24 Nisan 2017 Pazartesi

Çözüm; Mustafa Kemal olmak! - ARSLAN BULUT

23 Nisan'da, basında, düşünen herkes "egemenlik" kavramı üzerinde durdu; Ertuğrul Özkök'ün Cumhurbaşkanı olan çocuklarla ilgili yazısı güzeldi.
"Egemenlik" evet ama neyin üzerinde egemenlik? Vatan dediğimiz, vatan yaptığımız toprağın üzerindeki egemenlik değil mi?


Fakat farklı bilince sahip siyasi kadrolar, "egemen olmak"tan, halka çoban olmayı anlıyor ve bütün icraatlarını bu çerçevede sürdürüyor! Bu, insanları mal veya köle olarak gören bir yaklaşımdır. İnsan kitlelerini koyun yerine koyanlar işte bu zihniyet sahipleridir. Bu durumu açıklayanları da ahlâksızca "size koyun dedi" diye halka şikâyet ederler.
"Koyun sürüsü" olarak gördükleri halka "itaat et"mekten başka bir çıkış yolu tanımak istemezler. Bu sebeple kendilerinde her türlü hakkı ve hukuku çiğnemek yetkisini görürler. Öyle ya koyunun, çoban karşısında ne söz hakkı olabilir ki? Hele çoban köpeklerine karşı koyun ne yapabilir? Burada tek çözüm halkın boyun eğmemesi, sırtına geçirilmek istenen koyun postunu fırlatıp atması ve gerekirse kurt postuna bürünmesidir!

***
Trabzon'da Meydan Parkı'nda Atatürk Anıtı önünde toplanan bir grup, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı burada kutladı. Etkinlikte konuşan HALK-LİS sözcüsü Berfin Karan, "Atamızın bize emanet ettiği millî egemenliğe, millet olarak sahip çıkamadık. Bir asır önce bütün halka verilen yetkiyi tek adama devrettik. Halkın iradesinin sandıkta çalınmasına izin vermeyeceğiz. Artık Mustafa Kemal'in askeri değiliz, Mustafa Kemal'in askeri olmak bu ülkeyi kurtarmaz. Bundan sonra hepimiz birer Mustafa Kemal'iz" dedi.
İşte bunu kastediyorum. Kurtuluş, ancak Mustafa Kemal olmakla, onun gibi bozkurt olmakla mümkün olabilir.

***
Fakat bütün yurtta olduğu gibi Trabzon'da ve Doğu Karadeniz'de de bütün şehir halkı veya bütün bölge halkı resmen koyun yerine konuluyor! Şu malum "Yeşil Yol Projesi" ormanları katlederek sürdürülüyor. Yaylalara giden köy yolları genişletiliyor. Ortalama dört metre olan yolların genişliği sekiz metreye çıkarılıyor. Köylüler, sekiz metre genişliğindeki yolun, kendi rahatları için yapılmadığını, yaylaların Araplara satıldığını söylüyor ama çaresizlik içinde durumu seyrediyor. İhaleyi alan şirketlerin sahadaki görevlileri köylüye iyi davranmaya çalışıyor. Şu sıralarda bir protesto hareketinin başlaması işlerine gelmiyor. Yine bütün bölgede, kansere sebep olan yüksek gerilim hatları döşenmeye devam ediyor. Bu hatlar için de ormanda ayrı yollar açılıyor. Galiba karşı çıkmak için herkes bir Mustafa Kemal bekliyor. Hayır, bir Mustafa Kemal daha gelmeyecek, ancak herkes Mustafa Kemal olursa o zaman iş değişir. "Devlet bizim sayemizde devlettir" diyen Rizeli Havva Teyze gibi meselâ...

***
Referandumda mühürsüz oyların geçerli sayılması da sonuçta bir egemenlik gaspıdır. Vatan toprakları üzerindeki egemenliğin bir tek kişiye bırakılması zaten egemenlik gaspıdır ama bunu da oyları gasp ederek yaptıkları anlaşılıyor. CHP Gaziantep Milletvekili Akif Ekici, Başbakan Binali Yıldırım'a "YSK tarafından satın alınan 983,5 ton filigranlı kâğıttan kaç adet oy pusulası elde edildiğini, ne kadarının sandık kurullarına teslim edildiğini, sandık kurullarına teslim edilmeyen filigranlı oy pusulası sayısının ne kadar olduğunu ve bunların akıbetini" sordu.
Ekici, ayrıca "450 bin adet tercih mührü satın alındığı halde bazı sandıklara tercih mührü yerine evet mührü gönderilmesinin gerekçesini" sordu?
Bu sorulara cevap verseler bile, sonuç değişmeyecek! Bu sebeple halkın da içinde olacağı çok daha etkili bir kararlılık gerekiyor.

Kaynak: Çözüm; Mustafa Kemal olmak! - Arslan BULUT

Çocuktan aldık kara haberi! - SELCAN TAŞÇI

"Kaç yaşındasın?" diye sordu.
"10" dedi çocuk.
Efkârlandı:
- Daha 8 senen var!

***

Oysa tam istediği kıvamdaydı;
Tam onun kalemine göre yetiştirmiş, yahut "huzura çıkacak diye" tam duymak istediklerini ezberletmişti ailesi...
Referandum sürecinde nice milletvekilinin, danışmanın kurmayı beceremediği cümleyi, öyle coşkuyla, öyle inanmış gözükerek söylemişti ki, "18 yaşında milletvekilliği"ni savunurken:
- Daha erken bile olabilir bence... Fatih Sultan Mehmet'in kaç yaşında tahta çıktığını ve neler yaptığını hepimiz biliyoruz!
- Sayın küçük Cumhurbaşkanı, AK Parti'ye dönmeyi düşünüyor musunuz?
- Niye olmasın...
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, kutlamaları çerçevesinde oradaydı ama atlamadı;
- Hem 23 Nisan'ı, hem de Miraç Kandili'ni kutlarım.
Bundan iyisi Şam'da kayısı!
Seçmeceydi belli.
"Kimden"dir, "kimlerden"dir; merak etti:
- Baban ne iş yapıyor?
- Millî Eğitim Bakanlığı'nda çalışıyor?
- Görevi ne?
- Daire Başkanı!
Demek ki "kadro"dandı...
O andan sonra "çocuğa" dair bütün masumiyetler karardı; "bir çocukluk yapar" beklentisiyle, tebessüm etmeye hazır haldeki bekleyişim sonlandı;
Yapmayacaktı.
Tembihliydi.

***

Derler ya, çocuktan al haberi.
Aldık;
Çocuk bile olsa "devlet katına" çıkabilmek için "onlardan olmak" zorunda!

***

Egemenliğin olmasa kandili nasıl kutlayacaksın acaba
--------
Takvim, kutlamamak için bahaneler aradıkları 23 Nisan ile Miraç Kandili'ni aynı güne denk getirdi ya... "Din ile devlet"i sanki birbirlerinin alternatifi, rakibiymiş gibi karşı karşıya getirmeye çalışan bir güruh, insanları kışkırtmak için elinden geleni ardına koymadı dün.
Çok sevdiğim bir arkadaşımın sosyal medya hesabından verdiği ayarı yeterli görüyor, aynen paylaşıyorum:
"Çoook Müslüman(!) olduğu için Millî Egemenlik Bayramınız yerine inatla sâdece Miraç Kandili'ni kutlamayı mârifet sayan mübarek(!)lere bir hatırlatma;
 Egemenliğiniz olmazsa, kandil de kutlayamazsınız, oruç da tutamaz, namaz da kılamaz, hatta şu nefret ettiğim sakallarınızı da salamazsınız.
Misal mi?
Gidin 1990'a Bulgaristan, Rusya...
Gelin 2017'ye Çin, Arakan...
Değişen hiçbir şey yok!
 Millî Egemenliğin yoksa, yoksun.
Fonksiyonsuz beyninizden öpsünler."

***

Görevini yapıyor
------
Atatürk'ün duvardaki resmine tahammül edemeyen, dilinde ismini nasıl telaffuz etsin!
Atatürk dönemini "zaman kaybı" gören, Atatürk ilkelerinden biri olan laikliğin kaldırılmasını arzuladığını gizlemeyen, alenen ve tekraren ifade eden Kahraman, kendince "kahramanlığını" yapıyor.
Ben ona değil de, Amerikan işgal ordusunun "6. Filo'su" Boğaz'a çıkarma yapabilsin diye "tam bağımsız Türkiye" diyen gençlere saldırıp, kanlarını döken bir kafadan, hâlâ "egemenlik" hassasiyeti bekleyebilenlere şaşırıyorum!
***
Kuyruğunuza basılınca mı aklınıza geldi
------
İktidar yandaşı medyada güya "ötekileştirici, kutuplaştırıcı, hedef gösterici, tetikçi dil"e karşı seferberlik ilan edildi.
Bir grup yazar, artık neredeyse her gün bu "dil"in sembolü haline gelen "tut tut onu da tut"çu kalemşoru eleştiriyor; "FETÖ"yle özdeşleştiriyor.
İktidar yanlısı yazarların bu "yüksek erdemlilik(!)" hareketi, bu defa hedef tahtasına oturtulan kendileri olduğu için olmasaydı, işin içinde "Mavi Marmara"ya kadar uzanan eski defterlerin açılması olmasaydı, feryat edenler yalnıza kuyruğuna basılanlar olmasaydı...
Mesela, bu "tut tut tut'çu" ana akımdan sayısız gazetecinin işten atılması için çağrılar yaparken, patronları tehdit ederken yükselseydi bu "aramızda tetikçi istemiyoruz" sesleri, inanırdık sahiden de arı bir gazetecilik mücadelesi verdiğinize...
Velakin, iş içinde iş varken olmuyor işte...


***
Bir gün, içlerinden biri size yine "millî irade" nutku atmaya kalkarsa, Kemal Kılıçdaroğlu'nun TBMM'de yaptığı 10 dakikalık konuşmayı dinlemeye bile tahammül edemediklerini hatırlayın, hatırlatın mutlaka!

Kaynak: Çocuktan aldık kara haberi! - Selcan TAŞÇI

23 Nisan 2017 Pazar

Tüketme tükensinler! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Geçen haftayı çeşitli mekânlarda; kahvelerde, pazarlarda, terzi atölyelerinde, memleketim insanlarıyla konuşarak geçirdim. Terzi atölyesinde, Karadenizli bir yurttaşla neredeyse boğaz boğaza geldim. Karadenizli yurttaş şöyle diyordu: “Bölgede her çocuk için Tayyip Erdoğan 100 lira veriyor, her engelli yurttaşa bakan kişi 700 lira alıyor, hastaneler bizi adam yerine koyuyor, Tayyip’e oy vermeyeceğiz de kime oy vereceğiz?” Ben bu yardımların Tayyip Erdoğan’ın cebinden değil de bizim vergilerimizden ödendiğini söyleyince amca, hırsla üstüme yürüdü ve şöyle dedi: “Allah hiçbir zaman size iktidar göstermeyecek!” İşte kafam o zaman attı ve gayet sakin, “Sen Allah’la konuşuyor musun” diye sordum. Şaşırdı, “Haşa” dedi. “Öyleyse” dedim, “Allah’ı filan katmadan, kendi adına konuşacaksın!” İşler kızıştı ve çevreden gelenler beni oradan uzaklaştırdı. 


Biraz sakinleşince düşündüm, evet, AKP’nin en büyük başarısı, bir sosyal devletin yapması gereken tüm yardımları, Tayyip Erdoğan yapıyormuş gibi göstermek. Üstelik bütün bu yardımları bizim vergilerimizle yapıyor, çelişki burada. Büyük sermaye bu ülkede iktidarla göbek bağını kesmediği ve sürekli vergi kaçırdığı için bizim meselemiz şimdi mecburen ödediğimiz vergiler dışındaki vergi kaynaklarını kesmek olmalı. 


Bu da topyekûn tüketim boykotuyla yapabileceğimiz bir şey. Başlıyorum: Arkadaşlar yok yumuşatıcı, yok yağ sökücü gibi içinde çok tehlikeli kimyasallarla dolu deterjanları neden evimize sokuyoruz? Bunun adı temizlik, titizlik olmuyor, bunun adı evi kimyasallarla doldurmak oluyor. Öyleyse anadan babadan kalma karbonat, sirke, arapsabunu neyimize yetmiyor. 


Meyvenin, sebzenin bol olduğu ülkemizde, içinde ne olduğu belli olmayan hazır çorbalara, mısır şekeriyle yapılan tatlılara, bebekler için hazır mamalara düşkünlüğümüz neden? Hele de dondurulmuş ürünlere. Bunun adını ben koyayım, üşengeçlik. Arkadaş üşenme, çocuğunun çorbasını, meyve suyunu kendin yap! Analarımızın çok mu vakti vardı, çoğu çalışıp çocuk büyütüyorlardı. Birkaç saat cep telefonlarından uzak durursanız, vakit her şeye yeter! 


Sigara tiryakilerine (kendim de tiryaki olduğum için) özellikle sesleniyorum: Devlet bütçesinin, yani Tayyip’in cebinden çıkmış gibi görünen paranın önemli bir kısmı sigara vergilerinden karşılanıyor. O zaman içinde yüzlerce zehir barındıran hazır sigara içmiyoruz, sigaramızı mis gibi Adıyaman tütünüyle biz sarıyoruz. Ben bir yıldır bunu yapıyorum ve bütçem çok hafifledi.


Gelelim içki meselesine, arkadaş kendi şarabını, kendi rakını, kendi biranı kendin yap! Ayrıca bir mekâna gideceksen tıpkı Batılılar gibi evde yemeğini ye, içkini iç, orada da tek bir içkiyle idare et. Evetçilerin büyük çoğunluğu içki içmediklerini söylüyorlar, eğer bu doğruysa bizim cebimizden epey bir para onların kömürüne, çocuklarına gidiyor. Tabii ki gitsin ama Tayyip verdi deniyor ya, işte burada gıcık oluyorum. Tayyip çıkarıp cebinden versin! 


Gelelim başka ve önemli bir meseleye. Benzin fiyatları ve benzinden alınan vergilere. Arkadaşım karşıya geçerken niye araba kullanıyorsun, neden? Üç dakikalık alışveriş merkezine giderken araba neden? Buradan gençlere çağrım, bisiklete geçin, hem havalı oluyor hem de cebinizde para kalıyor.
Şimdi şu Pınar Süt meselesine gelelim. Belli ki, bir nedenden (çoğunlukla bu vergi borcu oluyor) Pınar sıkışmış durumda, yağ vermeye ihtiyacı var. Tamam o yağ verebilir ama biz lütfen peynirimizi, sütümüzü ve boyamızı seçelim. Bir yığın çok daha iyi süt ve süt ürünleri satan kooperatifler var. Üşenmeyin bulun ve en azından çocuğunuz artık iyi süt içsin. Bir ay dolapta durup bozulmayan yoğurt yerine, üç günde bozulan gerçek yoğurt yiyin. 


Bu arada benim oturduğum yer rantın göbeği ama nedense kimseler yeni yapılan evlerinden, hiç memnun değil. Tuvaletler taşmaya başlamış, eşyalar sığmıyormuş, pencereler açılmıyormuş. Vallahi her duyduğum kötü habere seviniyorum, göbek ata ata güzelim evlerini ancak sosyal konut yapan ama buna rezidans diyen satan müteahhitlere teslim etmişlerdi. Oh olsun! AVM’ler de alışveriş yapmayan ama o havasız mekânlarda çocuk gezdirenlerle dolmuş. Eh Araplar ne kadar karnınızı doyuracak, tüm dünyada ekonomik kriz var, Araplar bundan muaf değildir. Zaten en zenginler Londra ve Amerika’da…. 


Yeni sloganımız: Tüketme, tükensinler!


Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

22 Nisan 2017 Cumartesi

Fırtınadan önce - ORHAN GÖKDEMİR

Siyasal İslam hakkında 100 yıldan fazla zamandır ne söylenmişse çöp oldu. Ortada bir siyasal hareket değil bir ahlaksız organize çete olduğu ortaya çıktı çünkü. Komünizmle Mücadele Dernekleri'nde devlet ile Nakşi-Nurcu tarikatı arasında kurulan illegal koalisyondan beri böyle bu. Kanlı Pazar var geçmişlerinde, sol ve komünizm korkusu var, halk düşmanlığı var, kin var, kan var, cehalet var. Ortaçağ artığı ideolojileri ile devlete kapılandılar. Oradan devletin sopası olmayı başardılar. Zulmün iktidarını kurdular.

Öyle bir hal ki, şimdi dönüp bunlara bakan faşist Kenan Evren’in dönemine rahmet okuyor. DGM’lerde yargılandım birkaç kez. Haklarını teslim edelim, bunların mahkemelerini görünce o mahkemelerin mahkeme olduğunu, hukuka uygun davrandıklarını anladım. Ben siyasal İslamcılardan önce YSK ile ilgili bir tartışma yapıldığını hatırlamıyorum. Oy çalma düşünülmezdi, şimdi vaka-ı adiyeden sayılıyor. 12 Eylül karanlığında bile haksızlığa hukuksuzluğa başkaldıran, boyun eğmeyen yargıçlar, savcılar vardı. Şimdi yok. Bütün okulları bitirdiler, bütün üniversiteleri imam hatibe çevirdiler. Ordunun başına badem bıyık bir tosuncuğu general atadılar ki bakıp bakıp gülüyorum hala. “Şanlı Türk Ordusu” İngilizlere silah teslim ederken bile böyle sefil görünmüyordu. Teslim aldılar ülkeyi. Bakın, görüp görebileceğiniz safi bir ohal’dir. Sopaya dayanarak geldiler, dümdüz, ölçüsüz bir sopaya dönüştüler.

***

Kanıtı ohal koşullarında sopa tehdidi altında yaptığımız referandum. Devleti bir tuhaf AKP militanına dönüştürdüler. Dağ taş “evet”e boyandı. Sadece “evet” mitingleri yapıldı, sadece “evet” pankartları açıldı, sadece “evet” konuştu, sadece “evet” dinlendi. Sonuç: “Evet” kaybetti. Hazırlıklıydılar, gidip çaldılar. “Hayır” önde çıktı ama “evet” kazandı. Hırsızlığı YSK ve AYM onayladı, çünkü onlar da İslamcıların elindeydi. Adlarında adalet var, adaleti sildiler. Adlarında kalkınma var, ülkeyi muz cumhuriyetine çevirdiler. Adlarında parti var, çeteye dönüştüler.

Ama işte deniz bitiyor. Ellerinde kaldı İç Anadolu ve Karadeniz. Onlar da gitti gidiyor!

***

Karadenizliyim, bilirim; Mal varlığı fındık ve çaydan ibarettir. Bu “monokültür” uzun yıllar Karadeniz köylüsünü bir yoksulluk cenderesinde tuttu. Göçtüler ama toprakla bağları da sürüyor hala. Fındık az emek isteyen bir bitki. Neredeyse üzerinde meyve kendi kendine yetişiyor. Köyüne yılda bir ay uğrayan “köylü”ye de gidip o meyveyi yağmalamak düşüyor. Çayda da durum böyle. Bir de AKP ülkeye sıcak para aktığı dönemde köylüyü bir tür maaşa bağlamış çeşitli teşviklerle. Toprağı olana, toprağa uğramasa da uzun vadeli krediler vermiş, borç para dağıtmış. Böylece köylü üzerinde bir tür patronaj mekanizması kurmuş. Bunun karşılığında da oyunu hep kendisine vermesini istiyor. AKP Karadeniz’de bir tür zalim ağa haline gelmiştir. Bölgenin “faşo ağa”sıdır AKP.
Yoksulluk almış başını yürümüş. Nüfusun yarısı artık AKP ile sınırı silikleşmiş devletten yardım alarak geçiniyor. Nevzuhur Karadeniz gericiliğinin kaynağı işte bu tuhaf tepetaklak âlem. Yarı köylülük hâkim bölgede. O yarı köylülüğün üzerinde lümpen dinci bir ruh hali yeşeriyor. İkisi de bayağı bir yozlaşmanın tezahürleri. AKP de aslında bundan ibaret. Yarı köylü, lümpen ve dinci bir parti AKP. Buna “milletin dilinden anlamak” diyorlar!

Bu nevzuhur oluşumun mekâna yansıması ise bir fecaat. Dışarıdan baktığınızda her yer yeşillik, dereler yerli yerinde. Kıyı boyunca uzanan otobandan pek az kıyı şeridi kurtulmuş ama ona bile zamanla alışıyor insan. Yer kazanmak için ha bire denizi doldurup duruyorlar. Denizle bir türlü barışamamış bir halk Karadeniz halkı. Elinden gelse denizi büsbütün dolduracak, yaşadığı yerle bağını kesecek. Çünkü yüz yıl öncesine kadar denize kıyısı olan şehirlerde yaşayanlar göçüp gitmiş. Dağ köylüleri inmiş boşalan yerlere. Eski evleri yıkmışlar, yerlerine bugünkü şehirlere görünümünü veren biçimsiz “lazgotik” binaları yapmışlar.

Denizle barışık değil de doğayla arası iyi mi? Geçerken şöyle bir dönüp o azametli dağlara doğru dikkatlice bakın. Dere yataklarına ve deniz kıyılarına, mühendislik uygulamalarına uymayan müdahaleler, kontrolsüz bir şekilde sürüyor. Doğayı, dere yataklarını, deniz kıyılarını, suları kirletiyorlar. Su fakiri bir bölge Karadeniz sanılanın tersine. Giresun köylerinde yazın yağmurlar kesildi mi içecek suyu zor bulursunuz.  Çöpleri kaldırıp derelere denizlere fırlatıyorlar. Dereler taştı mı Karadenizlinin ayıbını dereler boyu taşıyıp denize serpiştiriyor. O gördüğünüz yeşillikte ormanı yok edip yerine dikilen çay ve fındık bitkilerinin yeşilliği. Koyun üzerine milliyetçilik ve yobazlığı, Karadeniz’deki gericiliğin kaynaklarına ulaşmış olursunuz. Pazar günkü referandumda sadece iki şehirden “hayır” çıktı haliyle. Biri sanayi şehri Zonguldak, diğeri ise ilerici geleneğini her şeye rağmen korumayı başaran Artvin. Başka nasıl olabilir ki?

***

İç Anadolu’nun gericiliğin kökenleri Karadeniz’dekinden daha derin. Bu gericiliği anlamak için Balkan Harbi boyunca Balkanlardan göçüp bu bölgeye yerleşen yığılan kitlelerin ruh hallerini anlamak lazım. Gayrı Müslimlerden kaçıp geldiler. Geldikleri yerlerde de hâkim unsur olarak gayrimüslimleri gördüler. Onları kovaladılar, mallarına, mülklerine el koydular. Müslümanlık onlar için tek ve en belirgin kimlikti. Bütün diğer inançları bir tür düşman olarak algıladılar ve durumları ile ilgili her tartışmayı düşmanca karşıladılar. Selanik’in, Yanya’nın, Manastır’ın Kavala’nın kırsalından kopup geldiler. Geldikleri yerde Selanik’i, Yanya’yı, Manastır’ı, Kavala’yı, çağdaş, modern, laik kentlerin aydınlığını hatırlatan ne varsa düşman oldular. Bu kendi üzerine kapanmış Anadolu gericiliğidir.

Bizim cumhuriyetimiz bir Rumeli ürünüdür. İstanbul’daki gerici ayaklanmayı bastıran hareket Ordusu ile gelmiştir, o kadrolarla inşa edilmiştir. O yüzden Anadolu gericiliği ona bir tepki olarak gelişti ve bu esintiyi taşıyan her harekete düşman oldu. Hala öyle.
Ama denize yaklaştıkça ve kentleşme yolunu açtıkça Anadolu gericiliği için de alan daralıyor. Siyasal İslamcı hareketin en çok destek bulduğu kentler, örnek Kayseri ve Konya, kızlı erkekli öğrencilerin kafelerde yan yana oturduğu modern kentler aslında. Ama sağ siyasi örgütlerle bu kentler arasında da bir patronaj ilişkisi var. Anadolu’nun geleneksel gericiliği çıkar birliği üzerine kurulu modern piyasacı bir gericiliğe dönüşmüş, yerleşmiş. Bu da hızla çözülecektir.

Çaldılar ve iktidar kaldılar. Ancak bu iktidar olma durumunun en “hayır”lı hali siyasal İslamcılığın gerici milliyetçiliği de arkasından sürükleyerek uçuruma yuvarlanmasıdır.
Pazar günkü referandumda oluşan tabloya dönüp bir daha bakın. Ortada gericiliğin kaynağı İç Anadolu var. Yalnız bu kez Eskişehir ve Ankara gibi önemli kentler düştü. Bu bölge Ege, Akdeniz ve Güneydoğu tarafından kuşatıldı. Ama buna karşın Karadeniz’de umulmadık bir müttefik buldu. AKP’yi kalan iç Anadolu ve Karadeniz’dir. İlki çoraktır, ikincisi de çoraklaşmanın en büyük adayıdır. Türkiye büyük bir hızla kentlere yığılıyor. Bir süre sonra sağ siyaset için o bölgeden çıkmanın da imkânı kalmayacaktır.

***

Türkiye’de ilk kez saflar bu kadar netleşiyor. Artık kavga kır ile kent arasında, gericilik ile ilericilik arasında, cehaletle bilgi arasında, karanlıkla aydınlık arasında, zorbalıkla direniş arasında, yobazizmle hoşgörü arasında, ortaçağla çağdaşlık arasında, gaddarlıkla şefkat arasında, aptallıkla akıl arasındadır. Emin olun biz kazanacağız. Tek şartı ve yolu var artık. Örgütleneceğiz. Hep söylüyorum: Ya bir yol bulacağız ya bir yol olacağız! Başka imkânımız var mı?

Orhan Gökdemir / SOL

Beraber yürünen yol, cephe hep değişti... - ŞÜKRAN SONER

Cumhurbaşkanı Erdoğan, evetçiler kampanyalarında, yine en çok yinelenen, katılımcılara söyletilen, sevilen slogan; “beraber yürüdük biz bu yollarda” oldu. Lidere bağlılığın simgesi olarak ne kadar etkili olduğu, bilinçaltına kazınmış algıyı pekiştirdiği kuşku götürmez...


Ancak Lider, AKP iktidarları algısında ne kadar çok benimsendiği, işlevsel, inandırıcı olduğu ne kadar gerçekse, İktidarlarının 14 yılı boyunca gerek izlenmiş ekonomik, sosyal, siyasal çizginin aynı yolun üzerindeki yürüyüş olduğunu söylemek o kadar gerçekdışı...
Algılanamayan daha da çarpıcı gerçeklik ise, Lider, parti üzerindeki sorgulanamaz söz sahibi olma gücü, tek karar verici ağırlığı, AKP hükümetlerinin kesintisiz seçim kazanmış olarak tek başına hükümet kurma, iktidarda kalabilme başarısına, kuşkusuz partili üye, yönetici kadroları, seçmen tabanda aynı yapısal ağırlığın söz konusu olmasına karşın koalisyon iktidarlarında dahi söz konusu edilemeyecek icraatlar çelişkilerinin yaşanmış olması.
Partisine sağ siyasi partilerde dahi bir benzerine kolay tanıklık edilemeyecek kadar egemen, Liderliğin, deyimin tam karşılığı “tek karar ve söz sahibi olduğu” İktidarları yürüyüşlerinde, ister iç, isterse dış siyasetin icraatlarında, nasıl bu kadar çelişkili yol ayırımları, cephe ittifakları, zikzaklar, gelgitler yaşanmış olabilir?
***

Amerika’nın Irak işgali sürecinde Türkiye’den stratejik ortaklık adına koşulsuz topraklarından askeri işgal geçiş desteği dayatmasında, Ecevit koalisyon hükümetinin “hayır” demesiyle başlayan yeni hükümet arayışları günlerini, yaşanan siyasi çalkantıları anımsayalım..
Erbakan’ın Fazilet Partisi, Milli Görüş hareketinin içinden kopan kadrolarla Ak Parti’nin kuruluş günleri... Milliyetçi-mukaddesatçı kimlikli, Batı ittifakı gözünde sağ liberal demokrat, öncelikli Amerikalılar katında “ılımlı İslam, yeni Osmanlıcılık, İslam dünyası için rol model oluşturabilecek, stratejik ortaklık ilan edilecek kadar benimsenme...”
Dün gibi; iktidarlarının ilk aylarında Almanya’da katıldığım bir etkinlikte Milli Görüş’ün yöneticileri ön sıralarda gönüllü dinleyiciler... Siyaseten çok değiştiklerini, hep birlikte Batı, demokrasi cephesi içinde AB üyeliği savaşımında çalışmaktan söz ediyor; “biz çok değiştik” diyerek söze giriyorlardı.
Bugünün en tehlikeli terör örgütü Fethullahçılar, İktidarlarının en güçlü ortağı, AKP hükümetlerinin kamu gücünü ele geçirme stratejilerinde yol gösterici... Öncelikli kamu örgütlenmeleri kadrolaşmalarında sivil darbe nitelikli operasyonlarda başrollerde. Sınav sonuçları çalınarak gerçekleştirilmiş başta yargı, TSK kadrolaşmalarının ayrıntıları, bugünlerde FETÖ terör örgütüne ilişkin operasyonların, tutuklamalar, açılan davaların iddianamelerinde...


***

İslam dünyası, yeni Osmanlıcılık liderliğinde stratejik ortaklık düşleriyle başımıza gelenleri düşünmek bile korkunç bir karabasan... İslam dünyasını karanlık çağlara çeken mezheplerin kanlı çatışmalarının, Ortadoğu bataklığının içine gömülmemenin, bizim içimize bulaşmış, en vahşi terör örgütlenmelerinin sarmalından göreceli çıkış için çırpınıyor, bedel üzerine bedeller ödüyoruz.
Dünyanın en güçlüleri terör karabasanından kurtulma adına, kirli-kanlı savaşın ölümünden kaçan milyonları tüm sorunları ile bizim topraklarımızda, bizim sırtımızda bıraktılar. Göçün yan ürünü İslami terör örgütleri içinde, göçmen sorunlarında bizden hesap sorabilme noktasındalar.
İktidarları iki binli yıllarda beraber yürüdükleri yollarda, iktidar ittifakı içine girdikleri tüm içdış ittifak cepheleriyle önce barışık, sonra düşman çatışmaların yumağında... Dünyada bir benzeri olmayan, adı cumhurbaşkanlığı, içeriği referandum kampanyalarındaki söylemle; “tek adam, tek bayrak, tek devlet” sloganlı rejimin, geçişini tek çıkış yolu görerek, icraatlarının adımlarını atmanın telaşındalar.
Yetmez ama evetli referandumla gelen, seçimli cumhurbaşkanlığının sorumsuz yetkilerini fırsat bilerek halen geçerli laik Cumhuriyet’in hukuk devleti düzeni, güçler ayrılığı ilkelerinin sayısız yaşamsal çiğnenmesi yetmedi...
Cumhurbaşkanlığı rejimine geçişin seçimlerini bekleyemeden, acilen cumhurbaşkanını yaniden parti üyesi, hemen ardından partisi ve hükümet icraatları için tek karar verici yapacak icraatlar için koşturuluyor. 

Neden? 
Bu AKP, hükümet, Meclis, parti yönetim kadroları, seçmenleriyle istenen tek adam rejimine geçebilme riski mi var?

Şükran Soner / CUMHURİYET

Bu iş bitti... - Nilgün Cerrahoğlu

Durumu en net “Times” da çıkan bir karikatür özetliyor: RTE başında kavuk, padişah kılığında tahta çıkmış; bir elinde idam ipi ve bir elinde kılıç; “Bugün demokrasi için büyük gün!” fetvası vererek ekliyor: “Aksini söylemeyi yasadışı ilan ediyorum!
Fransa da yarın, “Le Pen” tehdidi nedeniyle tüm Eski Kıta’yı korkutan ve ilgilendiren stratejik önemde bir cumhurbaşkanlığı seçimi var. Ama Avrupa Fransa’yı konuşmak yerine hâlâ üzerinden neredeyse hafta geçmesine rağmen Türkiye referandumunun artçı şoklarıyla meşgul oluyor.
Türkiye’deki hiçbir oylama Avrupa’da bu denli merak uyandırmadı. Bunun çeşitli nedenleri var. 

Ortadoğu’ya geçiş
Bunlardan ilki, Türkiye de radikal bir rejim değişikliğinin gündem olması. “Times” karikatürüyle de özetlendiği gibi ülkemizdeki kör topal demokrasinin böylelikle sonuna gelindi ve –fiili durumu resmileştiren- ucu görünmeyen bir istibdat dönemine girildi.
Bu değişiklikle Türkiye yarı Avrupa veya Avrupa’nın periferisindeki bir ülke konumundan, klasik Ortadoğu ülkesi konumuna geçiş yaptı. Türkiye’nin siyasi coğrafyasının bariz değişimiyle, Avrupa, kendisini doğrudan bir Ortadoğu ülkesine komşu buldu. Bundan böyle Ortadoğu’daki bir ülkeyle yan yana yaşamanın maliyetlerini keşfedecek.

RTE’nin yeni ‘zindan modeli’
İslam dünyasına bir zamanlar parmakla gösterilen Erdoğan modeli, bu radikal metamorfozun sonucunda şimdiden Avrupa için kâbusa dönüştü.
İtalya’da “Manifesto” gazetesi bu kâbusu, “Erdoğan modeli: Dünyadaki hapisteki gazetecilerin yarısına sahip ülke” sözleriyle tarif ediyor. Bu yepyeni “Erdoğan modeli”nin yanında Çin ve Mısır’ın armut topladığını ekliyor.
Zindan modeli” şeklinde tanımlanan Erdoğan’ın yeni modelinin, içeride (Kürtler), dışarıda Türkiye’nin Ortadoğu’daki liderliğini engelleyen yabancı güçlerce kuşatılmışlığı üzerine inşa edildiğini belirten gazete, “Tehdit altındaki devlet retoriği, tek adama bütün zafiyetleri ezmenin kılıfını veriyor. Aylar, bazıları yıllardır hapiste bulunan 153 gazeteciye karşı kullanılan bir kılıf bu. Kılıfın altındaki gerçek hedef ise ülkede kalan az sayıdaki eleştirel sesleri de susturmak. Bu amaçla kullanılan baş araç zindan. Çok ama çok zindan…
Yazının altında ve hemen üstünde de “yeni model”in kurbanları arasına katılan İtalyan gazeteci Gabriele Del Grande ile Silivri’de baş göz olan Türk-Alman gazeteci Deniz Yücel’in resimleri dikkat çekiyor.

‘Öngörülemez ve güvenilmez’
AB’den tek liderin Erdoğan’ı tebrik etmemesinin nedeni bunlar. Üstelik sonuçlar şaibeli çıkmış. İçte muhalefetin, dışarıdan AGİT gözlemcilerinin meşru bulmadığı sonuçlara ilişkin itirazları “Atı alan Üsküdar’ı geçti”, “Sür eşeği Niğde’ye” diyerek geri çeviren Erdoğan, “oldu bitti”yle üste çıkmaya çalışırken bir taraftan da Avrupa’ya verip veriştirmeyi sürdürüyor.
Öyle ki 23 Nisan için Türkiye’ye gelen yabancı çocuklara bile Avrupa’yı şikâyet etmekten geri kalmıyor. Al Jazeera’ya verdiği söyleşide “Merkel suçluluk psikolojisiyle beni aramadı” diyerek Alman Şansölye’yi çekiştiriyor.
Kampanyada Avrupalı muhataplarına “Haçlı”sından, “Nazi”sine dek her hakareti boca ettiği halde, Sultan pozisyonunda şimdi AB liderlerinden tebrik bekliyor.
16 Nisan’a ilişkin AB’de dumur yaratan diğer etken de, işte bu “öngörülemezlik”.
Öngörülemez Erdoğan’la geleceğimizi nasıl şekillendireceğiz” sorusu ile birlikte “Geri kalan yüzde 49’u görmezden mi geleceğiz? Onları Erdoğan’ın insafına mı terk edeceğiz” soruları, diplomatik çevrelerde irdelenen baş konular arasında geliyor.
Avrupa için geleneksel bağlamda bir istikrar alanı olarak görülen Türkiye artık başlı başına bir büyük “istikrarsızlık bölgesi”ne dönüşmüş durumda.
Economist”, “meşruiyet sorunsalı” ile beraber bu tabloyu “Erdoğan uzun süredir göz koyduğu güçlere ulaştı ama bunun maliyeti ağır olacak” diye özetliyor. Sözü edilen maliyeti, “şimdiye dek olmadığı dek bölünmüş bir ülke” ve iç gerilim ile dışarıda “yalnızlaşma” ile özdeşleştiriyor.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Vatandaşlık görevi - ÖZGÜR MUMCU

Memleketimiz bırakalım insan haklarına dayalı bir hukuk devleti olmayı, YSK kararından sonra artık bir kanun devleti bile değildir. Şayet bir devlette, kanunun açık hükmü zırva gerekçelerle çiğnenebiliyorsa, o devlette gücü elinde tutan dilediği her şeyi yapabilir demektir. Bundan da keyfi ve dolayısıyla baskıcı bir yönetim haricinde bir şey çıkmaz.



Kanun devleti olmak devletler için ileri bir seviye değildir. Diktatörlükler dahi kanun devleti olabilir. Belki kanunları berbattır ancak onlara uyulur. YSK kararıyla karşı karşıya olduğumuz durum bunun bile gerisinde. Yani mesele Türkiye’nin bir diktatörlük olup olmayacağından da vahim. Kendi kanunlarına uymayan bir devlet, temellerini yitirmiş bir bina gibidir. Adalet mülkün yani devletin temelidir. Biz bırakalım adaleti, kanunun açık hükümlerinin bile temelden çıkarıldığını görüyoruz.
Mühürsüz oy pusulalarının geçersiz olduğu hükmü öyle teferruat diye, bir teknik hukuki mesele diye yabana atılacak bir kural değil. Şekil şartları hukuk devletinin olmazsa olmazıdır. Bir devlette hukuktan bahsedilebilmesi için “şekil keyfiliğin can düşmanı, özgürlüğün ikiz kardeşidir” temel ilkesinin her kararda daimi olarak gözetilmesi şarttır.
Bu “mühürsüz seçim”den sonra tartıştığımız bir kanun maddesinin uygulanmamasının çok ötesinde. Hukuki güvenliği tartışıyoruz. Bilmem kararı alanlar, savunanlar ya da işi uzatmamayı yeğleyenler farkında mı, bu devletin bekası meselesi.
Dünyanın girdiği bu fırtınalı dönemde, sözüm ona devleti güçlendirmek için getirildiği söylenen bu anayasa değişikliğinin geliş biçimi devletin üzerinde bina edildiği hukuk rejimini alaşağı etmiştir.
Bundan böyle seçmenin, YSK’ye ve dolayısıyla seçim güvenliğine inanıp oy vermesi nasıl beklenir?
Bundan böyle bir devlet kurumunun kanunların açık hükümlerini bırakalım uygulamaması doğrudan ihlal etmesi nasıl engellenir?
Hukuki güvenliğin kalmadığı bir ülkede, devleti devlet yapan ana koşul yani vatandaşların can ve mal güvenliğinin sağlanması bile yöneticilerin keyfine kalmış demektir.
Böylesine güvencesiz bırakılan vatandaşların üzerine devlet çatısı çökmek üzeredir. Sağlam kurumları ve hukuk devleti ilkesi olmayan devletlerin nasıl çatırdayıp yıkıldığını Ortadoğu’da izlemekteyiz.
Türkiye, kendi mührüne sahip çıkamayan hatta kendi mührünü tanımayan bir devlet haline getirilmeye çalışılmaktadır. Hem de bunu yapanlar, sorsanız en devletçi geçinen şahıslar.
Kendi hukukunu hiçe sayan bir devleti uluslararası toplumda da hiçe sayarlar. İtibarını yitirmiş ve alt lige düşmüş bir devlet ise her türlü yönlendirmeye, baskıya ve saldırıya açık hale gelir. Hele bunları sadece tek bir kişi üzerinden gerçekleştirme fırsatları varsa.
Devletin bekası için bütün demokratik yollarla bu “mühürsüz” karara karşı çıkmak ve devletin mührünü korumak bir vatandaşlık görevidir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

21 Nisan 2017 Cuma

‘Meferandum!’ - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, “AKP” iktidarı, “çocukmocuk” tekerlemesinde olduğu gibi. “Referandum”u da, “Meferandum”a dönüştürdü.
Bu işleme, sanırım “Hukuk”tan başladılar; bu kavram ilkin “Guguk”a dönüştürüldü, şimdi de “Mukuk”a.
Bunun için, “Hukuk”un temeli olan “Adalet”i, “Madalet” yaptılar; böylece bu kavramın dayanağı “Eşitlik” de oldu mu “Meşitlik”?
“Utanma” mı, “15 yıldır”, “Mutanma” olarak görevde...
“Tesettür”ü de, “Mesettür” yapmadılar mı? 
 
Ne diyordu bu konuda, Suriye’nin ünlü yazarı “Adonis El Akra”: “Mütedeyyin gibi örtün, ama her boyutuyla dünyaya dönük yaşa; bu ‘İslamiyeti bir biçim’ sorununa indirger!”. Böylece bu durum “İslamiyeti” de -ister istemez-“Mislamiyet”e dönüştürmez mi?
Peki, ya “Demokrasi”...
Bu kavram, istenilen durakta inilip binilen “tramvay” ile eşleştirilerek, “Memokrasi”ye dönüştürülmedi mi?
“Demokrasi”nin, tramvaylaştırıldığı ülkede, “Cumhurbaşkanı” yerine “Mumhurbaşkanı” olması gerekmez mi? Daha uygun olmaz mı?
“Yalan dolan” sıradaydı, “2002” yılında yalan; kuyruğu “dolan”dan kurtarılıp iyice “kullanım”a sokuldu...
“M” ile başlayanlara gelince, yalnız “M”leri düşürüldü; böylece, “Millet”in yüzde ellisi oldu “illet”...
Ne var ki, “Maskaralık” direndi; haklı olarak “gerek yok” dedi; o günden bu güne neredeyse, “15 yıldır” görevde...
Böylece yola devam edildi, “Kurumlar” da “Murumlaştı”; son olarak da “16 Nisan” günü “Müksek Meçim Murumu” (MMM) oluşuverdi, dolaysiyle “Başkanı” da, “Maşkan”a dönüştü; “Mühürsüz oylar da geçerlidir!” dedi; üstelik tüm sandıkların oyları henüz daha “sayılıp, teslim” edilmeden. Eh, haklı; “MMM”ye yakışan da bu; ne dersiniz? 
 
İnsan artık bir ülkenin, hele kendi ülkesinin, tam bir “Çadır Tiyatrosu”na dönüşebileceğini değil görmek, “düşünmek” bile istemiyor. 
 
Gerek oylama sırasında, gerek öncesinde yaşananlarla, “TC Devleti”nin, “demokrasi”den en denli uzak olduğu bir kez daha- görüldü, öyle ki, demokrasiyi yalnızca “seçim”den “ibaret” olarak saymanın da gerisine düştüğü, anında, “canlı-canlı” tüm dünyaya sunuldu... 
 
Ve değerli dostlar, dertleşmeyi sürdürelim diyorum; eğer bir insan, “namus ve şerefi” üzerine “yemin” ederek verdiği “söz”ü tutmuyor, göz göre göre çiğniyorsa, o “kişi” ülkesi halkının tümünün oylarıyla seçilse bile, ancak “Mumhurbaskanı” our, “Cumhurbaşkanı” değil. Ne dersiniz?
Ayrıca şuna da değinmek gerek; “Demokrasi”nin, “Aydınlanma Çağı”nın “Akıl Çağı”nın, bir ürünü olduğu bilinir; bu çağda “bilim” artık “kilim (!)” değildir; “din”in de içinde olduğu her konu, “aklın” önderliğinde ele alınmaktadır, öyle ki, bu doğrultuda, el atılmayan alan kalmamıştır.
İşte bir örnek, “1789”lu yıllarının, “Paris Devrimleri” adlı gazetesinden: “Basın özgürlüğü”nü kısıtlayan koşul, kemer kayışı gibidir. İstendiğince sıkılır, istendiğince gevşetilir. Yönetimde kalmak isteyenler bunu hep kullanacaklardır!” (*) 
 
Ve “eğitim”de “dinsel” olmaktan tümüyle çıkarılır; “evrensel ve ulusal” nitelik kazanır...
Ayrıca, “ilkokul” çağındaki çocuklara, “din eğitimi” verilmesinin “uygun olmadığı” kabul edilir...
“Demokrasi”ye, işte böyle geçildi. Kurallara uyulduğu sürece de kesintiye uğramıyor...
Değerli dostlar, alanlarda buluşalım!

 Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) M. Velidedeoğlu, “Ortaçağ’dan Laikliğe Varış”, Cumhuriyet, 3.3.1990.

Bundan sonra… - L. DOĞAN TILIÇ

Referandum sonucunu şaibeli kılan o kadar veri var ki, meşruiyet tartışması hiç bitmeyecek. Şimdi, başta CHP olmak üzere, Hayır için çalışan herkesin ilk yapması gereken oyların hakkını sonuna kadar savunmak. Bu net!


Bu köşede, kampanya boyunca, referandum sonrası yapılması gerekenlere dair düşünce egzersizleri yapıldı: Ana fikri; “Gezi’den ve Hayır kampanyasından öğrenilenler harmanlanarak yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri ortaya konabilirse, sonuç ne olursa olsun, kazanılmıştır” olan düşünceler…
Gezi ve Hayır kampanyası; hiçbir siyasi örgütle ilişkisi olmayan ama dayatılana itiraz eden ve herkesin eşit, özgür yurttaşlar olarak bir arada yaşadığı bir Türkiye isteyenlerin öne çıkıp ilk kez eylemli mücadeleye girdikleri konjonktürel “toplumsal hareketler”di.

Bu kesimlerden, ikna edilmesi gereken geniş toplum kesimleri (Evet diyen milyonlarca vatandaş) ile ilişki ve iletişim açısından öğrenilecek çok şey var. “Örgüt” olarak mücadele edenler, kodladıkları “karşı kitle” ile doğal bir etkileşime girmekte, hayatın olağan iletişimini kurmakta zorlanıyor. Muhataplarını “birlikte olunacak” değil “kazanılacak/yenilecek” bir kesim olarak görmenin diline hapsoluyorlar.

Hayır kampanyasında gözlemlediğim, “örgüt” olarak mücadele edenlerle aynı amacı paylaşsalar da onlarla buluşmamış, hatta onlara mesafeli, özellikle kadın ve genç “örgütsüz”lerin Evetçi/AKP’li vatandaşlarla rahat iletişim ve etkileşimleriydi.

Onlar, sandıklara sahip çıkma ve sandık başında birlikte oldukları “Evet/AKP” müşahitleri ile ilişki konusunda da aynı performansı gösterdiler.

Ankara’nın ezici çoğunluğu muhafazakâr/AKP-MHP’li olan bir mahallesinde Hayır gözlemcisi “örgütsüz” iki kadının anlattıklarını aktarırsam kendimi daha net ifade edebileceğim:
“İlk kez müşahit olmanın heyecanıyla sabah 6.30’da yola çıktım… Görevli olduğum üçüncü katta … boynunda kırmızı renkli kimlik kartı askısı taşıyan kirli sakallı otuzlarında bir genç var. … yaklaştım ‘Hangi partiden müşahitsiniz?’ diye sordum. ‘Bu partilerle ilgili bir oylama değil’ dedi. Güldüm, ‘Biliyorum dedim, sadece hangi partiyi temsilen burada olduğunuzu merak ediyorum’ dedim. ‘AK Parti ... Hayırlı olsun ama sonuç evet olsun’ dedi. Gülümsedim, ‘Hayırlı olsun ama sonuç Hayır olsun’ dedim. Hafifçe omzuna dokundum, geri çekilmedi. O da güldü, katta dolaşmaya başladık.”
“Sandık başkanımız bir Hanımefendi, emekli…, CHP’den atanmış. Hayri şoför, AKP’den görevli bir genç, çok saygılı. Bektaş Bey 55 yaşında, uzun yol taşımacılığı yapmış yıllarca... CHP görevlisi gelip sadece ona ve bana öğle yemeği bırakınca, ‘Diğer arkadaşlara bırakmayacaksan bana da bırakma’ dedi. … Daha sonra AKP’nin sandviçleri gelince Hayri de aynı tepkiyi verdi; ‘Hepimize bırakmayacaksan hiç bırakma.’”

“(AKP gözlemcisi) Saliha 35 yaşında başı kapalı bir kadın, 4. sınıfta okuyan bir oğlu var. Seçmen olmadığında güzel bir sohbet var aramızda. Ben çocuklarla çalıştığımı anlattım; Saliha’nın oğlunu davet ettim. Saliha beni işyerine davet etti. … Epey dost olduk, akşam sayımı bitirip çuvalı kapattığımızda el sıkışıp sarıldık vedalaştık. Biz bir grup güzel insan kendi içimizdeki güzelliği çıkarıp, birlikte güzel bir iş yaptık.”

“Sonuca üzüldüm mü? Hayır. Görevini tamamlamış bir insanın huzur ve memnuniyeti ile dolaştım tüm gün. Ve (AKP) düşüşe geçti… Zaman doğru zaman, üçlü eş başkanlıkla çalışacak bir yapılanma, içinde kadın lider mutlaka bulunduran bir yapılanma için doğru bir zaman.”

Toplumsal değişme için;
1) Kitle mobilizasyonunu temel alan barışçıl hareketler,
2) Sıkı örgütsel yapıların uzun soluklu mücadelesi ve
3) Karşı-kültürleri yaşayıp yaşatmak şeklinde birbirlerine mesafeli/tepkili üç temel yaklaşım olduğunu yazmış ve başarının ancak bu üç yaklaşım arasında köprüler kurulabildiğinde geleceğini ileri sürmüştüm.

Bundan sonra; o köprüler kurulabilir ve memleketin Evet diyen milyonlarca iyi insanıyla da iletişime/etkileşime girilebilirse referandumda çok şey kazanan Hayır, çok daha hayırlı gelişmelere kapı aralayabilecektir!

L. DOĞAN TILIÇ   / BİRGÜN

Seçim ekonomisinin faturası: Bugünlerin yarını var - ASLI AYDIN

Referanduma kadar her kesime muazzam ölçüde transfer, teşvik ödemesi yapıldı. Tüm yapılan bu harcamalar gerçekte bir yaraya merhem olmadı ve bundan sonra da olamayacak.


Olağanüstü Hal Koşullarında, referandum süreci boyunca “olağanüstü ekonomi” ye de şahit olduk. Bugüne kadar mali disiplin, bütçe disiplini adı altında yüksek vergi, özelleştirme, kamu sosyal harcamalarının kısıtlanması vb birçok uygulamaya alışmıştık oysa. Bir anda kesenin ağzı sonuna kadar açıldı ve çeşitli kesimlere ‘altın keseler’ dağıtıldı.

Nerelere dağıtılmadı ki, konut kredilerinde faizler yüzde 1’in altına çekildi. Konut kredilerinde vadeler 20 yıla kadar çıktı, satışlarda KDV indirimi uygulandı, 1 milyon dolarlık gayrimenkul alan yabancıya vatandaşlık hakkı getirildi. Damga vergisi oranı sıfırlandı, Hazine’den Kredi Garanti Fonu’na destek artırıldı. KGF vasıtasıyla kredi hacmi artırıldı. KOSGEB öncülüğünde KOBİ’lere verilen kredi olanakları genişletildi, 1 yıl ödemesiz, üçer ay vadelerde ödemeli...

Diğer bir taraftan ‘istihdam hamlesi adı altında’ şirketlerin ilave istihdam edecekleri işçiler için 773 lira tutarındaki prim ve vergi yükümlülükleri devlet tarafından karşılandı. Tarımda gübreye indirim, elektrikli ev aletleri ve beyaz eşyada ÖTV indirimi…

Görüldüğü gibi referanduma kadar her kesime muazzam ölçüde transfer, teşvik ödemesi yapıldı. Ödemelere geçmeden önce tüm yapılan bu harcamaların gerçekte bir yaraya merhem olmadığını ve olamayacağının altını çizelim.

Ekonomi hızla daralıyor. Nasıl ki frenleri patlamış bir aracı yokuş aşağı bırakırsanız, düşüş hızlandığında önüne ne koysanız bu düşüşü durdurmanız artık mümkün olmaz, işte bugün de ona buna para dağıtmanın da pek bir etkisi olmayacağı ortadadır. Veriler de karşımızda üstelik. Hemen referandum sonrasında yüzde 13 olarak açıklanan işsizlik oranı bir yana, geçen sene yüzde 6,1’den bu yıl yüzde 2,9’a gerileyen büyümenin ardındaki daralan sanayi, tarım  ve turizm sektörlerinin hali bir diğer yana. Ülke, gelirlerini ve işgücünü hızla kaybederken, seçim kaygısıyla yaratılan bu para bolluğunun kime ne faydası olur bilinmez ama bütçeden yapılan bu denli harcamanın ağır bir faturası olacağına kesin gözüyle bakmalıyız.

“Seçim bütçesi uygulanmadı” mı!

Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın “hiçbir zaman seçim bütçesi uygulamadık” dediği Ocak-Mart döneminde yüzde 400 transfer artışı yaşandı. Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı bütçe gerçekleşmelerine göre, mart ayında bütçe giderleri geçen yıla göre yüzde 25 artarken, örtülü ödenekten sadece 1 ayda 236 milyon lira harcama yapıldığı biliniyor. Bu denli bir harcama rekor sayılabilecek düzeyde. Sadece Ocak-Mart döneminde hanehalkına yapılan transfer ödemeleri 5 kat artış yaşamış görünüyor, yani yaklaşık yüzde 400’lük bir artıştan bahsetmek mümkün.

Peki, bütçe açığı nasıl finanse edilir?

secim-ekonomisinin-faturasi-bugunlerin-yarini-var-275838-1.Bütçe açıkları farklı yollardan finanse edilebilir, bunlardan birisi vergi artışıdır. Diğerleri ise MB aracılığı ile para basmak ve Hazine aracılığı ile borçlanmaktır. Bugünün bütçe açığının finanse edilmesinde, hükümetin hangi yolu tercih edeceği değil tercih edeceği her yolun bugünkü ekonomik şartlarda toplumun bütçesine zarar olarak yansıyacağı önemlidir.

Örneğin vergi artışına giderse, halihazırda büyümeye de olumsuz yansıyan tüketim-talep gerilemesi ortadayken, vergi artışı yoksullaşmayı hızlandıracaktır. Büyümenin Türkiye’nin borçlanmasında, sıcak para çekmesinde de önemli rolü olduğu hesaba katılırsa, vergi artışı rasyonel açıdan tercih edilmemelidir. Diğer bir yandan hükümet MB aracılığı ile para da basma olanağına sahiptir. Fakat basılan her bir para enflasyon olarak karşımıza çıkacaktır. Türkiye’de mevcut enflasyon kaygı verici boyutlardayken (yüzde 11.29) bu seçenek de akıldışı kalmaktadır.
Elimizdeki seçeneklerden kala kala Hazine tarafından tahvil ve bonoların ihracı yoluyla borçlanma kalıyor. Fakat bilindiği üzere yüksek faiz, AKP hükümetinin yürütmekte olduğu konut-gayrimenkul odaklı ekonomiye pek uymuyor. Kaldı ki faiz tüm yatırımlara olumsuz yansıyan bir etmendir. Diğer bir yandan Türkiye ekonomisinin sıcak para bağımlılığı ve reel faizleri aşağı çeken yüksek enflasyon, faizlerin de yukarı revize edilmesine yol vermiş ve bugün yüzde 13’lere tırmanmasıyla sonuçlanmıştır. Hazine kanallı borçlanmanın bu tırmanışı hızlandırmaktan başka bir sonuç vermeyeceği ortadayken, bu seçeneğin de rasyonel olmadığını görebiliyoruz.

Peki hangisini uygulayacağız? Sorun da burada zaten, aklın sınırları içinde uygulayabileceğimiz bir politika aracı kalmamış durumda. Her yol çıkmaza gidiyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN


20 Nisan 2017 Perşembe

Yola devam olanaklı mı? - ALİ RIZA AYDIN

Yolsuzluklara bir de halkoylaması yolsuzluğu eklendi. Seçim ve yolsuzluk sözcüklerini buluşturan “Anayasa”dır.

Seçimlerin, “yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında” yapılacağını söyleyen Anayasa, bu sözcüklerle yetinmiyor, açıyor bu yönetim ve denetimi. Diyor ki: “Seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikayet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama” YSK’nindir.
Tüm bu seçim işleri ayrıca Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’da ayrıntılı olarak yazıyor.

YSK bu ötesi yok, dildiğince yorum yapar, seçim yolsuzluklarını geçerli sayar, noktayı koyar.  “Bu nasıl yargı” da demeyin. Onların dertleri (!) de çok. Ne yapsınlar yani, milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen” terör örgütüne “aidiyeti, iltisakı veya irtibatı belirlenen” yargıca ne yapılacağını biliyorlar. Bu baskı altında kızmayın zavallılara…
Zaten memur haline getirilmiş, emir kulu olmuş bir yargıdan geliyorlar değil mi?
Ya da gerçeği çok iyi öğrenmişler: “yargı da düzenden soyutlanamaz, sınıfsaldır. O zaman sınıfının ve iktidarının isteklerine göre hareket etmek gerekir.”
Gerçeği görmeyenler ise “düzen bozulmasın ama yargı bağımsız olsun” der, oyalanıp dururlar.
Öyle ya da böyle, sel başlamaya görsün önüne katıp götürüyor. Bu halkoylamasının, geçersiz sayılması dışında temize çıkması zor… Tabii, hukuksuzluğun ürünü olup hukuksuzlukla halkoyuna sunulan, “seçim yolsuzluğu” damgalı anayasa değişikliklerinin de kabulü olanaklı değil. İngilizlerin, “kötü yasaya halk uymaz” sözü buraya tam oturuyor.

Anayasa değişikliklerinin kabulü olanaklı değil de AKP’nin bu haliyle yola devamı olanaklı mı?
Peşinen söylenecek şey, 2019’a ya da Meclisin seçim kararı alması halinde 27. yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve cumhurbaşkanının seçiminin yapılacağı daha erken tarihe kadar mevcut durum devam edecek. Ancak, değişiklikler seçim yolsuzluğuna rağmen resmileştiğinde cumhurbaşkanının tarafsızlığı ortadan kalkacak; partili olabilecek, hatta ilk parti kongresinde başkan olabilecek.

Bundan sonra kritik görev düzen içi muhalefette…  Çünkü halkın “hayır” kesimi “umut verici olanakların” peşindeyken, onlar ne yapacak?
Krizleri beyinlerine vurmuştu, burunlarından soluyorlardı. Sermayeye bolca teşvik vererek, emeği baskılayarak, dinselliğe sığınarak ayakta durmaya çalışırken, 15 Temmuz ve OHAL yetişti imdatlarına… Savaşa da sığındılar. Ama asıl olarak da, ne yaptılarsa örtülü ya da açık onay aldıkları düzen muhalefetinin masumiyetine güvendiler.

Anayasa tanımadılar, hukuksuzluğu tavana vurdurdular; laikliği özgürlük diye yutturup dini hukuka, devlete, siyasete ve topluma soktular; toplumun yaşam tarzına el attılar. Ülkeyi cinayetlerin, katliamların merkezi yaptılar; sınırları kevgire çevirip kendi topraklarında sokağa çıkma yasakları uyguladılar. Savaş suçu işlediler. Başıbozukluğu çok sevdiler.

Sözde Yüce Divan’a gönderileceklerdi ama hep korundular. Böylesi muhalefet desteğiyle hem de OHAL düzeninde, kendilerini soruşturma ve yargılamalardan kurtaracak, başıbozukluklarını meşrulaştıracak anayasa müsveddesini, anayasa yapacak kapıları rahatlıkla açtılar.
Halkın oyuna başvurdular ama yolsuzluklarına, seçim yolsuzluğunu da ekleyerek. Hem de YSK’nin toptancılığına sığınarak.

Meşruiyetlerini kaybetmiş iken meşrulaştırıldılar, gericilikle beslendiler. Meclis, kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyle değişiklikleri geçirdi. YSK’de bu kervana katıldı.
Şimdi, geçersiz halkoylamasına karşın, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam etmek istiyorlar; kafalarında da tilkiler dolaşıyor. Öncelikle kötüledikleri Meclis’i çalıştırmak isteyecekler, meşruiyet devamı için. Sonra da o Meclis’e entrika dolu yasaları, sermaye yasalarını onaylatacaklar.
Hemen örneklersek, kafalarında “anayasalı hükümdarlık” rejimine uygun büyükşehir modeli vardı. Hem büyükşehir sayısını artıracaklar hem de o alanlarda yeni görev ve yetki tanımlayacaklardı. Eyalet olmadan federal yapı düşlüyorlardı. Halkoylamasında, büyükşehirlerden golü yediler ve hemen tilkiler devreye girdi. Şimdi, il sayısını artırma, büyükşehirleri bölme, seçimlerde hakim olacakları dar alanları yaratma düşündeler.

Düzen muhalefeti, parlamento saflığına düşerse yola devam sancılı olarak sürer. Düşmezlerse, bu yolsuzluk üzerine kurulu anayasa değişiklikleri yürürlüğe girmeden kaldırılabilir. Değişiklikler yürürlüğe girene kadar köprünün altından çok su akacak, tabii üç maymun rolüne girilmezse… Bu söz düzen muhalefetine…

Bizim sözümüze geçmeden, “cumhurbaşkanına hakaret davaları” için bir notu da anımsatalım. Artık Ceza Yasasının “cumhurbaşkanına hakaret” maddesi uygulanamaz hale geldi. Çünkü “cumhurbaşkanı nitelikleri” ortadan kalktı. Anayasa’nın 90. maddesiyle birlikte bu konu da savunmalara eklenmeli…
Bizim sözümüz: Bu tür anayasa ve hukuk belalarına izin verilmeyecek, sömürü düzenine dur diyecek toplumsal ilişkilere geçmek. “Halk komiteler”ini Yurdun dörtbir yanında hızla yaygınlaştırmak.
Bizim sözümüz, “halkın iradesine boyun eğdirmek” için emperyalizme, kapitalizme, gericiliğe karşı mücadelede örgütlenmek…


Ali Rıza Aydın / SOL

YSK nedir, ne işe yarar? - İLHAN CİHANER

YSK Kararı ve Referandum Üzerine Bir Değerlendirme

Demokrasilerin olmazsa olmaz koşullarından birisi seçimlerin yargı yönetim ve denetiminde yapılmasıdır. Nitekim Anayasa;
67. Madde : “…Seçimler ve halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır…”
79.Madde; “…Seçimler, yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında yapılır…”
Bu yönetim ve denetim işi, İlçe ve İl Seçim Kurulları ile Yüksek Seçim Kurulu (YSK) aracılığıyla yapılır.
İlçe seçim kurullarının başkanı yargıçtır. İki üyesi belli nitelikteki kamu görevlileri arasından kura ile seçilir. Diğer üyeleri siyasi partilerin temsilcilerinden oluşur.
İl seçim kurulları ise hepsi yargıç olan üç üyeden oluşur.
YSK üyelerinin dördünü Yargıtay, üçünü ise Danıştay kendi üyeleri arasından seçerler. İkişer üye de yedek olarak belirlenir. Yani YSK üyelerinin tamamı “yüksek” yargıçtır. YSK Başkan ve Vekilini bu üyeler seçer.
YSK ve il seçim kurullarında siyasi parti temsilcileri de bulunur. Ancak bu temsilciler görüşmelere katılmakla birlikte oy kullanamazlar.
Asıl belirleyici olan YSK’dır. Seçmen kütüklerini oluşturur, ilkeleri belirler, genelgeler çıkarır, seçim materyallerini (zarf, pusula, mühür, vs.) temin eder, eğitimler verir, itirazların nihai olarak karara bağlar.
Anayasa YSK’nın genel görevini tanımlamış;
“Seçimlerin başlamasından bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikâyet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin seçim tutanaklarını ve Cumhurbaşkanlığı seçimi tutanaklarını kabul etme görevi Yüksek Seçim Kurulunundur. Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz.”
Bu kadar yetki şu nedenle verilmiş: seçim güvenliğinin sağlanması, seçimin adil ve dürüst yapılmasını temin etme. Ama görülüyor ki bu güveni vermek bir yana YSK bizatihi seçim güvenliğine tehdit oldu. Adeta bir millet, seçimde hırsızlık yapılmasın diye seçim güvenliği uzmanı kesildi. Sadece bu bile YSK için yeterince utanç verici. Varlık nedeni seçimin güvenliği olan bir kurulun “oy hırsızlığı” yapmaması için çırpınan milyonlar!
Seçim süreçlerini idare ederken uyacağı kanunlar da var YSK’nın. Yani hukuk devletinin gereği olarak YSK da kanunlara uymak zorunda. Kanunda açıkça düzenlenmiş bir konuda kanuna aykırı bir karar veremez.
Seçimlerle ilgili nerede her şeyi -mevzuat çerçevesinde- belirleyen bu kurul, bir müddet öncesine kadar ülkenin en güvenilir kurumlarından birisiydi. Referandum nedeniyle verdiği “tercih” mührü dışındaki “evet” mührünü ve sandık kurullarının mührünü taşımayan oy pusulaları ve zarfları geçerli sayarak varlık nedenini ve güvenilirliğini bir anda ortadan kaldırdı. Hatta tüm kanunları değersiz metinler haline getirdi.Son yıllarda örneklerini çok gördüğümüz “fiili durumu” geçerli saydı.
Önce bir ara tespit; Bu tipik bir Fethullahçı yargı pratiğidir. Kumpas davalarında çok sık gördük. CMK’nın emredici hükümlerini dinlemiyorlardı. Eğer bir yargıç açık hükme rağmen tersine karar veriyorsa bu karar hukukun “yanlış” uygulanması olarak ele alınamaz. Mutlaka ama mutlaka gizli ve/veya kirli bir gerekçesi vardır.
Şimdi uymadıkları kanun maddelerini yazalım:
298 sayılı kanunun 77. Maddesi:
“Sandık kurulu, and içme, sandığı yerleştirme, kapalı oy verme yerini düzenleme işlerini bitirdikten sonra, hazır bulunanlar önünde, birleşik oy pusulalarını sayar, her birinin üzerine, sandık kurulu mühürünü basar, böylece üzerinde sandık kurulunun mühürü bulunan birleşik oy pusulalarının sayısını tesbit eder. Birleşik oy pusulası kullanılmayan seçimlerde, ilçe seçim kurulu başkanından teslim alınan ve ilçe seçim kurulu başkanlığı mühürünü taşıyan özel zarfları sayar, her birinin üzerine sandık kurulu mühürünü basar, böylece üzerinde biri ilçe seçim kurulunun, diğeri sandık kurulunun mühürleri bulunan çift mühürlü özel zarfların sayısını tespit eder.”
Yoruma gerek var mı? Ama tekrar vurgulayalım ; “mühürünü basar” diyor kanun, basabilir değil, “BASAR”!
298 sayılı kanunun 101/1-3 Maddesi: Arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan, … birleşik oy pusulaları geçerli değildir.”
Tekrar vurgulayalım; Arkasında sandık kurulu mührü bulunmayan birleşik oy pusulaları GEÇERLİ DEĞİLDİR. “Geçerli sayılabilir” değil, “YSK karar verir” değil, açık ve net; GEÇERLİ DEĞİLDİR.
Kanun bu kadar açık ve kesinken, YSK gerekçesini iki gün sonra duyurduğu bir karar verdi. Bununla sandık kurulu mühürünü taşımayan oy pusulalarının geçerli sayılacağına karar verdi.
Doğal olarak bireysel vaka ve itirazlarla ilgili olarak tartışmalı durumlarda karar verebilir. İşte Mühürün yanlış yüzeye basılması, mürekkebin taşması böyle bir karardır.
Ama mühür yoksa, genel bir kararla “geçerlidir” demesi açıkça kanunu çiğnemektir.
Bu kararın hukuksuzluğunu madde madde yazmaya çalışacağım:
1- Bu madde yani pusulanın arkasının mühürlü olması şartı, doğrudan sahte pusula ve zarf kullanımının önüne geçilmesi kadar o pusulanın o sandıkta kullanıldığını garanti etmek için getirilmiştir. Pusulaların filigranlı olması sadece doğrudan sahte pusula basılması yoluyla yapılan sahteciliğe bir yere kadar engel olabilir. Kaldı ki filigran haricinde çok daha yüksek güvenlikle basılan banknotların bile taklit edildiği günümüzde filigran tek güvenlik gerekçesi oluşturmaz.
Her seçim/referandumda zarf ve pusulaların 400’lü paketlerle gönderme zorunluluğu nedeniyle nerede ise seçmen sayısının üçte biri kadar fazla pusula basıldığı gözetilirse, ancak kullanılmayan zarf ve pusulaların tam bir envanteri çıkarıldıktan sonra usulsüzlük iddiası filigran üzerinden değerlendirilebilir.
Filigran ve sair güvenlik önlemleri (teslim zinciri, kurullardaki parti temsilcileri vs.) yeterli olsaydı ayrıca mühür şartı getirilmezdi. Özetle pusula gerçek olsa bile seçmenin oyunu o sandıkta kullanıldığının garantisi mühürdür.
2- YSK Başkanı’nın ilk açıklaması, “dışarıdan getirilerek kullanıldığı kanıtlanmadığı sürece” mühürsüz oyları geçerli sayacakları yolunda oldu. İşte sandık kurulu mühürü şartı bunun için var. Şimdi sormak lazım sayın YSK’ya; Bir seçmen olarak ben nasıl kanıtlayacağım bunu? Verin oy pusulalarını kriminal laboratuvara inceleteceğim dersem verecek misiniz? Onlarca video toplu mühür basma vakasını gösterdi. Tek birisini incelemeye aldınız mı? Kim, nasıl kanıtlayacak söyler misiniz? Yanımızda adli bilirkişi mi taşıyalım?
3- YSK başkanı gerekçeli karar açıklanmadan ikinci bir iddiada bulundu; “Vatandaşa verilen, akşamdan beri tartışmaya konu olan, geçersiz olduğu ileri sürülen oy pusulaları ve zarfları; YSK tarafından imal ettirilen, gerçek, doğru, sahte olmayan oy pusulası ve zarflardır. Sahte olan oy pusulası ve zarf, zaten geçerli değildir. Kimsenin herhangi bir şüphesi yok” .
Anladık milletin en az yüzde 49’unun “şüphesini” duymamış! Ya da “kimse” saymıyor! Peki bu pusula ve zarfların hangileri olduğunu nereden biliyor? Çünkü aynı açıklamasında “Biz, şu anda itibariyle bin midir, 5 bin midir, 10 bin midir, 20 bin midir; gerçekten bilmiyoruz. Bunlar itiraz üzerine yeniden geldiğinde, gelir mi, gelmez mi; onu da bilmiyorum. Bir bakılır. Şu anda ne bizim ne siyasi partilerin kaç tane böyle oy var, onu bilmemiz mümkün değildemiş! O zaman sahte olup olmadığını nasıl incelediniz?
4- Arka arkaya kısa aralıklarla seçimler yaşadık. Tüm partilerin yanında, Hayır ve Ötesi, Oy ve Ötesi gibi oluşumlar ve örgütlü olmayan yurttaşların farkındalığı bu kadar fazla iken, verilen onca eğitim ve genelge varken, bu kadar yaygın mühürsüzlük ve eksik ya da fazla zarf pusula vakası olağan değil. Henüz itiraz gelmeden YSK’ya başvuru yapanın AKP’li temsilci olması, aşağıdaki senaryoları akla getirmektedir:
a-) Mühürler kasıtlı olarak basılmadı. Böylece ‘Hayır’ çıktığında aynen 2014 Yerel Seçimlerinde Bitlis Güroymak’ta olduğu gibi iptal ettirilme alternatifi rezerv tutuldu.
b-) Doğrudan doğruya her sonucu tartışmalı hale getirmek.
Her halükarda bireysel ya da arızi olmadığı anlaşılan sayı ve yoğunlukta vaka söz konusudur. Ancak YSK’nın kararı ile birçok yerde mühürlerin sonradan basılarak ikmal edildiği bu haliyle gerçek boyutun ölçülemez hale geldiği anlaşılmaktadır. Bu bile başlı başına bir şaibe ve iptal nedenidir.
5- Bu referandumda çok fazla başkası yerine oy kullanma vakası da oldu. Bu gibi durumlarda asıl seçmen oy kullanamadı. Ankara milletvekilimiz Ali Haydar Hakverdi yerine oy kullanan bir kişi imza aşamasında tespit edildi. Madem gerekçe de belirtildiği gibi; “Sandık seçmen listesinde yazılı herkesin oy kullanma hakkı bulunmaktadır. Anayasanın 67 ve 90/5. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No.lu Protokolün 3. maddesi birlikte değerlendirildiğinde, sandık kurullarının hata veya ihmali sonucu mühürlenmeyen oy zarfı ve oy pusulası ile kullandırılan oyların geçerli kabul edilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.” Ve madem ki “sandık kurullarının görevini yapmamaları seçmenin hakkını kullanmasına engel olamaz”, o zaman yine soralım sayın YSK’ya: Yerine oy kullanılan seçmenin günahı ne? Neden onlarında oy kullanabileceğine dair bir karar vermediniz?

Ne yapılmalı?
Toplumun nerede ise yarısı bu seçime hile karıştırıldığına dair kanaati tamdır. YSK bu güvensizliği ortadan kaldırmak zorundadır. Mühürsüz pusulaların geçerli sayılması yalnızca gerekçelerden birisi. Ortaya dökülen görüntüler, tehditle oy kullanma vakaları, özellikle Güneydoğu’da müşahitler ve parti temsilcileri olmadan yapılan sayımlar, mükerrer oy kullanmalar, toplu oy kullanma görüntüleri, vs. Bu kadar önemli değişiklikler bu kadar şaibeli bir referandumla yapılırsa ölü doğar. Zaten alabildiğine hukuksuz, gayri adil bir propaganda süreci bu değişikliğin “meşruiyetini” önemli ölçüde sakatlamıştı.
Yüksek olasılıkla YSK Başkanı kendisine güvenilmesini bekliyordur. Ama kusura bakmasın bugüne kadar yaptıkları, Fethullahçıların yargıya egemen olduğu dönemde yaptığı görevler ve hakkında bir FETÖ itirafçısının beyanları bu güveni duymamıza engel. Hukuk katledilirken sesini duymadık hiç. Kurumsal güvenden de bahsetmeyin bize. İşte KPSS sınavları.
Çok daha basit usulsüzlük iddialarıyla Avusturya Anayasa Mahkemesi 2016 başkanlık seçimlerini iptal etmişti. Bu şaibeyle devam edilemez. Bu iddia edildiği gibi bir mızmızlanma ya da yenilgiyi kabullenmemek değil.

Yapılması gerekenler:
Öncelikle tam kanunsuzluk nedeniyle referandumun iptali gerekir. Raporlanan usulsüzlükler hakkında etkin bir soruşturma başlatılıp, örgütlü bir girişim olup olmadığı, sahte materyal kullanılıp kullanılmadığı, toplu mühür basılıp basılmadığı, gizli sayım yapılıp yapılmadığı ortaya çıkarılmalıdır.
Haa diyorsanız ki bize ne sizin güveninizden, meşruiyetten o zaman hepimizi zor günler bekliyor demektir.

İlhan Cihaner / BİRGÜN


Erdoğan’ın meşruiyet krizi - Nilgün Cerrahoğlu

16 Nisan referandumu Erdoğan iktidarının uluslararası meşruiyetine son darbeyi indirdi.
Darbelerin ilki Gezi ile gelmişti.
İkincisi 15 Temmuz’un ardından dumur etkisi yaratan kitlesel işten çıkarmalar, tutuklamalar ve basına tırmandırılan baskılarla yaşandı.
Sonuncusu, OHAL’de gerçekleştirilen “rejim referandumunun”, dünyanın gözleri önünde kayda geçen kirli sonucu oldu.
“New York Times” bu büyük aşınma sürecini kısaca “Erdoğan’ın meşruiyeti, uluslararası gözlemcilerden gelen seçim usulsüzlükleri iddialarıyla daha da sarsıldı” diyerek ifade ediyor.
YSK’nin “mühürsüz oy” açıklamasını ve “kıl payı zafer”i izleyen saatlerde dünya liderleri sessizliğe gömüldü.
“Atı alan Üsküdar’ı geçti” ifadesiyle kendi kendine gelin güvey olan RTE’yi öncelikle yalnız Azerbaycan, Katar, Bahreyn, Gine, Cibuti, Pakistan “tebrik” etti.
AB, “AGİT raporunu bekliyoruz!” demekle yetindi.
 
Merkel ağzının içinde, “Sonuçlar Türk halkının bölündüğünü gösteriyor” babında bir şeyler geveledi. 
 
Trump’ın telefonu ise bir gün sonra geldi. RTE bunu CNN International’dan heyecanla ilan ederken o da ne? Beyaz Saray’dan soğuk duş gibi bir açıklama ile; “Görüşmenin amacı referandum sonuçları değil, Suriye gibi ortak konuları konuşmaktı. ABD’nin çıkarları için (eli mahkûm?) bazı ülkelerle çalışmak zorundayız” dendi.

Tavşana kaç tazıya tut
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Kulakları sağır eden bu sessizliklerin, nalına mıhına açıklamaların, gerdan kıran, bel kıvıran bu dansöz hareketlerinin anlamı ne?
Trump’tan başlayalım...
Trump’ın asla ve kata “demokrasi” gibi bir davasının olmadığını biliyoruz. Olsaydı Beyaz Saray’da ilk ağırladığı Müslüman liderlerden biri Sisi olmazdı...
Trump, referandum sonrasında belli ki Ankara’yı, Ortadoğu satrancında Putin’e kaptırmak istemiyor.
Moskova ve Washington arasında Türkiye üzerinde süregiden çekişmenin ne kertede önem taşıdığını, Putin’in de atik tetik biçimde Trump’ı izleyen saatlerde Erdoğan’ı aramasından anlayabiliyoruz.
Bu durumda bir yanda dünyanın kucağının ortasına bırakılmış referandumu çok açıkça “şaibeli ve meşruiyetten uzak” bulan AGİT açıklamaları var. Öte yanda “tavşana kaç tazıya tut” diyen dünya liderleri.
16 Nisan “meşruiyet sorunsalını” herkes biliyor ama AGİT dışındaki bütün uluslararası aktörler halen ya ıslık çalma modunda tavana bakıyorlar, ya birbirlerinin attıkları adımları izliyorlar.
Trump ile Putin bir yanda.. Avrupa öte yanda...

Trump RTE ile AB’yi böler mi?
Uluslararası düzen o kadar büyük belirsizlikler içinde ki Trump’ın “telefon hamlesi”ni, demokrasi konusunda daha hassas olan Avrupa’yı bölmek için devreye soktuğunu iddia edenler bile çıkıyor.
Bu görüştekiler, “Brexit” başta olmak üzere AB’yi bölmek için her fırsatı değerlendiren Trump’ın.. Erdoğan’ı da, Avrupa’yı bölmek için kullanmaktan çekinmeyeceğini ileri sürüyorlar.
Avrupa kamuoyunda farklı görüşler ortaya çıkıyor.
Konunun “meşruiyet” yönüyle fazla meşgul olmayıp; “Türkiye Erdoğan’la çoktan bir Ortadoğu ülkesi olmuştu. Başka ne beklenirdi ki? Biz kendi çıkarımıza bakalım” diyen muhafazakârlarla, Türkiye’de yatırım yapan iş çevreleri karşısında; yüzde 49’un Türkiye’deki demokrasi mücadelesini hassasiyetle önemseyen ve ciddiye alan sol kesimler var.
İtalya’nın tanınmış sol siyasetçilerinden Pierro Fassino’nun bu bağlamda “Unita” gazetesinde kaleme aldığı “Biz ve eğilmeyen demokratik Türkiye” başlıklı yazısından satırlarla bitiriyorum bu yazıyı:
“Bilinmeli ki, bu yalnız Türk yurttaşlarını ilgilendiren bir mücadele değil. Türkiye’nin jeopolitik konumuna göz atmak, bu ülkenin Avrupa, Akdeniz ve Ortadoğu’nun istikrarı için ne denli önemli olduğunu anlamaya yeter. AB’nin bu ülkeye karşı bir sorumluluğu var. Otokrasiye boyun eğmeyen, özgürlük, laiklik, demokrasi ve hukuk devletine dayalı bir toplumda yaşamak isteyen, bakışını Avrupa’ya doğrultan Türkiye öyle küçük bir azınlık değil, koskoca ülkenin yarısı. O Türkiye’nin yanında durmak ve yalnız bırakmamak boynumuzun borcudur.”

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Beklenen oldu! - ERGİN YILDIZOĞLU

Siyasal İslamın tek adam saplantısı, realiteyi kavramaktaki kronik yetersizliği, beklenen sonucu yarattı, AKP dayattığı referandumu yüzüne gözüne bulaştırdı. 

‘Ya devlet başa...’
AKP liderliği ülkede, İslamcı otoriter bir tek adam rejimi kurmak istiyordu. Ancak, toplumun yarısı bu projeye kesinlikle karşıydı. AKP liderliği geldiği eşikte, toplumsal koşulların ne kadar kritik olduğunu kavrayamadı; “Ya devlet başa ya kuzgun leşe”, “zorlarsam aşarım”, “kapıp kaçarım” diye düşündü.
AKP liderliği ve siyasal İslam, arzusunun arkasına iradesini koydu, tüm olanaklarını harekete geçirdi. Muhalefeti susturdu, sokaklarda bastırdı, ülkede yalnızca “Evet” seçeneğinin duyulur, görülür olmasını sağlamak için devleti, güvenlik güçlerini, medyayı, siyasal İslamın toplumsal örgütlenmesini kullandı. Projesine karşı olanlara fiziki ve simgesel şiddet uygulamaktan çekinmedi. Oy verme işlemi boyunca da bu tutumunu, yasaları yok sayarak devam ettirdi. Sonunda, daha kesin sonuçlar belli olmadan, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek zaferini dayattı. Ancak, bu dayatma realitenin, içindeki toplumun yüzde ellisi gibi, “ufak” bir ayrıntıya takıldı. 

Silkinmek gerekiyor...
Bu yüzde 50’ye liderlik etmesi gereken ana muhalefet partisi CHP’nin durumu da parlak değildi. CHP, referanduma giderken AKP liderliğinde siyasal İslamın kurduğu “oyuna”, meşruiyetini sorgulamak yerine, katılarak yüzde 51’le bir diktatörlüğün kurulabileceğini kabul etmiş oldu. CHP liderliği AKP’nin kararlılığını, yasa tanımazlığını azımsadı, böyle kampanya sürdüren bir akımın sandıkta yapacaklarını hesaplayamadı, taraftarlarında bir düş kırıklığının önkoşullarını hazırladı. Referandum gecesi AKP’nin zaferini oldubittiye getirmeye, adeta bir darbe yapmaya başladığı sırada, Taksim Meydanı’ndan bildiren bir BBC muhabiri, “Bu koşullarda muhalefetin çoktan buraya inmiş olması gerekirdi. Bir kişi bile yok” diyecekti. 
 
Geçmişte, CHP liderliğinin, siyasetin ve gücün dinamiklerini kavramaktaki yetersizliğine birçok kez tanık olduk. Her sandık deneyiminden yenilgiyle çıkan, bu yenilgilerden bir şey öğrenemeyen bu liderliğin, bu kez, ülkenin bu son derecede kritik momentinde, bu yetersizliği aşması, bir imkânsızı gerçekleştirerek silkinmesi, bu “sonuçlar meşru değildir” savının sonuna kadar arkasında durmaya hazır olduğuna muhalefeti inandırması gerekiyor. 
 
Bu kararlılık isteyen zor bir görevdir, ancak olanaksız değildir. Referandumun hemen ertesinde, “hayır” cephesinde, CHP liderliğinin isterse dayanabileceği bir toplumsal direniş hareketi ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu, günümüz kapitalizminin en eğitimli, üretken, dinamik ve özgürlükçü kesiminin hareketidir. Dünyanın başka ülkelerinde tanık olduğumuz gibi, bu hareket momentum kazanarak enerjisini yoğunlaştırabildiğinde, toplumsal irade düzeyine yükseltebiliyor, siyasi dengeleri radikal biçimde değiştirebiliyor. CHP liderliği, kararlı ve cesur davranabilir, hem referandumun meşruiyetini, hem de sonuçların yasallığını güçlü bir biçimde sorgulayabilirse, bu hareket, yalnızca referandum sonuçlarını değil, siyasal İslamın iktidarını da geriletebilecek bir momentum kazanabilir.. 
 
AKP’nin ülkeye istikrar getirme şansı artık yoktur; Financial Times’ın da vurguladığı gibi, “ülkenin yarısını artık kesin olarak kaybetmiştir”. Washington Post’un “çirkin zafer” olarak nitelediği bu durum, Le Monde’un deyimiyle ülkeyi yönetilemez noktaya getirmiş, bir gerileme sürecine sokmuştur. Zeit de “Cumhuriyet öldü” saptamasının ardından soruyor: “Erdoğan kazandım dedi”, “gerçekten kazandı mı” diye soruyor. Şimdi, muhalefet üzerindeki baskı ve devlet terörü kaçınılmaz olarak artacaktır. Buradan nereye gidileceği şimdilik belirsizdir! CHP liderliğinin tutumu gidilecek yolun yönünü belirleyebilir.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

19 Nisan 2017 Çarşamba

Atı alan… - L. DOĞAN TILIÇ

Referandumdan önceki son yazıda, “Yarından sonra ne olacak?” diye sormuş; Evet çıkarsa balkona çıkılacağını ve balkondan demokrasi öpücükleri atılacağını, hemen sonra balkondan inilip; “OHAL’e devamda fayda olduğu söylenecek, KHK’lar peş peşe gelecek. Parti devleti’ni tahkim edecek düzenlemeler birbirini izleyecek. Referandum öncesi bol keseden verilenler zamlarla geri alınacak. Daha ne kadar kaldıysa, akademide, medyada ‘istikrar’ı bozanlara yol verilip, kimileri ta Silivri’ye kadar yollanacak…” demiştim.

Balkona Başbakan çıktı, ama asıl balkon konuşması balkonu ona bırakan Başkan’dan geldi. Zafer ilan ettikten ve rakamları zafere uygun yorumladıktan, özellikle Güneydoğu’da yükselen oylarına vurgu yapıp yepyeni bir dönemin başladığını müjdeledikten sonra, sonuçları sorgulayan “aç tavuk”lara “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diye sert çıktı. Konuşması, özgüvenle çıkılan balkonlardakinin tersine sertti. İdam ve Batı ile ilişkiler konusunda kampanya çizgisini sürdürdü.

Balkondan inilince gelen sertlik gecikmeyecek gibi!
Her seçimin matematiği oluyor; bir öncesinde bir de sonrasında yapılan. Referandum öncesi matematiğe sarılanlar; 1 Kasım 2015’te yüzde 85 katılım olduğunu ve AKP+MHP+BBP oylarının toplamının 29 milyona yaklaştığını göstererek Evet’i garanti sayıyorlardı.
Referandum sonrasının basit matematiği de Evet’in kazandığını gösteriyor. Başkan da o matematikle yeni sisteme 25 milyon vatandaşın “Evet” dediğini, böylece “Atı alanın Üsküdar’ı geçtiğini” söyledi.
Bir başka basit hesap, Üsküdar’da attan düşüldüğünü de gösterir!
Üsküdar biraz dursun, ülke genelinde 29 milyona yaklaşan oydan 25 milyona gerilediğinden Evet bloku kendi içinde dışarıya konuştuğundan farklı konuşacaktır.
Atı alan”la anılan Üsküdar’ın farklı bir anlamı var. Erdoğan’ın evi orada ve muhafazakâr seçmenin yoğunlukta olduğu bir yer. İşte o Üsküdar’da, 1 Kasım’a kıyasla yüzde 10’dan fazla oy kaybetti AKP+MHP.
1994’ten beri sürekli kazandığı İstanbul’u kaybetti. AKP ve MHP'nin belediyelerini kazandığı İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin, Adana, Denizli, Balıkesir, Manisa, Bilecik gibi kentlerde HAYIR öne geçti.
Üretim ve eğitim düzeyi yüksek, ihracat yapan, dışa açık kentlerde HAYIR öne geçerken; sanayileşmesi geri, içine kapalı, eğitim düzeyinin düşük olduğu kentlerde Evet kazandı.
Sosyolojik olarak bakınca; “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” değil, “atı alanın Üsküdar’da düştüğü” de söylenebilir.

Normal bir siyasal akıl, her iki vatandaştan neredeyse birinin karşı çıktığı radikal bir değişimin zorlanmasının doğru olmayacağı sonucuna varır ve gerginlik politikalarından hızla uzaklaşır. Ne AKP’nin bugüne kadarki pratiği, ne de hemen referandum sonrası söylenenler buna işaret ediyor.
O yüzden AKP’ye yakın kimileri; “Mevcut modelin, hayli geniş olduğu görülen ‘Hayır’ kampını da müsterih kılacak düzenlemelerle ilerlemesi, bir seçenek değil artık, zorunluluk. Türkiye'nin yarısından az fazlasının oyunu almış, ama yarıya yakınının onayını almamış model, kendisine esneklik kazandıracak yollarla desteklenmezse, güç ve istikrar ulaşılabilir hedefler olmaktan çıkar” diye uyarıyor.
Türkiye, bu referandum sonucuyla, iktidar açısından yönetilmesi çok daha zor bir ülke haline geldi. Alışkanlığı da; zoru, zora sarılarak aşmaya çalışmak!

Referandum öncesi son yazımda, Hayırcıların asıl kazancı çok farklı kesimlerin rengârenk yürüttükleri kampanya sürecinin öğrettikleri ile Gezi’nin öğrettiklerini harmanlayarak “Daha nitelikli ve uzun soluklu bir örgütlenmeyi başarmaları olacak” demiş ve “Bunu yapabildiklerinde, önlerine eskisinden daha güçlenmiş bir şekilde bakabildiklerinde, her ne olursa olsun hayırlısı’ olmuş olacak!” diye noktalamıştım.
Şimdi tam da o noktadayız: Gezi’nin kazandırdıkları ile Hayır kampanyasının kazandıklarını birleştirerek, zorun karşısına daha güçlü bir demokrasi ve özgürlük talebiyle çıkılabildiğinde, atı alıp Üsküdar’ı geçenin kim olduğu daha net görülecek!


L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Herkesten yeteneğine göre memleketin ihtiyacına göre - HAYRİ KOZANOĞLU

Öncelikle tüm olumsuz koşullara, baskı ve yıldırmalara karşı canlı ve kararlı bir “HAYIR” kampanyasına emek harcayan, destek veren, yürek koyan, dayanışma gösteren tüm yurttaşlarımıza teşekkür borçluyuz. Sokakta HAYIR’ın sesini duyuranlar, sosyal medyada yaratıcı ve muzip mesajlarla kampanyaya renk katanlar, ileri yaşına rağmen hasta yataklarından koltuk değnekleri, tekerlekli sandalyeleriyle sandık başına koşanlar sayesinde yarın için umudumuzu muhafaza edebiliyoruz. Bu süreçte, “herkesten yeteneğine göre” katkı geldi, “memleketin ihtiyacına göre” bir kampanya başarıldı. Dostluğun, neşenin, mizahın, dayanışmanın, iyiliğin, güzelliğin, eşsiz bir örneği sergilendi. Gezi günlerinin kulağı çınlatıldı.

16 Nisan bir kez daha RTE’nin artık bu ülkeyi “rıza ve onay” temelinde yönetemeyeceğini gösterdi. Bundan sonrası zor, baskı ve hukuksuzluk, giderek de meşruiyetin kaybıdır. Zaten, önce halkın kaba taslak yarısının muhalefet ettiği bir rejim değişikliğini dayatıp, sonra da demokrasi iddiası taşıyamazsınız. İnsanlığın ortak değerlerine sırtını dönmüş, “din, mezhep ve baskı” temelinde şekillenmiş başarılı bir ülke örneğine de rastlayamazsınız. Seçmenine baş vaadi, “idam cezasını hortlatmak” olan bir başkanla uygar ülkeler arasında kendinize yer edinemezsiniz.

Göreceksiniz, “vergi affı, prim ertelemesi, bol kepçe kredi” benzeri ekonomik rüşvetlerin önümüzdeki günlerde acısı çok ağır biçimde çıkacak. Kredi Garanti Fonu’ndan saçılan 111 milyar TL’nin hazineye olası zararının faturası emekçi sade yurttaşımıza kesilecek. Döviz önce biraz sakinleşip, sonra tekrar yükselecek. Turizm belini doğrultamayacak, işsizlik ve enflasyon tek hanelere inemeyecek. Faiz düşmeyecek, tatminkar bir büyüme sağlanamayacak. Hepimiz tanık olacağız, 2019 başkanlık seçimine berbat bir ekonomik tabloyla gidilecek.

Türkiye ekonomisinin belli başlı sinir merkezlerinin neredeyse hiçbirinden onay sağlayamayan bir anayasal garabet, yatırımları ve üretimi canlandıramayacak. İstanbul, Ankara, İzmir başta gelmek üzere, Bursa hariç, belli başlı üretim merkezlerinden vize alamayan bir düzenleme, Türkiye’yi ileri taşıyamayacak. Sırf İç Anadolu ve Karadeniz’in desteğiyle koca bir ülke yönetilemeyecek.

16 Nisan sürecinde lider arayışına girmedik, gerçek öznenin kendimiz olduğunun farkına vardık. Farklılıklarımızı değil, ortak noktalarımızı öne çıkarmayı başardık. Şimdi moralimizi bozmayalım, yılgınlığa kapılmayalım; daha güçlü, daha kararlı, daha örgütlü biçimde “önümüzdeki maçlara” bakalım. Maç seçen futbolculardan olmayalım, 16 Nisan şevkini ve dinamizmini her politik kavşakta sergileyelim. Son tahlilde kazananın ilerici, Aydınlanmacı, laiklik yanlısı değerler olduğunu; ülkeyi gericiliğe teslim etmemenin bizim mücadelemize bağlı bulunduğunu bir an bile akıldan çıkarmayalım.

Çevremizde havlu atan, umudunu yitiren, depresyona davetiye çıkaran arkadaşlarımıza sahip çıkalım, çarenin direnmekte olduğunu hatırlatalım. “Evet” yanlısı büyük menfaat ağlarının uzağında sade yurttaşlarımıza da, bıkmadan, usanmadan bu yolun çıkmazını anlatalım. Daha küçük birimlerde okul, işyeri, mahallede referandum sürecinde yakaladığımız ilişkileri derinleştirelim. Yine neşeli şarkılarla tebessümü yüzümüzden eksik etmeyelim, onları mizahla tiye almaktan geri durmayalım ; zorbalıkları teşhir etmeyi de aksatmayalım. TBMM kadük olduysa, kendi “meclislerimize” kıskançça sahip çıkalım, doğrudan demokrasinin en gelişkin örneklerini yaratmayı kendimize görev edinelim. BirGün’ü ayakta tutmak için eskisinden daha fazla özveriye hazır bulunalım.

Gerçekçi olalım. Koşullar bize köşemize çekilme, siyasi mücadelenin dışında mutlu mesut bir yaşam sürme olanağı da tanımıyor. Tüm liyakat kanalları tıkanmış, bilgi, beceri, emek, gayret para etmiyor; cemaat, tarikat, Saray “network”ü nün dışında kalanlara tüm kapılar kapanıyor.Ne basın, ne üniversite, ne de sendika hiçbir korunaklı alan bulunmuyor. Kılığımızı, kıyafetimizi, yaşantımızı, içkimizi, inancımızı belirlemeye kalkan bir zihniyet, bizi OHAL koşullarında KHK’lerle kuşatıyor.

İnanın 16 Nisan’da kazanan biz olduk, yeter ki bunun ayırdına varabilelim. 17 Nisan’dan başlayarak mevzilerimize sahip çıkarsak bu ablukayı dağıtabiliriz. Bu saatten sonra onlar bizim safımızdan , toplumun kaba taslak “cesur yürekli” yarısından tek bir kişi bile ayartamazlar.Halbuki “öteki cenahta” bizim kazanacağımız çok sayıda genç, emekçi, kadın var. Yeter ki buna inanalım.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN