunda bu içtihadından dönmüştür.
Türkiye’deki en yüksek anayasal organ olan AYM’nin, 694 sayılı OHAL KHK’si ile milletvekillerinin kürsü dokunulmazlıklarının kaldırılmasının, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na “kayyım” benzeri bir rol atanması karşısında ne düşündüğünü gazeteci olarak merak etmekteyim.
En çok da 30 Ağustos Zafer Bayramı resmi törenlerinde Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın karşısında eğilmiş fotoğrafıyla resmolunan başkan Zühtü Arslan’ın ne düşündüğünü.

Söz konusu olan nedamet olamayacağına göre memnuniyet midir acaba?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET