Amiral gemisinin batışı - L. DOĞAN TILIÇ

Hürriyet’in “Türk basının amiral gemisi” sıfatına hiç itirazı olmayanlar bile, epeydir geminin su almakta olduğunu söylüyordu. “Canlar alan” şu “Karargâh Rahatsız” fırtınasından sonra “battı” derseler haksız sayılmazlar.

Konuyu biliyorsunuz; 25 Şubat tarihinde “7 ELEŞTİRİYE 7 YANIT” manşetiyle çıkan gazete, iç sayfadaki haberine de “KARARGAH RAHATSIZ” başlığını atmıştı.

Galiba haber şöyle oluşmuştur: Son zamanlarda muhalefet kaynaklı ve doğrudan Genelkurmay Başkanı’na yönelik eleştirilerden rahatsız komutanlar bir gazeteci ve gazete seçmişlerdir. Sürekli cumhurbaşkanı ile geziyor, darbe sanığı Dişli ile villa arsası aldı, Akit’e başsağlığı diledi, Amerikalı generalin ayağına gitti, Çuvalcı generalden madalya aldı, Kardak’a turistik gezi yaptı iddialarına cevap vermiş, araya da “orduda başörtüsü serbest bırakılırken bizden görüş alınmadı” gibi hükümetin üzerine alınacağı bir şey ekleyip “yaz gazeteci” demişlerdir! Kısacası, Genelkurmay, Hürriyet üzerinden tipik bir halkla ilişkiler operasyonu yapmış!

Zaten resmi açıklama ile de yazılanların tümünün kendi “bilgilendirme”lerine dayandığı, yalnızca “Karargâh Rahatsız” rahatsız ifadesinin kendilerinden çıkmadığı belirtilerek haber doğrulandı.
Aslında haberde ve haberin birinci sayfadaki manşetinde hükümeti rahatsız edecek bir şey yok. Hükümetle arayı bozmamak için canını dişine takmış olan ve iktidarın en küçük salvosunu bile kurban vererek savuşturmaya çalışan Hürriyet’in “hükümete çakmak” gibi bir motivasyonu olabileceği de düşünülemez.

Tersine, haberi yaparken habercilik dışında bir motivasyon olmuşsa, o da ancak iktidarla olağanüstü uyum içinde olan Genelkurmay Başkanı’nı savunarak göze girmeye çalışmak olabilir.
Sonuçta, gideceği epeydir konuşulan Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin ve onunla birlikte iç sayfa sorumlusu editörler gitti. Hükümet de, tıpkı 15 Temmuz’u bir fırsata çevirdiği gibi, pek riski de olmayan haber başlığını, tam da referandum öncesinde ve 28 Şubat’ın yıldönümünde safları sıklaştıracağı bir fırsata dönüştürdü.

S. Ergin gibi deneyimli ve diplomasi birikimi olan bir gazetecinin “Genç Subaylar Tedirgin” manşetini unutarak “Karargâh Rahatsız” ifadesini kullanacağına ihtimal vermem. Zaten genel yayın yönetmenleri genellikle birinci sayfaları hazırlarlar ki, oradaki “7 ELEŞTİRİYE 7 YANIT” manşeti tam da S. Ergin’lik.

Komplocu spekülasyonlarla, S. Ergin’e rağmen içeride tam da hükümetin kullanımına uygun bir başlık atılarak, hem referandum öncesi AKP’ye malzeme verildi hem de Ergin uzaklaştırılarak bir başka iktidar talebi karşılandı diyecek değilim.

Derdim gazetecilik açısından karşı karşıya olduğumuz felaket: Bir siyasi otorite (bu durumda Cumhurbaşkanı) bir gazetenin manşetini “terbiyesizlik”, “seviyesizlik”, “densizlik” olarak niteliyor ve “bedelini ağır ödeyecekler” diyor.

Bu öfke, olayı fırsata dönüştürme niyetinden kaynaklanmıyorsa, iktidar kanadında hala ağır bir darbeye hedef olma korkusu var demektir.

Önce haberini savunmaya çalışan gazete, Cumhurbaşkanı’nın öfkeli çıkışı karşısında geri basıp özür diliyor ve kurbanlar vererek gazaptan kurtulmaya çalışıyor. Salı günü “Konuşsanıza Hulusi Paşa” başlıklı köşesinde, “‘Karargâh Rahatsız’ haberi 28 Şubat türü bir haber mi?” kritik sorusuna “ilgisi yok” diyen yazar, dün “bu başlık darbeyi anımsattı” diyerek geminin suya indirilen yelkenleri yanına çöküyor!

Bir gazete, içeriği kaynak tarafından doğrulanan haberine o içeriğe de uygun bir başlık atabilme hakkından vaz geçiyor! Tut ki hata, “özür” ve “üzgünüz” demekle kalmayıp kurbanlar veriyor!
Bir grup “gazete” de; “Bedelini ağır ödeyecekler”, “Atılan manşet terbiyesizlik, seviyesizlik”, “Çirkin Başlık”, “Bu ne densiz yaklaşım” gibi manşetlerle, çoktan iktidara teslim ettikleri manşet hakkı üzerine tüy dikiyorlar!

Sadece amiral gemisinin batışı değil, gazeteciliğin ölümü bu!


Bize düşen de; bir gazetenin, iktidarın Twitter hesabı gibi manşetlerle yol almayı batmamak sanmasına HAYIR demek!

 L. DOĞAN TILIÇ /  BİRGÜN

Deniz Gezmiş 70 yaşında - NAZIM ALPMAN

Deniz Gezmiş Türkiye Devriminin en güzel 100 metresini en hızlı koşan delikanlıydı. Büyük şair Can Yücel, “Mare Nostrum” (Bizim Deniz) şiirinde böyle diyordu Deniz Gezmiş için…
Türkiye gibi siyaset sahnesinde nefes alıp veren ölülerin çok olduğu bir ülkede Deniz Gezmiş olabilmek hiç de kolay ulaşılabilecek bir yer değildi.


28 Şubat 2017 gecesi Kadıköy  Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi’nde Deniz Gezmiş’in 70. doğum günü kutlandı.
Organizasyon resmi olarak Deniz Gezmiş Bağımsızlık ve Özgürlük Vakfı tarafından düzenlenmişti. En önemli partneri ise Kadıköy Belediyesiydi.
Böylesi işlerin görünen ve görünmeyen kahramanları vardı. Ancak bu gece Deniz Gezmiş dostlarının tam bir ortaklaşa çalışmasıyla kotarılmıştı.
Deniz Gezmiş yakın arkadaşları Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte katledildikleri 6 Mayıs 1972’den bu yana geçen 44 yılda ölmek ne kelime özgürlük rüzgarı olarak ülkenin üzerinde esmeye devam ediyorlar.
Deniz Gezmiş 70 Yaşında gecesi biletli bir organizasyondu. Gecenin geliri Deniz Vakfı tarafından tahsil hayatına devam eden öğrencilere verilecekti.

•••
Gecenin sunuculuğunu Sunay Akın yapıyordu. Sunay muhteşem bir araştırmacı ve hikaye anlatıcısı olduğunu bir kez daha gösterdi. Öylesine uzak ve derinlerde kalan tarihi gerçekler ile Deniz’i bir araya getirdi ki, hepimizin ağzı bir karış açık kaldı!
Mesela 1800’lerin ikinci yarısında esir düşmüş bir Osmanlı askerinin kibrit kutusunun içine sığacak büyüklükte yazdığı anılarından Deniz Gezmiş’in büyük babasını çekip çıkarttı. 1960’larda Sivas’tan İstanbul’a kamyonla gelen Gezmiş ailesinin hikâyesini; Türkan Şoray ve Kadir İnanır ile birlikte başrolünde “kamyon” olan Selvi Boylum Al Yazmalım filmine bağladı. Sonra da bu filmin efsanevi fon müziğinin bestecisi ve icracısı Cahit Berkay’ı sahneye davet etti.
Cahit Berkay Moğollar Grubu’nun kurucusu ve halen de lideridir. Cem Karaca ile birlikte çaldı söyledi yıllar boyu… Şimdi oğlu Emrah Karaca ile çalıyor ve söylüyor. O de 1968’den günümüze erişen bir dev müzisyen olarak Deniz’in yanında yer aldı bir kez daha…
Sonra Hayko Cepkin’i sahneye çağırdı Sunay, Cahit Berkay onunla birlikte gençlik rüzgarları estirdi.
Edip Akbayram ise Can Yücel’in o unutulmaz şiirini milyonlara ezberlettiği bestesiyle “Aşk olsun sana çocuk” diyerek bütün yürekleri kabarttı. Edip tevazu sahibi kişiliğiyle yaptığı büyük işlerin altını çizmeden yürüyüp giden bir başka büyük sanatçı olarak Deniz’in yanına çok yakışmıştı.
Hüseyin Turan, Ruhi Su Dostlar Korosu ve Mazlum Çimen eski türkülerimiz ve yepyeni besteleriyle gecenin ruhunu yükselttiler.
Zuhal Olcay bir Livaneli bestesiyle herkesi kendine bağladı. Onun özel sesi ve kendine ait yorumuyla bir başka güzeldi her şiir, her şarkı, her türkü…
Bütün gece durmaksızın bütün sanatçılara Cem Öğretir orkestrası eşlik etti. En küçük bir aksama yaşamadılar, yaşatmadılar.
Sunay Akın birbirinden ilginç Deniz Gezmiş hikayelerini sıralamaya devam etti. En sonunda da idam öncesi “son isteğin nedir?” diye sorulduğunda Deniz’in ağzından çıkan sözleri Sunay aynı onun gibi telaffuz ediyordu:
“Rodrigo’nun gitar konçertosunu dinlemek istiyorum!”

•••
Gecede kısa konuşmalar da yapıldı. Deniz’in kardeşi Hamdi Gezmiş vakıf adına çok kısa bir konuşma yaptı. Avukatı Mükerrem Erdoğan, idam gecesinden bir ayrıntıyı paylaştı:
“Deniz, idam sehpasına doğru yönelirken ‘Hadi bana eyvallah’ diyerek yanımızdan ayrıldı. Bu bir film sahnesi gibiydi.”
Böylesi yiğitlerin hangi cenahtan çıkabileceğini biraz sonra sahneye gelen bu yıl 50. sanat yılını kutlayan Zülfü Livaneli söyledi:
“Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Deniz Gezmiş… Bizim arkamızda bu isimler var. Soruyoruz, sizin arkanız da kim var?”
Türkiye’de siyasi sağ böylesi başkaldıran isimlere sahip değildi. Bu yüzden, başkaldırı hikâyelerine ihtiyaç duyduklarında sola gelip, ödünç şiirler, şarkılar, cezaevi hikayelerini alıp kürsülerden seçmenlerine savuruyorlardı. Çünkü kendilerinde yoktu!
Livaneli “bizim bütün yiğitlerimiz için birlikte söyleyelim” dedi:
“Yiğidim aslanım burada yatıyor!”
Gecenin sonunda bütün sanatçılar ve gecenin hazırlayıcıları sahneye çağırıldı. Olayın orta direği olan Sunay Akın ve onun sağ kolu Can Ersal ilk kez yan yana geldiler. Sürpriz olarak Eşber Yağmurdereli de oradaydı. Ve varlığıyla çok alkışlandı. Sadece Deniz orada değildi. Ya da bütün salondakilerin kalbindeydi:
“Deniz Gezmiş 70 yaşında!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

Türkiye büyük devlettir - ÖZGÜR MUMCU

Başkanlık sistemini getireceği ileri sürülen ancak azgelişmiş ülkelere özgü başkancı sistemi içeren anayasa değişikliğinin savunulacak bir yanı yok. Neresini savunacaksınız? Nasıl savunacaksınız?
Bir devletteki bütün yetkileri tek bir insana vereceğiz ve o insanın herhangi bir şekilde denetlenmesini fiilen imkânsız kılacağız diye oy toplamak zor. Gelgelelim değişiklik aşağı yukarı bunu öngörüyor. Açıkça belli ki değişiklik Tayyip Erdoğan için özel olarak tasarlanmış. 
 
Başkancı sistem kendisine saygısı olan bir devlet için utanç vericidir. Farklı toplum kesimlerinin demokratik bir uzlaşmayla kendini yönetmesi yerine bir “başkan baba”ya ihtiyaç duyulduğunu iddia etmek, toplumu yeterince olgun bulmamak anlamı taşır. Başkancı sistem bu sebeple “milli irade”ye taban tabana zıt, hatta “milli irade”ye en aykırı sistemdir. 
 
Seçildiği süre boyunca başkanın yanılmaz, kandırılmaz, aldanmaz ve hata yapmaz olduğunun da peşin kabulüdür. Öyledir çünkü bu süre boyunca başkanın denetlenmesi ya da hesap vermesi mümkün değildir. Hatta Meclis biraz rahatsızlık verirse OHAL ilanıyla Meclis’in tamamen devreden çıkarılmasının da önünde bir engel yok. “Efendim, Cumhurbaşkanı’nın OHAL KHK’lerini Meclis bir ay içinde karara bağlamak zorunda.” O zorunluluğu kaldıran bir OHAL KHK’sini kim denetleyecek? Anayasa Mahkemesi, OHAL KHK’lerini denetlemeyeceğini çoktan karara bağladı.
“Müslüman aynı yerden sokulmaz” demesine rağmen bir zamanların üstü örtülü koalisyon ortağı cemaat tarafından defalarca kandırılmış bir anlayışın bir daha asla kandırılmayacağını kim ileri sürebilir? Peki, başyaver bile cemaat üyesi olduysa, başkanın yardımcıları arasına cemaat ya da başka bir odaktan birinin sızmayacağını nasıl bilelim? Bilsek de denetleyemeyiz ki. Bu anayasa herkesin elini kolunu bağlayacak. Hatta yurtdışına çıktığında bizzat başkanın kendi bile bir yardımcısı tarafından devre dışı bırakılabilir. 
 
Bu ve benzeri onlarca sebepten dolayı “evet” propagandası basit bir hamasetten ibaret. Siyasi hayatı başkanlığa karşı açıklamalarla dolu Devlet Bahçeli’nin neyi, neden savunduğu zaten belli değil. Defalarca sorduk en fazla sabahlara kadar kendisiyle tartıştığını söyledi. Bundan çıkarılabilecek tek sonuç Sayın Bahçeli’yi daha yeni uykuya daldığı için sabah erken saatlerde arayıp rahatsız etmemek gerektiği oldu. 
 
Bir “evet” panelinde partisinin başkan yardımcısı da neden “evet” dediğini soran birine cevap veremeyip kendisine özel olarak anlatabileceğini söyledi. Kaldı ki aynı kişi daha eylül ayında güçlendirilmiş parlamenter rejimden yana olduğunu söylüyordu. 
 
Sayın Erdoğan hayır oyu verenleri terörist ilan etmek dışında elle tutulur bir açıklama getirmedi. Binali Yıldırım Bey ise başkanlık sisteminin “Erdoğan için değil her doğan” için olduğunu ilan ederek basit kelime oyunları haricinde bir gerekçesi olmadığını defalarca ispat etti. 
 
Şayet bu medya baskısı ve OHAL şartları olmasaydı, “evet” oyu Türkiye referandum tarihinde görülmemiş bir mağlubiyet alacaktı. Muhtemel ki yine mağlup olacak. 
 
Türkiye, millete anlatılamayacak kadar kötü, böyle bir geri kalmış devlet yönetim biçimini reddedecek kadar büyük bir devlettir.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Irak anayasası Binali Yıldırım'ı yalanlıyor - Ahmet TAKAN / Yeniçağ

Çapulcu başı Barzani'nin Türkiye'ye gelişi, Atatürk ve Esenboğa Havalimanlarının gönderine çekilen peşmerge paçavrası ile ilgili meydana gelen haklı büyük tepkilerden devam edelim...
Skandal ötesini savunan Başbakan Binali Yıldırım'ın Salı günkü partisinin grup toplantısında söylediklerini bir kez daha hatırlayalım;
 "Irak anayasasına göre Kuzey Kürdistan Bölgesel Yönetimi özerk bir yapıdır. Parlamentosu, başbakanı, bakanları, ayrı bayrağı vardır ve dünyada bu şekilde tanınır. Türkiye Irak'ın toprak bütünlüğüne sonuna kadar saygı duyar. Irak Anayasası'nın gereği neyse ona da saygı duyar."
Türkiye Cumhuriyeti anayasasını rafa kaldıran iktidarın Başbakanı Yıldırım acaba Irak anayasasını skandala dayanak ederken doğruları konuşuyor mu?.. Hayır!.. Irak anayasasında "Kuzey Kürdistan Bölgesel Yönetimi"ne ayrı bayrak hakkı tanınmıyor.

Irak anayasasının maddelerini tek tek inceleyen Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, YENİÇAĞ'a yaptığı açıklamada, "Başbakan Yıldırım'ın söylemleri gerçeklerle bağdaşmıyor" dedi. Yalım'ın açıklaması şöyle:
"Irak Anayasasının 12. Maddesine göre 'Irak bayrağı, Irak halkının bileşenlerini yansıtacak şekilde yasayla belirlenir.' 13. maddeye göre de 'Irak Anayasası Irak'taki en üst yasa olup, Irak'ın istisnasız her bölgesinde geçerlidir. Anayasayla bağdaşmayan yasa çıkartılamaz. Bölgesel anayasalarda veya diğer hukuki belgelerde Irak Anayasası ile çelişen hükümler geçersiz sayılır.'

Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Anayasası'nın 4. maddesine göre 'bölge halkı Kürtlerden ve Türkmen, Asuri, Keldani ve Arap ulusal azınlıklardan oluşur ve anayasa söz konusu azınlık haklarını tanır.' 6. maddeye göre de 'Irak Federal Cumhuriyeti'nin bayrağına ek olarak, Kürdistan bölgesi özel bir bayrağa sahip olacak ve durum yasa ile düzenlenecektir.' Bölgesel Yönetimin hazırladığı anayasanın 6. maddesi hem kendi içinde 4. madde ile çelişmekte hem de Irak anayasasının 12 ve 13. maddeleri ile çelişmektedir.

Irak anayasasına göre Irak'ın tek bir bayrağı olup bölgesel yönetimlerin ayrı bayraklarının olması mümkün değildir. Irak anayasası, Başbakan Yıldırım'ın söylemlerini yalanlıyor. Ayrıca, Yıldırım ve AKP Hükümeti, Irak'ın toprak bütünlüğüne ve Irak anayasasına saygı da duymuyor."
Fiili durumu hukukileştirme tezgahları tek Türkiye ile sınırlı değil demek ki!..

"Bahçeli oturuyor"

Ümit Yalım, Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin, bayrak krizi konusunda sınır tanımadığına işaret etti. Yalım, Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin himayesinde, 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığına Yunan bayrağı çekildiğini ve 2004 yılından beri tam 13 yıldır Türk topraklarında Yunan bayrağı dalgalandığını hatırlattıktan sonra da şöyle konuştu:
"Erdoğan ve AKP Hükümetinin "evet"çi ortağı Devlet Bahçeli, 'sözde Kürdistan bayrağının Türkiye'de, Türk bayrağına eş tutularak asılması skandaldır, aymazlıktır, rezalettir' dedi. Aynı Bahçeli, İzmir, Aydın ve Muğla il sınırları içinde 13 yıldır dalgalanan Yunan bayrağına ve elini kolunu sallayarak dolaşan Yunan askerlerine seyirci kalıyor, Balgat'taki makamında sessiz sedasız oturuyor. Bahçeli, 'evet'çilere destek vermek suretiyle, vatan topraklarını Yunan askerine teslim eden Erdoğan ve AKP Hükümetlerine de açık destek veriyor."

Ziyaretin diğer yüzü

Ümit Yalım, Barzani ziyaretinin karanlık yüzünü de şöyle araladı:
"Barzani ziyaretinin bir maksadı da Kerkük petrollerinin dünyaya pazarlanması. Geçtiğimiz günlerde Irak Hükümeti ile İran Hükümeti arasında bir mutabakat zaptı imzalandı. Anılan zapta göre Kerkük petrolü, boru hattı ile İran'a akıtılarak İran üzerinden dünyaya pazarlanacak. Boru hattının inşa edilmesi halinde Barzani'nin gelir kaynağı kesilmiş olacak. Kerkük petrolü hâlihazırda Türkiye üzerinden Ceyhan'a ulaştırılarak başta İsrail olmak üzere dünya ülkelerine pazarlanıyor.

Mehmetçiğe kurşun

Amerika, Saddam yönetimini devirdikten sonra, Kerkük-Ürdün-Hayfa/İsrail Petrol Boru Hattı'nı açmak istedi, ancak Ürdün Hükümeti boru hattını açmayı kabul etmedi. Amerika, Ürdün'ün açmadığı petrol boru hattı yerine daha kolay bir yol seçti ve petrolün Türkiye üzerinden Akdeniz'e çıkarılmasını sağladı. Amerika ve İsrail'in vesayeti altında olan Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti,  Barzani yönetimine hayat öpücüğü verdi ve İsrail'in petrol maliyetlerini düşürdü. Barzani, PKK terör örgütüne silah, mühimmat, yiyecek ve giyecek desteği sağlıyor. Yani Türkiye üzerinden Akdeniz'e çıkarılan petrol, Mehmetçiğe kurşun olarak geri dönüyor."


Kaynak: Irak anayasası Binali Yıldırım'ı yalanlıyor - Ahmet TAKAN

Soruyorum Diyanet’e: Gezer mi kapı önünde terlik? - TAYFUN ATAY

“Payitaht Abdülhamid” dizisini izlerken çok acayip bir reklam filmi de çıktı karşımıza. Dizinin sponsoru olan Gezer Terlik, başlangıçta ve aralarda seyrimize sunduğu reklamla bu toplumda gündelik hayatın içinde ciddi anlaşmazlık kaynağı olan bir kültürel pratiği alenen teşvik etti.
Gezer’in reklam filmi, bir apartman dairesinin kapısının önüne boca edilmiş mebzul miktarda terlik çiftleriyle açılıyor. Sonra bir hanımefendinin eve yaklaşan terlikli ayaklarını görüyoruz. Kapının tam önünde, belli ki elinde "ev-içi" için getirdiği bir başka terlik çiftini giyip eve giriyor. Koridorda yürüdüğü terliği ise kapının önüne (elbette hepsi “Gezer” olan!) diğer terliklerin arasında bırakıyor.
Tabii reklamın “Payitaht Abdülhamid” dizisi eşliğinde karşımıza gelmiş olması, anlamlandırma çabasını daha da kışkırtan bir nokta!..

Şöyle ki elimizde güvenilir bir araştırma, istatistiksel bir veri olmasa bile kısmi gözlemler eşliğinde bu alışkanlığın bir “gelenek”le, üstelik dine göndermeyle meşrulaştırma yoluna gidilen bir gelenekle bağının kurulduğunu öne sürebiliriz.

Ve bu doğrultuda söz konusu pratiğin makro ölçekte 150 yıldır devam eden “kültürel değişme” maceramızda karşı karşıya kalınan toplumsal gerilim, sürtüşme ve çatışmaların gündelik hayatın içinde, mikro ölçekli bir izdüşümüne kaynak oluşturduğu da düşünülebilir.

Yelpazenin bir ucunda evin içinde bile ayakkabıyla dolaşmayı veya konuklarını dolaştırmayı tercih eden, hiç kuşkusuz sınırlı oranda bir toplum kesimimiz var. Diğer uçta da dışarıda giydiği ayakkabısını, terliğini evin kapısının eşiğinden dahi içeri sokmaktan kaçınan hatırı sayılır bir toplum kesimimiz var.

Ve bu tercihler, açık konuşmak gerekirse, alafrangalık-alaturkalık, modernlik-gelenekçilik ve (hiç gücenilmesin) "gâvurluk-dindarlık" ikiliklerine de oturtulma cihetine gidilmekte. O yüzden Abdülhamid gibi İslâm’la, İslâmcılıkla en vurgulu şekilde özdeştirilen bir padişahı yücelten dizinin içinde böylesi bir reklamın sıkça karşımıza çıkmasını rastlantıdan öte bir durum olarak düşünmek de çok yadırganmamalı.

Bir Müslüman, dışarıda gezdiği ayakkabıyla, terlikle evde dolaşmaz; aynen cami gibi evine de kutsi bir önem verir ve bunları içeri sokmayıp kapının dışında bırakır;  buna karşı çıkanlar kendi değerlerine yabancılaşmış, İslâm’ın “harîm” (kutsal sayılan, öyle her önüne gelenin görmesine izin verilmeyen şey ya da yer) kuralından bihaber gafillerdir… Zahir, böyle demeye getiriliyor!..
Peki, ama ayakkabılarımız, terliklerimiz de (dışarıda giyilsin, giyilmesin) aslında “harîm”imizin bir parçası değil midir? Karımızın, kocamızın, kızımızın, oğlumuzun, evimize misafir gelmiş kadınlı-erkekli ahbabımızın ayakkabılarını veya terliklerini tüm hararetleriyle kapının önünde herkese teşhir etmek, ahlâken, edeben ve dinen ne kadar doğrudur acaba?..

Bu soru, açık açık sorulamıyor. Çünkü bu “sorun”, genelde komşu şikâyetleri doğrultusunda apartman-site yöneticilerinin terlik ve ayakkabı yanı sıra kapı önüne hiçbir şey (çocuk arabası, süs, çiçek, hatta paspas) bırakılmaması şeklinde aldığı kararlarla üstü örtük şekilde çözülmeye çalışılıyor. (Hoş, bunu da çok kaale alan olmuyor, herkes bildiğini okumaya devam ediyor.)
Fakat şimdi Gezer Terlik, hem de “Abdülhamid-i sâni” gibi “İslâmi gelenek”le en tepeden özdeş birinin ruhunu şâd etmeye dönük dizinin sunumuna apartmanlarda kapı önüne çifter çifter terlik (ayakkabı) bırakma “geleneği”ni de eklemliyor ve bu pratiği meşrulaştırıyor.

Elbette bu simgesel buluşma, algısal semere de verecektir: Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz hesabı, Müslüman sitesinde de terlik-ayakkabı kapıdan içeri sokulmaz gibisinden!..
Gerçekten öyle mi acaba?..


İyisi mi olur olmaz her şey için fetva istenen resmi din kurumumuzun kapısına bu defa da biz dayanalım ve soralım Diyanet’e:
Apartman ve sitelerdeki ortak yaşam alanlarında komşuların rızasını dahi almaya gerek duymaksızın kapıların önüne tozuyla çamuruyla, teriyle kokusuyla, çizmesi-botu topuklusuyla ayakkabı (ayrıca da terlik) bırakmak makbul müdür, mekruh mudur?

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İki ‘karanlık’ sözleşme daha - ÇİĞDEM TOKER





Kestirmeden söyleyeyim:
Başlıktaki karanlık sözcüğünü; halktan ısrarla saklanan, açıklanmayan anlamında kullandım.
Çünkü devlet:
- Hazine kaynaklarından, özel şirketlere 25 yıl boyunca kira ödeme yükümlülüğü altına giriyorsa
- Çeyrek yüzyıla uzanacak bu taahhütler, bizlerin vergisinden ödenecekse
- 30’a yakın projede, ta 2038 yılına kadar milyarlarca liralık kamu kaynağı çıkacaksa bu tutarlar ve sözleşmeler açıklanmalıdır. 


***

Şehir hastaneleri ile ilgili yeni bir gelişmeden söz ediyorum
Dünkü Resmi Gazete’de “2017 Yılı Ocak Ayına Ait Teşvik Belgeleri Listesi” açıklandı.
Ekonomi Bakanlığı’nca yayımlanan listede, farklı sektörlerde toplam 528 şirket ve kuruma devletçe sağlanan vergi indirimi, sigorta ve faiz desteği gibi teşvikler ayrıntısıyla yer alıyor.
Listede Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle (Gama Holding-Türkerler) yaptırılan ve yeni kurulacak iki şehir hastanesine ilişkin yatırım teşvikleri şöyle:
- Kocaeli Hastane Yatırım ve Sağlık Hizmetleri A.Ş
1180 yataklı Kocaeli Şehir Hastanesi, 900 milyon TL’ye mal olacak. Devlet, Kocaeli Şehir Hastanesi için şirkete KDV istisnası, yüzde 50 vergi indirimi, yüzde 15 de yatırıma katkı oranı sağlıyor. Toplam teşvik 64 milyon 227 bin TL.
- İzmir Bayraklı Hastane Yatırım ve Sağlık Hizmetleri A.Ş
2 bin 600 yataklı İzmir-Bayraklı Şehir Hastanesi, 1 milyar 700 milyon TL’ye mal olacak. Aynı şekilde KDV istisnası, yüzde 50 vergi indirimi ve yüzde 15 yatırıma katkı oranı sağlanıyor. Toplam 110 milyon 802 bin TL. Sadece iki şehir hastanesi için devletin bir yılda sağlayacağı teşvik 175 milyon TL. Üstelik bu tutar bedava verilen Hazine arazisini kapsamıyor.
 
Kira bedeli niye gizemli?
 
Sağlanan teşviğin kuruş kuruş yayımlandığı Resmgi Gazete’de, Sağlık Bakanlığı’nın bu şirketlere kaç lira kira ödeyeceği bilgisini bulamazsınız.
Kalkınma Bakanlığı’nca yayımlanan 2015- KÖİ raporunda, 17 şehir hastanesi için devletin 27 milyar dolarlık kira yükümlülüğü altına girdiği belirtiliyordu.
Şehir hastaneleri sayısının 30 olacağı gururla açıklanıyor da. Döviz mi yoksa TL üzerinden mi yapıldığını bilmediğimiz kira sözleşmelerinin toplam tutarı, niyeyse aynı gururla açıklanmıyor.
Bu durumda şu çerçevesi ısrarla vurgulamakta yarar var: 

Yatırım üç-dört yılda amorti oluyor
 
KÖİ yöntemli şehir hastaneleri, şirketin 25 yıl boyunca işletmesi, süre sonunda da devlete devretmesi esasına dayalı.
Model, devletin bedava arazi vermesi, vergi, SSK, faiz teşviki sağlaması, şirketlere 25 yıl boyunca da kira ödemesi, doktor ve sağlık personeli sağlaması, yüzde 70 oranında hasta doluluk garantisi, şirketlerin -kira geliri dışında-, otopark, güvenlik, temizlik, yemek, görüntüleme, dokümantasyon gibi hizmetler karşılığında para kazanması esasına dayalı.
Önceki yıllarda bağıtlanmış şehir hastanelerinde, kira bedeli-sabit yatırım tutarlarına bakılırsa müteahhit şirketin yatırım bedelini, üç-dört yıl gibi bir sürede amorti edeceği görülebiliyor.
Sözgelimi Türk Tabipleri Birliği verilerine göre Ankara’da inşaatı süren Etlik Şehir Hastanesi’nin sabit yatırım bedeli: 1 milyar 97 milyon TL.
Buna karşılık, devlet bu projeyi yapan Türkerler-Astaldi’ye 25 yılda toplam 6.9 milyar TL kira ödeyecek. Hastane yatırım bedelinden 5.8 milyar TL üzerinde, devletten çıkacak bir tutardan söz ediyoruz.
Ezcümle, pek çok soru ve sorunu içinde barındıran şehir hastaneleri konusu “Amerika’dan daha çok yataklı hastanelerimiz var” hamasetiyle cakası satılacak bir konu değil.
Uygar ülkeler, sağlık politikalarında koruyucu sağlık hizmetlerine kaynak ayırırken, vatandaşına hastaneye gitmeyi teşvik eden bir sağlık politikasıyla, ancak yeminli partililerinize övünebilirsiniz.
Yıllar sonra bugünkü KİT açıkları gibi şehir hastaneleri kara delikleriyle karşılaşacağımızı bilen bize değil.
Neyse ki Varlık Fonu kuruldu!..

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Karargâh muhalefetten rahatsız - ÖZGÜR MUMCU

Taşı sıkar mağduriyet çıkarır bir iktidar bu. Hem popülist sağ siyaset hem de onun Ortadoğulu yansıması siyasal İslamcılık, toplumun kurulu düzenden duyduğu memnuniyetsizliği hatta o düzene duyduğu öfkeyi sömürerek büyür. 
 
Bu sebeple de hem o öfkenin hedefindeki düzenden nemalanır hem de kendini geniş halk kitleleriyle beraber o düzenin mağduru gibi gösterir. 
 
Eski ancak son derece geçerli ve işleyen bir stratejidir bu. Hele dünya bugünküne benzer zamanlardan geçerken. 
 
İşte her yerde kendine karşı büyük bir oyun oynandığına inanan ve mağduriyet detektörleri haldır haldır çalışan bu anlayış en son Hürriyet gazetesinin haberinden nur topu gibi bir mağduriyet devşirdi. 
 
Haber, muhalif çevrelerin yönelttiği eleştirilere Genelkurmay’ın verdiği cevapları içeriyor. Dün TSK’den yapılan resmi açıklamada da görüldüğü üzere haber kaynağı bizzat TSK. Ne diyor açıklama:
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Genelkurmay Başkanı’nın şahsına yönelik eleştiri kisvesi altında iftiraya varan iddialar ile ilgili bir basın mensubuna bilgilendirmede bulunulmuş ve bu hususlar 25 Şubat 2017 tarihinde yayımlanmıştır.” 
 
Nedir bu “iftiraya varan iddialar”: Silahlı Kuvvetler’de başörtüsü yasağının kaldırılması, Akit’e başsağlığı telefonu açılması, Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanı ile yaptığı ziyaretler, Genelkurmay Başkanı’nın ABD’li generalin ayağına gittiği iddiası, Kardak ziyaretinin “turistik gezi” olarak değerlendirilmesi, Çuvalcı komutanın madalya takması, Hulusi Akar’ın darbe girişimi sebebiyle tutuklu General Dişli ile ortak villası olması. 
 
Bu iddiaların ilki hariç hepsinde TSK’nin ya iddiaları yalanladığı ya da kendince izah edip eleştirilerin haksızlığını göstermeye çalıştığı anlaşılıyor. Başörtüsünün serbest bırakılması meselesinde ise herhangi bir yargıda bulunmadan kararın Milli Savunma Bakanlığı tarafından verildiği söyleniyor. 
 
İktidara yönelik herhangi bir eleştiri, bir ima yok. Gazete haberin devamını iç sayfalarda “Karargâh Rahatsız” şeklinde duyurmuş. Dünkü TSK açıklaması ise kendilerinin böyle bir ifadesi olmadığını belirtiyor. 
 
Zaten bu bir manşet. Genelkurmay’ın ifadesi değil. Kaldı ki Karargâh gerçekten rahatsız. Ama Cumhurbaşkanı ya da hükümetten değil muhalefetten rahatsız. Haberin içeriği de takip eden TSK açıklaması da bunu açıkça ortaya koymakta. 
 
O vakit iktidar medyası neden ayaklandı? Neden TSK’nin resmi kaynaklarına dayanılarak yapılan haberi “uydurma, masa başı” haber diye okurlarına aktardı? Cumhurbaşkanı neden haberi “terbiyesizlik ve seviyesizlik” diye değerlendirerek “bedelini ağır ödeyecekler” dedi? 
 
Tekrar edelim. Karargâh rahatsız ama muhalefetten rahatsız. Haberin içeriği muhalefetin iddialarına yanıttan ibaret. Bu hangi sebeple iktidarı da rahatsız ediyor? 
 
Referandum öncesi mağduriyet sızlanmasıyla kafaları bulandırmak gibi basit bir amaç haricinde iktidar çevreleri hangi sebeplerle Hürriyet’in bu haberine saldırıyor? 

 
Anlayan var mı?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Kaçak hakikat - BÜLENT USTA

“Saatin tik takları arasında yaşamak…” Lawrence Durrell’in “Clea” adlı romanında vardı. Yazarken zamanın elinden kurtulduğumu hissediyorum, ama bir gazete yazısı nasıl zamansız olabilir ki? “İskenderiye Dörtlüsü”nü okuduğum günlere dönüyor zihnim, kendi zamansızlığında. Beyoğlu, yağmurlu sokaklar, öğrenci evlerinde, izbe bar köşelerinde kendimizi, aşkı ve hayatı sorguladığımız günler. Kanımız kaynatacak ne çok fikir vardı. Var mı hâlâ? Fikirler bir yere gitmez, karşılaşmanız ve baştan çıkmanız ya da baştan çıkarmanız gerekir. Aşk gibi… Kendinizi teslim edince yaşayacağınız bir büyü. Sonu nasıl olur bilinmez, düşünülmez de… Sonunu düşündüğün şeyden korkarsın çünkü, önce yaşamaktan…


O kadar ağır ve acı olaylar yaşandı, öylesine derin bir belirsizlik ve tehlikeyle kuşatıldık ki, içimiz dışımız gündem oldu. Her an tetikte, her an büyük ve öncekinden daha saçma, berbat, acı bir şey olacak duygusuyla yaşamanın bedeli, şöyle sakince zamanın dışına çıkıp fikirlerle buluşmayı imkânsızlaştırdı, önemsizleştirdi. Tam tersinin olması gerekmez miydi? Asıl şimdi, kanımızı kaynatacak fikirler lazım değil mi?

Aragon’un yeni çıkan, 91 yıl sonra Türkçeye çevrilmiş “Paris Köylüsü” romanını okurken de bu duyguyu yaşadım. Gerçeküstücülerin kendinden eminliği, yeni bir şey söylüyor olmanın coşkusu… Kanı kaynayan bir dolu genç… Aragon, 26 yaşındayken yazdığı romanın önsözünde, “kaçak hakikat”ten bahsediyor örneğin, bakışların sırt çevirdiği topraklardaki kapkara bir krallıkta gezinen. Yazmak, “kaçak hakikat”in peşinde, o kapkara krallığa ait topraklarda yolculuğa çıkmak... Peşinde olduğun hakikate belki hiçbir zaman kavuşamayacaksın, ama o yolculuğun kendisi bir hakikate dönüşebilir, dönüşüyor…

Winnicott’ın “Oyun ve Gerçeklik”te yazdığı gibi, “dünya ve dünyayla ilgili ayrıntılar sadece uyulması gereken ya da uyum talep eden bir şey olarak” yaşanırsa, bu boyun eğiş birey için bir boşunalık duygusunu da beraberinde getirir; hiçbir şeyin önemli olmadığı, hayatın yaşamaya değmediği düşüncesine neden olur. Kitle kültürü ve şu dillerinden düşmeyen çoğulculuğun dayattığı şey, insanın kendisinden ve hakikatten vazgeçmesi değil mi? O yüzden mi, iktidara boyun eğenlerin umurunda olmuyor hakikat?

Önümde karbonatlı çay ve kitaplar, geçip giden gemilere bakıyorum balıkçılar kahvesinde. Balıkçıların dönmesini bekleyen şu kedilerle aramda bir fark yok. Gemilerden birine atlayıp açık denizlere gitme hayali bile kurmaz oldum. İstanbul’u keşfetme isteğiyle de yanıp tutuşmuyorum artık, sanki her şeyini biliyormuşum gibi. Hayal kırıklıklarıyla baş edemediğim için belki de. Aragon’un 1920’lerdeki Paris’i başka bir gözle, kaçak hakikatin peşinde sokak sokak yazdığı gibi, ben de İstanbul’u yazamaz mıyım? Walter Benjamin, “Pasajlar”ı yazma fikrini, Aragon’un bu romanından esinlenmiş. Benjamin, “bugünü düşle bağıntılı olan uyanık dünya niteliğiyle yaşayabilmek için”, olup bitenin bir düşün yoğunluğu içerisinde ele alınması gerektiğini yazmıştı. Tarihçi, bir tür düş yorumcusu gibi olmalıydı, işte o zaman kaçak hakikate yaklaşabilirdik.
Benjamin, gerçeğin kitlelere, kitlelerin de gerçeğe göre şekillendiğini yazmıştı. Nazilerin yükselişine tanık olduğu o günlerde, faşizmin, “kurtuluşunu, kitlelerin kendilerini ifade edebilmelerini (elbet haklarını tanımaya yanaşmaksızın) sağlamakta” bulduğunu görmüştü. Bu anlamda çoğulcuydu faşizm. Faşizmin siyaseti estetize etmesine karşılık, komünistlerin sanatı politize etmeleri gerektiğini söylüyordu ısrarla.

Çayımdan son yudumu alıp iskeleye çıkıyorum. “İskenderiye Dörtlüsü”nü okuduğum günleri, kanımı kaynatan fikirleri düşünüyorum. Şöyle yazmıştı Durrell, “Clea”da: “Büyük aşk okulları doğacak, duyusal bilgiyle zihinsel bilgi hızlarını birbirlerinden alacaklar. İnsan denilen hayvan kafesten çıkarılacak, bütün taşlaşmış inanç artıkları, pis kültür samanları temizlenecek…” Açık denizlere doğru geçip giden gemilere bakıp gülümsüyorum, Durrell’in “Hayat her şeyin efendisidir. Aklın doğasına aykırı biçimde yaşamaktayız. Gerçek öğretmen dayanma gücüdür” sözünü hatırlayarak…

Bülent Usta / BİRGÜN

En zoru yandaşlık - MUSTAFA K. ERDEMOL

Birbirlerine düşman kesilmeleri için uzun uzadıya düşünmeleri gerekmiyor bunların. Öyle hazırda bekliyorlar ki kelle almak için, aynı “cephede” saf tutmuş olmaları bile bir anlam ifade etmiyor. Hani “ahde vefa”dır, “aynı kutlu yolun yolcusu olma”dır, hak getire.

15 Temmuz’un yarattığı “kahramanlardan” biri de Hande Fırat adlı meslektaşımız bilindiği gibi. Darbe girişimi sırasında Erdoğan’la gerçekleştirdiği telemuhabbet sayesinde “millet” sokağa çıkmış, darbe önlenmişti bir anlamda. Sonrası başına “devlet kuşu” konmuş gibi olmuştu Hande Fırat’ın. Öyle ki Deniz Zeyrek’i apar topar görevden alıp Hürriyet’in Ankara Temsilcisi yaptı Doğan Grubu yöneticileri. AKP’lilerin arzusu doğrultusunda tabii.

Şimdi Hande Fırat’ın “devlet kuşu” kondurulmuş o başını isteyecekler neredeyse. Bu tür ortamların en cengâveri olan Cem Küçük istedi bile. Şu Hürriyet’teki “Karargâh rahatsız” başlıklı haber yüzünden tabii. “Darbe tezgâhçısı”ndan tutun, “FETÖ’cü komplocu”ya kadar bir sürü sıfatla anılıyor kaç gündür Fırat.

Muhalif olmak tabii ki çok zor. Kuşağımın mensuplarının büyük çoğunluğu gibi ben de kendi çapımda işkence, sürgün türü zorluklarını yaşamışımdır muhalif olmanın. Ama itiraf ediyorum, yandaşlık muhalif olmaktan çok çok daha büyük bir zorlukmuş meğer. Her gün tanık oluyorum buna kendi adıma. Muhalif olmak gerçekten kolay; ikbal beklentisinden, menfaatten uzak tuttu mu kendini kişi, uzun yıllar muhalif kalabilir de. Muhalifliği korumak için çok çaba sarf edilmesi gerekmiyor yani. Olduğu konum her neyse o konumda kendini sürekli korumaya çalışması bir insan için çok yorucu bir durum olmalı. “Yandaş olmaktan da daha zor ne var” diye sorulsa, işte bu yüzden “yandaş kalabilmek” olur yanıtım.

Çünkü, diğer yandaşların, bir yandaş tarafından yapılan her şeyi, atılan her adımı “düşmanlık” gibi görmeleri saniyelere bağlı. Her gün örneklerini görüyoruz. Hande Fırat’ın başına gelen de bu zaten. Benim bildiğim “muhafazakar sağcı” kesimin tutumu “kol kırılır yen içinde kalır” idi bir zamanlar. Bu nev zuhur güruh bir başka tarza sahip. Bel altı, bel üstü ne varsa kullanıyorlar birbirlerine karşı. Ayarlarının bozulduğu çok ortada. Çünkü ilk kez “İslamcı iktidarı” bu kadar çabuk kaybetmeye yakın durumdalar, bakmayın hala gücünü koruyorlar “tespitlerine” kimilerinin. Bu “kaybetme” gibi büyük bir altüst oluş bozar dengeyi bozsa bozsa. Çok ama çok acımasızlar birbirlerine karşı saldırılarında.
Eski mücahit falan da dinlemiyorlar doğrusu. O kadar şirazeden çıkmış durumdalar. Vakit gazetesinde, evet dikkatlice okurum ben her gün, Mehtap Yılmaz hanımefendi dünkü yazısında Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu için “İç güveysi Temel” dedi örneğin. Karamollaoğlu’ndan ben de hazzetmem ama Yılmaz’ın onu böyle tanımlamasının nedeni benimkinden çok farklı tabii. Referandumda parti olarak “hayır” diyeceklerini açıkladığı için kızgın Temel Bey’e. Bu arada, hanımefendi kusura bakmasın ama o yazıları sanırım kendisi değil rektör olan saygıdeğer eşi yazıyor sanıyorum. Bir kadın yazı yazamaz diye düşündüğümden değil, ama sanki bir erkek üslubu var yazılarında. Tadı tuzu yok o ayrı, komik olmaya çalışıyor yazılarında ama yazıları değil komik olma çabası çok komik. Neyse, sadece “hayır” diyeceğini açıkladığı için Temel Bey gibi davasının “askeri”ni (asker deyince Madımak Katliamı geldi aklıma) içgüveysi diye aşağılıyor. İşte böyle anında çiziyorlar yani cephedaşlarını.

Bu süreçten, ki mutlaka aşacağız, isim olarak bunların hangisi kalacak diye bekliyorum. Yandaşların birbirlerine olan dalaşmalarının bu dönemleri aştıktan sonra mutlaka gündeme getirileceğini, en iyi yandaş olma çabasında hem çıtanın, hem de onur, itibar gibi ne tür kavram varsa onların nasıl ayaklar altına alındığını daha rahat konuşacağız.

Bu dönemlerin hiç geçmeyeceğini sanıyorlar. Hande Fırat’a, darbeci, komplocu diyorlar, olacak şey değil. Hanımefendiyi savunduğum yok, düne kadar “kahraman” dediklerini bugün nasıl hainlikle suçluyorlar ibretlik bir durumdur bu. Yandaşlık diğer yandaşların her türden saldırılarının hedefi olmak demek.

Muhalif olmanın bu tür sıkıntıları yok.


Ne güzel.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Hande Fırat gazeteci mi? - ENVER AYSEVER

Niyetim bir dönem birlikte çalıştığım bir insanı hedefe koymak ve kolay yolla eleştirmek değil. Sadece Hande örneğinden hareketle, kuşatılmış basın ortamını büyüteç altına almak istiyorum. Hemen şunu söyleyeyim; eğer siyasal iktidar bir gazetecinin sırtını sıvazlıyorsa, o kişi o gün ya mesleği bırakmalıdır ya da hemen hatasını kavrayıp, kendine çeki düzen vermelidir.


15 Temmuz gecesi bir muamma. Hande Fırat’ın ekranda yaptığı mülakat son derece önemliydi. Lâkin CNNTÜRK’ün basılması, canlı yayında tüm bunların izlenmesi bir tuhaftı! Sanki darbecilerle, karşıtları halkla ilişkiler etkinliğini de düşünerek davranıyordu. Kimilerinin sandığı gibi 15 Temmuz bir kurgu değildir. Gülen Cemaati’nin açık bir kalkışmasıdır. Ancak pek çok yönü karanlıkta kalan, gizemli bir gündür. Sonucunda Gülen darbesi gerçekleşmediyse de, başka bir karşıdevrim süreci yaşanmakta. Dahası bizim ülkemiz her zaman, yazık ki darbe riski altındadır.

Doğan Grubu’na RTE kini Hürriyet’in; “Muhtar Bile Olamaz” manşetinden kalmadır. Bana sorarsanız Aydın Doğan’ı hâkim karşısına çıkarıp, içeri tıkmadan da bu nefreti dinmeyecektir RTE’nin. Hürriyet’i ele geçirmeden de kendini zafer kazanmış saymayacaktır Cumhurbaşkanı. Başka türlü söylersek, “Eski Türkiye” simgesi saydığı bu amiral gemiyi batırmaya yemin etmiş RTE. Onca basın gücüne, memleketin tüm kurumlarını ele geçirmiş olmasına karşın bunu unutmaz, unutamaz RTE. İnsan böyle bir varlıktır çünkü. Dünyayı verseniz ille de Hürriyet diyecek!


Aydın Doğan sırasıyla gazetecileri kurban olarak verdi iktidara. Bir konuşmada kendisine de söyledim, sizinle paylaşayım: “Biz RTE için önemli bir hedef değiliz. Bizim kovulmamız asla ona yetmeyecektir. Hedefi sizsiniz, kurban vererek kurtulamazsınız. O tüm Doğan Grubu’nu istiyor” demiştim. Kısa süre sonra Aykırı Sorular yayından kaldırıldı, ben de kapı önüne kondum. Tıpkı diğer arkadaşlarım gibi. Kelle verilmeyle sonuç alınacak bir durum değildir içinde bulunulan.

Damat Mehmet Ali Yalçındağ iktidara müjdeyi veriyor bir iletiyle. Hakan Çelik, Hande Fırat göreve gelecek, diyor. O gün göstermelik biçimde görevinden istifa etti Yalçındağ ama dediği oldu. RTE’nin damadı Albayrak’a ne dendiyse yapıldı. Artık Doğan Ankara temsilcileri, genel yayın yönetmenleri AKP halkla ilişkilerini yapmakta. Bir tek Hürriyet yayın yönetmeni kalmıştı, o da geçici olarak şimdilik Milliyet’te iktidar ilişkisi deneyimi edinen Fikret Bila’da! Hakiki genel yayın yönetmeni ne zaman gelir, göreceğiz. Fatih Çekirge ilk bayrak sallayan oldu ama bu işler aceleye gelmez.

Gelelim ortalığı sarsan habere. Haber içeriğinde iktidarı rahatsız edecek bir şeycik yok. Asıl mesele başlıkta. Bu tür bir başlığın nelere yol açacağını Sedat Ergin bilir elbet. Lâkin onun izniyle olduğunu düşünmek saflık olur. Hande Fırat doğrudan Aydın Doğan’a bağlıdır ve bu iki isim de deneyimlidir. O halde şu tez yanlış olmaz: Büyük sıkıntı içinde olan AKP’ye bir can suyu vermek gerekiyordu, üstelik 28 Şubat öncesi buna ayrıca gereksinim duymaktaydı iktidar. Yani? Güçlü bir “evet” kampanyasına başlamak için uygun zemin hazırlanmış oldu böylece…

Yalnız bir konuya dikkat etmek gerek. Bu bir yalan haber değildir. Hande Fırat gibi bir isim kafadan atarak bir metni kaleme almaz. Yani? Genelkurmay muhalefetle Hürriyet üzerinden hesaplaşırken, Doğan Grubu’nu da bitirmiştir. Anlayacağınız bir taşla tüm kuşlar vuruldu. Bu denkleme baktığımızda “Hande Fırat gazeteci midir?” sorusu yanıtlanmış oluyor. Geçmişte öyle idiyse bile artık değildir. Dikkatinizi çekerim, Sedat Ergin görevden alındı, lâkin Hande görevde. Bu ne anlama geliyor peki?

Artık bu ülkede temsili olarak bile basından söz edemeyiz. Hürriyet’e iyi bir gazeteydi diyecek halim yok. Lâkin artık o kadarına bile tahammülü olmayan bir iktidar var. Meslektaşları(!) hapiste, işsiz, sanık olarak mücadele verirken, konforlu koltuklarında yalancı kahramanlığa soyunan bir takım isimlere de ‘gazeteci’ diyecek halimiz yok! Sonunda utanacaklar hepsi… Bedeli tüm halk ödeyecek…

Neden mi hayır diyeceğiz sorusunun yanıtı bu işte!

Çürümüşlüğe hayır!

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Karadeniz’e sözümüz… - ORHAN GÖKDEMİR

Bir gün bir şehirden kalkarsın, bir başka şehre doğru yola koyulursun. Terk ettiğin şehri tanımamışsındır daha, sokaklarında adamakıllı yürümemişsindir. Kıyısında durup denizindeki karartısına yüz sürmemişsindir. Geride bıraktığın şehir nüfus kâğıdındaki bir kayıt bilgisinden ibaretse, o şehri terk etmiş bile sayılmazsın üstelik.

Sonra neden geldiğini bilmediğin bir başka şehir kucaklar seni, sarar, sarmalar. Bütün sokaklarında yürürsün, bütün duraklarında beklersin, bütün kedileriyle, köpekleriyle, martılarıyla selamlaşırsın… Fakat bir gün o şehir de terk eder seni. Fark edersin ki nüfus kâğıdında kaydı bile yoktur artık bu terk edişin.

“Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at” diyor göçürülmüş eski bir Ege türküsü. Geride bırakılmış şehirlerin hüznüdür bu. Öyle bir hüzün ki yanarken daha harlı yanmak istersin, sığ sularda boğulurken derin denizlere atılmak istersin. Çünkü bilirsin, çok derinlerdedir kaybedilmiş şehirlerin acısı. Dindirmek için kendi içindeki ateşte yanman, kendi içindeki denizde boğulman gerekir.

Konstantinos Kavafis, “Bir başka ülkeye, bir başka denize gitmek istiyorum; bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz” diye başladığı dizelerini şöyle tamamlıyor:
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma…”
İstanbul’dan İskenderiye’ye göçtü. Oradan kalkıp pek çok şehre yüz sürdü şair. Neden sonra döndüğü İskenderiye’de öldü. Arkasından kovalayan şehir İskenderiye mi yoksa İstanbul mu kim bilebilir? Bir aşk masalıdır bu ve kimin hangi şehre gönül düşürdüğünü ancak şiir açığa çıkarabilir.
Ama sanırım doğduğu şehirdir dizelerde böylesine güçlü izler bırakan. Öyleyse tamamlayabiliriz; Nereye gidersen git doğduğun şehir arkandan gelecektir. Dönüp dolaşıp o şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma…

xxx

Pazar günü sabahı Samsun yolundayım. Samsun Kitap Fuarında Enver Aysever’le buluşup Samsunlu okurlarla “cumhuriyet” konuşacağız. Ama Samsun benim için bir fuar etkinliğinden daha fazlası. Annemin şehri. Samsun’un Canik ilçesinin arkasını yasladığı dağın doruğunda, şehre ve Çarşamba ovasına tepeden bakan küçücük bir mezarlıktayım. Geçmişimin bir kısmı bu mezarlıkta. Şehir ayaklarımın altında. Betonun nasıl bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldığı buradan açıkça görülüyor. Her yer inşaat. Bütün şehirler böyle; baştan ayağa kâr, tepeden tırnağa rant, yağma, görgüsüzlük…Köye çıkan yol üzerindeki özel üniversite boşaltılmış. Fethullahcılarınmış; hay Allah nasıl da fark etmişler ki? Biraz daha yükselince, yeşilin ortasında tuhaf bir gökdelen. Şoför “Araplar yaptı abi” diyor. Körfezden gelenleri kastediyor belli ki. Malum, bizimkiler onlara bayılıyor; Hem paraları var, hem Sünni mezhebinden. Siz Emevi sayın, doğrusu budur.
Samsun’un nüfusu 1 milyon 200 bin civarında. Bu nüfusun yarısı devletten yardım alarak geçimini sağlıyor. Devlet ise uzun zamandır AKP demek. Dolayısıyla AKP’nin şehirdeki hâkimiyeti tartışılmaz. Tartışılmayan bir başka şey de şehirdeki ahlaki çürüme. Gazetelerin cinai sayfalarına en çok haber düşüren şehirlerden biri Samsun. Düşkünlük, ahlaki çürüme, dinselleşme, yoksulluk bu şehrin bir yanı. Kuşatılmış bir şehir Samsun..


Ama öbür yanında bir başka Samsun var. Pazar günü fuara akın edenler o yanın sakinleriydi. Geldiler, koca salonu doldurdular. Söylenenleri büyük bir dikkatle dinlediler. Bitince hararetli konuşmalar yaptılar, sorular sordular. Endişeliler evet; hemen hepsi laikliğin, cumhuriyetin ellerinden kayıp gittiğini görüyor, hissediyor. Ama kararlılar da. Cumhuriyet’i kuran dip dalgası bu şehirden doğdu. Yine olmaması için bir neden yok. Onca yıkımdan sonra bu kent hala ayaktaysa umut hep vardır.

xxx

Samsun Karadeniz’in merkezi. Etrafındaki küçük ölçekli iller de bu şehre akıyor. Fuarda Ordu’dan, Giresun’dan gelenler de vardı haliyle. Küçük ölçekliler ama bu, yeni düzenin yarattığı tahribattan kurtulabilecekleri anlamına gelmiyor. Giresun’daki, Ordu’daki “fındık üreticileri”nin sosyo-ekonomik hallerinden bahsetmiştim daha önceki yazılarımda. Her şehirde olduğu gibi, bu iki şehirde de kentsel nüfus artıyor ve kırsal nüfus azalıyor. Devletin verileri böyle söylüyor. Benim iddiam kırsal nüfusun tamamen yok olmak üzere olduğu. Kırsal nüfus kırsal nüfus değil çünkü. Bu iki Karadeniz kırsalı İstanbul’un banliyösüne dönüşmüş durumda. İstanbul’dan gelip “kır”ı yağmalayıp büyük şehre dönüyorlar. Onların değmediği şehirlerdeki tek üretici faaliyet ise inşaat.
Dinci gericiliği var eden ekonomik toplumsal altyapı işte bu. Bir düşkünler toplumu yarattılar ve o düşkünler toplumuna dayanarak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ama bilmedikleri şu: Düşkünün dini, milliyeti, ülkesi, vatanı, inancı olmaz. Düşkün için tek gerçek aldığı sadakadır. Düşkünlere dayanarak iktidar olabilirsiniz ama iktidarınızı düşkünlük üzerine oturtamazsınız.

xxx

Annemin kucağındaydım: Giresun’dan çıktım, Samsun’da konakladım. Arkamdan geldi bu iki şehir nereye gittiysem. Hoş, yeni bir ülke değil zaten aradığımız, başka bir şehir, başka bir deniz değil; Sadece biraz aydınlık.

xxx

Dönüş yolundayım. Dağlar duman altında. Ovanın üstünde sisli bir hava, hafiften yağmur çiseliyor. Denizde karartı var ki Karadeniz de budur zaten. Karadenizliler güneşin, ışığının değerini bilir o yüzden. Ve bilirler ki, bir rüzgâr çıkar aniden, sisi, dumanı dağıtır. Güneşin ışığında yıkanan dağın yeşili, denizin maviliğine karışır. Aydınlık imkânsız değildir yani.
Ama evet, deniz uzun zamandır bir karartının tasallutu altında… Olsun. Sözümüz var, ellerimizde bayraklar, marşlar söyleyerek döneceğiz bir gün o şehre. Bir rüzgâr çıkacak o gün. Dağıtacağız o karanlığı!

Orhan Gökdemir / SOL

Et, Nusret, Sosyalizm, Türkiye filan… - KEMAL OKUYAN

Birkaç yıl önce Küba’da bizim görgüsüz mekanlarımızla kıyaslandığında oldukça mütevazı kalan ünlü bir tavuk restoranında gözümüz duvarlara asılmış müşteri yazılamalarına takılmıştı. Arada Türkçe bir şeyler de karalanmıştı, okuyunca öfkelendiren cinsten… Büyük bir şirketin bayi toplantısı için Havana’ya getirdiği zevzeklerden dökülen inciler aşağı yukarı şöyleydi: Küba’yı çok sevdik, doğası pek güzel, kızları da… Ancak yoksulluğu bizi çok üzdü, umarız bir gün bu durumdan kurtulursunuz. Kübalılar bu türden alçaklıkları bilmezler, yakınlık kuran insanları “dost” sanırlar, muhtemelen yüzlerine de gülmüştür bizimkiler garsonların…

Bir kağıt kalem istemiş ve çalışanlardan özellikle o yazılanların yanına asılmasını rica ederek hadlerini bildirmiştik arkadaşların…

Sonra o şirket battı, fabrikalar el değiştirdi, bir sürü insan işsiz kaldı. Kaldı da konumuz bu değil… Konumuz, Türkiye’den kalkıp Küba’ya gidip afra tafra yapanlar…
Şu “ölü et skandalı”na ilişkin bakanlığın açıklamasını okurken birkaç ay öncesinden kalma bir habere rastladım. İngiliz basını tutmuş 2009 yılındaki istatistikleri yayınlamış, bizimkiler de oradan almış. Kontrol ettim, 2002 ve 2016 yılındaki veriler de aşağı yukarı aynı. Ortaya çıkıyor ki, Türkiye’de Küba’dan çok daha az et tüketiliyor. Yılda ortalama 49,4 pounda karşılık 25,3 pound. Kebabıyla, mangalıyla, köftesiyle ünlü Türkiye’yle acımasız bir ablukayla kuşatılmış ve hakkında 50 yıldır “halkı aç, sefil durumda” uydurmacasını dinlediğimiz ülkeyi kıyaslıyoruz!
Havana’daki tavuk restoranında ahkam kesenler muhtemelen bu ortalamanın üstünde tıkınıyordur. Sorun şu ki, Türkiye’de nüfusun büyük bölümü et yemiyor, yiyemiyor. Bunu bilerek, isteyerek tercih eden vejeteryanları, veganları bir kenara koyuyorum; zaten tartıştığımız et tüketip tüketmemek değil, beslenememek.

Bir başka kuşatma altındaki ülke olan, hatta hakkında haftada bir “açlıktan birbirlerini yiyorlar” diye haberler üretilen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) ile Türkiye arasındaki fark o kadar az ki!


Gıcır gıcır AVM’lerimiz, köprülerimiz, otoyollarımız, en az üç en iyisi beş diyen bir reisimiz var lakin beslenemiyoruz!
Ama olsun, şatafatlı ülkeyiz. Kişi başına et tüketiminde dökülsek de bizim Nusretimiz var, İngiltere’ye bile restoran açıyormuş. İngiltere’ye restoran açıyor, Dominik'te kadınları taciz ediyor. Evet Türkiye gelişmiş, Küba yoksul!

Kapitalizmin en büyük mahareti bu… Cehennemi yaldızlamak, üstüne yokluklar, yoksunluklar ve yasakları “cennette her şey var” diye geçiştirmek…

Küba’da ablukaya rağmen neredeyse Türkiye’nin iki katı et tüketilebiliyorsa ve üstelik bu aşağı yukarı topluma eşit dağılıyorsa, fazla söze gerek yok.

Söze gerek yok ama kapitalizm sürekli konuşuyor. Medyasıyla, siyasetçisiyle, imamıyla… Sovyetler Birliği’nin son yılları yaşanırken Moskova’ya giden uçakta bir rehber yolculara “indiğimiz andan itibaren mahrumiyet bölgesinde olacaksınız, aç kalabilirsiniz, sorumluluk size ait” diye bilgi veriyordu. Oysa sosyalizmin ölüsü bile insanlarını asla aç bırakmıyordu, 1991’de kapitalizm Rusya’da egemenliğini ilan ettikten sonraysa, her gece sokakta ortalama 20 kişi can vermeye başladı.
Sosyalizmde eğitim ve sağlık hizmetleri herkese eşit ve ücretsizdir dediğimizde “ama insanlar aç” diye itiraz etmek adettendir. Buyrun rakamlar ortada! Küba’nın yemek kültürü çok farklıdır, alışmakta güçlük çekersiniz ama sosyalizm insanlarına onurlu bir yaşam, bilimsel eğitim, yaygın spor-kültür olanağı ve sağlığın yanı sıra yeterli besini de sağlamakta. Üstelik onca tehdide, kuşatmaya, sabotaja rağmen. Ha, çay bulunmaz, benim gibi onsuz yapamazsanız yanınızda götürün, insanlara çay dediğinizde “papatya çayı” içmek zorunda kalmak istemiyorsanız. Çay dışında sıkıntı yok!

Bizde eğitim çöktü, sağlık paraya teslim, et yerine benzinle besleniyoruz, ot bitmiyor, her yerimizden çimento fışkırıyor ve pek gelişmiş ülke oluyoruz, sonra aydınımız dahil sosyalizme bok atmakta yarışıyoruz.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde muhteşem bir devrim dalgası sarmıştı dünyayı. En fazla da bizim coğrafyamız etkilenmişti bundan. Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti, farklı ideolojilerle, farklı sınıfların elinde ama ikisi de devrimci bir iddia ile tam da bu dönem kurulmuştu.

Sovyetler Birliği, sosyalizme kuruluşa önderlik eden partinin içten içe çürümesi sonucunda çöktü. Türkiye Cumhuriyeti Türkiye’nin patron sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda gerici-yobaz bir ekip tarafından yıkıldı; yerine koymak istediklerini de ülkenin bünyesi kabul etmediği için yaman bir krizle karşı karşıyayız.

Sovyet sosyalizmi yalnızca Rusya’ya değil, daha geri bölgelere söz gelimi Azerbaycan’a, Türkmenistan’a insanca yaşamı, bilimi, sanatı, aydınlığı, eşitliği getirmişti. Sosyalizm yıkılınca bu ülkeler kabile sistemine geri döndüler. İzlemişsinizdir mutlaka, tekrar izleyin.
Gülmek için değil ama öfkelenmek için.
Ve bir daha sosyalizme kara çalarken iyi düşünün!
İşte yıllardır kapitalizme talim eden Türkiye!
Kemal Okuyan / SOL

Türkiye: En geçimsiz komşu - MUSTAFA K. ERDEMOL





Zaman zaman gerginlikler yaşansa da Türkiye’nin arasını bozmadığı tek ülke ABD. Barack Obama’nın Erdoğan’la telefonda elinde beyzbol sopasıyla konuştuğu zamanlarda bile fena sayılmazdı. O sopalı fotoğrafa ragmen Recep Tayyip Erdoğan görüşmek için az peşinde koşmamıştı Obama’nın.


El Bab’da her şeyi halletmiş gibi hiç de zamanı değilken Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın Kardak’a gidip gövde gösterisi yapmasından sonra Yunanistan’la ilişkiler yine “ısındı”. Yunanistan’da koalisyon hükümetinin ortağı partinin mensubu aşırı sağcı Savunma Bakanı Panos Kammenos’un Türkiye için “Kardak’a gelirlerse görecekleri de var” yollu sözlerine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu sert karşılık verdi biliyorsunuz. Gücümüzün ne olduğunu en iyi Yunanların bileceğinden söz etti, ardından da Yunan Bakanı kastederek “Şımarık çocuğa iyi anlatsınlar” dedi.
Bir süredir iyi ilişkiler içinde olduğumuz Yunanistan’la da ilişkileri germiş bulunuyoruz. Gerçekten de etrafında tek bir dostu bile kalmayan bir ülke oldu Türkiye. Oysa 2011’de, o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin üç ülkeyle sorunları var” dediğini hatırlıyorum. Bunlar Suriye, Güney Kıbrıs ve Ermenistan’dı. Bugün ise neredeyse kavga etmediğimiz tek bir komşumuz bile kalmadı. Öyle ki Türkiye’yi uluslararası her alanda destekleyen Bangaldeş’le bile gerginlik yaşadık. İslamcı liderleri idam eden Bangladeş bu idamları kınayan Türkiye’yi içişlerine karışmakla suçlamıştı.

“Şımarık çocuk”
 
Çavuşoğlu’nun Yunan bakanı küçümseyeyim derken kullandığı “şımarık çocuk” tanımlaması pek olmamış bana sorarsanız. Diplomatik üsluba tabii ki uygun değil ama asıl kötü olan Çavuşoğlu’nun büyük bir süper gücün temsilcisi edasıyla muhatabına üstten bakması. “Şımarık çocuk” sempati de barındıran bir tanımlama ayrıca. Yaptıkları hoş görülebilir anlamında. Oysa söz konusu bakan “şımarık çocuk” falan değil düpedüz aşırı sağçı, ırkçı bir politikacı olarak biliniyor Yunanistan’da. “Şımarık Çocuk” adamın ne kadar tehlikeli olduğunu gizleyen bir tanım.
Diplomatik olmayan üslup kullanan Çavuşoğlu değil sadece. Dünya politikasında çok sık rastlıyoruz bu üsluba. En çarpıcı örnek Filipinler Devlet Başkanı Duterte’dir elbette. Barack Obama’ya “onun bunun çocuğu” demesi unutulur gibi değil. Ben bir de Rusya Devlet Başkanı Putin’in sözünü hatırlarım. Gürcistan Rusya savaşı sırasında arabuculuk yapsın diye Rusya’ya giden dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’ye Gürcistan Devlet Başkanı Mikael Saakaşvili için ,“onu hayalarından asacağım” demişti.

ABD ile hep iyi
 
Zaman zaman gerginlikler yaşansa da Türkiye’nin arasını bozmadığı tek ülke ABD. Barack Obama’nın Erdoğan’la telefonda elinde beyzbol sopasıyla konuştuğu zamanlarda bile fena sayılmazdı. O sopalı fotoğrafa ragmen Recep Tayyip Erdoğan görüşmek için az peşinde koşmamıştı Obama’nın. Sadece ABD ile değil, onun etkili olduğu kurumlarla da iyi olmuştur Türkiye’nin arası, bakmayın atıp tuttuklarına bunların. Davutoğlu bir ara övünerek anlatmıştı hatta bu durumu. "Birçok NATO operasyonunda Afganistan dahil Türkiye en etkin katkıyı yapıyor" demişti. Suriye krizinde NATO’nun Türkiye’ye sağladığı Patriot desteğiyle de NATO’nun üyelerine en geniş anlamda güvenlik ihtiyaçlarını karşıladığını söyleyip öven de oydu.
NATO’nun Amerikan önderliğinde, füzesavar sistemin bir radarı Türkiye’ye yerleştirilmişti. Türkiye bunları Kuzey Irak’a dönük hava harekâtına ABD’nin itiraz etmemesi koşuluyla kabul etmişti. İstediğiyle iyi geçiniyor Türkiye yani.
Türkiye halkı nasıl bakıyor acaba bu duruma? Bir süre önce Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu'nca yapılan kamuoyu araştırmasında Türkiye halkının en büyük dış tehdit olarak ABD’yi gördüğü ortaya çıkmıştı. Ama kamuoyunun kafası karışık olmalı ki zor durumda kalması halinde Türkiye’ye en çok yardım edecek ülke de yine ABD gösterilmiş. Bir başka ilginç sonuçta Türkiye’nin dostu ülkeler arasında ABD, Pakistan’dan önce geliyor. Yani vatandaşın kafası da ülke dış politikası gibi karışık.

Ancak ilginçtir, araştırma sonuçlarına göre Rusya’yı bir tehdit olarak görmüyor Türkiye halkı. Yani hükümetten daha gerçekçi bakıyor konuda demek ki.
Araştırmada Türkiye’ye dost ülkelerin başında Azerbaycan geliyor. İyi de Türkiye bu ülkeyle de ciddi sorunlar yaşadı. Bilindiği gibi Azerbaycan ile Ermenistan arasında geçmişi çok eskiye dayanan bir Dağlık Karabağ Sorunu var. Türkiye, Dağlık Karabağ sorunu nedeniyle Azerbaycan’a hep destek verdi, uluslararası platformlarda sürekli Azerbaycan tezlerini savundu. Ancak reel politikanın kimi gerçekleri bu konuda yalpalamalar yapmasına yol açtı. Örneğin Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden Türkiye’nin 1993’ten beri kapalı tuttuğu Ermenistan sınırını açma girişimi Azerbaycan’ın tepkisine yol açtı. Sadece bu değil 2009’da yaşanan Türkiye-Ermenistan protokolleri krizi de var gerginlik nedenleri arasında.

Özbekistan’la da...
 
Özbekistan Türkiye’ye, özellikle İslam Kerimov’un tutumu bu yöndeydi, pek olumlu bakmamaktadır. 1999’dan beri iki ülke ilişkileri bozuk durumdadır. Burada Türkiye’nin Kerimov muhaliflerine verdiği desteğin de etkisi vardır kuşkusuz. Ankara, Taşkent tarafından, Özbek muhalifleri Türkiye’de barındırmakla suçlandı sürekli. Özbek muhalif liderlerden Muhammed Salih, 1993 yılı ilkbaharında, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın davetiyle Türkiye’ye gelmiş, bir süre barındıktan sonra Taşkent’in baskısıyla ayrılmak zorunda kalmıştı. 16 Şubat 1999’da Kerimov’a yönelik Taşkent’te düzenlenen bombalı suikasta Türkiye vatandaşlarının da katıldığı suçlaması, ilişkilerdeki kırılma noktası oldu. Bunun ardından Taşkent yönetimi, Türkiye’de eğitim gören Özbek öğrencileri geri çekti. 2005’te Özbekistan’ın Andican kentinde düzenlenen protesto gösterisinde Özbek güvenlik güçlerinin ateş açması sonucu yüzlerce kişinin ölmesinin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ele alındığı oturumda Türkiye’nin Özbekistan aleyhine oy kullanması, Taşkent’i kızdırmıştı. O dönem Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu “iki ülke arasında 2006’dan bu yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan bir durağanlık yaşandı” demişti.

Diyanet kökenli diplomat krizi
 
Yakın zamanlarda Almanya ile yaşadığımız Casus İmamlar krizi var. Diyanet’e bağlı DİTİB camilerindeki din görevlilerinin muhalif Türk vatandaşlarını Türkiye istihbaratına ihbar ettiklerinin ortaya çıkması üzerine Almanya çok sayıda din görevlisinin evini basmış, belge aramış, sonra da söz konusu din görevlileri hakkında sınır dışı kararı vermişti.

Türkiye bu suçlamayla daha önce de karşılaştı oysa. Suçlayan Bulgaristan’dı. Bulgaristan yönetimi “diplomasi ile uyuşmayan faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle Türkiye’nin Burgaz Başkonsolosluğu’nda görevli ateşe Uğur Emiroğlu yüzünden Türkiye’ye nota vermişti. “
Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı, Ankara’ya verdiği notada Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu olan ve Türkiye’nin Burgaz Başkonsolosluğu’nda Sosyal Hizmetler Ataşesi olarak görev yapan Uğur Emiroğlu’nun diplomatik görevle bağdaşmayan şekilde Bulgaristan’ın içişlerine karıştığının tespit edildiğini öne sürüp, söz konusu kişiyi Persona non grata (istenmeyen adam) ilan ederek ülkeden ayrılmasını talep etti.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı da, Bulgaristan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli Konsolos Zorrnitsa Petrova Apostolova’yı ‘istenmeyen adam’ ilan ederek, Türkiye’yi terk etmesini talep etti.

Nijerya’ya kadar gerginlik
 
Koca bir dış politikayı Fethullah Gülen’e indirgeyen Türkiye’nin, bu ABD projesi olduğu bilinen adamın örğütüne ait okulları kapatmadığı için Türkiye’de öğrenim gören 52 Nijeryalı öğrenciyi gözaltına aldı Türkiye. Gerginlik için gerekçesi çok AKP iktidarınının.
Gerginlik sadece Fethullah nedeniyle değildi. Üç yıl önce İngiliz gazetesi Times’ın kamuoyuna sızdırdığı kayıtlarda Türkiye'den Nijerya'ya silah taşındığı belirtilmişti. Habere göre silahlar Türk Havayolları uçağıyla taşınmıştı.

Kayıttaki telefon görüşmesinin, THY yetkililerinden Mehmet Karakaş ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanlarından Mustafa Varank arasında geçtiği söyleniyordu. Nijerya'da, radikal dinci gruplardan Boko Haram hükümeti devirerek bir şeriat devleti kurmak için son dönemde büyük can kayıplarına neden olan şiddetli bir savaş yürütüyor. Times'a göre kayıtlar Nijerya'daki iç savaşta kullanılmak üzere silah taşıdığına yönelik iddialar içeriyor.

Kayda göre, Karakaş olduğu iddia edilen kişi Varank olduğu öne sürülen kişiye taşınacak 'öldürücü malzemeler' konusuna açıklık getirilmesini istiyor ve "Onlarca malzeme taşıyorum, Nijerya'ya gidiyor şu anda. Müslümanları mı öldürecek, Hıristiyanları mı? Vebal altındayız, haberin olsun" diyordu.

Yani şimdi Yunanistan’la da yeniden bir kriz yaşamış olması Türkiye açısından yeni bir şey olmayacak.

Türkiye seviyor bunu.

MUSTAFA K. ERDEMOL   / BİRGÜN

Vergilerimiz tek kişiye emanet olsun mu? - ÇİĞDEM TOKER





16 Nisan’da neden hayır diyeceğimi, 41 maddede listeleyerek açıklamıştım. Hayır diyecek kişi, topluluk ve kurumların, birbirine benzer olduğu kadar, hiç benzemeyen, nesnel olduğu kadar, son derece kişisel sayısız gerekçeleri bulunduğu giderek daha yaygın görülüyor.
Bu, zaten hayır diyeceklerin, birbirlerini ikna etmek gibi beyhude, dahası incitici ve haklı öfke uyandıran zorlama ittifak girişimlerine karşı sağlıklı bir gelişmedir.
Yine de bu nedenlerin tamamının bir tek paydada sadeleştiğini görmek mümkün:
O payda, en geniş anlamıyla demokrasinin varlığını oylayacak olmamızdır. 


***
Hayır’ımın gerekçelerini erken sayılacak bir tarih olan 5 Şubat’ta; hukuk, ekonomi, siyaset, eğitim diye bölümlere ayırarak listelemiş olsam da, her geçen gün ne çok eksik bıraktığımı fark ediyorum.
Bugün, o eksiklerden biri olan “bütçe hakkı”na değineceğim.
Bütçe, anayasanın 161. maddesinde düzenleniyor.
Önümüze gelecek değişiklik, şu anda Meclis’e ait olan bütçe hakkını (da) partili Cumhurbaşkanı’na devrediyor. Baştan, teknik detaya girmeden söyleyelim:
Referandumdan evet çıkarsa, toplanan vergilerimizin yönetimiyle ilgili son söz tek kişide, partili Cumhurbaşkanı’nda olacak. 

***
- Anayasanın yürürlükteki maddesinde “bütçe”den tasarı diye söz ediliyor. Bir kanun tasarısı kastediliyor.
Devlet aygıtını, halihazırda yöneten bir hükümet olduğu için, bütçe gibi bir “egemenlik” metninin, Meclis’e tüm hükümet üyesi bakanların imzasını taşıyan bir kanun tasarısı olarak gönderilmesi bize normal geliyor.
Fakat bu sistem tamamen değişiyor. Hedeflenen tek adam rejiminde, hükümet artık olmayacağı için bir kanun tasarısına gerek görülmeyerek, bütçe, “kanun teklifi”ne dönüşüyor. Bu “teklif”i Meclis’e sunan makam da doğal olarak hükümet değil, Cumhurbaşkanı. 

***
Pakette, bütçenin sunuluş ve yürürlüğe giriş takvimlerinde değişiklik yapılmamış. Mali yılbaşından (1 Ocak) 75 gün önce sunulma ve Bütçe Komisyonu’nun 55 günde görüşme süreleri korunuyor.
Gelin görün ki, yürürlüğe girme esasıyla ilgili olarak, tıpkı Meclis’i fesih yetkisinde olduğu gibi, Cumhurbaşkanı’na bütçede de ferahfeza bir yetki ve manevra alanı tanınmış.
Değişiklik maddesinde “bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması” diye bir hal düzenleniyor. (Mevcut anayasada olmayan bu ifadede, olası kriz hallerinin hesap edildiği öngörülebilir.)
Bu durumda önce geçici bütçenin hazırlanacağı, bunun yetişmemesi durumunda da önceki yıl bütçesinin “yeniden değerleme” oranına göre artırılarak yürürlüğe konulacağı hükme bağlanıyor.
Örneğin, 2017 bütçesi 645.1 milyar TL.
Anayasa değişmiş olsa, bütçe maddedeki yürürlüğe giremezse, yeniden değerleme oranı olarak ilan edilen, yüzde 3.83 oranında artırılmış bir 2018 bütçemiz olacak.
Bu kadar kolay yani.
Maliye’nin, bürokrasinin, kurumların, üniversitelerin, yatırımcı kuruluşların aylar boyu çalışıp ihtiyaçlarını belirlemesine, onaya götürmesine filan gerek kalmayacak. Ancak sorun şu ki, ülkemizde yıllık hazırlanan bütçeler, yıl sonu geldiğinde yeniden değerlendirme oranlarının çok üzerinde oranlarla artırılıyor.
Bu, mali açıdan ciddi sorunlar üretecek bir alandır.
Fakat “bütçe hakkı”nda asıl büyük sorun, ülkenin tamamından tahsil edilecek vergilerimiz hakkında, partili Cumhurbaşkanı’nın tek söz ve hak sahibi olmak istemesinde yatmaktadır.
16 Nisan’da, “Vergilerimiz tek kişiye emanet olsun mu” sorusunu da oylayacağız.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

1 Mart Tezkeresi, Irak, Suriye ve Tek Adamlık - EROL MANİSALI


1 Mart 2003’te eğer, ağır aksak da olsa işleyen demokrasi olmasa, 18 maddelik yeni öneri yürürlükte bulunsa ne olurdu:
- 1 Mart 2003 tezkeresi derhal yürürlüğe konur,
- Türkiye, Suriye bataklığından çok daha büyük Irak bataklığının içine, hiç çıkamayacak bir biçimde gömülür,
- Türkiye’nin bütünlüğü kaybolur ve BOP kısa yoldan, ülkeyi parçalayacak biçimde uygulamaya girer,
- Türkiye ve İran askeri olarak da kapışmaktan kendilerini kurtaramazdı.
Bugün Suriye’de BOP uğruna Ankara son 6 yıldır Şam ile karşı karşıya getirildi: Türkiye içeride ve dışarıda IŞİD kıskacı içine sokuldu: Washington ve Moskova arasında Şam, Tahran, PYD ve IŞİD üzerinden yönlendirilen bir konuma sokuldu. 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi ile askeri olarak zaafa uğratıldı. 3 milyon göçmen bir ur gibi sırtımıza bindirildi. Biz Suriye’ye değil, Suriye bize girmiş oldu.
1 Mart 2003’te TBMM’nin AKP’li bazı üyelerinin de katılımı ile bir felaketten dönülmüştü. TBMM, 1 Mart tezkeresini reddettiği için, TSK ile birlikte BOP projesindeki engellerden biri olarak görüldü.
C. Rice 14 yıl önce zaten, Ortadoğu’da 23 ülkenin rejimlerinin ve sınırlarının değiştirilmesi gerektiğini söylerken bunu kastediyordu.
Yeni tek adam formülü eğer geçerse, son halka tamamlanmış olur.
Önce Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını FETÖ ile başlattılar. Sonra sıra 15 Temmuz’a geldi. Bütün kumpaslar rejimlerin ve sınırların BOP doğrultusunda değiştirilmesine yöneliktir. TSK ve TBMM’yi bunun için hedef almışlardı.
TBMM’yi bunun için bombaladılar, TSK’yi FETÖ ile zaafa uğratmaya bunun için giriştiler.
AKP milletvekillerinin, teşkilatlarının ve tabanının bu gerçekleri göz önüne alarak değerlendirme yapmaları gerekir. Son 15 yıldır yaşanan iç, dış ve bölgesel gelişmeleri üst üste koyarak değerlendirmek zorundayız.
Mesele AKP veya Recep Tayyip Erdoğan meselesi değildir; mesele BOP’un ucuna bir fitil gibi yerleştirilen Türkiye meselesidir.

Önce Türkiye
Bizim “Önce Türkiye”miz, Trump’ın “Önce Amerika”sından çok farklı; bizimki bir bütün olarak ayakta kalma, Cumhuriyetimizi ve bağımsızlığımızı koruma meselesidir.
Bu coğrafyanın bataklıklarına gömülmekten kurtulma sorunudur.
Türkiye yoksa, AKP, CHP, MHP ve HDP kalır mı? Başındaki siyasiler de torunlar da ileride Abdülhamit’in torunları durumuna düşerler, artık bu gerçeği görelim.
Suriye’de yaşadıklarımız bize hâlâ göstermedi mi?
- Şam’la güllük gülistanlık dostluk yaşanırken birdenbire düşman yapıldık, “aldatıldık”, tuzağa düşürüldük; sonuçta Kürt kantonu Suriye’de Batı desteği ile kuruldu.
- Ekonomimiz, askeri güvenliğimiz berbat oldu.
- İlkel mezhep savaşlarının bataklığına çekildik, dinci örgütlenmeler siyasete egemen oldu.
- Müslüman Kardeşler, El Nusra ve IŞİD ile aynı havuzun içine sürüklendik.
- 3 milyon göçmen bir kambur gibi sırtımıza yüklendi. İşsizimize ayıracağımız desteği onlara verir hale geldik. Türkiye fakirleşti.
16 Nisan’da yalnız AKP dışındakilerin değil, AKP içindekilerin de bütün bu gerçekleri göz önünde tutmaları gerekir. Özellikle de 1 Mart tezkeresini hatırlayarak.
1 Mart 2003’te Türkiye’yi TBMM kurtarmıştı, ona dört elle sarılmamız gerekir; çünkü ülkemiz Lozan’dan Sevr’e götürülmek isteniyor. Siyasiler yine “kandırıldık” demesinler, çünkü ilerde kimse kalmayabilir, kandırılanlar da dahil...
AKP teşkilatı ve tabanı acaba bu gerçeği görebilecek mi?
Defteri kapanmış “tek adam rejimini” esrarengiz bir biçimde Bahçeli tek başına mı gündeme getirdi? Aynı vukuatı Bahçeli, Ecevit koalisyonunu 2002’de dağıtırken de görmedik mi? Ne tesadüf, o zaman da MHP’yi bitirmişti...
Hem de “tek başına”! Her iki sonuç da BOP’a yaramıyor mu?

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Darbe korkusu ve hayaliyle savaşanlar ve Hürriyet - ORHAN BURSALI


Üç gündür Hürriyet’in haberi üzerinden bir darbe tatavası sürüyor. Koca koca bakanlar ciddi ciddi demeçler veriyorlar... İktidarbaşının medya adamları derhal tetiklerini çekiyor, mermileri sallıyorlar, tak tak tak... Derkeeen soruşturma açılıyor. Bir yazar kılıklı da orduda darbecilerin hareketlendiğini yazıyor! 
 
Hürriyet’in haberini okuduğumda, öncelikle bir gazetecilik olayı ile karşılaştım. Genelkurmay Başkanı’na ve ordu yönetimine yönelik muhalefet saflarında dile gelen bazı eleştirilere karşı görüşleri sorulmuştu. Onlar da yanıtlamıştı. 
 
Yazıda ne iktidara karşı bir eleştiri vardı ne başka bir şey. Yanıtlar da çok sıradandı. Türbanlı subay konusunun da kendilerine sorulmadığı dile getirilmişti. Bir olgu olarak... Yanıttan, bu konunun pek de umurlarında olmadığı anlaşılıyordu. 
 
Üstelik Hande Fırat gibi, iktidarın tercih edeceği bir isim konuyu haberleştirmişti.
“Karargâh rahatsız” başlığı ise muhalefete yönelikti. 

Komplo amaçlı yapmamıştır
Hürriyet bu haberi neden yaptı üstüne yorum üzerine yorum. Kimisi, evetleri hareketlendirmek için... Kimisi orduyu kışkırtmak için... Kimisi Saray’ın oyunu... İktidar medyasında, danışmanlarda akla ziyan çeşitlemeler gırla. Ordu, Savunma Bakanlığı’nın kararlarını sorguluyormuş. Savcılık “Karargâh rahatsız” başlıklı haber içeriğinde “bahsedilen karargâhın hükümetin icraatlarını önlemeye yönelik bir cunta yapılanması olabileceği izlenimi” edinmiş...
Sedat Ergin gazetecidir. Zerre kadar “komplo amaçlı” bir haber yaptırdığını düşünmem. Gazeteci olduğu için atak davrandı, olanaklarını harekete geçirdi ve gerçekten de çok konuşulan bir habere yer verdi gazetesinde. Haberin ve yanıtların oldukça “sıradanlığına” karşı! Karargâh rahatsız başlığı yandaşlarda başka şeyler çağrıştırdı. “Karargâh muhalefetten rahatsız” denseydi, bir itiraz gelmezdi... 

Haber yapma kardeşim
Konu üzerine bunca tantana, haber yapma kardeşim, mantığının nasıl iktidar saflarında kök saldığının kanıtı. Özellikle de söz konusu Hürriyet olduğunda! Hürriyet zaten iktidar ve hempaları tarafından hırpalandıkça kendisine çekidüzen vermek zorunda kalıyor. Mesela CHP’nin ekonominin giderek kötüleştiğine ilişkin gerçekçi bültenlerine yer vermiyor. Başarı öykülerinde saplanıp kalıyor.
Kimine göre tetikçiler silahlarını ateşledikçe Hürriyet kurbanlar veriyor. Son örnekleri Deniz Zeyrek ve Tolga Tanış. Baş tetikçi hiç durmayacaktır. Yalan yanlış her olayı bahane olarak kullanacaktır çünkü bu görevi üstlenmiştir. 
 
İktidarın en çok istemediği şey, habercilik yapmaktır. Havuzlayabildiklerinin dışında kalan ve milletin vicdanına yerleşmiş medyayı, sürekli hırpalayarak, nesnel ekonomik ve siyasal haber üretmede ve toplumu doğru bilgilendirmede engelleyici, korkutucu, tehdit edici davranmaktadır.
Sosyal medyada dolaşımda olan ve dayatılan başka bir tezgâh, kökten gazeteci Sedat Ergin’in yerine AKP’ciliğini resmileştirmiş bir başka gazeteciyi getirmektir.

Cumhuriyet hâlâ neden içeride?
Cumhuriyet’in 11 yazarı, karikatürcüsü, yöneticisi içeridedir. Önceki gün 4 ayı doldurdu arkadaşlarımız, sorgusuz sualsiz. Hazırlayabilecekleri eli yüzü düzgün bir iddianameleri olmadığı için, içeride tutuyorlar. Nereye kadar? Bu keyfiliğin hesabını, hem emir verenler hem uygulayanlar asla vermeyeceklerini düşünüyorlar. Belki de haklılar. 
 
Ama insanda vicdan, utanma, hukuk, yasa, anayasa gibi normların kırıntısı da mı kalmadı? Demek kalmamış! İşte bir dikta hevesinin ülkeyi getirdiği durum üzerinde gözlem yapmanın en iyi olay inceleme konusudur Cumhuriyet, yabancıların deyimi ile bir Case Study! Toplu resimlerine bakıyorum, hepsine gönülden sevgilerimi iletiyorum. 
 
Cumhuriyet’i, AKP her zaman düşman bellemiştir. AKP’yi kuranların geçmişi Cumhuriyet ile, Türkiye Cumhuriyeti ile her zaman çatışma halindedir. Bu inkârcılar iktidara gelince Cumhuriyeti reklam arası ilan ettiler! Şimdi de diktacı bir anayasa ile bu süreci kesin noktalama peşindeler!
Cumhuriyet’in gazetecilerinin içeride tutulmasının ardında şüphesiz ki bir intikam vardır. Aslında istemedikleri Cumhuriyet’in ta kendisidir. Tehlikenin farkında mısınız diye 2007’de bayrak açan bir Cumhuriyet... İntikam, Cemaat adındaki çetenin Ergenekon davasına gazeteyi dahil etmeleri ile başladı. İlhan Selçuk, Cemaatin yargısal cinayetidir. 
 
O zamanlar korkup sinenler, Cemaat yargısının peşine takılanlar, ooohh ne güzel ordunun defterini dürüyor diye tüm sürecin ardına takılan entel mentel takımı, bugün bütün bu sürecin ardında bir kısmının methiye düzdükleri iktidarın olduğunu görüyorlar da, çok geç bir durum. AKP, bugüne kadar tüm ortaklıklarını kullandıktan sonra attı, kimisini de içeriye tabii.

ORHAN BURSALI / Cumhuriyet

İş insanı ve devlet yönetimi - İZZETTİN ÖNDER

AKP iktidarı, elemanlarının çoğu iş çevresinden geldiği için, genel niteliği ile iş insanı partisi olarak görülebilir. Devlet yönetimini ele geçiren kadro iş insanı ağırlıklı olunca da, kamusal faaliyetlerin yönlendirildiği alan ve karar alma süreçleri gibi çeşitli açılardan alışılagelmiş devlet yönetimi mantığı ile uyuşmuyor. Sanırım, bundan dolayıdır ki, halkımızın bir kısmı günümüz icraatını fevkalade buluyor, bir kısmı ise şiddetle yeriyor. Bu iş ABD’de de Trump’ın iktidara gelmesiyle benzer şekilde ortaya çıkmaktadır. Konuşma üslubundan tutalım da, karar alma ve davranış biçimleri şimdilik ABD’de de yadırganmaktadır. İleriki dönemlerde çeşitli Avrupa ülkelerinde de benzer gelişmelere tanıklık edeceğiz gibi gözüküyor. Daha doğrusu, siyasilerin bizzat iş çevresinden gelmiş olması gerekmiyor, ancak yeni gelişmeler bağlamında önemli olan devlet yönetimine hâkim zihniyetin iş dünyası zihniyeti olmasıdır.


Kamu hizmetlerinin maliyetli olması nedeniyle, hizmet sunumunda, kaynakların etkin kullanımı açısından temel ekonomi kurallarının geçerli olması zarurettir. Ancak, kaynakların etkin kullanımı ile piyasanın etkinliği her hal ve koşulda örtüşmez. Piyasa etkinliğinin sağlandığı birçok işlemlerde amaçsal etkinlik ya da etkenlik gerçekleştirilmemiş olabilir. İşte, piyasa mantığı ile kamu mantığı arasındaki temel fark etkinlik ile etkenlik arasındaki farktır. Şöyle ki, piyasa mantığında etkinlik koşulunda, piyasaya yansıyan tercihler doğrultusunda taleplerin karşılanması ve olabilen en yüksek kâr sağlanması esastır. Oysa etkenlik mantığında, piyasaya yansıyan tercihlerden farklı olarak, piyasa dışı yöntemlerle kamu yararı oluşturulması hedefi öndedir. Açıktır ki, piyasa mantığı ile çalışan etkinlik kuralında sermaye sahipliği ve onun belirlediği gelir dağılımı, daha doğrusu gelir bozukluğu başattır.

Bu kısa açıklamadan da anlaşılabildiği gibi, piyasa kuralı ile yürütülen işlemlerde doğrudan karşılık bulunmaktadır. Bundan dolayı, piyasaya yansıyan talepler karşılanabilmektedir. Diğer bir deyişle, piyasada alıcısı bulunmayan ve bundan dolayı para karşılığında satılamayan ürün ya da hizmet özel kesim tarafından üretilmez. Piyasada bedel ödeyerek alıcısı bulunmayan mal veya hizmetlerin üretilebilmesi için birilerinin söz konusu üretim için kaynak ayırması gerekir. Şu hale göre, etkenlik kuralına göre üretim yapılabilmesinin bir anlamı gelir dağılımına müdahale etmektir. Gelir dağılımına müdahale kamusal erk olarak devletin görevi olduğu halde, mülkiyet hakkının kutsandığı ve güç ilişkisinin başat olduğu toplumlarda siyasal erkin manevra alanı sosyal dengelerle sınırlıdır. Bu kısa açıklamalarla çizdiğim tablo çok kaba hatlarla kapitalist sistemin işleyişindeki genel bozuklukların genel çerçevesidir.

Kamusal erkin iş insanı zihniyeti ile çalışmasının en mahzurlu yanını, özellikle ekonomik sistem sıkışıklıklarının yaşandığı aşamalarda iş insanı zihniyeti ile sürdürülen kamusal faaliyetlerin topluma ve gelecek nesillere anormal yükler yıkma eğilimine giriyor olmasıdır. Türkiye’nin kapitalistleşme çizgisinde özellikle de son onbeş yılda girişilen faaliyetler böylesi patolojik yürüyüşü gözler önüne serer. Nüfusun ülkede asimetrik dağılımın İstanbul ve diğer bazı önde gelen büyük kentlerde zorunluluk haline soktuğu hizmetler böylesi etkenlikten sapmanın çok açık ve net örneğidir. İstanbul’da trafiğin içine girdiği karmaşa ve bu karmaşayı aşmak için durmadan köprüler, tüneller ya da yeraltı tren inşaatı bir şehrin sahte ilerleme simgesi olabilir, ama genelde ülkenin ve uygulanan politikaların aleyhine işleyen aşırı maliyetlerdir. Kentlerin optimum büyüklükleri ve hizmet sunumunda verimlilik açılarından İstanbul normal bir kent olarak değil, geç kapitalistleşen ekonomideki kıt kaynakların etkinsiz dağılımının yarattığı ilave maliyet olarak görülür. Ne gariptir ki, siyasi kadrolar uyguladıkları politikaların sonucu olarak toplumun baş başa kaldığı ve gelecek nesillere sarkan maliyetleri siyasi başarı olarak topluma yansıtabilmektedir. Böylesi yanlış politikaların maliyeti salt görünen ve muhasebe kayıtlarına geçen maliyetlerden de ibaret değildir. Örneğin, İstanbul’un kilit olan trafiğinde her gün insanların kaybettikleri zaman ve enerji hiçbir muhasebe kaydına geçmeyen çok ciddi maliyettir. Anadolu ve Rumeli yakalarının inanılmaz yeraltı ve yerüstü, hatta deniz altı ve deniz üstü yaya ve vasıta trafiğine olanak sağlayan geçitler bir yere kadar anlamlı, fakat optimum noktadan sonra topluma ve gelecek kuşaklara anlamsız maliyetler yıkan sonuçlardır. Zira söz konusu maliyetler birer sonuçtur. Karşılaştığımız bu sonuçlar aslında kentin aşırı kalabalıklaşmasının da sonucu değildir. Çünkü kentin böylesi kalabalıklaşması da bir ara sonuç olup, kalabalıklaşma da ekonomik gerilik içinde uygulanan yanlış politikaların sonucudur. Aklıselimle hareket edilmiş olup, İstanbul’un trafik sorununun çözümü için yapılan yatırımlar ve kaybedilen insan enerjisinin parasal karşılığı ile Anadolu’ya anlamlı yatırırım yapılmış olsa idi kalkınmanın nimetleri ülkede daha dengeli dağıtılmış olacağından İstanbul’da bu yığılma olmazdı. Geçmiş iktidarlar kadar, fakat AKP daha da şiddetli bir şekilde, aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi, Anadolu’yu ihmal ederek, Batı’ya ve özellikle de İstanbul’a büyük ağırlık koymuştur. İstanbul’a bu denli ağırlık verilerek oluşturulan rantlar aslında toplumsal anlamda yeni gelir olmayıp, Anadolu’dan ya da sair bölgelerden belirli bölgelere yapılan gelir aktarımlarıdır.

Denebilir ki, söz konusu kamu yatırımları özel sektör alanını daraltabileceğinden özel kesim bu gelişmeye karşı çıkabilir. Bu sav genel bakışta doğru olmakla beraber, durgunluk dönemlerinde kamu harcamaları, iş olanakları yaratılması ve sermaye kullanımı açılarından özel kesimin lehinedir. Görülüyor ki, fiilen karar verici ve icracı olarak kamu kesimi ortaya çıktığı halde, arka planda özel kesiminin etkili olduğu gün gibi ortadadır. Hal böyle olunca, yanlış karar alanın da israfa yol açanın da kamu kesimi olduğu algılanmakla beraber, aslında tokmağın özel kesimin elinde olduğu nettir.
Özel kesimin bizatihi kendi icraat ve harcamalarında da piyasa kuralına göre etkinliğe uyulduğu halde, aynı anda muazzam bir etkensizlik yaratıldığı ve kaynak israfı oluşturulduğu birçok hizmet alanında görülmektedir. Bu halin çok tipik örneğini çeşitli parlak isimlerle kurulmuş hastane hizmetlerinde görmekteyiz. Çoğu özel hastaneler, tedavi ile ilgili olmaksızın lüks otelden farksız görüntüsü ile, olağanüstü bozuk gelir dağılımında piyasa etkinlik kuralına uygun olduğu halde, etkenlik kuralından fersah fersah uzakta ve müthiş kaynak israf odağıdır.

İzzettin Önder / SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...