15 Mart 2014 Cumartesi

Kin ve nefret yoluyla demokrasi mi! - Ömer Faruk Eminağaoğlu/ SOL

Demokratik yolları kullanarak iktidara gelen bir siyasi parti, asla demokrasi dışına çıkmaz denilebilir mi. Demokrasi, sadece iktidara geliş yöntemi yani sandıktan ibarettir gibi bir saplantı söz konusu olabilir mi. Demokrasinin, halkın kendi kendini yönetim biçimi olduğu, hak ve özgürlükler, hoşgörü ve çoğulculuğu esas aldığı görmezden gelinebilir mi.
Başbakan Erdoğan, anakent belediye başkanlığı döneminde, şeriatı savunduğunu, buna kendisinin ve her müslümanın hakkı bulunduğunu, Aziz Nesin’in inanmama düşüncesine saygı gösterildiği gibi, kendisinin de bu ve benzeri düşüncelerine saygı gösterilmesi gerektiğini, adeta bir kabus gibi ifade etmedi mi.
Erdoğan’ın bu anlayışını uygulayan yönetimlerin henüz yaygınlaşmadığı, şeriatın da gelmediği bir ortamda, Aziz Nesin’e bu ülkede yaşam hakkı tanınmayıp diri diri yakılırken, Türkiye halkı her nedense ne olup bittiğini anladı mı.
Milli görüş olarak nitelenen ve dindarlığı siyaset alanına taşıyan anlayış bile eleştirilirken, Erdoğan bu milli görüş anlayışını bile terk ettiğini söyleyip, düşüncelerine göre yapılandırdığı yeni siyasi partiyi, geçmiştekiler yetmiyormuş gibi 2000 yıllarda Türkiye’de karanlık için, yeni bir denemenin aracına çevirmedi mi.
Partisinin, sadece inanan/müslüman Türk vatandaşlarını temsil ettiğini, farklı söylemlerle dile getirmekten hiç geri durdu mu. Sömürdüğü dini, inananların ve kendi tabanının bakış açısına bile bakmadan, kendisini iktidara taşıyan bir yol olarak kullanıp, bundan da sonuç almadı mı.
Bunun öncesinde ise dini, sömürmenin de ötesinde, bir mücadele unsuru olarak ortaya koyup, inananları asker, camileri kışla olarak topluma sunmadı mı. İnanç alanı dışına taşıyarak dini, sömürünün de ötesinde, Erdoğan, kendi içinde barındırdığı kin ve düşmanlığın ifadesi olarak, bir şiir yoluyla topluma sunduğu için de, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten ceza almadı mı.
Sonrasında Anayasa değiştirilip bu mahkümiyet, seçilebilmeye engel olmaktan çıkartılmadı mı. YSK da, Siirt seçimlerini bir biçimde iptal edip, oy verme (seçme) hakkını bu süreçte kazananları, iptal edilen seçimin tekrarı niteliğinde olduğundan yerinde olarak o seçime sokmazken, seçilme hakkı yönünden ise hukuk ve mantık dışı bir karara imza atarak bu hakkı sonradan kazananları ise, yani Erdoğan’ı, tekrar niteliğindeki bu seçime sokmadı mı.
Erdoğan’ın tek belirleyiciliğinden kaynaklanan biçimde partisi, laik ve demokratik hukuk devletine aykırı kimliğe bürünüp, bu durum da ortaya dökülmedi mi. Buna rağmen Erdoğan hükümetleri sürmedi mi! Sürdüğü için de, Başbakan olmadan önce dile getirdiği aynı kinci söylem, eylem ve yaklaşımı, yönetimdeki yegane karakteri olmadı mı!
Şeriat kavramı, hukuk düzeninin dinsel kurallara dayanmasını ifade ederken, inanç özgürlüğü bile ancak laik bir hukuk düzeninin gereği iken, nasıl Aziz Nesin’in inanmama özgürlüğü varsa, geçmişte kendisine de şeriat özgürlüğü tanınmasını isterken, 2014 te Balıkesir’de yaptığı konuşmasında ise, elde ettiği güçten mi olsa gerek artık inanmayanları, hatta kendinden olmayanları, terörist olarak bile nitelemedi mi. Bu söylemle, ayrıştırıcı, kin ve nefrete dayalı düşüncelerinin yoğunlaştığını bir kez daha ortaya koymadı mı. Bu sözler, eğer yaşasaydı, diri diri yakılan Aziz Nesin’in karşısına(!), artık doğrudan kendisinin çıkacağının da ifadesi değil miydi.
Sivas’ta yakılanlara, yakanları savunanları bile partisinde toplamasına ve Erdoğan’ın düşüncelerine bile bakılınca, hala bu ülkede gerçeklerin görülememiş olması nedeniyle Başbakan, rahatlıkla her türlü baskıcı uygulamalara yönelmiyor mu. Aşamadığı her konuda tek karar verici gibi gerekirse tekme, tokat yoluyla bile yasa çıkararak, istediği her şeyin zeminini, yasalar yoluyla oluşturmuyor mu. Yargı veya bir başka yolla engel tanımak istemediğini, açıkça ortaya koymuyor mu.
Gezi eylemlerinde yaşananlar, süreçteki tüm olay ve ölümler, konunun polisin güç kullanmasının orantılı mı orantısız mı olduğu bağlamındaki yüzeysel bir tartışmadan ibaret olmadığını hala göstermedi mi. Polis olmayınca, olay olmadığı, polisin olduğu anda ve yerde ise olayların, ölümlerin yaşandığı da artık ortaya çıkmadı mı. Polis, bu kimliğe büründürülmedi mi. Kin ve nefret anlayışına dayalı yönetim karşısında, artık olaylar ve ölümler, yakılarak otellerle sınırlı biçimde değil, kamu gücünün kullanıldığı her yerde başlamadı mı!
Başbakan, demokratik eylemlere ve tepkilere, yine çok sesliliğe karşı hoşgörüsünü, somut olarak hiç ortaya koyabildi mi! Yaşanan acıları bile paylaşabildi mi!
Tüm bunlara rağmen, Türkiye halkı yaşananları demokrasi sanmaya devam etmiyor mu! Bu coğrafyadan beklentileri nedeniyle, artık ABD harekete geçip, konuyu sadece bir iktidar cemaat çatışması gibi algılatıp geçiştirerek, şimdiye kadar kontrolü altında tuttuğu ve demokratik ortamı da yok eden örgütlenme yönetiminden, kin ve nefreti uygulayan anlayışı uzaklaştırarak, istediği ılımlı islam yönetim anlayışı sürsün de, bu tabloda ister sağ ister sol partilerle sürsün demiyor mu, bunlar hala anlaşılmıyor mu!
 Ömer Faruk Eminağaoğlu/ SOL

Güne Uyarlı Provokasyonlar - ŞÜKRAN SONER

Toplumu patlamaya hazır bomba kıvamında kutuplaştırdıktan sonra, kirli siyasal çıkarları sürdürme adına, ister hepsi iç, ister iç-dış odaklı olsun, güne uyarlı provokasyonları sahneye koymak kolaylaşır. Bu kirli oyunu bozabilme toplumsal barıştan yana çoğunluk iradesini egemen kılabilmede elbette ülkenin toplumsal birikimleri, deneyimleri, “sağduyu” olarak tanımlanan refleksleri çok önemlidir. 

Çok sevdiğim, sık sık kullandığım kaba bir benzetme ile bu ülkenin vatandaşlarının yüzyılların bilinebilen tarihsel çokkültürlü birikimleri Anadolu’da var olmuş uygarlıkların bileşkesi, Anadolu Aydınlanması olarak tanımlanabilecek değerleri, Cumhuriyet kazanımları ile 7 nokta üstü depremlere dayanıklı çimentosu, direncinin çok örneğini yaşadık. Çevremizdeki, yakın tarihlerde dünyamızdaki pek çok ülkeyi paramparça eden projelerde, çağın vebaları ırkçılık ve dincilik, her türden alt kimlik ayrımcılığı üzerinden, özünde en çok yoksunlaşma, yoksullaşma ile beslenen provokasyonlarla iç savaşlara uzanan çatışmalarda, ödetilen kanlı bedeller sonrası parçalanmaların sınırlarından dönebildikse bunu ortak aklımızla oluşmuş dayanıklılığımıza borçluyuz. Ancak üst üste yaşanan bu ağır depremlerin yarattığı yıpranmanın üzerine, daha güçlü depremleri oluşturacak koşullara karşı önlemlerimizi almada ortak irade giderek çuvallıyorsa riskler katlanıyor demektir. 
Provokasyonlarda geçerli stratejiler için bir dönemler sendikacılarımızın diline dolanmış söylemle; “yöntem hep aynı yöntemdir”. Provokasyonların boyutları, sonuçları ne olursa olsun bir ucunda göreceli kolayca açığa çıkarılabilecek tetikçiler, diğer ucunda ipleri ellerinde tutan güç odakları vardır. Tetikçileri yakalamak, tetikçileri besleyen bataklıkları kurutmak elbette çok önemlidir. Yetmez. Zor olanı ipleri ellerinde tutan çıkar odaklarının oyunlarını bozmak.
***
Berkin Elvan-Burakcan’ın ölümlerinin ardından, uzun zamandır uykuda, duyarsız “sağduymuzun” uyanışına tanıklık ediyoruz. Seyirci kalma lüksünün olmadığını görüp sorumlulukla bir şeyler yapma gereğini duyanların içinde, ne yazık ki demokrasilerde var olması gereken olmazı, hukuk devleti düzeni içinde kamu erkinin işletilmesi, İktidarları, siyasi erkin kurumları, sorumlularından eser yok. Tam tersi iktidar erkinin liderliği, başbakan başta toplumu kutuplaştırmada, provokasyonlara elverişli koşulları yaratmada nerede ise başrolü oynuyorlar. Berkin Elvan ile Burakcan’ın acılı aileleri çok daha duyarlı, siyasi erkin üstlenmediği sorumluluğu sırtlarında taşıyorlar. Ülkede çok uzun yıllar toplumsal işlevlerini yerine getirememiş, bir biçimde kolları kanatları kırılmış toplumsal örgütlülükler geleceğimizi karartmakta olan tehdidin boyutları karşısında korkmuş olarak uzun bir uykudan uyanmışçasına kimi cılız ama anlamlı duruşlar sergiliyorlar. İşveren, işçi, meslek örgütlerinden çocukları öldüren provokasyonlara, kirli oyunlara kaşı en azından ilkesel doğru çıkış sesleri yükseliyor. 
Berkin Elvan’ın cenazesinde toplanan yüz binlerin buluşmasındaki ortak güç, toplumsal tepkinin, doğrudan örgütlülüklerin dinamiklerinin ürünü olduğunu söyleme lüksümüz yok. 12 Mart-12 Eylül yasaklı düzenlerinin yıkımının üstüne sivil İktidarlarının güne uyarlı provokasyonları ile hukuk devleti düzeni içinde hak arama örgütlülüklerini içten yıkma projelerinin katkıları ile gelen kırılmalar var. Demokratik düzen içinde örgütlü hak arama dinamiklerindeki dibe vuruşun getirdiği bu dağılmada, moral değerler yıkımında, gelişen güne uyarlı tepkiler de var. 
Gezi direnişleri kıvılcım, sosyal medya iletişim aracı, ortak sorunlar, kaygılar, korkular karşısında ortak tepkileri buluşturan her toplumsal hareket, neden, bir anlam, işlev kazanıyor. Berkin Elvan’ın cenazesindeki kendiliğinden büyük buluşma yüz binlerin diliyle “yetti gayri” anlamında bir büyük patlama, uyarı niteliğini taşıyor. 
Elvan’ın ölümüne giden yolda o kadar çok İktidarlarının doğrudan doğruya sorumlu oldukları haksızlık, hukuksuzluk, provokasyon içerikli gelişmelere var ki. Büyük tepki, hepsine birden cenazeyle de olsa birlikte karşı duruş, uyarı içeriğini taşıyor. İktidarları yürüyüşü, gidişi yolu için bir kırılma noktası. En azından cephe yandaşlarını diri, yanında tutma anlamında güne uyarlı provokasyonların acilen gündeme sokulması gerekiyor. İşte Burakcan’ın canını alan güne uyarlanmış provokasyon aynı akşam böylece sahneye konuluyor. Kaosun yumağında, bu ülkenin birikimleri ile hiç de hak etmediği bir yerlere çekilmesi uğruna, İktidar erki başrollerde, nefret söylemi araç, toplumu cephelerde kutuplaştırmada güne uyarlı yeni provokasyonlar gündeme sokuluyor.  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

‘Tatarlar Şimdiden Yok Ediliyor!’ - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Kırım yazılarınızı beğeni ile okuyorum” diyor Ukrayna’da yaşayan ve olayları yerinden izleyen bir okurum. Sonra devam ediyor: 

Size bilgi aktarımı olarak duyduklarımızı, gördüklerimizi yazmak istiyorum. Rusların tarih içinde Müslüman halklara yaptıkları bilindiğinden birçok Tatar aile göçtü bile. Binbir güçlükle geri dönerek elde ettiklerinden sonra 20 yıl ertesinde tekrar yollara düşmek. Yeni bir yaşam için göçmek… Kırım’da seyahat edenlere kimlik soruluyor. Tatarların kimliklerini alıp yırtılıyor. Yok edilme başladı bile. 
Kırım’a elektrik veren Dinyeper Nehri üzerindeki, Kakhovka hidroelektrik santralına iki gün önce helikopterlerle Rus askerlerinin indirildiği söyleniyor. 
Kırım’da geçen haftadan beri yerel TV kanallarının hepsi kapalı. 
8 Mart günü Tatarlara ait otel, işyeri ve araçlar yakıldı. 
Ukrayna merkez bankasının Kırım bağlantıları kapatıldı. Para biriminin ruble olacağı, bir süre Ukrayna Grivna’sının da tedavülde olabileceği söylendi bile. Yani referandum iyi planlanmış kısa bir piyes görüntüsüne girdi bile. 
Ruslar Donuzlav Gölü’nün dar geçitinde hurdaya ayırılmış eski bir savaş gemisini batırarak, içeride bulunan Ukrayna deniz filosuna ait kimbilir kaç gemiyi hapsettiler. 
Böylece (Ukrayna’nın Rusya’ya Kırım’da yapmış olduğu gibi…) kendi topraklarında başka bir ülkeye üs vermek nelere mal oluyormuş görüldü. Meclisten geçmeyen teskereyi hatırlamak lazım. Özellikle bugünlerde. 
Ben şöyle düşünüyorum: Glasnost sonrası Sovyetler’in dağılmasıyla beraber, Avrupa’daki eskinin Varşova Paktı ülkelerini Batılı yapacaksın. Büyük kale Polonya gidecek, Doğu Almanya yok olacak. Geçmişin yaramaz çocuğuÇavuşesku’nun Romanyası’nı AB’ye alıp, üstelik Köstence’ye olağanüstü büyük bir üs yapıp Karadeniz’de dayılanacaksın. Çekleri, Slovakları, Bulgarları, Slovenya,Litvanya yazmıyorum bile. 
Sonra Rusların tarih boyu buna göz yumacağını bekleyeceksin. 
Bu saflık olurdu ama görünen o ki olmuş…
Körlüğün nedeni ‘kibir’ 
Kırım’da yaşananları içerden özetleyen “yurttaş gazeteciliği” ve hem Irak tezkeresine yaptığı gönderme nedeniyle çarpıcı ve etkileyici bulduğum okurumuzun çözümlemesinden ayrıştığım tek nokta; son satırdaki, kinayeyle kullanılmış olduğuna inandığım “saflık” tespiti. 
Okurumuz tarafından özlü biçimde sıralanan Kırım’ın işgaline yol açan dinamiğin kilidi gerçekte Batı’nın “saflığı” değil “kibri” oldu. 
Soğuk Savaş sonrası dönemin “çıkar birliği” ile önceleri olmadığı ölçüde Washington’la kenetlenen AB ülkeleri ve başta ABD bir “kibir tutulması” yaşadı. 
Soğuk Savaş’tan ezici zaferle çıkan Batı; öyle anlaşılıyor ki Rusya’nın çeyrek asır içinde silkinip kendi “lebensraum/yaşam alanı” içinde gördüğü bir coğrafyada tekrar dünyaya kafa tutacağını hesaplamadı. 
11 Eylül konjonktüründe; Çeçenleri tepelemek tutkusuyla “İslamcı terör karşıtlığında” Batı ile el sıkışan Moskova ile kurulan bu yeni ilişkilerin yeni bir denge olduğu varsayıldı. 
Batı açısından bakıldığında Rusya böylece hem eski kıtada geriye püskürtülüyor hem 11 Eylül sonrası dünyada İslamcı terör karşıtlığında kendi safında yer alıyordu. 
Özellikle Obama döneminde Washington-Moskova hattına damga vuran bir “yeni başlangıç/ reset” arayışı Moskova ile varıldığı düşünülen bu özel “yumuşama/detant” varsayımının sonucuydu. 
2008 Gürcistan’daki alarm çanları dahi Batı’nın “aşırı güç” havalanmasından gelen bu “uyuşukluk halini” üzerinden atmasını sağlamadı.
Ve referanduma saatler kala 
Yeni küresel düzenin ilişkileri ayrıca son dönemde bambaşka bir dünya yarattı. Öyle ki Kırım’ın işgali ardından Batı bugün dahi Rusya’ya verilmesi gereken kararlı tepkiyi ortaya koyamıyor. 
Putin’i “hukuk yerine orman kanunu uygulamakla” suçlayan Merkel örneğin iş yaptırımlara geldiğinde ayak sürüyor. Rusya’ya ihracat yapan 6200 Alman şirketinin, işlerinin bozulmasını istemiyor. 
Almanya’da çok net ortaya çıkan bu tablo aslında Batı ve Batı’nın tüm büyük şirketleri için geçerli. Çokuluslu şirketlerin hepsi birer “devlet” olmuş; uluslararası ilişkilerde “devletlerin” ağırlığı ile yarışıyorlar. 
14 milyar dolar Rusya’ya yatırım yapan Exxon örneğin, “yaptırımlara” karşı. 
ABD’den sonra Rusya’yı 2. büyük pazar seçen Pepsi ve gene burada büyük yatırımlar peşinde olan Boeing gibi şirketler hep yaptırımlara karşılar.
Moskova’ya verilecek “askeri bir karşılık”ta bulunmayınca Kırım hamlesinden Putin önemli bir zaferle çıkmış sayılıyor. 
Okurumuzun da değindiği üzere Ukrayna ile bağlantısı günler öncesinden kesilen ve yüzünü artık fiilen Rusya’ya çeviren Kırım’da “referendum” yalnızca bir formalite. 
Bu formaliteyle Kırım, daha güçlü bir otonomi mi ile “Rus protektorası mı” olacak yoksa damardan Rusya’ya mı bağlanacak sorularının yanıtı bulunacak. 
Meşru şekilde yapılmayan referandumu Batı haliyle tanımıyor. 
Ama öyle ya da böyle Putin, Kırım’ın statüsünü fiilen değiştirdi bile! Ve bunu “orman kanunlarıyla” yaptı. 
New York Times’ta gördüğüm son karikatür Putin, Obama ve Merkel’i bir satranç tahtasıyla betimliyordu. 
Üzerinde Kırım yazan satrancın yüzeyinde, Batılılar piyonlarla oynuyordu… 
Putin ise, “piyon” yerine yalnızca tank, tüfek, askerlerini öne sürüyordu… 
Kırım’da kimin mat olacağını son kertede zaman içinde göreceğiz.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

13 Mart 2014 Perşembe

‘Ekmekler Berkin Kokuyor!’-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bütün ekmekler Berkin kokuyor!”, 
Hoşça kal zeytin gözlü çocuk!”,
Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil…” 
Milyonları yasa boğan Berkin’in cenazesinde acıyı haykıran sloganlar bunlar… 
Gülben Ergen bile… 
Bile… diyorum, Ergen nihayet “şov devam etmeli!”düsturunu şiar edinen gösteri dünyasından geliyor…
 
Onun gibi bir gösteri yıldızı bile türkülü, şarkılı eğlence programını iptal ediyor. Sosyal medyada Berkin’in anısına Nâzım Hikmet’in; “Ürkek bir serçe gibi eğme başını… Dimdik dur. Bu senin değil, ülkemin ayıbı. Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk”dizelerini paylaşıyor… 
14 yaşında başına gelen bir gaz kapsülü ile yaşamdan koparılan Elvan için vicdan, yürek taşıyan herkes Türkiye’de yas tutuyor. 
O Berkin ki; sıcacık evinden; “Sen gazdan kaçamazsın ben hızlı koşarım anne, ekmeği ben alırım!” diye çıkmış. 
Bir daha geri dönememiş. 
Yürek dayanmaz bir durum. 
Ama AKP kodamanları ve liderlerinin yürekleri yürek değil, taş!. 

Pınarhisar’la değil “Alo Bilal”le anılacak
 
Siirt’te seçim propagandası faaliyeti içinde olan Başbakan, -en azından bu yazının yazıldığı saatlere dek- Berkin’in ailesinden bir “başsağlığı mesajını” esirgiyor. 
Hâlâ israrla Pınarhisar’da geçirdiği “mapusluk”günlerinden “mağduriyet” devşirme egzersizleri yapıyor. 
Durup durup gündeme getirdiği “minareler süngümüz” şiiri ile Pınarhisar’a nasıl gittiğini anlatıyor: “Bugünlere pek çok badireler atlatarak ulaştık” diyerek hikâyenin sonunu bağlıyor. 
Başbakanın etrafında, “Ayol Berkin’in cenazesine, Okmeydanı’na bir dön de bak!Ortada hiç badire atlatılmış bir durum var mı?” 
diyebilecek kimse yok! 
Ayakları yerden kesilen Başbakan, Türkiye’nin salt kendisiyle başlayıp, kendisiyle bittiğini düşündüğü için; ülkeyi Berkin’in ailesiyle kenetleyen yası görmüyor ve hissetmiyor. 
O oranda “gerçeklerden” kopmuş kendisi…. 
Türkiye gerçeğinden Erdoğan’ın kopukluğunun ölçüsünü; aslında Berkin gösterileri ve cenazesini dolduran kalabalıklarla görebilirsiniz! 
Berkin’den başsağlığı mesajını esirgeyen Erdoğan; bu dönem de bir gün geride kaldığında… sandığı gibi aslında Pınarhisar serüvenleriyle değil; “Alo Bilal” ve bakan çocuklarının evlerinden çıkan para sayma makineleri ile hatırlanacak. 
Evinden ekmek almaya çıkan çocuklar geri gelmezken bakan çocukları evlerinde kasa kasa para sayıyordu!” denecek.

“Üzüldüm gerçekten” yapaylığı…
 
Başbakandan daha basiretli ve biraz daha insancıl olmakla tanınan CumhurbaşkanıGül ise evet… başsağlığı mesajı vermesine veriyor… 
Ancak o da seçtiği sözlerinin özensizliği ile göz çıkarıyor.
Habere üzüldüm gerçekten” diyen Gül, kuru birkaç cümleyle “aileye”gayet üstünkörü ve baştan savma başsağlığı dilemekten öte gitmiyor. 
Tüm ülkeyi sarsan büyük trajedi karşısında, “üzüldüm gerçekten” kalıbından daha uzak ve daha uzaylı bir söylem olabilir mi? 
Misal… 
Yakınınızdan birinin evladını kaybettiğini düşünün: “Üzüldüm 
gerçekten”gibi buram buram “yabancılaşma” içeren, mesafeli bir ifade kullanır mısınız?
Benim aslında bu derece üzülmem gerekmiyordu. Ama heyhat vallahi deüzüldüm!” dercesine içeriği boşaltan ve hafifleten bir ifade bu! 
Alevisiyle, Sünnisiyle… tüm TC’nin yurttaşlarına eşit yakınlıkta olması gereken Cumhurbaşkanlığı’nın kapsayıcılığını ileten bir beyan değil her halükârda. 

Boşluğu Gülen dolduruyor
 
Fettullah Gülen…. taa Okyanus ötesinden şaşırtıcı biçimde oysa Cumhurbaşkanının yapmadığını yapıyor. 
Alevilerin kaybına evirip çevirmeden açıkça vurgu yaparken bir taraftan da tırmanan “nefret atmosferi”, “kutuplaşma”ya dikkat çekiyor:
“ Elvan ailesine ve yakınlarına başsağlığı diler, bugüne kadar pek çok dağidar olmuş ama temkin ve teyakkuzunu korumayı başarmış Alevi kardeşlerimize sabrı cemil niyaz ederim” diyen Gülen, mesajına şu uyarıları da ekliyor: 
Bir AVM inadıyla başlayan hadiseler teskin edileceğine, kutuplaştırcı bir dille körüklenmiş ve bugüne kadar birçok gencimizin hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. 15 yaşındaki küçük Berkin Elvan, bu atmosferin son kurbanı… Bu nefret atmosferi, toplumun muhtaç olduğu sevgi, sükûnet ve birbirini anlama çabasını ortadan kaldırmakta; yukardan aşağıya doğru çatışmacı bir üslubu telkin etmektedir…” 
Bir din adamından önce, bunlar, “laik devletin” ön saftaki temsilcileri tarafından verilmesi gereken mesajlar… 
Ama gelin görün ki… 
Laik devlet” yerine Türkiye’de öncelikle “Sünni mezhebinin devleti” haline gelen devlette çıkan boşluğu Gülen’in nasıl doldurduğuna böylece bir kez daha tanık olmuş oluyoruz.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Ekmek adlı çocuk - ALİ RIZA AYDIN/SOL

Hukukla lehe getirilen kurallar tabii ki uygulanmalıdır. Tabii ki uzun ve haksız tutukluluklar sona ermelidir. Tabii ki özgürlük asıl tutukluluk tali olmalıdır.
Ancak, Cumhuriyet’i dönüştürmekle görevli bir siyasi iktidardan ve planlanarak yaratılmış siyasi davalardan söz ediliyorsa, bu siyasi davalar açılırken ve görülürken adaletsizlikten ve hukuksuzluktan söz ediliyorsa, aynı siyasetten hukuk yoluyla çözüm bekleyemeyiz. Olsa olsa siyasi çıkar bekleriz. Hem de kirli amaçlarına ulaşanların pişkinliği içinde…
Kaldı ki, davalar devam etmektedir; tutukluların tahliyesi, hukuken aklanma olmadığı gibi, siyaseten de hakkın yerine getirilmesi değildir. Kaldı ki, Haziran Direnişi’nde halka yaşatılan şiddet, Berkin’e yaşatılan vahşet, onun ölümünden sonra da devam etmektedir. Huylu huyundan vazgeçmemiştir.
Siyasi davaları kurgulayan AKP ile bugünkü AKP arasındaki fark, bugünkünün daha hırçın ve şiddet yanlısı olmasıdır. Berkin için ayağa kalkan halka yapılanlar, AKP’nin şiddetinin daha da artacağının, kışkırtmalara kalkışılacağının, “şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” sebebiyle olağanüstü hal bile ilan edileceğinin emarelerini vermektedir.
“Güdümlü” olmaktan, “AKP’li” olmaya terfi eden yargıdan hak aramak çözüm müdür? Bireysel başvuru ya da Yüce Divan gibi düzen müesseselerinden umut beklemek çözüm müdür?
“Kul hakkı” ve “günah işleme özgürlüğü” ile beslenen AKP kanunları çözüm müdür? Karşılaştığı her olumsuz olay karşısında kanunlarla yargılamaya müdahale eden ve yargıyı biçimlendiren AKP’nin tahliye formülleri çözüm müdür?
Kimilerine göre, bu tür soyut sorulara olumlu yanıt verilmesi olanaklı. Kimilerine göre “istikrar” gerekli. Ve o kimileri, şiddetle, gericilikle, emperyalizmle, sömürüyle ilgilenmiyor bile…
“Burjuva demokrasisinin ve hukukunun, bu hukuku dayalı yargılamanın olağan kuralları çalışmıyor, çalışmalı” savı, AKP döneminde hep yinelendi. AKP ise hep kuşa baktırdı. Şimdi, devletin ve hukukun iplerini elinde tutan ve koltuğu bırakmamak için her şeyi göze alan AKP’den umut bekleyenleri de aynı gelecek bekliyor.
AKP faşizmi, “Alman Faşizminin Kuramları”nı inceleyen Walter Benjamin’in sıraladığı ayrıntıları göstermese de gericilikle estetize edilmeye mahkum edilen Türkiye yönünden tehlikesi yadsınamaz.
Şöyle diyor Benjamin: “Faşizmin, oluşumu da, topluma kendini kabul ettirebilmesi de modern toplumların kültür yaşamının kendi işleyişinden ve işlevinden yararlanarak olmaktadır. Yaşamın kendisi üzerinde etkide bulunabilmek, yaşamı özgürce biçimlendirebilmek olanaklarından soyutlanan modern toplum insanı; faşizm olgusu henüz ufukta gözükmediği zamanlarda dahi, faşizmin oluşturucu temelleri üzerine kurulmuş bir hayatın ve bu hayatı sürekli kılan bir yaşama üslubunun içindedir.”
Hukuk, egemen siyasete bağlanmış; yaşam, gericiliğe mahkum edilmiştir. Bundan en çok yararlanan ise ilkel yaşam tarzını seven AKP olmuştur.
Siyaseten içeri tıkıp, sonra da siyaseten çıkaranların sunduğu özgürlükler yalnızca yanılsamadır. AKP’nin yaptıklarına, yine onların açtığı deliklerden bakarken görüldüğü sanılan umut, yanılsamadır.
Haziran Direnişi’nde kaybettiklerimizin, Berkin’in, ekmeğin ve emeğin katillerini çürümüş düzenin çürümüş mahkemeleri yargılayamaz. Adaletsizler, adalet dağıtamaz. Ekmek almanın da, hastaneden cenaze çıkarmanın da şiddete maruz bırakıldığı ülkede devletten söz edilemez.
Siyasi davalar da piyasacı ve gerici siyaset de, AKP gitmeden bitmez. AKP gitse bile hesap sorulmadan bitmez. AKP’den kurtulma gerçekleşse ve hesap sorulsa bile, yerine aynı siyaseti savunanlar geldikçe de bitmez.
“Ekmek” adlı çocuk gitmedi. Küçük vücudundaki büyük yüreğini, bedenlerin katillerinden ve mücadeleci halkın yaşamını katledenlerden hesap sorulması ve güzel günlerin getirilmesi için Haziran Direnişi’nin neferlerine devretti.

ALİ RIZA AYDIN/SOL

Paralelini al da git! - TUNÇ SİPAHİ/ SOL

Haydi bakalım, babaannemin dediği gibi “yetti gari”. Git artık, “paralelini” al da git. Hep beraber gidin.
Bu ülkeyi, Kürdüyle Türküyle, Alevisiyle Sünnisiyle, başı kapalısıyla açığıyla, taş devrine döndürmeden git. Git de bize halk olmanın gururu kalsın.
Ekonomiyi çökertmeden git. Bari umudun yakasından elini çek. Git ki bu ülkenin geleceğini halk tahayyül etsin.
Barışın ümidini bırak bize. Bırak da biz çözelim. Sahte çözüm sürecini al da git.
Git artık. Dünyadan haberin yok. Dini de bilmiyorsun. Yobazlığını yanında götür.
Verdiğin zararı kaç yılda ortadan kaldıracağız? 10 mu, 20 mi, 30 mu? Çözümün ağırlığını taşırız. Yükünü bize bırak da git.
Git. Bir daha gelme. Bu ülkenin insanlarına varlığınla hakaret etme; tamam, yeter, kafi. Günah işleme özgürlüğünü al da git.
Gitmezsen ne olacağı belli. Sadece sen anlamıyorsun.
Git. Bir ABD çetesi tarafından atandın. Proje çöktü ve sen bunu da yanlış anladın. Başkasının gücünü kendine vehmettin. Senden ne istendiğini bile anlayamıyorsun. Emperyalizme hizmetini al da git.
Eğitimin yok. Dünyayı bilmiyorsun. Çarklar nasıl döner anlamıyorsun. Siyaseti adam kandırmaktan ibaret sanıyorsun. Gelecek 10 yılımızı da, geçmiş 10 yıl gibi, çalacağını umuyorsun. Ama artık deniz bitti, devran döndü. “Ekonomik mucizeni” al da git.
Ama nereye gideceksin?
Aslında en iyisi, gitme. Kal ki bu halk seni yargılasın. Kal ki suç işlediğin insanlara yaptıklarının hesabını ver. Kal ki bari önce başka ulusların mahkemelerinde savaş suçlusu olarak yargılanma. Önce burada yargılan.
Gitme, kal. Kal ki Berkin kalksın ve yüzüne tükürsün. Kal ki Ali İsmail yakana yapışabilsin. Kal ki kandırdığın mütedeyyinler tiksintilerini suratına haykırabilsinler.
Gitme, kal. Sakın gitme.
Yok öyle. O kadar kolay değil. Kal da yargılan.
Kal ve yargılan çünkü karanlıkların en karanlığını ancak böylece arkamızda bırakabileceğiz. Birleşik, umutlu, güçlü bir halk olarak 76 milyon aynı anda kurtulacağız.
Kal ve yargılan çünkü sen yaşayan her şeyden nefret ediyorsun. Çünkü sen tanımını dahi bilmediğin insanın celladısın. Çünkü sen aklımızı bozuyorsun.
Çünkü sen ruhumuzu çürütüyorsun. Bastığın toprakta açan çiçekleri solduruyor hastalıklı kinin. Kal.
Hepiniz kalacaksınız. Hepiniz yargılanacaksınız.
Toplum o zaman normale dönecek. Kabus o zaman bitecek.
Gerçek siyaset o zaman başlayacak.

TUNÇ SİPAHİ/SOL

9 Mart 2014 Pazar

‘12 Yıllık Esaret’ ve 8 Mart-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Gelmiş geçmiş en “kadın düşmanı” hükümetlerle yönetilen Türkiye’de 8 Mart’lar bana artık “zul” geliyor. 

Posta kutum, “dünya kadınlar gününü” hâlâ iyi niyetle kutlayan mesajlarla dolup taşıyor… 
Ama “tebrik” ve “kutlama” mesajları bana “coşku” yerine artık yalnız yitirdiğimiz zemini hatırlatıyor… 
Son “12 yıllık esaret” döneminde başımıza gelenleri şöyle bir hatırlayalım mı? 
Göğsünü gererek “kadın erkek eşitliğine inanmadığını” söyleyen ve sezaryen-kürtaj karşıtı kampanyalarının yanında, kadınlar için düşünebildiği en büyük vizyon “üç çocuk” olan bir başbakan; erkekler kahvesi gibi bir kabine, adından “kadın” logosunu silen, kadınlar adına o bugün ne yaptığını bilmediğimiz ağır muhafazakâr bir “aile bakanlığı”; ortalama günde 4 kadının öldürüldüğü bir ülkede “kadına karşı şiddetle uğraşacağımıza önce insanlığa karşı şiddeti önleyelim” açıklamalarıyla gündeme gelen bir Diyanet İşleri Başkanı, çocuk gelinlerde rekor kıran yaşam pratikleri, “toplumsal cinsiyet eşitsizliği raporlarında” 2000’lerde hiçbir kayda değer değişme ve gelişme göstermeyen, bilakis hep en beter ülkeler sınıflamasına giren değerlendirmeler… 
Bu arada 4+4+4 “devrimi”nin kız çocuklarının eğitimine indirdiği darbelere değinmiyorum bile. 
Nereden baksanız elinizde kalıyor. “Gerici” tablo, nerden tutsanız ürkütüyor… 
Ürkütücü bu tabloya baktıkça, üstüme karabasan çöküyor, yüreğim kararıyor. En ufak bir “özel gün” heyecanı hissetmiyorum. 
Bu yıl bu nedenle bir “8 Mart” yazısı yazmamaya karar vermiştim… Ta ki Haklı KadınPlatformu’ndan Tijen Mergen’den tepkisiz kalamayacağım bir telefon alana dek.
‘Haklı Kadın Platformu’ çağrısı 
Haklı Kadın Platformu (HKP); 41 kadın STK’nin kurduğu bir kadın hakları örgütü! Örgüt siyasette kadınlar için öncelikle eşit temsil mücadelesi veriyor. 
Kadının ikinci sınıf vatandaşlıktan çıkamamasının en önemli nedeninin siyasetten dışlanması olduğu görüşünden hareketle; kadına siyasette daha çok yer açma çabasında olan HKP, 30 Mart öncesi hali pürmelalimize dikkat çekiyor! İvedilikle bu konuda tüm seçmenleri, özellikle de tabii kadınları sandık başında tavır almaya çağırıyor. 
Medya ve sanal ortamda “Kadınlar İçin Projeni Açıkla Oyumu Yakala” adıyla bir kampanya başlatan HKP; kampanya kapsamında “yerel seçim adaylarından tüm plan, program ve bütçelerine ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ sağlayacak her türlü çalışmayı dahil etmelerini ve bu çalışmaları kamuoyu ile paylaşmalarını” istiyor. 
Seçmenlerden de beri yandan, “yalnızca kadın politikalar ve (bu bağlamda gene)somut projeler açıklayan adayları desteklemelerini” talep ediyor. 
İnternette change.org sitesinde http://chn. ge/1i2WqfS bağlantısıyla bu amaçla bir imza kampanyası açan HKP, bu çok can alıcı konuda kamuoyunu, gerek sandıkta adaylar gerekse seçmenler düzleminde harekete geçmeye çağırıyor. 
Türkiye’de doğan, büyüyen, yaşayan bir kadın olduğum için” diyerek destek olanlardan, “toplumsal barışın sırrı toplumsal cinsiyet barışından geçtiği için buradayım” diyenlere dek change.org’daki kampanyaya çeşitli gerekçelerle şimdiden çok sayıda imzacının katıldığı görülüyor. 
Kadın” konusu diğer deyişle ses getiriyor ama bu hassasiyet, siyasi düzlemde, kapı duvar… en ufak karşılık görmüyor.
Kadın düşmanı ülkede aday haritası 
Bu kampanya çağrısı üzerine, HKP’nin sitesine girip yerel seçimlerde kadının konumunu inceledim. 
Sitenin ana sayfasına “2014 Seçimleri Kadın Adayları Haritası” konmuş, göz atmanızı öneririm. 
Haritaya baktığınızda, uluslararası “kadın erkek eşitsizliği” raporlarında neden her yıl sistemli olarak en kadın düşmanı ülkeler arasında yer aldığımızı anlayacaksınız. 
Kadın erkek eşitsizliği uçurumunda 136 ülke arasında dünyada “120. sırada çıkan” ve Etiyopya, Ürdün gibi ülkelerin dahi gerisine düşen Türkiye’de 30 Mart seçimlerindeki belediye başkanı adaylarının sadece yüzde 6’sı kadınlardan oluşuyor. 
Bu minik ve zavallı “yüzde”nin daha da aşağılarda çıkmamasının tek nedeni gerçekte BDP. Yüzde 17 oranında “kadın aday” gösteren BDP, bu yüzdeyi yukarı çekiyor. Hükümet partisi AKP ve MHP’nin kadın aday oranları sadece yüzde 1. 
Yazıyla yüzde bir! 
Sözde “merkez sol”a sahip çıkan CHP’de de bu oran, utanç verici yüzde 4’ten ileri gitmiyor. 
Sorun salt AKP’de değil özetle. CHP de heyhat “kadın” konusunda AKP ile neredeyse aşık atan bir gericilik düzeyinde kulaç atıyor! 
Coğrafi açıdan kadın adaylar dağılımına baktığınızda, orada da yürek paralayıcı bir manzara önümüze çıkıyor: 
Dev İstanbul’da tüm partilerin kadın aday sayısı “19”, ikinci sırada “17” adayla en Batılı kentimiz İzmir var. 
Başkent Ankara’da rakkam hızla “9”a düşüyor! 
YozgatÇorumErzincan’da “kadın aday” sayısı “0”! 
SiirtMalatyaErzurumKırşehir gibi kentlerde kadın adaylar, mavi boncuk gibi “1”i geçmiyor. 
HKP Türkiye’nin derin yarasına parmak basıyor. 
Elimizden geldiği ölçüde kampanyayı izleyelim ve destek verelim.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

İşadamlarının dayanılmaz sefaleti-IŞIL ÖZGENTÜRK

Bu kadar tape arasında, hiçbir şey geldiğimiz zavallı noktayı, Erdoğan - Demirörentapesi kadar açık bir biçimde bize gösteremezdi. Tapeyi defalarca dinledim ve her seferinde Atatürk’ün yoksul bir Cumhuriyeti bağımsız bir devlet yapabilmek için verdiği iktisadi kararlar ve çırpınmalar aklıma geldi. Ne olursa olsun, bir burjuva sınıfı oluşturulmalıydı. Bu ülkede, demokrasinin işleyebilmesi için bu vazgeçilmez bir şarttı.
 
Çünkü daha iyisi olmadığı için örnek alınan Batı demokrasilerinde, demokrasinin temeli burjuva devrimleriyle atılmıştı. Bu durumda burjuvanın bile olmadığı genç Cumhuriyet’te bazı girişimciler devlet eliyle desteklenecek ve bir zorlama burjuvazi ve sanayi grubu oluşturulacaktı. 
Devlete direkt göbek bağıyla bağlı sanayi grubu oluşturulması uzunca bir süre Türkiye’yi idare etti. Ve güçlendi. Öyle ki bu grup, tüm siyasilerden farklı bir yol izleyen ve gelir eşitsizliğini dikkate alan, yoksuldan yana tavır koyan Ecevit hükümetini devirmekte çok başarılı bir rol oynadılar. Ülke onlarındı! Tüm darbeler onların daha güçlü olması için yapıldı. Solun en ufak bir başkaldırısında, hemen durumu kendi lehlerine çevirmeyi başardılar. 
Devlet artık onlarındı! İstedikleri ihaleyi alabilir, istedikleri yasaları çıkartabilirlerdi. 
Sonra bir şey oldu. Yeni bir oluşum, farklı bir sınıf bile diyebiliriz, yönetime geldi. Bu sınıfı önce küçümsediler, ardından hemen uzlaştılar, gazeteleriyle, televizyonlarıyla bu yeni yönetimi sonuna kadar desteklediler, bir süre bu yeni oluşumda onların her dediğini yaptı, her istediği yasayı çıkardılar. Ama ne zaman ki, bu oluşum gelir pastasından pay almaya başladı, daha önce pek bir rahata alışmış olan sözüm ona sanayiciler tedirgin oldular. 
O da ne, kendilerine verilmesi gereken maden arama izinleri, hiç bilmedikleri, şimdiye kadar hiç görmedikleri sermaye gruplarına da verilmeye başlanmıştı. Bir gün ona, bir gün ötekine verilen devlet ihaleleri, bu yeni gelişmekte olan gruba kaydırılıyordu. 
Akıllı olanlar hemen bu yeni gruba nasıl dahil olurum diye düşünmeye başladı. Bu durumda güçlü olabilmek için medyaya ihtiyaçları vardı. Bu işe girdiler ve hemen yeni oluşumun yanında yer aldıklarını beyan ettiler. Bunun için, programlarını değiştirdiler, muhalif gazetecileri hemen işten attılar. Tek dertleri, yeni oluşumun başına yaranmak ve arkasından bir randevu koparıp devlet ihalelerinde aslan payını yeniden almaktı. Demokrasi, insan hakları, sendikalar, yargı bağımsızlığı umurlarında bile değildi. Varsa yoksa aslan payı. 
Bunları çok iyi okuyan ve hiçbir kurala uymayan bir başbakan vardı. Onları azarlayan bir Başbakan! 
Şaşırdılar, kem küm ettiler. Ağladılar, evet, yaşını başını almış bir işadamının bir başbakan karşısında ağlaması, dünyanın hiçbir yerinde olmaz! Ama bizde oldu, ektiklerini biçiyorlar. Birbirlerine çok benziyorlar, ikisinin de bu ülke umurlarında değil.
Ve biz bu koşullarda yaşamayı hak etmiyoruz! Etmediğimizi de hem azarlayan Başbakan’a hem de sulu gözlü işadamına da göstermemiz gerekiyor! 
Bu arada, Beyoğlu’nda Demirören’lere ait bir kocaman AVM var. Yarısı kaçak. Ve tam bir estetik faciası. Eh, gazete almanın bu kadar bir faydası olsun. Ama durun bu çok küçük bir pay, olmaz ki…  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

Demokrasi paketlenirken...- Ömer Faruk Eminağaoğlu/ SOL

Geçmişin demokrasi üzerinde bıraktığı izlerinin silineceği söylemiyle çıkartılan demokrasi paketleri nedeniyle, demokratikleşe demokratikleşe bir hal olduk... Her bir paket içinde bir çok yasa değişikliğine yer veriliyor. Değiştirilen bu yasaların bir bölümünün de, ne ilginçtir ki bu iktidar döneminde çıkarılan yasalar olduğu da ortaya çıkıyor.
Yaptığı uygulamalar bir yana, kendi çıkardığı yasalarla bile demokrasiyi bu hale sokan hükümet, sonra dönüp bu yasalardan bir kısmını değiştirip, demokrasi çıtasını yükselttiğini ileri sürebiliyor, söyleyebiliyor. Diğer siyasi partiler de, bu yeni yasalara destek vermekle, demokrasi için iyi ki var oldukları düşüncesine kapılabiliyor...
Sonraki yazılarımızda ortaya koyacağımız telekulak ve terör mahkemeleri konusu böyle bir konu. HSYK ile ilgili yasa konusunda ise, önce 2010’da Anayasayı değiştirip, sonra aynı yıl kuruluş yasasını istediği gibi çıkartıp, istediği uygulamalara da yönelen, daha sonra ise ortaya çıkan tabloyu beğenmeyip bu konuda hazırlanan yasayı yakınlarda TBMM’den yine kendi istediği biçimde geçiren, bu yeni yasa ile ilgili süreçte de TBMM’de tek güç olarak varlığını ortaya koyup, bunu da uygulayan hükümetin, tüm bu süreçteki yaklaşımı karşısında, bu yasaya ilişkin TBMM çalışmalarına katılmamaları yolundaki Yargıçlar Sendikası’nın muhalefet partilerine yapmış olduğu başvurusuna, bu partiler TBMM’de etkili muhalefet yapılacak diye yanıt veriyor! Öte yandan ise TBMM’deki oylamada, sürece etki edilemeyeceği inancından mı olsa gerek, 30 karşı oy bile çıkmıyor. Artık sahip oldukları inanç, değer ve kararlılığı bile ortaya koymayan, koyamayan bir muhalefet!
Siyasi partiler, demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından. Demokrasi onlarsız yaşanmıyor. Ülkemizdeki iktidar partisi ise, demokrasi dışılığına Anayasa Mahkemesince karar verilmiş bir siyasi parti. Peki böyle bir siyasi partiye teslim edilen hükümet tarafından, demokrasi paketleri denilen yasa paketleriyle demokrasi acaba nasıl biçimlendiriliyor veya ne hale sokuluyor! Demokrasinin 12 Eylül’den kalan hali bile, bu partinin anlayışına eşit düzeye indiriliyor. Sonuçta da yaşanılan bu demokrasinin bile içine etme konusunda, 12 Eylül ile girişilen adeta bir yarış ortaya çıkıyor!
Demokrasi siyasi partilersiz olmayınca, demokrasiyi şeklen var göstermek isteyen güçler de, bugün siyasi partileri şeklen var olan yapılanmalar haline dönüştürünce, her bir partinin siyaset ve programı da sadece kağıt üzerinde kalıyor. Artık tüm partiler faaliyetlerinde, dinden uzak durmama eğilimlerini açık bir biçimde ortaya koyarken, ayrıca eşitlik yerine her türlü etnik kırılganlığa dayalı uzaklaşmayı körükleyen uygulamalardan da uzak durulmuyor.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki tek partili dönemde tüm siyasi görüşlerin aynı partide yer aldığını hatırlarsak, o tek parti anlayışı, çok farklı biçimiyle bugün birden çok parti varken yaşanıyor da denilebilir. Çünkü her türlü siyasi görüşler, tüm siyasi partiler içinde. Böyle olunca çoğulcu demokrasi, çok partili yaşam söz konusu değil, sadece tek parti sayısı artmış. Ancak her biri, karşı devrim dahil olmak üzere düşündüğü ayrı bir kurucu kodu kendi bünyesinde barındırmıyor da değil...
Adını kimse koymasada egemen güçler tarafından neredeyse halife konumuna sokulan, hukuksal ve toplumsal düzeyde meşrulaştırmak için paralel adı takılan, egemen güçlerin coğrafyamızdaki bir maşasına, bugünkü demokraside tüm siyasi partiler, hayır o bizden uzak diyor ama, bu yapı dün iktidar partisiyle, bugün muhalefetle paralel bir hal alabiliyor, yine belirli düzeyde de Cumhurbaşkanlığı, basın ve yargı içerisinde de yer bulabiliyor. Devleti kendi emellerine göre biçimlendirmek isteyen egemen güçlerin faaliyetleri, dün derin yapı olarak nitelendilirken, anılan güçler bugün bu faaliyetlerin bir bölümünü derinliğe bile gömmeye gerek duymadan, paralel adıyla gün yüzüne de çıkarabiliyor.
Demokrasiyi hukuk devletinden ayrı düşünmek olanaklı değil. Dün iktidar, ülkeyi hizaya sokarken cemaat hukuku ve cemaat yargısını yaratıp onlarla beraber hareket etmiş, bugün ise muhalefet aynı mantıkla o cemaat hukukunu uygulayarak gücü elde etmesi halinde farklı hareket etmeyeceğini ortaya koyup dünü meşrulaştırma adımlarından uzak durmamış, kimse tüm yaşananların sorumlularından adalet içinde hesap sormayı aklına bile getirmemiş, bunun için tek bir hukuksal adım bile atmamış, herkes kazanma hırsıyla her zaman olduğu gibi yine güne oynamayı seçmiştir.
Onca demokrasi paketiyle onca yasa değişmesine rağmen, bugün demokrasi ne durumda! Yap boz oyunları ve de iktidarın karşı devriminin döşenen yapıtaşları dışında, somut olarak ortaya ne konulmuş! Siyasi partiler de artık siyasetlerini kaybetmiş, işlevsiz hale gelmiş! Herkese hitap etmek ve herkesi kazanmak konusunu, her siyasi düşünceden olanları siyaseten ikna ederek kendi şemsiyeleri altına almak olarak değil de, her siyasi düşünceden olanlara bütünüyle siyaset dışındaki temalarla mesaj verip, onları oldukları siyasi anlayışla kendi partilerine almak olarak benimseyince, ileri demokrasi ve demokrasi paketleri sonrasında bugün partiler siyasetsiz hale gelmiş! Demokrasi siyasi partilersiz olmayacağına, ortada siyasetsiz partiler kaldığına göre, artık yeniden dirilişin yollarını kullanmak gerekmiyor mu!
Cumhuriyetin varlığı tartışılmayacağına, bu durum tam bağımsızlıkla elde edildiğine, hep güce göre biçimlendirilerek bu hale sokulan Cumhuriyet’in hukuk ve demokrasi ayağı nedeniyle bugünkü sorunlar yaşandığına göre, hukuk ve demokrasi içinde tam bağımsız bir anlayışla verilecek mücadele, içine girilen bu girdabı da elbette sona erdirecektir.
Ömer Faruk Eminağaoğlu/ SOL

8 Mart 2014 Cumartesi

Kendi Adınıza Utanmayacak mısınız?- NİLGÜN CERRAHOĞLU

Derya SazakRTE 
Demirören kayıtlarında geçen diyaloglar için “Başbakan adına utanıyor!”…
Hasan Cemal de kader utansın edasında: “Meslek ve siyaset” adına utanç yaşıyor.
Ne ilginç değil mi?“Yetmez ama evet”çiler sürekli olarak başka bir şeyler adına ve hep başkaları adına utanıyorlar da…
Kendileri adına utanmak, sıkılmak, üzülmek hiç akıllarına gelmiyor. Başbakan’ın durumunu “aşırı kibir” anlamına gelen “hubris” sendromuyla açıklayanlar bulunuyor ya…
Bu da “yetmez ama evet”çilerin “hubris”i aslında...
Kendilerini öyle farklı ve öyle her şeyin, herkesin üstünde bir konuma yerleştirmişler ki… Sade başkaları ya da hep başka bir şeyler; yaşanan büyük hezimetin sorumlusu oluyor.
Gelinen noktada, kendilerini sorumluluktan azade görüyorlar.
Birinin de çıkıp alçak gönüllülükle şöyle dobra dobra “Özür dilerim!” dediğini gördünüz mü?
- Ya da şunun gibi bir şey; “Yahu lanet olsun! Keşke kolum kırılsaydı da Erdoğan’a ‘evet’ demeseydim” dediğini duydunuz mu?“Vicdan azabı çekiyorum! Başbakan’ın, her türlü denge-fren algısını yitirmesinde maalesef bizim de doğrudan katkımız oldu. Bu kadar geç kalınmadan ona, çok önce ‘yeter’ demeliydik!” diyen birilerine hiç rastladınız mı?
Samimi itirafta bulunmak neden acaba bu kadar zor?
Göz önünde nasıl buraya gelindi? 
Geçende Cengiz Çandar’ın bir yazısında yalnız şöyle bir pasaja rastladım:
Cengiz, Batılı bir kaynaktan önce şu uzun alıntıyı yapıyor:“Türkiye’nin siyasi sisteminin oturmuş bir demokrasiye ya da Türk hükümetininkullanmak istediği herhangi bir sıfata uygun olduğu yalanını bir yana bırakalım.İster altınların ağırlığından ötürü İran’dan havalanmakta güçlük çeken Şah’ın uçağıolsun, ister Zeynel Abidin bin Alinin mülkleri olsun; ceplerini doldurmak içinhazineyi soyan diktatörlere alışığız. Ama AB’ye girmeye çalışan ve başarılı Müslüman demokrasisi olarak selamlanan bir ülkede üç seçim kazanmış bir Başbakanın, görev sırasında bir milyar dolar istiflediğini görmeyi aklınızdan geçiremezssiniz. Bu, Erdoğan’a yönelik bir suçlama olduğu kadar, ondan çok daha da fazla, Türk sisteminin kendisine yönelik bir suçlamadır. Zira gerçekten saydam kurumları olan işlevsel bir demokrasi asla böyle bir yolsuzluğun üzerinde yükselemez. Örneğin ABD’de.. göz önünde on yılı aşkın bir süredir, böyle bir şeyin oluşabilmesini hiç kimse tasavvur bile edemez!”
Erdoğan nasıl oldu da göz göre göre bu noktaya geldi” sorusuna aslında bir gönderme olan bu uzun alıntıdan sonra nihayet Çandar, sadede gelerek şu itirafta bulunuyor:“Doğru. Son on yılın bu şekilde oluşumunda -ben dahil- birçoğumuzun değişik oranlarda payı var!” (Radikal, 28 Şubat 2014)
‘Hazin tablo!’RTE ve Demirören’e ait olduğu iddia edilen kayıtlarla karşılaşınca, uykum kaçtı.
Kayıtları üst üste defalarca dinlerken.. Çandar’ın kaleminden çıkan bu “Son on yılınoluşumunda birçoğumuzun değişik oranlarda payı var!” itirafını düşündüm.
Şunu hakikaten çok merak ettim…
Acaba Derya Sazak…
9 ay öncesine dek yönettiği gazetenin patronuna “Benim senden isteyeceğim.. bu adamların, bu namussuzların hepsine ne yapacaksan yapman lazım. İşyerinizde birisi bir namussuzluk yapsa bir saat tutar mısınız? Hemen kapıya koyarsınız!” diye direktif veren ve kendisi dahil basın mensuplarına gıyaplarında ağız dolusu “ahlaksız, adi, kepaze herif.. terbiyesiz” sözlerini sarf eden Başbakan’ı dinlerken her şeyin bu derece zıvanadan çıkmasındaki “kişisel payını” aklına getirip hiç değerlendirmiş midirBu ürkütücü, tüyler ürpertici diyaloğu “hazin ve acıklı” bulan Hasan CemalGerçekten de çok ama çok hazin olan bu tablo içindeki kişisel payını ayna karşısındaolsun kendisine acaba hiç itiraf etmiş midir?Gazete patronlarını bugün telefonda ağlatan Başbakan’ın “12 Eylül 2010 Referandumu” öncesinde de patronlara ulu orta ayar verdiğini hatırlamış mıdır örneğin?
Referamduma gidilen o kritik 2010 yılının daha ilk aylarında gazete sahiplerine Başbakan; “Ne yapayım köşe yazarı, hâkim olamıyorum diyemezssin!” diye atarlanıyordu:“Diyeceksin arkadaş. Burada (icabında) sana yer yok diyeceksin. Herkes vitrinine layık olanı koyar!” diye muhaliflerin -aynı bugün olduğu gibi!- göz göre göre “kapı önüne konmasını” talep ediyordu.
Sizler “Durmak yok. Yola devam!” dercesine bu işaretlere rağmen Erdoğan’a destek vermeye devam ettiniz.
Onun için diyeceğim ki… Bugün onun bunun adına utanmaya hakkınız yok.Önce bir kendi adınıza utanın!
“Başbakan’ın gazete patronunu ağlatacak kadar hakaret etmesi korkunç bir şeydir.Bunun anlamını gelecekte daha iyi anlayacağız!” diyor şimdi Hasan Cemal.
Bu çok doğru.
Gelecekte olan biten her şeyi çok daha iyi anlayacağız ve sizleri de içeren büyük resmi çok daha iyi kavrayacağız.   

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Bilal Erdoğan’a ‘Teşekkür’ Artık Hükümsüzdür-ÇİĞDEM TOKER

Kitabın adı; “Amerika’nın Tek Kutup Fantezisi: İktidar Çılgınlıkları” 
(Follies of Power: America’s Unipolar Fantasy.) 
Türkçe tercümesi -henüz- yok. 
Cambridge Üniversitesi’nce 2009’da yayımlanmış kitap, Amerikan yönetiminin Soğuk Savaş bitiminden sonra yoğunlaşan “tek kutup” ihtirasını dengelemesi gerektiği tezine dayanıyor. 
Amerika’nın Ortadoğu ülkelerine dönük tutumunun da analiz edildiği kitapta Türkiye’nin savunma harcamalarındaki artışı yansıtan bir de grafik yer alıyor.
Buraya kadar pek ilginç değil; farkındayım.
***
Sürpriz, kitabın yazarı dış politika ve NATO uzmanı Prof. David Calleo’nun ithaf yazısında saklı. 
Prof. Calleo’nun katkıları için teşekkür sunduğu uzmanların arasında “NecmeddinBilal Erdoğan”ın da adı geçiyor. 
Evet evet; vakıf malı olan Okçular Tekkesi, TÜRGEV’in tekkesine dönüşmesi gecikince, “Ya siz bu kanunu çok ciddiye alıyorsunuz” dediği iddia edilen Harvard Kamu Yönetimi çıkışlı Bilal Erdoğan’ın. 
(İlgilisi belki hatırlar. Bilal Erdoğan, Harvard’daki öğreniminin ardından, doktoraya başlamıştı. Washington’daki John Hopkins Üniversitesi’nin İtalya’daki Bologna Kampusu’ndaki doktoranın tamamlanıp tamamlanmadığı bilgimiz dışında.) 
Bilal Erdoğan’ın, tek kutup ihtirasının dengelenmesi gereğini anlatan akademik bir yayına yaptığı “katkı”, bu katkının teşekkürle taçlandırılması, artık kötünün kötüsü bir şakaya dönüşmüştür. 
Vaktiyle Abant Toplantıları’na da katılmış ve “Türk dostu” olarak bilinen Prof. Calleo, olup bitenlerden haberdar mıdır acaba... 
Beş yıl önce teşekkür ederek literatüre geçirdiği Bilal Erdoğan’ın “tekke pazarlığı”yla farklı bir literatüre geçtiğini duymuş mudur? 
Okçular Tekkesi’nin, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden TÜRGEV’e devrine uzanan bürokratik aşamaların kurgusunu; ama asıl bu kurguda, Türkiye’deki “tek kutup”un nasıl ince ince, nasıl hegemonik bir güçle örülüp hazırlandığını fark etmiş midir? Bilinmez. 
Bilinmesi gerekense, o “teşekkür”ün artık hükümsüz kaldığıdır.
 
KUTU/ HALKBANK AÇIKLAMASI 

Halkbank, 28 Şubat 2014’te bu köşede “Kim Bu Tunç Ağabey” başlığıyla yayımlanan yazıma noter kanalıyla “Tekzip” gönderdi. 
“Banka ve yöneticileri hakkında itibar ve prestij düşürücü haksız bir tasarrufta”bulunduğum belirtilen metni özetleyerek aktarıyorum: 
-Bankamızın adı geçen firmadan hiçbir zaman 137 milyon dolar alacağı olmadığı gibi, anılan firmaya yapılan icra takibinde 137 milyon dolar alacak bildirilmmemiş, ayrıca ayına gyarimenkulün kredi kullanımında teminat gösterilmesi de söz konusu olmamıştır. 
-Haberde teminat olarak verildiği belirtilen gayrimenkulün tapu kaydı incelendiğinde de görülecceği üzere, hiçbir zaman banka lehine ipotek edilmediği ve kredinin anılan gayrimenkul teminat alınarak kullandırıldığı iddiasının doğru olmadığı ve tamamının müflis firmaya ait olmayıp yüzlerce hissedarı bulunduğu da görülecektir. 
-Banka, haberde adı geçen gayrimenkule maliki olmadığı için satamayacağı gibi gayrımenkulü aldığı söylenen firmanın bankayla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. 
-Banka alacağını hukuki çerçevede diğer 56 adet alacaklı ile birlikte iflas masasına kaydettirmiş ve sonrasındaki bütün işlemleri de mevzuata, bankacılık ilke ve teamüllerine uygun olarak gerçekleştirmiştir. 
-Konu daha öncede (yazım hatasını düzeltmedim) adli ve idari mercilere yapılan şikâyetler çerçevesinde incelenmiş olup herhangi bir usulsüzlüğe rastlanmamıştır.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet