1 Aralık 2017 Cuma

Bir gülme kuramı - MESUT ODMAN

Bu başlığı okuyanın, gülmenin de mi kuramı olurmuş, türünden itiraz yollu bir soru aklına gelir herhalde. Olmasına olur da, burada öyle bir kuramı sergilemeye ya da özetlemeye  niyetlenmiyoruz. Belki, öyle adlandırılabilecek bir düşünceler toplamına giriş niteliğindeki  bazı değinmelerde bulunmuş olacağız.

Nereden çıktı ya da neden gerekti sorusu ise anlamsız görünmüyor. Dolayısıyla, bir açıklama gereği ortada.

Ne zamandır içeride dışarıda, ülkede dünyada, türlü türlü insanların, özellikle de siyasetle uğraşanların ve ülkeleri yönetenlerin fotoğraflarını, daha doğrusu, hareketli hareketsiz görüntülerini gördükçe, oralardaki çehrelerin gülüp gülmediklerine, gülenlerin nasıl bir izlenim bıraktıklarına takılıyordum. Şöyle bir durumu fark ettim: Kimi insanlar, ya hiç gülmüyorlar ya da, güldüklerinde, o gülüşlerin çok zorlama olduğu, büyük bir güçlükle, sanki acı çekiyormuşçasına gülmeye çabaladıkları anlaşılıyor. Evet, sözcüğü rasgele kullanmadım, açıkça anlaşılıyor; anlamamak neredeyse imkânsız oluyor.

Öte yandan, bu durumu içerisi ve dışarısı, ülke içindekiler ve dışındakiler, yerliler ve yabancılar arasında karşılaştırmaya çalıştığımda, siyaset sahnesinde modalaştırdıkları deyişle “yerli ve milli” olanlarda belirgin bir üstünlük olduğu söylenebiliyor. Üstünlük dediğim, bizimkilerde durum çok daha açık biçimde görülebiliyor. Gülmekte zorlananların oranı daha çok. Bu zorlanma sözcüğü yeterli değil, başka anlatımlar bulmak gerek: Gülmeleri gerektiği kendilerine öğretildiği, sempati yaratmak amacıyla ara sıra da olsa gülüyor görüntüsü vermelerinin şart olduğu belletildiği için öyle yapıyorlar.
Nasıl yapıyorlar peki? Bunun gülmekle ilgisini kurmak, özellikle bazı kişiler söz konusu olduğunda, mümkün görünmüyor. Gülüyorlar mı yoksa hiç beceremedikleri, daha da kötüsü, hiç istemedikleri bir şeyi yaparken acı çektikleri görüntüsü mü veriyorlar, belirsiz. Kimileriyse, hem halk arasında hem edebi metinlerde çokça rastlanan bir benzetmeye uygun düşüyorlar, “sırtlan gülüşlü” bir çehre sergiliyorlar; gülümseyen, sevimli, cana yakın bir yüz değil, basbayağı ürkütücü, itici bir görüntü ortaya çıkıyor.

Böyleleri için, gerçekten yaşıyorlar mı acaba, sorusu aklıma takılıyor hep. Şu nedenle: Büyük şairimizin o pek kısa, çok da güzel şiirini hatırlıyorum; hani, Aragon’un da ölümünden 3 gün sonra kendisinden onun için yazmasını istedikleri satırları yazarken dile getirdiği “şu dört dizenin bir kehanet olmaktan çıktığını anlayacak kadar vakit bırakın bana” sözleriyle itiraz etmesine yol açan şiiri:
“Paydos…” –diyecek bize bir gün tabiat anamız,-
              “gülmek, ağlamak bitti çocuğum…”
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:
               görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…
Yazıyla ve sözle ne çok tekrarlamışımdır bu olağanüstü güzellikteki dizeleri…

Nâzım’ın eşsiz bir bilgelikle “gülmek, ağlamak” olarak özetlediği hayatın en az yarısından uzak olduklarını düşünebiliriz o adamların; şu son sözcüğü cinsiyetten arınmış olarak değil, tam tersine, eril anlamıyla ve bilerek kullanıyorum, çünkü seçtiğimiz siyasetçiler/yöneticiler örnekleminde zaten sayıları ihmal edilecek kadar az olan kadınlar için durumun farklı olduğunu söylemek zorundayız.
Bu arada, bizdeki gülme özürlülerin ezici çoğunluğunu oluşturan erkeklerin bir dezavantajlarını da belirterek kendilerine haksızlık etmekten kaçınmalıyız: Hemen her zaman etkisi, kimileyin de apaçık baskısı altında oldukları dinsel inançları ve kültürel belirlenimleri, onları gülmekten alıkoyar. Gülmek, hele uluorta, herkesin içinde yapılması yasaklanmış;   üstelik, o çok yaygın ve çirkin deyişteki lanetleyici kınama ile söylenirse “karı gibi” görünmelerine yol açan, bu yüzden kendi üstün cinsleri açısından utanılacak bir davranıştır.

Buraya kadar değindiklerimizi, az önce olur mu olmaz mı diyerek kuşku belirttiğimiz gülme kuramı üzerinde ciddi ciddi kafa yormuş bir filozofun söyledikleriyle birlikte düşünürsek, biraz ilerleyebiliriz. Sözünü edeceğim, geçen yüzyılın sezgici Fransız filozofu Henri Bergson. Biraz lafı dağıtmak pahasına, böyle deyince, bundan elli küsur yıl önceki, nasıl olup da ilimizdeki milliyetçi öğretmenler sendikası şube başkanı olduğuna akıl erdirmekte güçlük çektiğimiz Felsefe öğretmenimizin, tuhaf bir telaffuzla ve ağzını doldura doldura “entüvisyonist Bergson” deyişini hatırlamadan edemiyorum.

Her neyse, devam edelim.
Ömrü 19. ve 20. yüzyıllar arasında eşit olarak bölünmüş olmakla birlikte, asıl yapıp ettiklerinin gerçekleşmesi bakımından  yirminci yüzyıla yazdığımız Bergson’un idealist bir filozof olduğu biliniyor. Bilimsel kavramlarla düşünme, dolayısıyla bilimlere güvenme yanlısı olmayan bir eğilimi var. Onun bu eğiliminin “tekbencilik” boyutuna ulaştığı da bulunabilir ilgili kaynaklarda.
Bütün bunlar bir yana, bu idealist düşünürün gülme ve gülüncün anlamı üzerine yazdıklarından yararlandığımı söylemeliyim. Bergson gülmenin ve gülünçlüğün nerede araştırılması gerektiğine ilişkin üç saptamada bulunuyor.

Birincisi, sadece gerçek anlamda insani olan şeyler için gülünçlükten söz edilebilir, diyor ve ekliyor: Bir manzara güzel, görkemli, silik ya da çirkin olabilir, fakat asla gülünç olamaz. Bir hayvana gülünebilir ama bu onda insani bir tavır ya da ifade yakaladığımız içindir. Bir şapkaya gülünebilir gülünmesine de bu durumda alaya aldığımız şey bir keçe ya da hasır parçası değil insanların ona verdiği biçimdir.

İkinci nokta, genellikle gülmeye eşlik eden duygusuzluk durumudur. Gülünç şeyler sarsıcı etkilerini ancak tümüyle dingin ve durgun bir ruh düzlemi üzerinde gösterebilir. Gülüncün en doğal ortamı kayıtsızlıktır ve gülmenin en büyük düşmanı duygulardır. Filozofumuz burada birkaç örnek olarak acıma ve şefkat duygularından söz ediyor, ama biz bunlara kaygı ve korkuyu da ekleyebiliriz: Derin bir kaygı ve korku içindeki insanın gülmesi, gülüşünde bir rahatlık ve doğallık bulunması kolay kolay beklenemez.

Filozofumuz, gülüncün etkisini tam olarak göstermesi, dolayısıyla gülmenin gerçekleşmesi için kalbin bir anlığına duygusuzlaşması gerektiğini belirttikten sonra, gülünç saf akla hitap eder diyor ve devam ediyor: Yalnız, bu akıl başka akıllarla ilişki içinde olmalıdır. Dikkat çekilmesi gereken üçüncü nokta budur. Eğer yalnız ve öteki insanlardan yalıtılmış hissediyorsanız, gülünç olandan keyif almanız mümkün değildir. Buradan sürdürerek ekleyebiliriz: Keyif almak bir yana, gülünç olanı fark etmeniz bile çok güçtür.

Bir de, şu saptamanın konu üzerinde düşünürken, yol gösterici ve oldukça açıklayıcı olduğunu sanıyorum: Gülünç, hemen, olabildiğince kısa sürede düzeltilmeyi, iyileştirilmeyi bekleyen bireysel ya da ortaklaşa bir kusuru ortaya koyar, gösterir. Gülme ise bu düzeltme ya da iyileştirmenin tam da kendisidir bir bakıma. Başka bir anlatımla, gülme, insanlar ve olaylardaki özel bir dalgınlığı, atlamayı, gözden kaçırmayı öne çıkartan ve cezalandıran bir toplumsal jesttir. Dolayısıyla, düzeltilmesi, iyileştirilmesi gereken eksiklik ve yetersizliklere yol açanlar, onlarla ilgili birinci derece sorumluluk taşıyanlar açısından, ne başkalarının gülmesi kolay kolay hoşgörülebilir bir davranıştır, ne de bu tür insanların kendileri gülmeyi başarabilirler. Böyleleri, şu ya da bu nedenle, çoğu kez de ister istemez ve insancıl görünmek için gülmeye kalktıklarında, yazının başında aklıma takıldığını söylediğim hiç inandırıcı olmayan, tuhaf, zoraki gülüşler ortaya çıkar.

“Türkiye’nin patronları, AKP’nin ağırlıklı bazı isimleri, Almanya ve ABD ve her zamanki gibi daha sessiz bir biçimde İngiltere, Erdoğan’ın dansına son vermek istiyorlar. Ya bir yere sabitleyecekler ya da ve daha güçlü olasılık müziği kesecekler.”
Bu satırları, Kemal Okuyan’ın 29 Kasım günü burada yayımlanan son derece aydınlatıcı, ama bugünkü konumuzla ilgisiz görünen yazısından aktardım. Şimdi bu cümleyi gülme kuramından çok kısaca söz ettiğimiz filozofun şu örneği ile birlikte okuyalım:
“(…) mesafe alıp tarafsız bir seyirci gözüyle bakın hayata:  Pek çok dram güldürüye dönüşecektir. Dans edilen bir salonda müziğin sesine kulaklarımızı tıkamamız yeterlidir: Dans edenler bir anda gülünç görünürler.”

Gerçekten de, herhangi bir mekânı doldurmuş insanlar ister vals türü klasik bir dans ister rock dansı yapıyor olsunlar, eşlik eden hoş ezgili ya da gümbür gümbür müziğin birden susturulduğunu düşünün, ne gülünç bir sahne ortaya çıkar ama!

“Ya memleketin hali?

Ağlamak gerekirken gülersek, ayıp etmiş olmaz mıyız?” muhtemel sorusu ortaya atılacak olursa, yukarıda aktardık, onu da Nâzım soyutlamış hayatı anlatırken, hem de ta 1945-46’da ve hapishanede: Gülmek ve ağlamak bittiğinde hayat da bitmiş demektir.

Mesut Odman / SOL

Liberal ahmaklık ve bir uyuşturucu olarak “fikir özgürlüğü” - TAYLAN KARA

“Özgürlük her zaman ve istisnasız farklı düşünene tanındığında özgürlüktür.” R. Luxemburg (1)
Klişeler ahmaklık üretir. Voltaire’e mal edilen ve sayısız defa kullanılan bir cümle vardır:
“Fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm.”
Toktamış Ateş ve Abdurrahman Dilipak 1995 yılında bir basın toplantısında birbirlerine buna benzer bir cümle söylemişti (2).
Binlerce insan bunu huşu içinde izledi: Demokrasinin doruğu!
Ne kadar da demokratlardı!
Ama gerçek hayatta hiç de öyle olmadı. 2013’te öldüğünde Toktamış Ateş, söylediği bu cümlenin ne kadar gülünç ve ne büyük bir palavra olduğunu görecek kadar uzun yaşamıştı. Anlayıp anlamadığını ise bilemiyorum. Abdurrahman Dilipak cephesinin ise “fikrine katılmadıklarına” nasıl muamele ettiğini uzun uzun yazmaya gerek yok, her şey ortada.

*

Voltaire böyle bir cümle söyledi mi?
Ne zaman solcu/sosyalist/ilerici/cumhuriyetçi insanlara bir saçmalık yutturulmaya çalışılsa önce bu klişe cümle söylenir:
“Fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm.”

*

Yalnız ortada küçük bir sorun vardır.
Voltaire’in böyle bir cümlesi yoktur.
Voltaire’in hiçbir kitabında geçmez.
Bu yalan, Voltaire’in bir papaza yazdığı mektupta bambaşka bir bağlamda geçen “yazdıklarınızdan nefret ediyorum ama yazmaya devam etmeniz için canımı veririm.” ifadesinden çıkmıştır (3).

*

Bu ülkede hiçbir iktidar sosyalistlere “fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm.” demedi.
“Fikirlerine katılmadıklarını fark ettikleri” sosyalistler hapse atıldı, öldürüldü, toplumdan kazındı.
2012 yılında Birinci Meclis’e gitmek isteyen “fikirlerine pek katılmadıkları” cumhuriyetçileri gazla ve copla dağıttılar ama sağ olsunlar öldürmediler (4)!
“Fikirlerine katılmadıkları” kişilere ne iftiraların atılabildiğini, haklarında ne sahte deliller üretilebildiğini, yıllarca nasıl hapislerde çürütüldüklerini, nasıl da her türlü kumpas kurulabildiğini gözü, ortalama bir zekâsı ve birkaç molekül büyüklüğünde vicdanı olan herkes görmüştür.
Örnekleri sayfalarca yazılabilir; ancak bu ülkede yaşayan herkes bilir ki iktidardaki egemen ideoloji, “fikrine katılmadıkları”nın fikrini açıklaması için can falan vermez ama kolayca can alır. En iyimser bakışla “katılmadıkları fikirler” görmezden gelinir, engellenir ya da yasaklanır.

*

Hangi fikir?
Voltaire’e mal edilen bu cümlenin pratikte iktidar karşısında muhalefeti uyuşturması dışında hiçbir işlevi yoktur.
Muhalefet açısından bakıldığında buradan bugüne kadar sadece “demokrasi budalalığı” çıkmıştır. Liberal ahmaklığın yaydığı tehlikeli bir virüstür bu.
Toplumdaki güç dengesini ve iktidarda kimin olduğunu dikkate almadan “her görüş özgürce açıklansın ilkesi” savunulduğunda ortada kalacak olan tek şey iktidarın görüşüdür.
“Herkes için fikir özgürlüğü” demek, özgürlük konusunda daha en baştan eşit olmayan iktidar ve muhalefeti aynı kefeye koymaktır. İktidardaki gücün fikir özgürlüğü ile muhalefetin kısıtlanmış fikir özgürlüğünü eşit derecede savunmak, Koç Holding ile bir simitçiden aynı miktarda vergi almakla eşdeğerdir.

*

İktidardaki fikrin özgürlüğe ihtiyacı var mıdır?
İktidarın fiili özgürlüğü, ‘fikir özgürlüğü’ne sığmaz. Eski çağlardan bu yana iktidarda olan, elindeki silahlı güç ve propaganda aygıtları ile zaten muazzam bir “ifade özgürlüğü”ne sahiptir. Günümüzde de, ortaçağda da, antik Yunan’da da, Hititler’de de bu böyledir. İktidardaki görüşün kendini ifade etmesi için demokrasiye veya bu ilkeye ihtiyacı yoktur.
Bu “fikir özgürlüğü” ilkesi adı altında iktidarın, kendini zaten fiilen her yerde ifade edebilenin, güçlünün ifade özgürlüğünü savunmak, su katılmamış bir liberal ahmaklıktır.

*

Bu ahmaklık, Nazi Almanya’sında Nazilere karşı mücadele edenleri “Ama Nazilerin de sizin kadar görüşlerini ifade etmeye hakkı var” diyerek despotlukla suçlayabilir, Nazilerle Nazi karşıtlarını eşitleyebilir, Nazi karşıtlarının Nazilere karşı mücadelesini “baskıcı” ve “totaliter” bulabilir. “Naziler sizin görüşünüzü engelliyor ama siz de Nazilerin görüşünü engelliyorsunuz. Aslında iki taraf da despotik” diyerek ahmaklığın doruğuna çıkabilir.
Nazi Almanya’sında fikir özgürlüğünün anlamı nedir? 1942’de Adolf Hitler’in bir radyo konuşmasını kesmek, A. Hitler’i bir tartışma programında protesto edip konuşturmamak fikir özgürlüğünü kısıtlamak mıdır?

*

Liberal ahmaklık, birkaç yüz korumayla geldiği bir üniversitede protesto edilen bir bakanın fikir özgürlüğünü savunur. Elinin altında devletin tüm kolluk kuvvetleri ve devasa propaganda aygıtları olan bir görüş ile bunun karşısında duran diğer bir görüşün ifade imkânları eşit midir?
Liberal ahmaklara göre, her cümlesi onlarca medya organında anında yayımlanan bakan “fikir özgürlüğü mağduru” iken protesto sonrası gözaltına alınan ve bir kısmı okuldan uzaklaştırılan ya da atılan öğrenciler despottur. Liberal ahmak için onlarca TV’de istediği an konuşma olanağı olan bir bakanın fikir özgürlüğü ile protestosunun 30. saniyesinde ters kelepçeyle gözaltına alınan bir öğrencinin fikir özgürlüğü aynıdır.
Bu ahmaklığın doğal sonucu “tamam, iktidar fikir özgürlüğüne düşman ama muhalifler de düşman”, “her iki taraf da despot” çıkarımlarıdır.

*

Gücün ve güçlünün “fikir özgürlüğü”
Liberal ahmak, Suriye savaşında ABD ve NATO güçlerinin tezlerini savunan savaş kışkırtıcısı mektubu nedeniyle Orhan Pamuk’u protesto eden öğrencileri “fikir özgürlüğü”nü çiğnemekle suçlar. Liberal ahmağa göre Fransa’nın en önemli gazetelerinden Liberation’da bir devlet başkanını “istifa etmezsen sonun Saddam Hüseyin ya da Kaddafi gibi olur” diye tehdit eden bir mektup yayımlatabilen O. Pamuk mağdurdur (5,6).
Bütün ideolojik gücüyle sonuna kadar iktidarı destekleyen, bu ülkede ve dünyada daima güçten ve güçlüden yana tavır koyan ve öksürse en az 10 uluslararası gazeteye haber olabilen O. Pamuk, liberal ahmağa göre fikir özgürlüğü çiğnenen kişidir (7-9).
Savaş kışkırtıcılığını sadece bir pankartla protesto eden ve şayet O. Pamuk toplantıya gelse muhtemelen polisin yaka paça gözaltına alacağı öğrenciler ise despottur (10).

*

Güçlünün, her yerde konuşabilenin fikir özgürlüğünü savunmak ahmaklıktır.
Liberal ahmak’ın “fikir özgürlüğü” ilkesi, fikrini zaten her yerde ifade etme olanağı elinde olanı savunur. Bu açıdan liberal ahmak her zaman iktidardakine ve güçlü olana hizmet eder.

*

Liberal ahmaklık Nazi Almanyası’nda “Nazilerin fikir özgürlüğü”nden, İsrail’de antisemitizmden, Suudi Arabistan’da islamofobiden söz eder.
Oysa özgürlük Nazi Almanya’sında Yahudilerin, İsrail’de Filistinlilerin, Suudi Arabistan’da gayrimüslimlerin ifade özgürlüğüdür.

*

Liberal ahmaklık muhalifler için bir felç edicidir.
Kendini sol / ilerici / sosyalist / cumhuriyetçi görenlerin özgürlük, demokrasi, fikir özgürlüğü gibi kavramları gördüğünde şu soruyu sormaları zorunludur:
Kimin için?

*

Hangi fikirlerin özgürlüğü?
Kafa kesme özgürlüğü?
Okullara “dünya düzdür” dersi koyma özgürlüğü?
300 korumayla, 15 TV kanalıyla gezen bakanın fikir özgürlüğü?
Embriyoloji karşısına “bebekleri leylekler getirdi görüşü”nü okutma özgürlüğü?
Fikir özgürlüğü…
Bu kavram, liberal ahmaklığın elinde kirletilmiş bir kavramdır ve yıkamadan kullanmamak gerekir.

Taylan Kara / SOL
taylankara111@gmail.com

Kaynaklar
1. Rus Devrimi, Rosa Luxemburg, Yazılama yayınları, 2009, İstanbul.
2. Düşünceye Özgürlük 2000, yayına hazırlayan Şanar Yurdatapan, 2000, İstanbul.
3. http://www.malumatfurus.org/voltaire-etkisi-ve-kose-yazarlarimiz/
4. http://www.radikal.com.tr/politika/gazli-sulu-cumhuriyet-kutlamasi-1105750/
5. https://www.ntv.com.tr/dunya/orhan-pamuktan-esada-kaddafi-gibi-olursun,j...
6. http://www.boualem-sansal.de/Open%20letter%20_engl._to%20Bachar%20Al%20A...
7. http://odatv.com/orhan-pamukun-akpye-en-derin-elestirisi-bakin-neymis-11...
8. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/orhan-pamuk-akp-destani-yazdi-...
9. http://haber.sol.org.tr/toplum/orhan-pamuk-ile-elif-safak-guardian-icin-...
10. http://ilerihaber.org/icerik/protestocu-fasistler-ve-magdur-savas-kiskir...

Sizin kahramanlarınız da bir tuhaf - KEMAL OKUYAN

Bir süre öncesine kadar Sarraf konusunda hükümet gibi yandaş medya da göğsünü siper ediyor, hızını alamayanlar onun yurtsever bir işadamı olduğunu dile getiriyorlardı. Hem herkese nasip olmaz, Rıza efendi pis Amerikalıların yaptırımlarını boşa düşürerek İran ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilere yardımcı oluyor, iki ülkenin birden “yiğit evladı” haline geliyordu.

Değişik bir hizmet anlayışı.

Ülkesine hizmet ederken kendi cebini doldurmak Rıza’nın buluşu değil. Kapitalist ekonominin mantığına uygun; vatan hizmetini bir tür ihaleye çıkarıyorsunuz. Yap-işlet modelinden bir farkı yok. Kökü çok eskilere gidiyor ama vatana hizmetin özelleştirilmesinde NATO’nun eline kimse su dökemez.

NATO komünizmle mücadele adına her yerde kontrgerilla örgütleri kurarken bunların tetikçilerine maaşın yanı sıra karanlık işlerden hisse de veriyordu! Uyuşturucu işi yap ihtiyaçlarını fazlasıyla karşıla; silah ticaretinden kazandığın paraları zıkkımlanırken işçi önderlerini, komünistler öldür; kumarhaneleri haraca bağla kurduğun soysuz çeteleri besle…

Her şey vatan için!

Vatansever tosuncukların boku en fazla İtalya ve bizde çıktı. Gladio’nun marifetleri onlarca filme, romana konu oldu; bayağı güçlü bir sektördü vatana, pardon NATO’ya hizmet.

Türkiye’de Susurluk’u hatırlayın. Yüksek maaş, kelle başına prim, örtülü ödenek, üstüne kirli işler çevirmek için izin ve dokunulmazlık. Hem gırtlağına kadar suça bulaştırılmış oluyorlardı ki, kendilerine yürü ya kulum diyenlere yamuk yapmasınlar.

Sonra da “Türkiye seninle gurur duyuyor”.

Rıza’nınki de o hesap.

Amerikan emperyalizminin ekonomik yaptırımlarının yanından dolaşmak isteyen İran ve Türkiye’den ihaleyi kapan Babek Zencani, Rıza Sarraf ve de Şems ile Felah bu işten acayip para kazanıyor, bu yetmiyor bir de İran devletini dolandırıyorlar. Elde ettiklerinin bir bölümünü İran ve özellikle Türkiye’de rüşvet olarak dağıtıyorlar. 8.5 milyar dolarcık.

Oluyor size aile boyu vatanseverlik.

Ya sonra?

Emperyalizmle “sözde mücadele”nin paralı askeri sıkışınca gidip itirafçı oluyor.
Hükümet ve yandaş basın “tezgah” diyor, “Rıza’yı tanımayız” diyor ve bir “vatanseverlik” öyküsünün daha sonuna geliyoruz.

Kemal Okuyan /SOL
Boyun Eğme gazetesinin 101. sayısında yayımlanmıştır.

Kumarhane kapitalizminin yöneticileri, tapeleri, banka dekontları, adaları - İLKER BELEK

1- 17-25 Aralık’ın yanında bir de Man adamız oldu. 17-25 Aralık’ta kimler, neler yoktu ki? Man adasından iki gün önce açıklananlar ise buzdağının görünür kısmıymış.
2- Bunlar reddederler, olmadı “ne olmuş şirket de para da bizim, adayı da Allah yarattı, size ne?” diye üste çıkarlar. Binali iki oğlunun Malta’da şirketleri olduğu gerçeği Paradise Papers diye deşifre edildiğinde ne demişti: “Denizcilik küresel iştir. Dünyanın her tarafında da şirketleri var.” Aldınız mı cevabı? Bunlar “memleket ekonomisi zor durumda” edebiyatıyla gazoza vergi bindirip, kendileri vergi vermemek için paralarını, şirketlerini denizlerin ortasındaki offshorelara aktaranlar.
3- Ben bütün bu işlerin Kuran-i dayanakları olduğunu düşünüyorum. 17-25 Aralık sonrasında bunların seçmenlerinin “yaptılarsa da din için, Allah için yapmışlardır, helal olsun” türünden açıklamaları da bunu imliyor zaten. Kuran’da ganimet bir kurum olarak mevcut. Nasıl pay edileceği konusunda tafsilatlı ayetler de. Kuran İslam için yapılmak koşuluyla başkasının malının mülkünün yağmasını düzene bağlamış. İslam için olduktan sonra kamusal kazancın bir kısmını cebe atmak normal yani.
4- AKP’nin “bize komplo kuruluyor” iddiası doğrudur. Ama 17-25 Aralık tapeleri nasıl doğruysa, Man Adası belgeleri de muhtemelen aynı derecede doğrudur. Bu, daha ne denileceğini duymadan canlı yayını kesmelerinden, yalan diye itiraz etmelerinden, bir kısmının ise “ne var bunda, ticaret işte” mealinde tongaya düşmelerinden bellidir. Durum şudur: Önce iktidara getirilmiş, sonra kullanılmış, sonra kullanım süresinin dolduğuna karar verilmiş AKP, şimdi, doğru belgelerle kenara çekilmeye zorlanmaktadır.
5- Uzun zamandır AKP bitti, ABD ortalığı temizlemek istiyor, bir restorasyon gereği hissediyor diyoruz ve olmadık laflar işitiyoruz. Man Adası belgeleri ve ortaya sürülüş biçimi umarım yeniden düşünmeye vesile olur. Tabi ki bir de Rıza’nın ABD’de yüklendiği işlev. Şov daha yeni başlıyor gibi.
6- Evet: AKP’yi halka bırakmamak, kendileri götürmek istiyorlar. Halkın Haziran 2013’te başını kaldırmasının nelere yol açabileceğini en iyi emperyalistler ve patronlar hissetti. Amaç 2019 seçimlerine kadar AKP’siz bir koalisyonun koşullarını oluşturmak, Erdoğan’ın başkan olmasını engellemek. Bütün bu emperyal işler doğru belgelerle yapılıyor ve CHP üzerinden (Akşener’i unutmayalım) değişik toplumsal kesimlerin tepkisi düzen içinde ehlileştirilmeye ve halk “Erdoğan olmasın da ne, kim ve nasıl olursa olsun” noktasına ikna edilmeye çalışılıyor.
7- Toplumsal muhalefet belgelere, tapelere sıkıştırılıyor. CHP’nin vizyonu da, görevi de bu. Belgelerle ortaya dökülen pisliğin politik toplumsal karşılığı üretilmediğinde halk sınıfları bir şeyleri, Rıza’nın diyeceklerini, Kılıçdaroğlu’nun okuyacağı yeni belgeleri,  ABD’nin yapacaklarını bekler konumda edilgenleştirilmiş oluyor. Bir zamanlar beklenti ordudandı, şimdi bunlardan.
8- Ama esas başka bir şey var: Bu offshore denilen adalar, bankalar, hesaplar kumarhane kapitalizminin ürünü ve gereğidir. Burjuvalar artık sanayiden, yani emek gücünü sömürerek değil, olmayan varlıklar, mali spekülasyon üzerinden para kazanıyorlar. Böylesi daha kolay.
9- Bir de, kapitalist sistemdeki yapısal krizin, kırılganlığın en iyi farkında olanlar devlet adamları da dahil olmak üzere bütün para babaları, bu iyice uzamış durgunluk-kriz sarmalında her şeyin toptan alt üst olabileceğini, işçi sınıfının kontrolden çıkabileceğini çok iyi biliyorlar. O nedenle ne kendi ülkelerine, ne kendi hukuklarına, ne kendi bankalarına, ne kendi devletlerine güveniyorlar. Mesele yalnızca bizim AKP şürekası değil. Aynı Paradise Papers’da İngiliz kraliyet ailesinin, Trump’ın ticaret bakanının Malta’da şirketleri, hesapları olduğu ortaya çıkmadı mı? Bizden Doğan, Sabancı, Zorlu, Çarmıklı da dahil 700’e yakın isimle birlikte, değişik ülkelerden 72 devlet başkanının ya da yardımcısının Panama belgelerinde adı geçmiyor muydu? Offshore bu kriz koşullarında zorunlu olarak keşfedilmiş yeni nesil bir banka türüdür. Bu para babaları, halkı sömürenler, kendilerine ulaşılmaz yerlerde ada bankalar inşa ettiler. Oralarda hukuk yok. Oraların düzeni dünya burjuvazisinin servetini, nedir, nereden gelmiştir demeden ve vergi almadan depolamak. Niye vergi alsınlar ki: Kendilerine mi vergi koyacaklar? Vergiyle, soyup soğana çevirdikleri ülkelerine sosyal hizmet mi götürecekler? Öyle olacak olsaydı offshore’a gerek olur muydu? Mevcut hukukun herhangi bir yerinde offshore hesapta para tutmanın, vergiden muaf adalarda şirket kurmanın yasak olduğunu belirten herhangi bir düzenleme var mı? Sıkıştıklarında bunu deyiverirler. Sorun siyasaldır ve bu düzene itiraz etmiyorsanız, servetlerini vergisiz adalarda depolamalarına da itiraz edemezsiniz.
10- Kısacası Panama’da, Malta’da, Man Adası’nda yeniden gündemimize giren bu pislik kapitalist düzenin gerçekliğidir. O nedenle yanılmayalım: Esas mücadele edeceğimiz şey AKP falan değil, kapitalist düzendir.

İlker Belek / SOL

30 Kasım 2017 Perşembe

Zarrab davası ve Kılıçdaroğlu belgeleri - KEMAL OKUYAN

Erdoğan, parayı elinde tutanların kendileri için daha uygun bir Türkiye yaratmak için önünü açtıkları bir isimdi; hatta evet Erdoğan bir projeydi.

Parayı elinde tutanlar, yerli ve yabancı tekeller ya da daha doğru bir ifadeyle uluslararası tekeller, Erdoğan’ın arkasına ellerindeki bütün kuvveti yığdılar. Bir bölümü asli unsur haline gelirken, bir bölümü de “uyumlu” unsurlar olarak bu uğursuz projeye katkı koydu. Solcuyum diye ortada dolanan liberalleri de, bu güruhtan kopmayarak suça ortak olanları da burada sayın.
Erdoğan ve arkasındaki kuvvet misyonunu yerine getirdi. Yıllar boyunca örselenmiş; piyasacılığın ve NATO’culuğun ve de antikomünizmin kirlettiği Türkiye Cumhuriyeti’nde 1923’ten geriye kalan ne varsa, hepsinden kurtuldular; parayı elde tutanları rahatlattılar.

Ancak Türkiye’de ya da dünyada sermaye sınıfının ne yapsa çözemeyeceği büyük bir sorun var: Bugünkü düzenin, yani kapitalizmin bir geleceği yok. Erdoğan’ın projesi, “yıkarken” başarılıydı ama  yerine ne konacak?

Erdoğan’ın kendince bir çözümü vardı: Osmanlı’yı 21. yüzyılda diriltmek!
Halk buna geçit vermedi, Suriyeliler buna geçit vermedi, dahası emperyalist sistemin içindeki dengeler buna izin vermedi.

Ne ki Erdoğan, parayı, zenginlikleri elinde tutan sınıf adına bir yıkımı gerçekleştirirken Yeni-Osmanlıcılıktan yararlanmıştı. Dış politikada sınırların yeniden belirlenmesi daha doğrusu belirsizleşmesi, ümmetçilik, serbest bölgeler, özel ordular, kabileleşme… İç politikada kuralsızlık ve dinselleşme… Ekonomide giderek daralan bir ekibin ya da Erdoğan ailesinin denetlediği ve her durumda emekçi halkın ezildiği bir yağma düzeni…

Padişahım çok yaşa!

İşler iyiyken böyleydi ama bu fantezi duvara tosladığında proje adına aşırı güçlendirilen baş aktörü denetlemek, mütevazı bir role ikna etmek gerekecekti. Ancak ne içeride-dışarıda yaratılan onca kir ne de ailede biriken ve kutulara sığmayıp bütün dünyaya yayılan milyarlarca dolar denetime tâbi olabilirdi.

Bir de üstüne ABD-Rusya-Çin-Almanya denklemindeki karmaşa eklenince Erdoğan’ı kontrol etmekten ona diz çökertmeye ve bu becerilemiyorsa ondan kurtulmaya dönük bir stratejiye geçildi.
Projede ABD’nin ağırlığı vardı, bugünkü stratejide de ağırlık Vaşington’da. Ama sadece ağırlık… Meseleyi ısrarla Amerikan emperyalizmine daraltmak isteyenler, o çıkar şebekesinin başka büyük aktörlerini örtmek isteyenlerdir. Emperyalizm çok katmanlı bir sistemdir; iç çelişkileri onun aynı zamanda bir bütünlüğü olduğu gerçeğini değiştirmez. Dahası, emperyalist sistemde iç çelişkiler ülke sınırlarını gösteren siyasi haritalara bakarak anlaşılmaz. Sadece bir örnek: Bugün ABD ile bilek güreşine giren Putin Rusyası’nda çıkarları Amerikan tekellerinkine daha yakın büyük sermaye grupları vardır.

Bir eğilim olarak, dünya sistemi bu Erdoğan’la yapamaz. “Uyum”lu aktöre dönüşmek için büyük bir manevra yapmaya kalkarsa (ki bunun yollarını arıyor) Erdoğan, eskisi gibi olamaz.
Zarrab davasının geldiği nokta ve dün Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı ve açıklamadığı belgeler, Erdoğan’ın bu manevrayı yapmakta zaten geciktiğini gösteriyor.

Kimsenin kuşkusu olmasın, dava ve belgeler aynı operasyonun parçasıdır. Erdoğan’a, pazarlık amacıyla da olsa, emperyalist dünya içindeki dengelerle bu kadar oynama iznini vermezler.
Hâlâ FETÖ kavramı etrafında bir tartışma sürüyor. Bugün yine yüzlerce asker hakkında yakalama kararı çıktı. Ne demiştik?
Ortada dar anlamıyla bir örgüt yok. Daha açık söyleyeyim, Fethullah Gülen zamanında Erdoğan’ın arkasında konumlandırılan büyük kuvvetin birleştirici unsurudur ve Rasim Ozan Kütahyalı “o olmasa yeni Türkiye’yi yaratamazdık” derken mutlak olarak haklıdır.
Burada bizim anladığımız anlamda bir örgüt yok; imamlar, ablalar filan bunlar işin elbette önemsiz olmayan “teknik” yanları.
Eğer bu kavramda ısrar edilecekse, o zaman söyleyelim, Erdoğan projesinin arkasına yığılan herkes FETÖ’cüdür.
“Ağlak imamın peşinden gidenler”le dalga geçenler oturup bir düşünmelidir.

Şimdi de Erdoğan projesinden geriye kalanı toparlamak için yapılan hamleleri dar anlamıyla FETÖ ile ilişkilendirmek saçma. Türkiye’nin patronları, AKP’nin ağırlıklı bazı isimleri, Almanya ve ABD ve her zamanki gibi daha sessiz bir biçimde İngiltere Erdoğan’ın dansına son vermek istiyorlar. Ya bir yere sabitleyecekler ya da ve daha güçlü olasılık müziği kesecekler. Daha önce de yazdık S-400’ler Erdoğan’ı korumak için üretilmedi; Putin’in Erdoğan’a sunacağı kaçış yolunun tamamen açık olduğu büyük bir efsanedir.

2002’de bizler AKP iktidara gelirken projeye dikkat çekmiş ve buna karşı mücadeleye çağırmıştık. Bu mücadelenin asla mevcut düzeni ya da önceki iktidarları savunmak anlamına gelmediğini vurgulayarak. Kimileri o zaman “AKP asker vesayetini yıksın hele bir” havasındaydı. O hava bir uzun hava oldu ve Türkiye’de solculuğun tarihine kara leke olarak kaydoldu.

Şimdi de “hele bir Erdoğan gitsin”ciler peydahlandı. Bunların önemli bir bölümü 2002’de “AKP’ye yol verelim”ciydi…
Türkiye biraz da bu kafa yüzünden 15 yılını kaybetti.
Parayı elinde tutanlardan, emperyalizmden, tekellerden kopmayan hiçbir strateji meşru değildir. Ortaya konan yolsuzluk belgelerine bu nedenle göz kapatacak değiliz. Dört yıl önce de kapatmadık, bunlar bildiğimiz şeyler.  
Erdoğan kuşkusuz ve derhal istifa etmelidir; yol arkadaşları da…
Ancak aynı anda ve çok güçlü bir biçimde geçmişte AKP projesinin arkasına yığınak yaptıran ve yığınak yapanlarla hesaplaşacak bir iradeyi yaratamazsak vay Türkiye’nin haline…

Man Adası’na yollanan dolarlar ne kadar kirliyse, TÜPRAŞ’ın, TELEKOM’un, Sümerbank’ın, SEKA’nın ve diğerlerinin yağmalanmasıyla elde edilen kârlar da o kadar kirlidir.  Ve bu kirler birbirine bağlıdır, birbiriyle ilişkilidir. Türkiye’de ve dünyada düzen Erdoğan ve çevresinin aşırı zenginleşmesine yıllar boyunca “hizmet karşılığı” göz yummuştur. Bunu sorgulamadan dekont sallamak riyakarlıktır.

Sonra, “Türkiye’yi batı ittifakından koparıyor” iddiasıyla yapılan muhalefet Erdoğan’a madalya takmaktır.

Türkiye cemaatlerle, Gülen’le, Erdoğan’la, Koçlarla, Sabancılarla, Avrupa Birliği lobicileriyle, NATO’cularla bir bütün olarak hesaplaşmadıkça kendi kuyruğunu kovalayan kedinin durumuna düşecektir.

Susmayalım, örgütlenelim, boyun eğmeyelim… Ve “hele bir…” diye emperyalist projelere destek vermeyelim.

Halkımıza bu yakışır.

Kemal Okuyan / SOL

Açılan her kutu başlarına bela oldu - AYŞE YILDIRIM

Daha belgelerin ne olduğu ortaya çıkmadan yandaşı, yanaşması koro halinde “sahte olduğunu” söylemeye başladılar. 
 
Hani rahmetli Demirel’in deyimiyle doğmamış çocuğa don biçtiler. 
 
Korktukları kutuyu Kılıçdaroğlu önceki gün açtı. Kutunun içinden bu kez paralar çıkmadı. Ama paraların nasıl kaçırıldığını anlatan belgeler ortalığa saçıldı. Hem de isim isim, tarih tarih, rakam rakam. 
 
Bu kez “iddia” demeye bile dilleri varmadı, AKP’li yöneticilerle birlikte “iftira”, “sahte”, “yalan” derken bocaladılar “ama onlar resmi evrak”, “suç bireyseldir” gibi belgelerin gerçekliğini kabul eden lakırdılar ağızlarından kaçıverdi. 
 
Belli ki belgeler çalışmadıkları yerden gelmişti. Hazırlıksız yakalanmışlardı. 
 
Sanki suçlananlar Erdoğan’ın kardeşi, dünürü, oğlu değil de kendileriydi. O milyon dolarların peşine düşmek yerine, işlerini yani gazetecilik yapmak, doğru soru sormak yerine Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi hedef aldılar. Ve tabii her zamanki gibi söz konusu iddiaları yazmak yerine sadece AKP’nin yalanlama haberini büyük büyük puntolarla verdiler. 
 
Eğer belgeler gerçek olsaymış basına verilirmiş, eğer belgeler gerçekse Kılıçdaroğlu savcılığa versinmiş... Yani yalanladıkları, “sahte” dedikleri belgeye elleri bile değmemişti. Kılıçdaroğlu’nun kürsüden belgeleri sallamasından anlamışlardı sanki sahte olduğunu! 
 
Hangi savcılığa? 
Bir zahmet doğrudan isim verin. Çünkü sonucu geçmiş tecrübelerimizden biliyoruz, bari yorulmayalım. O belgeleri suç duyurusu olarak kabul edip soruşturma başlatacak savcı da başına geleceği biliyor. 
Onu da tecrübelerimizden biliyoruz.
Panama belgeleri açıklandı ne oldu?
Malta belgeleri açıklandı ne oldu?
İddiaları araştırmak yerine yazan gazetecilere, gazetelere dava açıldı. 
 
6 Aralık’ta ikinci kez hâkim karşısına çıkacak olan Tunca Öğreten, Mahir Kanaat, Metin Yoksu, Derya Okatan, Eray Sargın, Ömer Çelik ne için yargılanıyor? 
RedHack’in sızdırdığı damat bakan Berat Albayrak’ın e-postaları nedeniyle değil mi? 
Hayır birçoğu zaten söz konusu e-postalarda yer alan bilgileri yayımlamamıştı bile. Yayımlayanlar da gerçekten haber değeri taşıyan bölümleri almıştı. Ama fark etmez onlar gazeteciydi ve RedHack’in haberleşme ağında isimleri vardı. Yazma potansiyeli taşıyorlardı. Dolayısıyla tehlikeliydiler.
Şimdi Man belgeleri niye basına verilmedi diye yırtınan gazeteci müsveddelerine soruyorum. 
O belgeleri alsanız yazma cesaretini gösterebilecek misiniz?
İnkâr etmeyin, böyle daha mutlusunuz. Hiç değilse iddiaları ortaya atanları, onları yazanları hedef göstermek gibi “yerli ve milli” bir görevinizi yerine getiriyorsunuz.
Ama siz ille de “kutu”ları yazmak istiyorsanız yönünüzü ABD’deki davaya çevirin. 
Yazacak çok şey var. Ve sanırım daha yeni başlıyor.
Açılan her kutu AKP’nin ve yandaşlarının başına bela oluyor.
17/25 Aralık’ta ayakkabı kutularından para çıkıyor, yandaşlar hep beraber yalanlıyor:
“Paraları ayakkabı kutularına FETÖ’cü polisler koydu.”
 
Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın yakınlarının vergi cennetlerine para gönderdiğine ilişkin belgelerin olduğu kutuyu kürsüden açıyor, yandaşlar daha kutu açılmadan koro halinde başlıyor:
“İftira, ihanet, yalan, sahte...” Türkiye’de yalanlanan para dolu ayakkabı kutularını, burada akladığınız “vatansever işadamı” Rıza Sarraf ABD’de “Paraları içine ben koydum” diye doğruluyor. 
 
Açılan her kutuyu önce yalanlayıp sonra yalayıp yutuyor yandaşlar.


Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Bu milli bir meseledir - ÖZGÜR MUMCU

Irak’ta Amerikan askeri, Türk askerinin başına çuval geçirdiğinde, Deniz Baykal, Erdoğan’dan hükümetin ABD’ye nota vermesini istemişti. Sayın Erdoğan’ın Baykal’a verdiği cevabı hatırlayalım:
“Öyle kalkıp nota verecek misiniz? Ne notası veriyorsun? Onu söyledim... Müzik notası mı? Olayı teşhis edeceksin, derinliğine teşhis edeceksin, anlayacak, bileceksiniz, ha verilmesi neyse ondan sonra verirsin. İki tane ortak arasında dargınlık olduğu zaman, bu dargınlığı nasıl gideririz, ona çalışılır. Ortak, ‘yanlış yapıldı’ diye ortaklığı bozmaz.”
 
Uluslararası “Ilımlı İslam” ihalesini kapmış olan AKP, o vakitler ABD’ye toz kondurmuyordu. Hakkını yemeyelim ABD hükümeti ve medyası da Erdoğan’ı parlatmaktan pek hoşlanmaktaydı.
Türk askeri baskına uğrayıp kafalarına çuval geçirildiğinde meseleyi “dargınlık” diye tanımlamışlardı. 
 
O gün “müzik notası mı bu” diye ergen esprileri yapacak kadar mutlu ve hatta şen şakraktılar. Bugün ise Rıza Sarraf için ABD’ye iki defa nota verecek kadar mutsuz ve endişeliler.
Türk askerinin başına çuval geçirilmesi milli dava değildi. Rıza Sarraf’ın yargılanma ihtimali ise milli dava oldu. 
 
Herhalde AKP’nin neyi nota verilecek kadar ciddiye aldığı ve neyi milli dava olarak gördüğünü en iyi bu örnek göstermekte. 
 
Uğruna iki defa nota verilen “hayırsever” işadamı Sarraf’ın ABD yargısıyla işbirliği yapması ve hakkındaki suçlamaları kabul etmesi ise notanın ve “milli meselenin” ağırlığını ortaya koyuyor.
Sarraf’ın tanık koltuğuna geçmesiyle beraber, kalan tek sanık Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla. Atilla’nın avukatı dün Sarraf’ın Halkbank’ın eski genel müdürü Süleyman Aslan’a “utanmazca” rüşvet verdiğini ileri sürdü. Ayakkabı kutularıyla meşhur olan Aslan’ın nerede olduğu bilinmiyor.
 
Sarraf’ın ABD’deki hapishanede içki ve fuhuş için rüşvet verdiğinin ortaya çıkması da arkasında Türk bayrağıyla canlı yayınlarda aklanan, cari açığı tek başına kapattığı söylenen, Nihat Zeybekci ve Numan Kurtulmuş adındaki iki bakanın törenle plaket takdim ettiği, hükümetin uğruna iki nota verdiği şahsın nasıl biri olduğunu anlatıyor.
 
Bu yazı yazılırken Sarraf henüz konuşmamıştı. İtiraflarının kapsamı henüz belirsiz.
Ancak sanık Atilla’nın ayakkabı kutularını doğruladığı dikkate alınırsa epey bir gümbürtü kopacağa benzer. 
 
Evet bu bir “milli meseledir”. Türkiye’nin böylesine rüşvetlerle, ayakkabı kutularıyla anılmaması, ne idüğü belirsiz adamlar için nota vermemesi milli bir meseledir. 
 
Memleketi her türlü müdahaleye açık ve kırılgan hale getiren çıkar ve rüşvet ağının sorumlularının siyasetten tasfiye edilmeleri milli bir meseledir. 
 
Herhalde AKP içinde de AKP seçmenleri arasında da bunu gören, nereden geldiği belirsiz milyon dolarları ustalıkla vergi cennetlerine aktaran bu zevatın memlekete verdiği zararın ciddiyetini anlayanlar vardır. 
 
Daha 17 ay önce bugünleri gören Anadolu’nun Türkmen beyi, bilge siyasetçi Devlet Bahçeli’nin isabetli sözleriyle yazıyı bitirmek yerinde olacaktır:
“Alimallah İranlı kaçakçı alayınızı ele verirse okyanus ötesinde yandaş hâkim ve savcı bulamazsınız. Büyük bir skandalın faili olmaktan kendinizi kurtaramazsınız.”

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Kurumlarınız yoksa… - L. DOĞAN TILIÇ

Siz de yoksunuz demektir! Çağdaş toplumları, ülkeleri, devletleri var eden, onlara “çağdaş” niteliğini veren kurumlarıdır.
Toplumların tarihi, bir anlamda da kurumlaşma tarihidir.
Sosyolojik olarak her meslek bir güven ilişkisidir. Hekimlik, ancak o meslek erbabının size sağlık vereceğine olan güven varsa vardır. O güvenin olmadığı koşullarda, birisi hekim ismini taşısa da, o kimlikle para pul kazansa da, fiilen hekimlik ortadan kalkmıştır.
Hekimliğin kurumlaşmış hallerinden olan hastane de öyle. Giren herkesin yürüyerek değil de tabutla çıktığı bir yer, üzerinde hastane yazsa da, hastane değildir.
Değildir, çünkü o kurumun insanları sağalttığına dair güven yok olmuştur.
Bu girizgâhın bir gazete köşesinde olması gereken güncel konularla ne ilgisi var diyebilirsiniz. Öyle ya, ABD’de Rıza Sarraf davası – ki orada artık Sarraf davası olmaktan çıktı - , burada Kılıçdaroğlu’nun salladığı belgeler dururken, nereden çıktı kurumlar?
Tam da oradan çıktı işte!
Ana muhalefet lideri, iktidarın lideri hakkında hem ahlaken hem de hukuken yenilip yutulur olmayan iddialar ortaya atıyor. Milyonlarca dolar, yakınlar aracılığı ile, vergi vermemek için yurtdışına çıkarılmış!
İktidarın lideri, “Belge göster yoksa müfterisin” diyerek tazminat davası açtığını söylüyor.
Muhalefet lideri işte belge diye banka dekontları sallıyor. Ve tartışma iyice alevleniyor: Sahte - Gerçek.
Kurumları olan, güvenilir kurumları olan yani, toplumlarda, ülkelerde, devletlerde bu noktada devreye kimin gireceği bellidir. Devreye girmesi gereken kurumlar girer ve kimsenin kafasında kuşku bırakmayacak şekilde ortaya bir sonuç koyar.
Hükümet!
Onu geçelim isterseniz…
Peki, mahkemeler! Mahkemeler burada bir ara Sarraf’ı tutmuştu. O Sarraf ki, televizyonlara çıkıp kendisini “Cari açığın yüzde 15’ini tek başına kapatan kişi” olarak takdim etmiş, dönemin başbakanı da; “ülkeye katkısı olan”, “altın ticareti yapan”, “hayır işlerine girmiş” bir zat diyerek kendisine siper olmuştu.
İsrail’e bakın, hakkında çok şey söyleyebilirsiniz, ama kurumları olduğu için başbakanı yargılanabiliyor, polis başbakanın evinde arama yapabiliyor.
Burada, sadece hayırsever değil, “vatansever” mertebesine de çıkarılan Sarraf’a, İçişleri Bakanı “önüne yattığı” için dokunulamamıştı. Şimdi o “vatanseverABD mahkemesinde vatan aleyhine tanıklık yapıyor!
İşleyen kurumlarınız olsa, bu olmazdı.
Alın size medya…  
4. Güç! Yasama, yürütme ve yargıyı kamu adına denetleyecek… Bir kesimi yürütmeye yapışmış, yürütmenin sözcüsü olmuş, ana muhalefet liderinin salladığı belgelere SabahAkşam sallıyor. Sabah; “MÜPTEZEL, MÜFTERİ, FETÖPEREST ZAT” derken, Akşam; “TUZAK DEŞİFRE OLDU” diyor. Sabah’la Akşam arasındakilerin tümü de, iktidarın avukatlarının dediklerini aynen kabul edip yüksek sesle tekrarlıyorlar.
Onları da geçelim.
Ya “tarafsız” gazetecilik yaptığı iddiasında olanlar… “Havale Atışması”. Bir atışmadır gidiyor ve atışan taraflara tarafsızlık adına eşit söz hakkı veriyorlar. Oysa, medya ve gazetecilikten beklenen, araştırma yapması, sahte mi gerçek mi bulup çıkarması ve topluma açıklamasıdır. O zaman güven duyulan kurum olursunuz!
Araştırmacı gazetecilik ve haber pahalı bir iş tabii ve muhabirine otobüs parası bulmakta zorlananlar için hiç de kolay değil. Lakin, ekonomik olarak bunu yapma gücü olanlar, Sedat Ergin gibi dava dosyalarını titizlikle didik didik eden gazetecileri olanlar, “atışma” der bırakırlarsa, medyaya güveni, medyanın bir kurum olmasını da boşuna bekleriz.

Dünyada tek başına olsanız, kurumlarınız olmamasını önemsemeyebilirsiniz. Öyle değil işte, tek başına değilsiniz ve işleyen güvenilir kurumlarınız olmaması başınıza ciddi işler açıyor. Sizin yargıla(ya)madığınız, gidip bir başka yerde sizi yargılamaya başlıyor!

Normal ticari işlem”, “para gitmedi, yurda para geldi”, “sahte” itirazlarıyla ne kadar kurumsallıktan uzak reddiyeler gelse de, bir belgenin sahte mi gerçek mi olduğu eninde sonunda ortaya çıkıyor.

Bu arada olan, gittikçe yalnızlaşan “kurumsuz” güzel ülkeme oluyor!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

29 Kasım 2017 Çarşamba

Türkiye'de yolsuzluk - KADİR SEV

Uluslararası Şeffaflık Örgütünce 2015 yılında yayımlanan Paravan Şirketler Küresel Raporu’nda, başta ABD ve Çin olmak üzere G20 hükümetlerinin, sınır ötesi para aktaranların kimliklerini gizlemeyeceklerine söz vermelerine karşın, sözlerini tutmadıkları ve sırf bu nedenle her yıl 800 milyar ile 2 trilyon dolar arasında kara para aklanmasına yol açtıkları belirtiliyor.
Rapora göre;New York, Tokyo, Şanghay ve Sydney gibi finans merkezlerini içine alan 8 G20 ülkesinde bankaların, paranın arkasındaki özel kişiyi bulamasalar bile işlemi tamamlamaları” yolsuzluğa ortam hazırlıyor. Bu nedenle de; “yolsuzluğa bulaşmış bir politikacının fonlarla bağlantısını gizlemek için basit önlemlere başvurması durumunda kamu hazinesinden çalınmış paralarla lüks bir malikane satın alması… önlenemiyor.

Gelelim Türkiye’ye: Örgütün Türkiye’deki kolu Uluslararası Şeffaflık Derneği, 2016 yılında “Türkiye’de Yolsuzluk: Yasalar, Uygulamalar ve Riskli Alanlar” adlı bir rapor yayımladı.
Raporda özetle şunlar yazıyor:
Büyük ölçekli politik yolsuzluklar giderek artıyor. Önceki yıllarda yapılan reformlarla hiç olmazsa “küçük çaplı yolsuzluklar” bir miktar azaltılabilmişti. Yolsuzlukla mücadele eylem planı 2016 yılında askıya alındı. Askıya alınması, mücadeleden vazgeçildiği anlamına gelir. Yolsuzluğun gelecek yıllarda daha da artması beklenmelidir.

Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesine uyulmamaktadır. Ne yürütme ve yargı ne Sayıştay ne de teftiş kurulları kendilerini bağımsız hissetmektedir. Böyle bir ortamda yolsuzlukla mücadele stratejisinden söz edilemeyeceği açıktır.

Resmi tamamlamak için Rapordan küçük bir alıntı yapalım, Türkiye’de olan biteni çok güzel anlatıyor: Hükümete yakın ve üst düzey yöneticilerle organik bağları bulunan şirketlerin kamu mal ve hizmet alımlarında sürekli boy göstermesi ve Türkiye ekonomisinin en önemli unsurlarından olan inşaat sektörünün aynı şirketlerin oyun alanı haline gelmesi bu bulguları doğrular niteliktedir.

Böyle bir ortamda yolsuzluk devasa boyutlara ulaşır elbette. Lüks malikane gibi örnekler çerez kalır.
İnatla şu soruları sorup hesap vermelerini istemeliyiz:
Özelleştiriyoruz diye Cumhuriyetin 90 yılda biriktirdiklerini 70 milyar dolara sattılar.
Hazine ve belediye topraklarını da satıyorlar?
Satmalarını bir yana bir yana bırakalım; acaba gerçek değerleri neydi?

Milyar dolar tutarında kamu taşınmazlarını, yatırım yapsınlar diye, bir kişinin sözüyle yandaş şirketlere bedava veriyorlar. Söylediklerine göre “yatırımları”, terzi yöntemiyle desteklemeye başlamışlar. Yaptıkları işi, üzerine en uygun takım elbiseyi dikebilmek için terzinin prova yapmasına benzetiyorlar. Aslında yaptıkları şu: Devletle şirket karşılıklı oturuyor, ne tür teşviklerden yararlandırılacağına birlikte karar veriyorlar.
Kapalı kapılar ardında yapılan provada acaba avantanın gündeme geldiği hiç olmuş mudur?
Otoyollara, köprülere verilen araç garantileri nedeniyle yüklenicilere her yıl milyarlarca dolar para ödeniyor. Böyle giderse Osmangazi, Yavuz Sultan Selim köprüleri ile Avrasya tüneli için sözleşme süresinin sonuna değin 50 milyar dolar ödeneceği hesaplanıyor.
Neden böyle bir şeye başvurmuş olabilirler?

Milyarlarca lira tutarındaki kamu fonlarını kimseye hesap verme zorunda olmaksızın diledikleri gibi harcayabiliyorlar. Öyleyse neden ayrıca milyarlarca lira tutarında gizli hizmet ödeneği kullanıyorlar?
2014 yılında TIR’larla taşınan, ayakkabı kutularında saklanan dolarlar; Zencani’nin 8,5 milyar dolar rüşvet dağıttım sözleri; bütün Dünyaya dinletilen ses kayıtlarıyla ortalığa saçılan yolsuzluklar….

Bunlar, FETÖ denilen bir bilinmezliğin üzerine atılıp unutturulmayı hak edecek düzeydeki iddialardan mı ibaretti?

Binali Yıldırım’ın oğullarının vergi cennetindeki yatırımları, denizciliğin gereği olarak nasıl sunulabilir?

Man adasında 1 sterlin sermaye ile kurulan bir şirkete 2011-2012 yıllarında Tayyip Erdoğan’ın oğlu, eniştesi, özel kalem müdürünün gönderdiği 15 milyon dolar tutarındaki parayı kimi AKP’liler olağan ticari işlem olarak açıklamaya çalışıyor, kimileri ise belgelerin sahte olduğunu öne sürüyor. Hangisi doğru?

Kamu İhale Yasasının maddelerinde yüzlerce değişiklik yapıldı. İhalelerin istenilen kişilere verilebilmesi şimdi çok daha kolay.
Denetim kurumları, bu olanakların kötüye kullanılmadığına güvence verebilir mi?

Son olarak şunları söyleyelim: Hiç kimse elinde kanıt olmadan bir başkasını suçlayamaz. Ama kuşkulu işlemlerin varlığını gösteren belgeler ortaya çıkmışsa, bunların hepsi yalan deyip kimse kurtulamaz.
Üstelik siyaset yapanlar, yolsuzluk iddiaları olmasa bile denetim kurumlarına hesap vermek zorundadır.
Hesabını veremiyorlarsa, yok demektir!

Kadir Sev / SOL

Ordu-cami arasında binamaz ülke - CEYDA KARAN

Pakistan, siyasete ve orduya dini haddinden fazla bulaştırmanın sakıncalarını gösteren en nadide örneklerden birisi. Hindistan altkıtasının 20’nci yüzyıl ortasında bağımsızlığını kazanmış ve tek birleştiri unsuru din olan Pakistan’ın ahalisi, kuruluş DNA’sına işlenmiş siyasal İslamcılık olmadan düşünülemez. Ve bu makus talihi değiştirmelerinin yolu da pek yok.
Son örneği kasım başındaki olaylar. İşin içinde ordu ve hatta dış güçlerin parmağı olduğu rivayet edilen olaylar, zaten yolsuzluk ithamlarıyla geçen temmuzda ‘kızağa çekilmişNevaz Şerif’in yerine geçmiş Başbakan Şahid Hakan Abbasi’nin Pakistan Müslümanlar Birliği hükümeti için işin tuzu biberi oldu. Abbasi en son Panama Belgeleri yüzünden Maliye Bakanı İshak Dar’ı yitirmişti. 


***

Haftalarca başkent İslamabad civarında gösteri ve çatışmalara sahne olan olaylar seçim yasasında aday olmak isteyenler için geçerli yeminin değiştirilmesi girişimiyle başladı. Mevzu, milletvekili aday formlarında yer alan ‘Yemin ederim ki, Hz. Muhammed son peygamberdir’ ifadesinin, ‘İnanıyorum ki Hz. Muhammed son peygamberdir’ diye değiştirilmesiydi. Resmi sebebi azınlıktaki Ahmedilerin (Kadıyaniler) seçimlere katılabilmesinin yolunu açmaktı. Ahmedilikte peygamberliğin Hz. Muhammed ile sonlanmadığına inanıldığından, eski yasada aktif siyasete girmelerine engeldi.
Fakat Pakistan gibi ağır ‘dine küfür’ (Blasphemy) yasası olan bir ülkede ne mümkün! Nitekim 8 Kasım’da başını Lebbeyk Ya Resullullah hareketinin çektiği radikal dinci grup değişikliği ‘dine küfür’ addederek protestolara başladı. Hükümet derhal ‘yediği haltı’ anladı. Olayın ulemanın bir ifade hatasından kaynaklandığını ileri sürdü ve eski yasaya döndü. İş işten geçmişti.


***

Olay, gelecek yazki seçimler öncesinde yeniden eli güçlenen Şerif ve hükümeti yıpratmak isteyenlerin elinde koza dönüşüverdi. Üç hafta boyunca dinciler Feyzabad kavşağındaki oturma gösterisiyle, başkente giden yolları kapatarak, Lahor’da Adalet Bakanı’nın evine saldırıp yakmaya kalkışarak ortalığı birbirine kattı. Hükümetin emrindeki polis yetersiz kalırken, ordudan yardım istenildi.
Ordu nazlandı. Hatta hükümeti yetersizlikle itham edip gerilime barışçı çözüm isteyen açıklama yaptı. Geçen cumartesi biri polis yedi kişinin öldüğü, 80’i polis 180 kişinin yaralandığı çatışmaların ardından ordu sokağa indi ama aşırı dincileri ikna için.
Seçim yasasındaki değişiklikten sorumlu Adalet Bakanı’nın istifası, radikal dinci hareketin liderinin fetva yayımlamaması ve gözaltına alınanların bırakılması karşılığı ordu aşırı dinci grupla anlaşıverdi! Sosyal medyaya da operasyonun başındaki generalin aşırı dincilere para dağıtırkenki görüntüleri yansıdı.

***

Yani laikliğin bulunmadığı, siyaset ve ordunun dini kullanımının sonsuz olduğu bir ülkede ne yaşanabilecekse o yaşandı.
Lebbeyk, son dönemde yükselişe gecen Hadim Hüseyin Rizvi liderliğindeki bir hareket. Ara seçimlerde yüzde 6’lık oy oranına sahip oldu. Azınlıkta ama siyaseti işte böyle belirliyor. Esin kaynakları da ‘dine küfür yasası’ mağduru bir Hıristiyan kadını savundu diye 2011’de eski Pencab valisi Salmaan Taseer’i öldüren koruması Mümtaz Kadri.
Darbeci General Ziya ül Hak’ın formüle ettirdiği ‘dine küfür’ yasası ahalinin tepesinde Demokles’in kılıcı misali. Ülkede ‘kutsallığı bozacak’ herhangi bir yorum yapmak cana mal olabilir. Mal-mülk anlaşmazlığı yahut rakip şirket kurduğu için ‘dine küfretti’ iddiasıyla itham edilenler yaşatılmıyor. Yargılanmak için yıllarca hapis yatanlar yine iyi. Dışarıda dincilerin infazına uğramak işten bile değil. Son 20 senede bu yüzden 52 kişi canından oldu. Bu yüzden kurulmuş ‘güvenli evler’ bile var.
Elbette dinci partiler Pakistan ordusu için ‘stratejik değer’, dinci göstericiler ‘makbul vatandaş’. Lakin yukarıdaki mağdurlar değil.
***

Velhasıl, şimdi siyasetin ana tema ‘Pakistan’ın dış komploların hedefi olduğu’. Sorun şu ki reformculuğa soyunan ama kendisi yolsuzluk batağına batmış Nevaz Şerif ve partisinin ahaliyi de, ülkeyi de ne iç ne dış komplolara karşı koruyabilmesini beklemek nafile.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Mikroplar Müslüman mı? - TAYFUN ATAY

İstanbul’un kıyıcığında bir ortaokul... 5’inci sınıf (10 yaş grubu) öğrencilerine fen bilimleri/biyoloji dersinde öğretmen, “Mikroplar”ı anlatıyor. Onların çok küçük, gözle görülemeyen canlılar olduğunu belirtiyor.
Örnek olarak da bakterileri, virüsleri, amip, öglena, mantarları sıralıyor.
Ve bir öğrenciden soru geliyor mikroplara ilişkin:
Onlar Müslüman mı?..
***

Hep söylediğimiz üzere, dini, hayatın neredeyse her milimetre karesine kadar sokma, yayma yolunda adeta toplumsal- kültürel cihat ilan etmiş dinbazlık, bu süreçte ağzı olanın İslam adına konuştuğu bir çığırın önünü açtı. 
Böylece ipin ucu kaçtı.
Darwin’i ve evrimi biyolojiden kovmak da yetmiyor artık o yüzden...
Mikropları anlatan biyoloji öğretmenini de kovacaklar ve onun yerini “cinci hoca”larla dolduracaklardır!..
Çünkü kuvvetle muhtemel ki “fizik-kimya- biyoloji” öğretmek için üniversite eğitimi almış, şimdi elinden geldiğince yaptığı tahsilin hakkını vermeye çırpınan bir öğretmeni sınıfta kontrpiyede bırakan soru, o öğrencinin evde karşısına çıkmış başka bir “öğretmen”in anlattıklarından besleniyor. 

***

Sağlığa yararlı mikropların melek, zararlı olanlarınsa kötü cinler olduğu, modern zamanlarda din bünyesinde kendisini gösteren en popüler “tezvirat”lardan biri...
İslam’da din ve dünya ayrımı yok ya...
Din her şeyi açıklıyor ya...
“Hepsi Kitap’ta var” ya...
O zaman fen bilgisi de, tıp da, sosyal bilgiler de, hepsi “zevâid”dir (fazlalık), öyle değil mi?!
İhtimal, soruyu soran çocuğa evde (ya da bir başka yerde) cinlerden bahsedilmiş olmalı.
Onların “insan gözünden örtülü” olduğu söylenmiş olmalı.
Şaşılacak işler yaptıkları, insanlara zarar verdikleri kadar yardım da ettikleri, hatta bazı hastalıklara sebep oldukları nakledilmiş olmalı.

Ve nihayet:
“Ey Muhammed! De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu; onlar şöyle demişlerdir: Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de ona inandık” şeklindeki Cinn sûresi (1-2) çocuğa belletilmiş olmalı...
Olmalı ki okulda “Mikroplar” bahsinde, evdeki “tedrisat” sınıftaki dersi köşeye sıkıştırıyor: Cinler Müslümansa cin olan mikrop da Müslüman mı sorusu geliyor!.. 

***

Biçare öğretmenimiz yine de bir “bilim insanı” olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapmış ve öğrencisini kırmadan, biraz da mizaha vurarak şu cevabı vermiş “mikroplar Müslüman mı” sorusuna:
“Rahat rahat gözle görebilseydik belki bir yorum yapabilirdik... Ama ‘bilmiyoruz’...”
O, bir fen bilimci olarak, tam da “bilimsel tevazu” içinde böyle söylemiş.
Lâkin din bilimcinin aklı başında olanı da aynı doğrultuda gerekeni söylüyor.
Diyor ki bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmelerinden hareketle cinlerin mikrop olduğu söylense de bu, temellendirilememiş bir teoriden ibaret; çünkü duyular-ötesi varlıklardan olup yalnızca “nakil” yoluyla bilgi edindiğimiz cinlerin “ateşten yaratılmış” olmaları ötesinde bir dinî veri mevcut değil (TDV İslam Ansiklopedisi, “Cin” maddesi, Ahmet Saim Kılavuz). 

***

Neticede “dinbaz”ca gözlerini karartıp dini, hayat bilgisi de, fen bilgisi de, toplum bilgisi de yapmaya yeltendiler ve onlar bunda ısrar ettikçe din, kapanın elinde kaldı.
O yüzden fen dersinde de artık elde var cinci hoca!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Aile şirketi - ÖZGÜR MUMCU

“Çocuklarım, kardeşim, eniştem, dünürüm, eski özel müdürüm, yurtdışına milyonlarca dolar para göndermiş (...) Öne sürdüğün iddiaların belgesi var mı? Varsa çıkar hemen ben gereğini yapayım. (...) Bu zat ne ortaya belge koyabilecek ne de çıkıp özür dileyebilecek.”
 
Bunlar sayın Erdoğan’ın iki gün önce büyük bir hiddetle söyledikleri. Bu sözlerin muhatabı Kemal Kılıçdaroğlu dün partisinin grup toplantısında çocuğun, kardeşin, eniştenin ve dünürün, Man Ada’sındaki bir off-shore şirkete milyonlarca dolar gönderdiğine dair belgeleri açıkladı. 


Henüz belgeler incelenmedi, ancak AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan “Açıkladığı belgeler ticaret kaynaklı” diyerek hem belgelerin gerçekliğini kabul etti hem de üstü kapalı olarak bu ticari ilişkiyi önceden bildiğinin işaretini verdi. 
 
Çocuk, kardeş, enişte ve dünür bir vergi cennetine hangi sebeple milyonlarca dolar gönderdi? 
Bu neyin ticareti? 
Bu ticaret ne sebeple İran bağlantılı bir işadamı olan Sıtkı Ayan’ın kurduğu şirket üzerinden gerçekleşiyor? 
Ne alınıyor, ne satılıyor?
Sayın Erdoğan, oğul, kardeş, enişte ve dünürün yurtdışına milyonlarca dolar gönderilmesinin ispatlanması halinde gereğini yapacağını dile getirmişti? 
Nedir gereği? 
Oğlu, kardeşi, enişteyi ve dünürü azarlamak mı? 
Onlara küsmek mi? 
Olur böyle şeyler diye sırtlarını okşamak mı?
 
Gereğinin istifa olmadığını biliyoruz. Çoğu siyasetçi gibi bir hitabet ustası olan sayın Erdoğan, sadece yurtdışında kendi adına bir hesap varsa istifa edeceğini söylemişti. Çoğu kişi de bu açıklama üzerine Kılıçdaroğlu’nun iddialarının doğru olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Haklı da çıkmışa benziyorlar.
 
Oğul Burak Erdoğan, kardeş Mustafa Erdoğan, enişte Ziya Ülgen, dünür Osman Ketenci yanlarına sayın Erdoğan’ın eski kalem müdürü Mustafa Gündoğan’ı da alarak, Man Adası’ndaki bir şirkete neden toplam 15 milyon dolar para gönderdi? 
Bu afacan beşli başka yerlere de milyon dolarları gönderiyor mu?   
Milyon dolarların gönderildiği şirketin kurucusu Sıtkı Ayan’ın İran’dan Avrupa’ya doğalgaz taşımak için cumhuriyet tarihinin en büyük ikinci devlet teşvikini almasının anlamı nedir?
Bu meselenin Azeri işadamı Mübariz Mansimov’un hediye ettiği ileri sürülen petrol tankeriyle bağlantısı var mı?
Belki Som Petrol’ün sahibi Sıtkı Ayan bu soruların cevabını biliyordur?
 
Eskiden bazı siyasetçiler devleti şirket gibi yönetmek gerektiğini söylerlerdi. Ancak herhalde onlar da koca bir devletin bir aile şirketine dönüşmesini kastetmiyordu.
Erdoğan gereğini yapacağını söylemişti. 
Gereği nedir? 
Dün bürokrasiyle ilgili konuşurken “Ben bir bakanımı veya bir bürokratı aramıyorsam babamın oğlu olsa kapıdan geri koysun” demişti.
 
Bakalım kendi babasının oğlunu, kendi oğlunu, eniştesini, dünürünü nereye koyacak.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Man Kanunu’nu beş yıl geciktirmek - ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, dedi ki:
“Çocuklarım, kardeşim, eniştem, dünürüm yurtdışına milyonlarca dolar para göndermiş. (...) Müddei iddiasını ispatla mükelleftir. Artık ismini anmaya dahi tenezzül etmediğim bu zata soruyorum, iddiaların belgesi var mı, varsa çıkart milletin önüne ben hemen gereğini yapayım. Yoksa çık milletin önüne iftira ettiğini söyle, özür dile.”
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da akraba ve yakınlarca Man Adası’na gönderilmiş milyon dolarların Swift belgelerini gösterdi. Sonra sordu: 1 Sterlin’lik şirkete neden milyonlarca dolar gönderiyorsun?
***

Değil mi ki AKP, bütçe açığını kapatmak uğruna daha yeni gazoza vergi koydu.
O halde vergilerimizden oluşan kamu kaynakları bakımından, gözden kaçırılmaması gereken temel soru budur.
“1 Sterlin’lik bir şirkete Türkiye’den neden milyonlarca dolar gönderilir?” meşru ve üstelik eksik bir sorudur. Bu sorunun yanına ayrıca “Resmi bir ticaretse madem, vergileri ödendi mi, yoksa bir kaçınma var mı, kaçınılan tutarlar ne kadardır” soruları da eklenmelidir. 

***

Man Adası meselesi, vergiden kaçınma boyutuyla, Başbakan Binali Yıldırım’ın oğlunun Paradise Papers ile ortaya çıkan Malta’daki denizcilik şirketindeki vergi meselesiyle de benzeşmektedir. Anımsatalım: Kurumlar Vergisi Kanunu’na göre, vergi cenneti bir ülkede kurulu şirkete yapılacak ödemelerin yüzde 20 stopaja tabi olması gerekiyor. Ancak bunun yapılabilmesi için de vergi cenneti adaların bir Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilmesi gerekiyordu.
Eğer AKP iktidarı bu iradeyi gösterse, büyük olasılık o listede Man Adası’nı da görecektik. 

***

Bu yapılmamış. Ama atılan önemli bir adım var. Man Adası ile vergisel sonuç doğurabilecek bir başka anlaşma imzalamış.
Türkiye Cumhuriyeti adına Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Kilci’nin, Man Adası hükümeti adına da Hazine Bakanı William Edward Teare’nın imzalarını taşıyan anlaşmanın tarihi 21 Eylül 2012.
İmza yeri Londra.

Beş yıl öncesinden söz ediyoruz. Yani Kılıçdaroğlu’nun belgelerine konu Bellway Limited’in Man’da kurulduğu 2011 tarihinden bir yıl sonra.
2012’deki bu anlaşmanın geçerli olması için iç hukuka taşınması, bunun için de TBMM’de çıkarılacak bir yasayla uygun bulunması gerekiyor.
Beş yıl önce imzalanmış anlaşmanın kanunu ne zaman çıkarılmış biliyor musunuz?
8 Mart 2017’de. Yani bundan sekiz ay önce. Peki, bu kanun çıkmış da uygun bulunan bu işlemi Bakanlar Kurulu ne zaman onaylamış?
21 Temmuz 2017. Yani bundan dört ay önce.
Altında Erdoğan, Yıldırım ve hükümet üyelerinin imzaları bulunan Bakanlar Kurulu kararının adı şu:
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Man Adası Hükümeti Arasında Vergi Konularında Bilgi Değişim Anlaşması ve söz konusu anlaşmaya ilişkin Mutabakat Zaptı’nın onaylanması.”
Bu metin, Man Adası’nda gelir veya kazanç üzerinden alınan vergiler ile Türkiye’de gelir vergisi ve Kurumlar Vergisi konusunda bilgi değişimi yapılması ve yardımlaşılması konularını içeriyor.

Bu kanun beş yıl bekletilmeseydi, belki de 2011’de kurulmuş Bellway Limited’in vergi yükümlülüğü farklı gelişecekti.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Aynı gemide değiliz! - FATİH YAŞLI

Hava güneşliyken, deniz dalgasızken ve yelkenler rüzgârla şişiyorken aynı gemide olduğumuz akıllarına gelmez o ağaların beylerin. Öyle dönemlerde mesela, “Benim mahsulüm öldükten sonra mı? 2 senedir anamız ağlıyor” diye bir soru sorduğunuzda “Ananı da al git” diyeceklerdir size. Ya da “Taksim 1 Mayıs meydanıdır” mı dediniz, bunda ısrar mı ettiniz, duyacağınız cevap bellidir: “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” diyeceklerdir size o ağalar beyler.

60 milyar dolarlık kamu varlığını satarken aynı gemide değilizdir. Sermaye adına 400 milyar dolar borç alırken aynı gemide değilizdir. Yolcu geçiş garantili, hasta yatış garantili, kömür alış garantili ihalelerle birileri semirtilirken aynı gemide değilizdir. Dünyanın en çok vergi ödeyen halkıyken, dünyanın en adaletsiz vergi sistemlerinden birine maruzken, üç kuruş asgari ücrete talim edip açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşarken, Soma’da, Ermenek’de, Torunlar’da, madenlerde ve inşaatlarda beşer onar ölürken aynı gemide değilizdir. Sandığa giderken, oy verirken, “hayır” derken, Gezi’deyken, 7 Haziran’dayken, “terörist” diye azarlanırken, “bombadan daha tehlikeli kitaplar” yazarken, dört ayaklı minarenin dibinde öldürülürken, meydanlarda ölü çocukların cesetleri üzerinde tepinilip anneleri yuhalatılırken, KHK’lerle, OHAL’le yönetilip, açlıkla, işsizlikle terbiye edilmek istenirken, Nuriye 34 kiloya inmişken, aynı gemide değilizdir.

Ne zaman ki, işler tıkırında gitmemeye başlar, hava kararır, deniz dalgalanır, yelkenler rüzgârla dolmaz olur, gemiden batış sinyalleri gelir o zaman birden aynı gemide olduğumuzu keşfederler o ağalar beyler. O zaman başlar koro milli birlik beraberlik şarkısını söylemeye, o zaman arşa varır vatan-millet-Sakarya edebiyatı. Aynı gemide olduğumuza göre batarsak birlikte batacağızdır, bu mesele kişisel bir mesele değil memleket meselesidir, bir olmamız, iri olmamız, diri olmamız gerekmektedir falan filan…

• • •

Bingöl’de Karlıova diye bir ilçe, Karlıova’da Taşlıçay diye bir köy var. 2004’ten bugüne Taşlıçay’da tam 16 kişi Silikozis denilen hastalık yüzünden öldü. 80’i Taşlıçay’da 30’u Karlıova ilçe merkezinde olmak üzere 110 kişi ise halen bu hastalıkla mücadele ediyor. Aslında Silikozis işçi sınıfının yabancısı olduğu bir hastalık değil. Madencilik, yol yapımı, seramik gibi iş kollarında taş ve kum tozuna maruz kalma neticesinde ortaya çıkıyor. Bu iş kollarında  hastalığın ortaya çıkışı maruz kalınan tozla orantılı olarak uzun yılları bulurken, “kot taşlama” işinde çalışanlar yoğun miktarda kum tozu soludukları için çabucak bu hastalığa yakalanıyorlar. Günde 12 saate varan çalışma süreleri ve herhangi bir koruyucu maske ya da elbise olmaksızın yapılan çalışma neticesinde yüzlerce işçi çok kısa süre içerisinde hasta oluyor ve sonra da ölüyor.

Taşlıçay köyüne koruculuk dayatılınca köylüler elde avuçta ne varsa satıp büyük şehirlere göçmüşler. Ayda 800 liraya kaçak ve sigortasız, kot taşlamanın ne olduğunu ve sağlıkları üzerindeki etkisini bilmeden çalışmışlar. Hastaların çoğu şimdi köylerinde solunum cihazına bağlı olarak yaşıyor ve ölmeyi bekliyorlar. Cumhuriyet’e konuşan işçilerden 31 yaşındaki Hasan Dündar, içinde bulundukları durumu şöyle anlatıyor:
“Çünkü bu mesleği çabuk kavrıyorduk ve maaşı da iyiydi. Son dönemlerde bazı arkadaşlarımız, atölyede rahatsızlanıp, hastaneye gittiklerinde, belli bir teşhis konulmuyordu. Son zamanlarda köyümüzden Erhan Akyürek adlı arkadaşımız, birden hastalanarak, öldü. O zamandan sonra biz, bu mesleğin tehlikeli olduğundan şüphelenerek, hepimiz işten çıkmaya başladık.
Köye döndükten sonra hepimiz, birer birer hastalanarak, hastanelere gittik. İlk başlarda, bu hastalığın ismini ne biz ne de doktorlar biliyordu. Bir süre sonra hastalardan ölümler yaşanmaya başlayınca, korkmaya başladık. ‘Acaba ben de ölecek miyim?’ korkusu beni de endişelendirmeye başladı. Hepimiz, ‘Sıra bize ne zaman gelecek?’ korkusunu yaşıyoruz.”

• • •

Baktılar gemi su alıyor, birden aynı gemide olduğumuzu keşfettiler. Atatürkçü oldular, antiemperyalist oldular, NATO karşıtı oldular, hatta antikapitalist oldular. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” kalıbına dört elle sarıldılar.


Oysa aynı gemide falan değiliz, Biz Ermenek’de maden ocağı göçüp işçiler suyun altında kaldığında sorulan “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” sorusunun ta kendisiyiz, solunum cihazına bağlı silikozis işçileriyiz, işçi çadırlarında, tarikat yurtlarında yanan bedenleriz; onlar ise denetlenmeyen maden ocakları, cezalandırılmayan patronlar, çocukları, kadınları, işçileri göz göre ateşe atanlar, gemilerini böyle yürütenler.
İşte bu yüzden, işte tam da bu nedenle, şimdilerde daha yüksek sesle söylememiz gerekiyor: Aynı gemide değiliz, aynı gemide değiliz, aynı gemide değiliz!

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

28 Kasım 2017 Salı

İnsanlar ve koyunlar - ORHAN GÖKDEMİR

Ortaçağ’ı keşfediyoruz. Daha doğrusu başka türlü bir Ortaçağ görüyoruz. Bu yeni görüşe ulaşmamızın nedeni çok basit. Bugünün tarihi, dünün tarihinin anahtarıdır.
Bugüne bakıyoruz, gerçek, kanlı canlı yeni bir Ortaçağ görüyoruz.

Jacques Le Goff “Ortaçağ Batı Uygarlığı” adlı çalışmasında “büyüme hızı yüksek” ve “güzel” bir ortaçağ tanımı yapıyor. Karanlığa alışmış insan varsayımı ile birlikte yazıyor belki. Karanlıklar çağı, bu döneme uzaktan bakılan aydınlık bir dönemin adlandırmasıydı. Uzaktan bakınca zifiri karanlıktır. Le Goff yakından bakıyor ve az çok “parlak” bir dönem tarif ediyor.

Yaşamak için üretmek zorunda olan, canlı kanlı insanlar devinimsiz olabilir mi?
Elbette devinim var. Ama o her ne ise kilisenin ve mülk sahiplerinin sınırlarını belirlediği bir şeyden söz ediyoruz. Dinin, kilisenin ve toprak sahiplerinin çağıdır Ortaçağ. Sınıfsal ilişki çok açıktır ama hemen her şeye egemen dinsel ideolojinin ardında silikleşir, görünmez olur. Dinin yaydığı korku ve otoriteye sağladığı meşruiyet bu karanlık dönemin hükmünü yüzyıllar boyu sürdürmesini sağladı. O kadar güçlüydü ki, sarsıntıyla çökmeye başlaması ancak bütün kıtayı baştanbaşa sallayan salgın hastalıklar sonucu oldu. Kilisenin korkuya yaslanması ve cadı avları düzenlemesi tuhaf bir şekilde onun çözülme döneminde ortaya çıkmış argümanlardır.
Yani bize Ortaçağ’ı anımsatan bütün o korkunç sahneler, çağın yükselişine değil çözülüşüne aittir.

Şöyle başlar Le Goff; “Ortaçağ Batı dünyası Roma İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerine kurulmuştur. Kendisinden hem destek almış, hem zarar görmüştür. Roma onu hem beslemiş, hem de felç etmiştir.” Romanın çöküşüyle kapısı açılan bir karanlık dönemden söz ediyoruz demek ki. Batıda parçalanma hâkimdir. Doğuda kalan parça, Bizans, bütünlüğünü bir süre daha koruyacaktır. Ama o da Roma’nın 1453’e kadar süren uzatmalı bir can çekişmesinden ibarettir. Bizans’ın Ortaçağ tarihine katkısı, karanlığın yok ettiği ışıktan arta kalanları mahzeninde saklamayı başarmasıdır.
Nihayet Fatih Mehmet’in darbesiyle çözüldüğünde, okuryazar Bizanslıların İstanbul’dan kaçarken yanında götürdükleri o son ışık kırıntıları Batı’nın yeniden aydınlanmasını sağlayacaktır.

Marx diyor ki “Antikçağ, kentten ve onun küçük toprak alanından hareket ettiği halde, ortaçağ kırdan hareket ediyordu.” Neden? Çünkü Roma’nın boşalttığı alanda bütün üretici güçler tahrip edilmiş, nüfuz azalmış ve kırda çok geniş bir alanda dağınık halde yaşamaya başlamıştı. Bu tahribat nedeniyle ticaret kesintiye uğradı, kırın olduğu kadar kentin de nüfusu azaldı.
Demek ki Ortaçağ bir insan azlığı ile mümkün oldu. İnsan tahrip oldu, azaldı, parçalandı, kopup savruldu ve böylece Ortaçağ imkân haline geldi.
Dinin egemenliği mi?
Kesinlikle evet. Ama Batının bütün manastırları aynı zamanda toprak sahipleriydi. Dini amaçlı bağışlarla bu sahipliği genişletecek fırsatlar bulmuşlardı. Ortaçağ’da Batı Avrupa’da ekilip biçilen toprakların yaklaşık üçte biri Katolik Kilisesi’ne aitti. Piskoposluklar ve manastırlar binlerce serfin sahibiydi. Kilise sadece kurumsallaşmış din değil, aynı zamanda dindar köylünün karşısına dikilmiş büyük bir toprak sahibiydi. Önde gelen sömürgen ve yoksul halkı ezen acımasız bir zalimdi.
Bugünün tarihi dünün tarihinin anahtarıdır. Bugüne bakıyoruz, “güzel” bir Ortaçağ görüyoruz…

***

Karanlık, Roma İmparatorluğunun yıkıntısında yeşerdi. Köylülüğün şehre galebe çalmasıydı bir bakıma. Sınırsız dindarlık, sorgusuz biat şeklinde ortaya çıktı. Dindar ve biat etmiş köylülüğün elinde pek az şey vardı. Kilise ve feodaller bir kısmını zorla, kalanını da dinin sağladığı rıza ile ele geçirdi. Sonunda köylünün kendisinin de herhangi bir maldan farkı kalmadı. Toprakla birlikte alınıp satıldılar. Kalelerle çevrili küçük kentlerin altyapısı işte bu azgın sömürüye dayanıyordu.
Ortadan kaldırılması için köylülüğe dayalı o yüksek duvarların yıkılması gerekti. Yıkıldı ve böylece küçük feodal hücrelerin diğer hücrelerle bağlanmasının yolu açıldı. Feodallerden biri öne çıktı, bağımsız hücreleri birleştirerek kral oldu.
Monarşi diyoruz.
Kapitalizm, feodalizmin yıkıldığı ve yerine monarşilerin kurulduğu o iklimde yeşerdi. Geliştikçe köylülere ihtiyacı kalmadı, onları hemen her yerde yüzyıllardır özdeşleştikleri topraklardan söküp attı. Tarlalar otlaklara çevrildi. Öyle acımasız bir hareketti ki bu 16. yüzyıl İngiltere’sinde koyunların insanları yediği söyleniyordu. Koyunların insanları yemeye başlaması kapitalizmin ilk icraatıdır.
Koyunların insanları yediği bir iktisadi düzende artık dini korkuya ihtiyaç yoktur. Kapitalizmde koyunların otoritesi tanrının otoritesinden yukarıdadır.
Ama her korkunun sonu var. 1789 hareketi papazları giyotine gönderdi ve onların temsil ettiği şeyin yerine bir “bilim dini” koymayı denedi. Kilise babalarının ellerinden toprakları aldı, cemaatle bağlarını kopardı ve onu yeni döneme uygun yeni bir şekil almaya zorladı. Devrimin kralın kellesini uçurması da bu eylemiyle uyumludur. Ortaya çıkan şeye Cumhuriyet diyoruz. Dine ve koyunlara karşı bir harekettir.

***

Şimdi Cumhuriyetin yıkıldığı bir dönemden geçiyoruz ve yepyeni, “güzelleşmiş” bir Ortaçağ görüyoruz. Büyük, kalabalık, uçsuz bucaksız kentler artık kapitalizmin yeni kırsalıdır. Kalabalık fakat insansızdırlar.
Kalabalıklar alış veriş merkezlerinden çıkıp ibadethanelere doluşmakta, ibadet biter bitmez alış veriş merkezlerine koşmaktadırlar. Ne, ne ürettikleri, ne, ne yiyip ne içtikleri bellidir. O karmaşanın ve derin yobazlığın etkisiyle her türlü sınıfsal ilişki silinip gitmektedir.
Döndük başa.
Diyanet’in bütçesine bakın. Cemaatlerin vakıfları aracılığıyla hükmettikleri servete şöyle bir göz atın. Önde gelen sömürgen ve yoksul halkı ezen acımasız birer zalimdirler.
Yeni Ortaçağ’ın tarifinde Alain Minc’e borçluyuz. Şöyle anlatıyor: Aklın, ilkel ideolojilerin ve boş inançların yararına silinip yok oluşu… Örgütlü sistemlerin yokluğu, her türlü merkezin kayboluşu, kaygan ve silik dayanışmaların ortaya çıkışı, belirsizlik, rastlantı, bulanıklık. Krizlerin, sarsıntıların ve spazmların sanki günlük yaşamımızın dekorları gibi geri gelişi…
Ne kadar güncel, ne kadar canlı!

***

Yeter bu kadar.
Tayyip Erdoğan, teknoloji bağımlılığı kongresinde konuştu. "Dost meclislerindeki gönül sohbetlerinin yerini artık sosyal medya tartışmaları aldı" dedi.
Mekke’de Beytullah’da, Medine’de Mescid-i Nebevi’de dahi insanlar, ibadet, kıraat ve tefekkürle meşgul olmak yerine telefonlarıyla vakit geçiriyorlardı. Haliyle cep telefonu ile özçekim yaparken düşen, kaza yapan, sakatlanan, vefat eden insanlara dair iç dağlayan haberler geliyordu.
Tayyip Erdoğan o konuşmayı yaparken
“Cübbeli Ahmet Hoca” cennete gideceğini müjdeledi.
Melih Gökçek’in Atatürk Orman Çiftliği Kavşağı’na yerleştirdiği dev dinozor maketi yerinden sökülüp götürüldü.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Hamza Yerlikaya, Kara Cuma’ya (Black Friday) savaş açtı.
Ülkenin gözde öğretim üyesi Celal Şengör "ideal yönetim biçimi nedir?" sorusunu “İdeal yönetim monarşidir. Yani bir kişi veya grup olacak" diye yanıtladı.

Bütün işaretler gösteriyor ki akıl silinip gidiyor. Bıraktığı boşluğu ilkel ideolojiler ve boş inançlar dolduruyor. Koyunların insanları yediği bir düzendeyiz o yüzden. Koyunlar ısırdıkça başımız dönüyor. Acımızı hafifletmek için daha çok imama ve daha çok imana ihtiyaç duyuyoruz.
Özçekim yaparken düşüp ölenleri izliyoruz, üzülüyoruz.
Bugünün tarihi, dünün tarihinin anahtarıdır. Bugüne bakıyoruz, gerçek, kanlı canlı yepyeni bir Ortaçağ görüyoruz.
Karanlıksa aydınlık pusudadır.
Çürüyorsa var olan, yeni filizlenmektedir.
Soru da cevap da sizin: Koyunların sizi yemesine daha ne kadar izin vereceksiniz?

Orhan Gökdemir / SOL

AKP 2019’u görebilir mi? - ERK ACARER

Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki ‘en yerli ve milli mücadele’ tarihi yaklaşıyor(!) Hem Amerika’ya verilen ayar hem de içerideki kamuoyunu ‘türlü aldatmacalarla’ ikna ve bütünleştirme çabası sürüyor.
Bu arada, Türk bayrağıyla şık bir görüntü sergileyen ‘cari açık kapatma şampiyonumuz’, ‘ekonomi kahramanımız’ Rıza Sarraf başlı başına bir ‘ihanet şebekesi’ne dönüşecek gibi görünüyor.

Sarraf, Atilla, Flynn
AKP ve Erdoğan’ın talihsizliği işte! Dönem çok fazla itirafçı yaptı!
Rıza Sarraf gibi tutuklu bulunan ve ABD ambargosunu delmekle suçlanan Halkbank eski Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın da savcılıkla işbirliği yaptığına kesin gözüyle bakılıyor.
Hükümetin başını ağrıtması öngörülen  konulardan biri de görevden alınan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn hakkındaki iddialar.
Fethullah Gülen’i kaçırmak için Türkiye hükümetinden para aldığı ileri sürülen Flynn’ın özel yetkili savcıyla işbirliği yapmayı kabul etmiş olabileceği yönündeki haberler fazlalaşıyor.

ABD ile savaş isteği gerçek
Gelişmelerle doğru orantılı olarak, geldiğimiz noktada; iktidar ve Erdoğan geçmişten ayrı olarak ilk defa ciddi bir biçimde Amerika’ya kafa tutuyor. Şüphesiz kişisel kaygılar ve beka sorunu nedeniyle!
Yerli kahramanlık oyunu, oy toplama planının bir parçası olan ‘dünya beşten büyüktür’ ya da ‘one minute’ safsatalarından farklı, ‘ya herru ya merru’ noktasıdır!

Tasfiye sancılı olur
Siyasi iktidarın başka bir ‘çıkışı’ da olabilir. Ancak tanıdığımız Erdoğan’ın ‘bu çıkış’ yolunu tercih etmeyeceğini anlamak zor değil. Ortadoğu ve Türkiye yeni gelişmelerin üzerinde duruyor. Ilımlı İslam’ın tasfiyesine tanık oluyoruz. Suudi Arabistan’daki süreç, Mısır’daki IŞİD katliamı tesadüf değildir. Tasfiye sancılı olur.
Türkiye’de ortaya çıkacak muhtemel gelişme ve senaryolar da bu ‘tasfiye çatısı’ndan bağımsız olamayacaktır.
Nettir. İhvan, ‘Müslüman Kardeşler’ felsefesini CIA eliyle besleyen ABD, şimdi o projeyi ‘bir süreliğine’ rafa kaldırıyor.

Esad gitmedi ama...
Bu çerçevede Ortadoğu’da, Erdoğan’ı ilgilendiren matematik çok açık ve iki kere ikinin dört ettiği kadar net. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın ülkesinin başında ve koltuğunda kalması kendisinin gidici olduğu anlamı taşıyordu.

Erdoğan’ın anlaşma arayışı
Şüphesiz ‘siyasal İslam’ın kurnaz aklı’ bunu biliyor. Bir projenin sonu yaklaşırken, Erdoğan’ın ‘direnme kararı’ aldığını, en azından kişiliğin buna müsait olduğunu söylemek mümkün.
Şimdilik içeride, mutabakat sağlamaya çalışıyor. Atatürkçülere göz kırptığı biliniyor. Onları yumuşak karınlarından yakalama gayretinde. Bu yüzden, ‘emperyalizme karşı el ele’ kampanyasını yürütmeye çalışıyor. Bildiğimiz üzere yakın dönemde Atatürkçü olmasının nedenlerinden biri de bu.

2019 hayali uzak, günü kurtarma çabası
Ancak artık 2019 bile uzak bir hayal. Elbette AKP ve Erdoğan sonuna kadar buraya gidebilmek ve bu tarihi, bir zafer olarak hanesine yazdırmak için her yolu deneyecek. Ancak öncelikle günü kurtarmaya çalışacak.

Özeleştiriyi kime verdi?
Bu noktadaki mutabakat arayışlarından biri de önemli.
Bülent Arınç’ın, “Türkiye Cumhuriyeti’nde 80 kişi bile yoktur ki Gülen’i sevmesin” sözleri, doğal olarak tepki ile karşılanırken, bir nokta gözden kaçtı.
Kimse ‘bayram değil seyran değil, Arınç bu sözleri niye, hem de böyle bir ortamda ve havuz ekranlarından birinde söyledi’ diye sormadı.
Klasik Bülent Arınç üslubundan farklıdır. ‘Söyleyene değil, söyletene bakacaksın’ derler. Kullanılmak tatsızdır. Ne var ki Arınç, bunu daima kişisel menfaatlerine uyumlu bir kalıba sokup, işine yarayacak bir form çıkararak yapar.
O konuşmasında hem ‘isteğe’ uyumlu mesajlar verdi. Hem de farklı boyutta yaşanabilecek yakın geleceğe göndermede bulundu.

Arınç ve Erdoğan’ın üst üste gelen açıklamaları
AKP kurucularından Arınç’la aynı gün konuşan Erdoğan’ın ‘özeleştiriden’ söz etmesi de tesadüf değildi.
Yaşanan anormal gelişmelerden sonra bir koltuğun sessiz sedasız terk edilebilmesi mümkün değildir. Siyasi iklim ‘sahte barış’ kadar ‘gerçek çatışma’ ortamına da uygun.

Çürüdüler, gidecekler, sonrasına bakalım
Dışarıdaki gelişmelere paralel ve içeride başta ekonomik olarak her gün daha net hissedilmeye başlanan negatif yansımalar nedeniyle kum saati tortusunu aşağı tarafta biriktirmeyi sürdürüyor. O saati geri çevirmek olanaksız.
‘Bir proje partisinin’ çürürken, ‘siz projesiniz’ diye haykırmasına tanık oluyoruz. Trajik, saçma ve ucuz mizah gibi.

Gerçekte, ‘yeni Türkiye’nin’ nasıl kurulacağını düşünme zamanı...

Erk Acarer / BİRGÜN

Kışa girerken; enerji yoksulluğu ve asgari ücret tartışmaları… - KEMAL ULUSALER

Bugün bir ailenin gelirinin neredeyse yarısı enerji harcamalarına gidiyor. Dünya ölçeğine göre bu oran en fazla yüzde 25 olmalı. Buna göre, asgari ücretlinin enerji harcamalarının insani boyuta çekilebilmesi için asgari ücrete en az yüzde 40 zam yapılması gerekiyor. 

Ülkenin pek çok yerinde kış kendini artık iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Kimi yerde kar kalınlıkları 30 santimetrelere vardı, kimi yerde ise yağan kar kalkmadı ve buzlanmaya dönüştü. Şairin dediği gibi bu havalar bizi mahvetmeye başladı. Özellikle yoksul kesim için kâbus başlamış oldu.

Çağdaş, insana yaraşır ısınma için harcanan hane halkı giderleri, bu aylarda gelirlerin nerdeyse yarısını buluyor. Bu durum sadece bize özgü de değil. Dünyada gelişmekte olan ülkelerin tamamında bir sorun. Daha da ötesi, gelişmiş tabir ettiğimiz ülkeler de uzun bir süredir aynı dertten mustarip. Örneğin İngiltere. İngiltere’de yakıt yoksulluğu kavramı yıllar içinde öne çıkmakta. Düşük gelirliler ve özellikle emekliler yakıt yoksulluğu çekmekte ve bu nedenle ölümler hızla artmakta. Hükümet, sübvansiyonları daha çok verimlilik üzerine kurgulamış durumda. Başta gelirleri yukarı çekmek olmak üzere, enerji fiyatlarının aşağı çekilmesi ve bu konuda doğrudan sübvansiyon ise tartışılmıyor bile. Kentlerde ısı izolasyonu ve verimlilik için çalışmalar yapılırken, kırsal kesim ise tamamen unutulmuş durumda.

Geçen hafta, Ulusal Enerji Eylemi ve Kırsal İngiltere'yi Koruma Kampanyası tarafından yapılan araştırmalar açıklandı ve kırsal alanların evlerin enerji verimliliğinde kentsel alanların beş yıl gerisinde olduğu ve bunun sonucunda yakıt için yaklaşık olarak yüzde 55 daha fazla harcama yapıldığı tespit edildi. Enerji-verimlilik planları enerji şirketlerince popüler değil. Eski Başbakan David Cameron 2013'te "yeşil saçmalıklardan" kurtulacağını söylemişti ve 2015 yılına gelindiğinde hükümet, enerji verimliliğini artırmak için ev sahiplerine kredi sağlayan yeşil anlaşma planını çökertti. İngiltere, AB'ye 2030'dan önce enerji verimliliğini yüzde 30 oranında artırmayı vadettiği enerji verimliliği hedeflerini son referandumdan sonra sümen altı etti. Öyle sanıyorum ki milliyetçi yoksul İngilizler bu kararlarından bugün epey pişmandırlar.

İngiltere gibi burjuva demokrasisinin oturduğu ülkelerde sayıların pek çok önemi vardır. Verilerle hareket etme kültürü üst boyuttadır. Dolayısıyla emeklilerin yakıt yoksulluğu nedeniyle ölümleri kayıt altına alınabilmekte. Bizde ise bu kültür yerleşmemiş olduğundan sayım yapılmaz, veriler tespit edilmez, kayıt tutulmaz. Özellikle bu durumdan en çok etkilenen emeklilerimiz-yaşlılarımız kış gelince bir odaya kapanır, sadece orayı ısıtırlar. Mutfağa su içmeye ya da tuvalete çıktıklarında zayıf bünyeleri etkilenir ve üşütürler, zatürreden ölüp giderler. Hâkim söylem; “Duydun mu falanca ölmüş? Aaa, neden? Zatürredenmiş.” Ne zatürresi, bal gibi enerji yoksulluğudur ölüm nedeni ama kayıtlara zatürre diye geçer, belki de hiç geçmez…

Zam üstüne zam
İpsos Araştırma’nın Kasım 2015’te Honeywel için yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de ısınma harcamaları toplam hane halkı gelirinin yüzde 16’sı imiş. Buna banyo, pişirme gibi diğer giderler de eklenirse yakıt giderleri toplamı yüzde 20’leri bulur. 2017’ye kadar gelen zamların gelir artışının çok çok üstünde. Dolayısıyla, bu harcamanın bugün için yüzde 20’lerinde üstünde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sadece 2017 Ocak ile 2017 Kasım fiyatlarını karşılaştıracak olursak; kömür yüzde 30 (geçen hafta, Katı Yakıt Satıcılar Derneği Başkanı Mehmet Tiryaki, kömüre yüzde 35 zam geldiğini beyan etti biliyorsunuz), tüpgaz yüzde 26,6, ( yaz sonunda otogaz ile tüpgaz vergi eşitlemesi yapıldığında Bakan tüpgaza zam yapılmayacak derken, o dönemdeki yazımda Bakan’ın doğru söylemediğini, tüpgaza zammın yakın olduğunu söylemiştim. Nitekim öyle de oldu. Yıl sonuna kadar 12 kg’lık tüpgaz 100TL’yi de epeyce aşar ) , doğalgaz yüzde 3,6 ( gizli zam çalıntı gaz hariç), su yüzde 40, benzin yüzde 8,5, motorin yüzde 9,7 arttı. Artmayan bir tek elektrik oldu gibi görünse de, o da gizli zamdan nasibini aldı.
TÜİK verilerinde enerji giderleri diye bir başlık yoktur. Özellikle bunu belirtmekten kaçınıyorlar. Mutlaka ayrı bir başlık olarak yer almalı ve ulaşım giderleri de bunun içine yerleştirilmelidir. Mevcut durumda enerji giderleri, konut-kira giderleri başlığı altında gizlenmektedir.

Olması gereken: Yüzde 25, bizde: Yüzde 48
Bugün için hane halkı geliri olan bir ailenin enerji giderleri ne kadardır?
Yakıt yüzde 20 (2015’te yüzde 20 olduğunu gördük, bugüne değin iki yılda yıllık yüzde 10 enflasyondan yola çıkarsak yüzde 24’ü buluruz, ancak biz yine yüzde 20 alalım.), su yüzde 3, elektrik yüzde 5 ve ulaşım yüzde 20 (TÜİK verisi) ile toplamda yüzde 48 bulunur. Yani 2 bin TL geliri olan aile için bu gelirin nerdeyse bin TL’si enerjiye gitmekte.
Asgari ücretli için ise 674 TL. Bu oranlar uluslararası oranlara göre çok yüksek. Zira dünya ölçeğinde bu oran maksimum yüzde 25 olmalı. Eğer bunun üzerinde ise hane halkı için enerji yoksulluğu söz konusudur.

Asgari ücret en az yüzde 40 artmalı
Bugünlerde yeni asgari ücret belirlenmesi tartışmaları gündemde. Muhalefet en az 2 bin TL olmalı diyor. Fıtratı gereği sermaye bunun imkânsız olduğunu söyleyecek. AKP’nin ise kimden yana tavır alacağı malum. Oysa asgari ücretlinin yüzde 48 olan enerji harcamalarının insani boyuta, yani yüzde 25’e çekilmesi için yüzde 23 artış gerekli. Resmi verilere göre 2017 enflasyonu tahminlerin üzerinde gerçekleşti.2018 tahmini enflasyonunun da (yüzde 7) bu durumda gerçekçi olmadığı ortada (döviz ve petrol, doğalgaz artışları bu seviyelerde iken).
Sokaktaki enflasyon nereden baksanız geçen yılın telafisiyle yüzde 15-20’lerde. Bu durumda asgari ücret en az yüzde 40 artışla bin 965 TL olmalı. Hesap ortada. AKP’nin tavrı da ortada. Halkın tepkisi; eh o da ortada (!)

KEMAL ULUSALER / BİRGÜN