4 Haziran 2017 Pazar

Din ile durdurmak - MUSTAFA K. ERDEMOL

İzmir'de tramvay yolunun önüne aracını park ederek namaz kılan kişinin yaptığı şov, dinin, - en azından bu şahıs özelinde- gündelik yaşamın olağan akışına müdahale eden bir olguya dönüştüğünü göstermiştir. Dolayısıyla öylesine geçiştirilecek bir gerici şov gözüyle bakılamaz buna.
İslamın, şart koştuğu namazın başta camii olmak üzere herhangi bir mekana bağlı tutulmayarak, bir anlamda ibadeti kolaylaştırma amacıyla uygun yerlerde eda edilebileceği yaklaşımının kötüye kullanılmasıdır bu her şeyden önce. Tramvay yolunun tam üstünün ibadet için uygun yer olduğunu düşünen yoktur herhalde.

Sadece kendi ibadetinin sorumluluğunu sözümona düşünüp, içinde, muhtemelen namaz kılanların da olduğu yaşlıların, hastaların, acele işi olanların bulunduğu tramvayı durdurmak “kendi cennetinden” başka bir şey düşünmeyen dindar bencilliğinin en tuhaf örneği, kuşku yok. Ezan okunduğunda bile saygı gereği müziklerin sustuğu bir ülkede, kendisine istediği saygıyı başkalarından esirgeyen “dindar şımarıklığı” da denebilir haliyle buna.


Tüm örgütlü dinler müdahelecidir, biliyoruz. Bireyleriyle, kurumlarıyla yaşama hakim olma amacı vardır hepsinde. Bu hakim olma durumunu “kamusal iyi”nin arkasına saklanarak yaptıklarından, olası bir itiraz dine olduğu kadar o “kamusal iyi”ye de karşıymış algısını uyandırır kolayca. Örneği içki yasaklarıdır. Yasağa özgürlükler çerçevesinde baskıya karşı olmak anlamında itiraz ettiğinde içki savunucusu olur kişi hemen. Ama tramvay yolunda namaz kılan gerici söz konusu olduğunda ona yapılacak itirazın önüne çıkarılacak bir “kamusal iyi” yok. O nedenle o tramvayda olsaydım iner müdahale ederdim. Ne olursa olsun sonucu. Çok sıradan, hayatın en normal anında, bu anı durdurma hakkı yoktur hiç kimsenin.

Yapılan aynı zamanda en büyük ortak yaşama alanı olan kentin insan yaşamını düzenleyen kurallarının da ihlalidir ki başta trafik gelir. Şov amaçlı namaz kılan  kişi yüzünden tıkanan trafik sadece bir an önce evine ya da işine gitmek isteyeni değil, hayat kurtaracak olan ambulansı da, yangın söndürecek itfaiyeyi de engeller. Dolayısıyla gerici şovmene bu nedenle dava açma hakkı vardır kenti yönetenlerin.

Dindar kendine ayrılan alanın sınırlarının dışına taşıyor. Taşmakla kalmıyor buna saygı da bekliyor. Tramvay engelleyen gericinin namaz şovunun namaz vakitlerine gösterdiği özenle ilgili olduğunu düşünenlerden değilim. Son derece basit bir tebliğ çalışması bana sorarsanız. Kendince dindışı olan bir hayata müdahale ettiğini ya da en azından dine ilişkin bir anımsatma yaptığını düşünmüştür, kimbilir? Yoksa neden böylesine hem çocukca, hem saygısızca hem de son derece tehlikeli bir iş yapmış olsun?

Gezi’nin en sıcak günlerinde, birkaç dincinin Taksim Anıtı’nın hemen yanı başında namaza durduğunu anımsayan vardır. Dakikalarca sürdü namazları. Kimse elbette dokunmadı namaz şovcularına. Ne namaz vaktiydi oysa ne de namazı gerektirecek “ilahi bir gün”. Elbette meydan okuma, çokca inatlaşma amaçlı bir garip “eylemdi yaptıkları. Gülüp izledik sadece.
Tramvay durduran gerici eğer yanına birkaç kişi toplayabilseydi, tüm trafiği arkadaşlarıyla beraber durdurabilirdi de.
Dindar bencilliği kitleselleşmeye bayılır. Çoğaldıkça “tebliğ” çalışmasına saldırı da eşlik eder. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “Ramazan’da yemek yenmez” diyerek fakülte yakınındaki kafede oturanlara saldırdı gericiler, biliyorsunuz. Bu “namaz saatlerinde tramvay çalışmaz”a da dönüşebilir  rahatlıkla. Neden olmasın? “Mesai saatleri namaza göre düzenlensin” diyenler çıkmadı mı? Tüm bunlar yaşamın normal akışını din ile engelleme çabaları. O nedenle tramvay yolunda aracını park edip namaz kılan gerici masum bir tip değil. Namaz kılmadığını düşündüklerine her yerin mescit olabileceğini anımsatma gayretidir yaptığı. Gerici yayınlardaki “Namazla Direniş” kampanyalarını izlemenizi öneririm. Tramvay durduran gericinin nereden beslendiğini anlamayı kolaylaştırır. Bir zamanlar toplu namazlar modaydı. Şimdi, yine var olmakla beraber, azalmış durumda o toplu şovlar. Yerini, tramvay engelleyip ya da şehirler arası otobüs yolculuğu sırasında mola saati dışında otobüsü durdurup namaz kılanlar almış bulunuyor.

Din ile engelleme yeni bir tutum değil. Toplumsal tüm itirazlarda örgütlü dinler isyankarların karşısına “şükür”ü anımsatarak, “yetinmeyi” önererek çıktılar. Çünkü her duruma dinden destek çıkarabilirsiniz. Eşinizi terk edip sevgilinizle evlendiğinizde “aşkınızı savunmak” yerine Bakara Suresi’nden bir ayet okuyarak eleştirenlerinizi susturursunuz. Mustafa Ceceli adlı o “saray dindarı” böyle yapmış işte.

Din ile engelleyenlere bakın, inandırıcılıkları hiç mi hiç yok. Örneğin AKP Genel Başkanı’nın fakirlik, yoksulluk konulu hiç bir lafını dinlemem ben. Sonradan zenginleşen biri o, beni ikna etmesi zor bu yüzden. Kastilla’lı aziz Dominicus vardır. 1205’te yoksullar kendisine inansın diye, isteyerek yoksul düştü derler bu adam için.

Bizimki ise dindar olduğuna inanılsın diye tramvay durduruyor.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

3 Haziran 2017 Cumartesi

Bölücü yazı - ORHAN GÖKDEMİR

12 Eylül 2010’da AKP’nin hazırladığı bir anayasa değişikliği paketi referanduma götürüldü. AKP’nin “demokrat” maskesi henüz yüzündeydi. Bir kısım aydınımız pek beğeniyordu iktidar partisini. Kürt sorununu çözdü çözecekti AKP ama anayasa ve bazı yasalar elini kolunu bağlıyordu. Hatta o kadar samimi demokratlardı ki fırsat olsa 12 Eylül generallerini yargılayacaklardı. İşte fırsat önlerindeydi. Bu referandumla yargıdaki “Kemalist-Alevi darbeciler” temizlenecek ortalık çiçek gibi olacaktı. Daha ne olsun? Çeşitli görüşlerden o bir kısım aydınımız tereddüt etmeden destek verdi AKP’ye. Nihayet faşist ve ırkçı CHP-MHP duvarını yıkacaklardı.


Pek ateşli demeçler verdiler AKP’ye desteklerini açıklarken. “Rahmetli” Adalet Ağaoğlu “Bu darbe ürünü anayasa artık değişmeli, hatta yok olmalı. Bunun için atılan her adıma evet” dedi mesela. Baskın Oran’a göre darbe anayasası ne kadar değişse sevaptı. Halil Ergün “12 Eylül’le hesaplaşılacağı için” referanduma evet diyecekti. Hasan Cemal referandumun Türkiye için tarihi bir fırsat olduğuna inanıyordu. İbrahim Tatlıses “Teknoloji değişti, hayat değişti, ama Türkiye hala aynı kanunlarla yürüyor” diye lahmacun kıvamında bir analiz bile yapmıştı, düşünün. Lale Mansur’a göre “daha demokratik bir ülkede yaşamak için” evet demeliydik. Büyük düşünürümüz Ufuk Uras o kadar heyecanlıydı ki fikri sorulunca iki elini birden kaldırıyordu. “Bir yetmez, iki defa 'evet' diyeceğim. Hayır demek, solu sol yapan değerleri inkâr etmektir” demişti o heyecanıyla. Kimler yoktu ki aralarında; Mithat Sancar, Orhan Pamuk, Mümtazer Türköne, Rojin, Mete Tunçay, Sezen Aksu, Orhan Gencebay… Yılların siyasetçisi, deneyimli Ziya Halis “İleride herkes ‘Evet’ kararının doğru olduğunu anlayacak” diyerek özetlemişti aydınımızın o ruh halini.

HDP’nin boykot ettiği referandum açık ara “evet” kararıyla sonuçlandı. Yargı AKP’nin eline geçti. AKP’nin icraatlarına karşı çıkan, çıkma ihtimali olan ne kadar yargıç ve savcı varsa sürüldü veya kapının önüne konuldu. Yargı artık iktidarın arka bahçesiydi.

Fakat aradan geçen yedi yılda gelişmeler aydınlarımızın söylediğinin tam tersine oldu. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu oldu. Yargıya kuvvetli bir tekme daha attı AKP. Arada “barış masası”nı da devirdiler, “evetçi” Kürt aydınlarımızı boşa düşürdüler. 7 Haziran seçimlerinde yenildi AKP ama o da yargıya kuvvetli bir tekme ile sonuçlandı. Ülkeyi hukuksuz bir biçimde 1 Kasım seçimine sürüklediler ve ite kaka istediklerini aldılar. Sonra 15 Temmuz kalkışması yaşandı. Yargı çok kuvvetli bir tekme daha yedi. 16 Nisan’da zaten yürürlükten kaldırılmış oldukları anayasaya da kuvvetli bir tekme attılar. Artık ne yargı var, ne hukuk, ne anayasa, ne yüksek mahkeme. Görevi seçimden seçime oluşan YSK’ya bile yandaş atadılar ki sonuç ortada. Sınırsız bir hukuksuzluk çölüne döndü ülke. Yargı yerine sadece AKP’nin tekmeleri var. Ama hakkını yemeyelim “yetmez ama evetçi” aydınlarımızın da istediği oldu, darbe anayasası tağyir, tebdil ve ilga edildi. Az şey sayılmaz. Ne demişti Ziya Halis? “İleride herkes evet kararının doğru olduğunu anlayacak.” Anladı mı? Anladı…

                                                                             ***

Ziya Halis’in kulakları çınlasın, anlamayacak ne var? İktidarın tekmesi her gün mabadımızda patlıyor. Bu yazıyı planlarken HDP sözcüsü Osman Baydemir’i aldılar, henüz yazmayı bitirmemiştim ki bıraktılar. Olağan bir devlet uygulaması bunlar artık. Gözaltı manyağı yaptılar HDP’li milletvekillerini. Veli Saçılık KHK ile işten atıldığına direndiği için her gün gözaltına alınıyor. Bir mizah dergisi “Veli Saçılık için gözaltı vakti” diye karikatür bile yaptı ki ortalıktaki hukuk karikatürünün yanında karikatür bile sayılmaz. Dün meydana sokmak istemediler Veli’yi, gözaltına alıp bırakmaktan bıkmışlardı. Dört beş polis ellerindeki plastik mermi atan silahları Veli’nin üzerine boşalttılar. Delik deşik ettiler Veli’yi. Mermi değmemiş tek yeri daha önce hapiste kopardıkları koluydu. Ölmemişse katır dayanıklılığıyla yarışan solcu dayanıklılığındandır.

“Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret” ve “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme” suçlarını işlediği iddiasıyla bir iki hafta önce tutuklanan yobaz Süleyman Yeşilyurt ilk duruşmada tahliye edildi. Ama bu arada AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret iddiasıyla açılan 4 bin civarında dava sürüyor. Yüzlerce insan bu davalar nedeniyle tutuklandı, bir o kadarı içeride çile dolduruyor. Nasuh Mahruki’den, Hüsnü Mahalli’ye kimi ararsan aralarında. Cumhuriyet gazetesinin çaycısını bile tutukladılar. Gariban “Tayyip Erdoğan istese çay vermem” gibi bir şey demişti farkında olmadan. Hollywood karakteri Gollum bile bu davalara konu oldu ki durum da zaten tam bir korku filmi kıvamında ilerlemekte.

Peki, nasıl oldu da buralara geldi iş? Daha önce söyledim, 12 Eylül icadı DGM’ler bile şimdikilere göre hukuk kurumlarıydı. 12 Eylül’le hesaplaşılacak diye aydınlarımızın oy verdiği anayasa değişikliği ülkeyi 12 Eylül günlerini aratacak bir kanlı karanlığa sürükledi.

                                                                          ***

Haliyle 1000 aydınımız toplandı, bir bildiri daha yayınladı birkaç gün önce. “Yan yanayız bir aradayız” diyordu 1000 aydın. Evetçi-Hayırcı diye bölünmek istemiyorlardı. Aralarından bir kısmı 12 Eylül 2010’da halkı ayrıştırdıklarını, darbeci-demokrat, evetçi-hayırcı diye böldüklerini çoktan unutmuşlardı.

Kim var aralarında? Eski CHP vekili liberal Binnaz Toprak var, AKP’nin eski kurucu ve yöneticileri var, Halk TV şovmeni Hakan Aygün var. Hasan Cemal, Levent Gültekin, Mithat Sancar, Murat Belge, Nuray Mert ve hatta Yasemin Çongar var. E kambersiz düğün olmaz, Oya Baydar var. Eski müftü ve ANAP milletvekili Abdulbaki Erdoğmuş var. Bence aydınımız adına en veciz ifadeyi de o kullandı, “Kanun devleti olmayı beklerken KHK devleti olduk" dedi. Yanılmıştı o da tıpkı diğerleri gibi. Ama aralarında İlhan Cihaner gibi, Ali Sirmen gibi dostlarımız da var. Bunca acı tecrübeden sonra kim niye Nuray Mert’le, Yasemin Çongar’la, Murat Belge’yle, Hasan Cemal’le, emekli AKP’lilerle, ANAP eskileriyle aynı metne imza atar ki? Ne umar mesela, ne fayda görür?
Hatırlıyorum, bu her görüşten bir kısım aydınımızın bir kısmı Taksim’de “yetmez ama evet” pankartıyla yürümüş, baronun ve CHP’nin önünden geçerken “darbeci baro, darbeci CHP” diye höykürmüşlerdi. İçlerinden bazıları o darbeci baronun başkanını CHP’ye başkan adayı olarak öneriyordu geçtiğimiz haftalarda. O konudaki görüşleri de yanlış çıktı anlayacağınız. Onlar darbeyi barodan ve CHP’den bekliyorlardı, hâlbuki bekledikleri o darbeye birlikte evet dedikleri Fethullah tarikatı kalkıştı. Yani “yetmez ama evetçi” aydınlarımızın en makbul yoldaşları darbeci çıktı.

                                                                            ***
Değişik görüşlerden aydınlar toplanmış, demokrasi istiyorlarmış. Bilmez miyiz? Çok aydındırlar bazıları. Hatta anasından aydın doğanlar vardır aralarında, hep yanılırlar ve hep aydın kalırlar. Darbeci vaizden maaşı, zalim zorbadan takdirnamesi olanlar bile vardır aralarında.

Ne yan yanayız, ne bir aradayız. Hopa’da gaz bombası ile öldürülen öğretmen Metin Lokumcu’ya “darbeci”, “Ergenekoncu” diyen aklı da, vicdanı da satılmışlarla yollarımızı ayıracağız. Laik cumhuriyeti tepelemekle görevli CIA beslemeleriyle kamplaşacağız. Dinci yobazla, sağcı gericiyle, faşistle, hayırsızla, uğursuzla evetçi- hayırcı diye bölüneceğiz.

Yan yana gelmek istemiyoruz biz. Ayrılalım, görmeyelim birbirimizi. Murat Belge karşı çıkıyorsa mutlaka memleketin hayrınadır, bölünelim mümkünse!

Orhan Gökdemir / SOL

Tayyip Erdoğan’ın kültür savaşı - AHMET İNSEL

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Ensar Vakfı’nda yaptığı konuşma, Türkiye’de iktidarın siyasal meşruiyetini artık esas olarak ve son derece açık biçimde bir kültür savaşı üzerine kurduğunun açık kanıtıdır. Bu konuşma, 2013 ilkbaharında, AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun söylediği, bugüne kadar AKP iktidarına payanda ve paydaş olan liberallerin, başlayan inşa ve ihya döneminde AKP’nin karşısında yer alacakları, çünkü onların kabulleneceği bir gelecek kurulmayacağı öngörüsünün, eyleme geçmiş halidir. Kökleri Türkiye’de bir yüzyıldan fazlasına dayanan kültür savaşında, hedefleri son derece açık ilan edilmiş, toplumun bütünü üzerinde mutlak tahakküm kurma arzusunun ifadesidir. 

 
Tayyip Erdoğan, 14 yıldır kesintisiz siyasal iktidarda olmalarına rağmen, sosyal ve kültürel iktidar konusunda sıkıntılarının olduğunu, yani yetersiz kaldıklarını belirtti. İlginçtir iktisadi iktidarı ele geçirme konusunda bir sıkıntı yaşadıklarından bahsetmedi. Kültürel ve sosyal alanda bu eksiklerin tamamlanmakta olduğunu belirtirken verdiği örneklerle, yürüttüğü kültür savaşının araç ve hedeflerini bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. İmam hatip okullarına olan ilgi nihayet artmıştı (arttırılmıştı?) ve tüm okullarda Kuranıkerim, siyeri nebi, Osmanlıca gibi dersler seçmeli olarak(şimdilik?) okutulmaya başlanmıştı. Ülkenin ihtiyacı olan ve kendisi ve partisinin hayali olan nesiller böyle yetiştirilecekti. 
 “Ecdadımıza ve kültürümüze duyulan husumetin ürünü bir yaklaşımla hazırlanmış olan müfredatlar daha yeni yeni değişiyor”du. Ama bu milli ve manevi sosyal ve kültürel iktidarın kurulmasının önünde hâlâ büyük engeller vardı. Çünkü bütün kültürel ve bilimsel alanlarda “ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişiler, ekipler, hizipler” etkin yerlerde bulunmaya devam ediyordu. Tayyip Erdoğan bu durumdan büyük üzüntü duyduğunu belirtmekle yetindi. Bu yabancı zihniyetteki unsurların işgal ettikleri o yerlerden er veya geç atılacaklarını söylemesine ayrıca gerek yoktu.
Bir zihniyet, bir değerler bütünü ve bir yaşam tarzının hâkim, hatta baskın kılınmasını amaçlayan bu kültür savaşı hamleleri sayarken bunları yürütecek “kültür savaşçıları”nı da işaret etmeyi unutmadı. Erdoğan, parti-devletinin desteklediği bu “kültür savaşçıları”, AKP’nin kültürel ve sosyal olarak hâlâ ve bir türlü iktidar olamama ıstırabının en somut göstergesi olan, bir karabasan gibi tahayyül dünyalarını esir almış olan “Gezi Parkı gençliği”nin tam karşısında yer alan, alacak olan gençlikti. Geçmişte dindar nesil olarak tanımladığı bu kuşakları, şimdi millet, vatan, bayrak ve ezan dörtlüsü için yola koyulanlar olarak tanımlarken fethedici bir gençliğe işaret etti. Sosyal ve kültürel iktidarı fethetmek üzere hareket edecekti. Erdoğan parti-devletinin bindirilmiş kültürel kıtaları ve belki daha fazlası olacaktı. Yeni Türkiye’nin “yeni kızıl elma”sı bir iç fetih savaşıydı. Milli ve manevi değerlere aykırı olduğunu iktidarın ilan ettiği toplumun yabancılaşmış kesimlerine karşı verilecek bir savaştı bu. Çoğunluğun da bunu oy vererek desteklediği varsayılan, sadece söz ve düşünce silahlarıyla değil, yargı, polis gücü ve müfredat zorlamasıyla da verilecek olan bir ülke içi fetih mücadelesiydi.
Tayyip Erdoğan’ın dile getirdiği ve siyasal iktidarın gücüyle adım adım hayata geçirildiğini kendisinin söylediği bu İslamcı-milliyetçi kültürel ve sosyal tahakküm hedefi, AKP’nin kuruluşunda ustalıkla sakladığı iddia edilen gizli gündeminin açığa çıkmış hali midir? 
AKP seçmenleri ve sempatizanlarının hepsi bu tür bir tahakküm hedefini benimsiyorlar mı? 
Bu soruların yanıtı, gidişatın İslamcı bir faşizme dönüşüp dönüşmeyeceğini büyük ölçüde belirleyecek.

Ahmet İnsel /CUMHURİYET

Darbe 1999’da ihbar edildi - ÖZGÜR MUMCU

“Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım.Anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekeceğiz ana kadar her adım erken sayılır. 


Mesela, 15 Temmuz darbe girişiminden önce Fethullah Gülen’in böyle bir konuşması ortaya çıksaydı herhalde darbe ihtimaline karşı çok daha tedbirli olunur hatta bu ihtimal engellenebilirdi.
Mesela, böyle bir konuşmanın ertesinde Gülen aleyhine bir dava açılsa ve bu davada savcılık Gülen’in Anayasal düzeni değiştirmek ve laiklik ilkesini de kaldırarak, yerine şeriat esaslarına dayalı devlet kurmak amacıyla yönetimde teşkilatlanmayı, devlet idaresini ele geçirmeyi hedeflediğini tespit etseydi herhalde darbe girişimi daha bir hevesken boğulurdu.
Hele koca MGK toplanıp da “Fethullah Gülen’in faaliyetlerine karşı bir eylem planı” oluşturulmasını karara bağlasaydı. Mesela o toplantıda MİT’ten Genelkurmay’a Gülen’in icraatları hakkında ayrıntılı raporlar sunulsaydı, darbeye girişmek ne demek, Gülen cemaati karşısında koskoca devleti görünce bir köşeye pısar kalırdı. 
 
İşin trajik kısmı da burada. Gülen’in devlete sızma hakkındaki konuşmasının videosu 1999’da yayımlanmış ve ülkenin gündemini sarsmıştı. Sonucunda da Gülen yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştı. 
 
Gülen hakkında dava açılmış, kesin hüküm ise af kanunu sebebiyle 2003 senesinde ertelenmişti.
MGK ise 2004’te Gülenci tehlike hakkında karar almıştı. 
 
Bütün bunlara rağmen Gülen cemaati MİT Müsteşarı’na karşı yapılan operasyon ya da 17/25 Aralık’ta aniden çıldırmış gibi davrananların amacı, tehlike bağıra çağıra gelmesine rağmen, cemaatle kurdukları koalisyonu unutturmak. 
 
Yurtdışına kaçmış, hakkındaki dava ancak af kanunuyla ertelenmiş, MGK tarafından tehdit olarak belirlenmiş bir cemaat, AKP’nin iktidarını güçlendirmesiyle beraber ve tam da bunun için kayırılmıştır. 
 
Siyasi kumpas davalarıyla “askeri vesayet” kaldırılır, 12 Eylül referandumuyla yargıdaki “vesayet” kırılırken, YAŞ’ta ihraçların engellenmesiyle ve HSYK seçimleriyle yargı ve TSK’de cemaatçi güçlerin yolu açılmıştır. 
 
Yani adam devlete sızıyorum, ayaklanmak için zamanını bekliyorum demiş. Savcı, bu adam devlet idaresini ele geçirmek istiyor demiş. MGK, bu adama karşı eylem planı geliştirin demiş.
Bunlara rağmen adam “hocaefendi” diye el üstünde tutulmuş, siyasi kumpas davalarına destek olunmuş, Adliye, Emniyet ve Askeriye’yi ele geçirmesine yardım edilmiş. 
 
Sonra, efendim binbaşı MİT’e saat kaçta gitti de ihbar etti! Sanki iş birkaç saatlik bir meseleymiş gibi. Alın size ihbar 1999’dan, 2003’ten, 2004’ten.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

2 Haziran 2017 Cuma

'Birkaç ödül aldıktan sonra ödüle karşı olacağım': O muhteşem ikiyüzlülüğünüz - TAYLAN KARA

“Birkaç ödül daha aldıktan sonra ödüle karşı olacağım.”
Murathan Mungan




Bazı sözcükler ya da cümleler, belli dönemleri ya da anlayışları temsil eder. Bu tür cümleler, bir dönemin özeti, belli bir anlayışın sözcüklere dökülmüş halidir.

Örneğin 14. Louis’nin “devlet benim.” cümlesi gibi…
Maria Antoinette’ye mal edilen “ekmek yoksa, pasta yesinler.” cümlesi gibi…
Kant’ın “bilmeye cüret et” cümlesi gibi…
Kenan Evren’in “asmayalım da besleyelim mi?” cümlesi gibi…
Ortaçağdaki “ölümü hatırla” cümlesi gibi…
Lenin’in “Bütün iktidar sovyetlere” cümlesi gibi…

                                                                                *

“Birkaç ödül aldıktan sonra ödüle karşı olacağım”.
Bugüne kadar Edebiyat Piyasası-Piyasa Edebiyatı’yla ilgili sayısız yazılar yazdım. Eğer “Edebiyat Piyasası-Piyasa Edebiyatı’nın prototip yazarını en iyi temsil eden cümle nedir?” diye soracak olsalardı bundan daha iyi bir cümle söyleyemezdim.
Sonrasında birçok yazar Murathan Mungan’ın bu cümlesini, sanki çok derin bir felsefi saptamaymış gibi tekrarlamıştır (1,2).

                                                                               *

Bu cümle piyasa edebiyatının bütün ikiyüzlülüğünü, bütün hesapçılığını, bütün ahlaksızlığını kusursuzca yansıtmaktadır. Çok çok basit düşünelim.
Sanki çok yaratıcı bir şeymiş gibi bunu söyleyen yazar, edebiyat ödülleri ile ilgili ne düşünmektedir?
Edebiyat ödüllerine karşı mıdır, değil midir?
Bu kişiye göre edebiyat ödülleri iyi bir şey midir, kötü bir şey midir?
Eğer iyi bir şey ise, neden birkaç ödül aldıktan sonra karşı olacaktır?
Eğer kötü bir şey ise, sonrasında karşı çıkacağı bir şeye, niçin şimdi karşı çıkmamaktadır?

                                                                                *

Bir yazar edebiyat ödüllerine olumlu bakabilir.
Bir yazar edebiyat ödüllerini kötü bir şey olarak da tanımlayabilir. Bu ayrı bir tartışma konusudur.
Ama iyi bir şey olarak tanımlıyorsa, niye sonrasında karşı çıkacaktır; kötü bir şey olarak tanımlıyorsa, niçin şimdi birkaç edebiyat ödülü almak istemektedir?
Şunu açıkça belirtmekte hiçbir sakınca yoktur: Bu ikiyüzlülüktür.

                                                                                *

“X’i birkaç kez daha yaptıktan sonra X’e karşı olacağım…”
Burada “x” yerine ne koyarsanız koyun… Bunu söyleyen bir kişide nasıl bir tutarlılık vardır?
Burada nasıl bir ilke vardır?
Bir parti başkanı: “birkaç fabrika daha özelleştirdikten sonra özelleştirmeye karşı çıkacağım” deseydi…
                                                                               *

Normal hayatında yapmak istediği her türlü şeyi yapıp, yetmişinden sonra namaza başlayan insanları eleştirmek için fazla bir soyutlama yapmaya gerek yoktur.
Bir koltuğa oturunca, eşine, dostuna, arkadaşlarına torpil yapıp, o koltuğu kaybedince “liyakat! liyakat!” diye bağıran insanların ikiyüzlülüğü ortadadır.
Kendisi rüşvet aldığında hiçbir sorun görmezken, bir başka yerde kendisinden rüşvet isteyen kişiye dürüstlük satan insanın alçaklığını ortaya koymak kolaydır.
Muhalefetteyken karşı çıktığı şeyleri, iktidardayken bizzat yapan bir partiye atıp tutmak da kolaydır. Bunları anlamak için hiçbir soyutlama yapmaya gerek yoktur.
 Bu sayılanlar kadar ikiyüzlü bir anlayıştır bu.
                                                                                 *
Bu kadar basit bir gerçeği yazmanın kendisi bile çok rahatsız edicidir. Böyle bir yazıyı yazmak zorunda kalmak, içinde bulunduğumuz sefaletin somut bir göstergesidir.
“Türk edebiyatının neye ihtiyacı vardır?” sorusuna birçok yanıt verilebilir. “Edebiyatın en büyük sorunu nedir?” dense birçok başlık sayılabilir.

Ama Türk Edebiyatı’nda her şeyden önce bir ahlak sorunu vardır.
Bu başlığı başa koymadan ve büyük harflerle yazmadan, söylenecek her şey boş laftır. Kendi gözündeki kütüğü görmeden, başkasının gözündeki kıymığı gören bu ikiyüzlü anlayıştan kurtulmadıkça bu rezillikler kaçınılmazdır.
Önce “bir molekül” etik, “birkaç atom” ahlak, “iki nanogram” ilke, “üç nanogram” tutarlılık...

Bundan sonrası kolaydır.

Taylan Kara
taylankara111@gmail.com

Kaynaklar
1. http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/odul-konusmalarim-i-795
2. http://onurcaymaz.com/ornek-sayfa/

Ramazan forever! - NAZIM ALPMAN

İslam dünyasının büyük bir özlemle beklediği ramazan ayı Türkiye’de de giderek artan bir coşkuyla yaşanıyor. Özellikle AKP’li belediyelerin bulunduğu illerde ve ilçelerde açık hava iftarları, sonrasında sahne gösterileri düzenleniyor. Diğer belediyeler de bütün ramazanı iktidara kaptırmamak için onların peşinden kaptırıp gidiyor.
Siyasi partililerin de ramazan etkinlikleri belediyelerden geri kalmıyor. Çağrılı gazetecilerden öğrendiğimize göre yabancı temsilcilikler de (Büyükelçilik ve Başkonsolosluklar) iftar davetleri yapıyorlar. Gösterişli iftar düzenlemeleri gövde gösterisi şeklinde yaşanıyor.
Ancak ramazan ayı ile ilgili olarak en büyük yarış, televizyonlar arasında ve de Ramazan Özel programcıları, televizyon hocaları içinde yaşanıyor.
Bu yarışın temeli de program içeriğinden ziyade, bütçeleri bakımından değerlendiriliyor.
Hangi hoca, hangi kanaldan kaç bin lira alıyor?
                                                                               •••
Ya da ramazan aylarında halka açık iftar programlarında sahne alan hocaların vaazlarının pop şarkıcılarıyla yarışır hale gelmesi hatta onları geride bırakmaları da kamuoyu açısından ayrı merak konusu oluyor.
Ramazan ayının iftarları ikiye ayrılıyor.
Birincisi halka açık iftarlar. Yerleşim merkezlerinde büyük çadırlar ya da açık hava düzeneği içinde, plastik tepsiler içinde verilen üç ya da dört çeşit yemek ile masalara serpme olarak konulan iftarlıklardan oluşuyor.
İftar vaktinden önce sıraya girilen bu organizasyonlarda zaman zaman izdihamlar yaşanabiliyor. En dikkat çekici yanı kitleselliği oluyor. Buradaki en önemli kıstas, “hangi partinin ya da belediyenin iftarı daha kalabalıktı?” sorusuna verilen yanıt üzerinden yapılıyor.
İkinci grup ise büyük beş yıldızlı otellerde ünlü kişilerin katılımlarıyla yapılan görkemli iftarlardan oluşuyor. Böylesi iftarların yemek düzeni ve mönüsü hiç tartışılmıyor. Çünkü hepsi kişi başı dolar ya da avro üzerinden hesaplandığından herkesin içi rahat oluyor.
İkinci grup iftarların odağında katılanların kimlikleri öne çıkıyor. İftarı veren işadamları, vakıflar, dernekler ile bu iftara icabet eden iktidar çevrelerinin mevkileri önem arz ediyor.Kaç milletvekili katıldı? İktidar partisinin katılımcı düzeyi hangi seviyede?
Bir de eskiden yıldız olup da şimdilerde adı üzerinde tartışmalı pozisyonların olduğu kişilerin bulunmamasına özen gösteriliyor.
Her şey “gösteriş” üzerinden yapılıyor.
                                                                              •••
İki ayrı toplum kesimine hitap eden iki ayrı iftar programlarının ortak yanları büyük bütçeleri olarak gösteriliyor. Birincide ucuz ama kitlesel olduğundan toplam bütçenin yüksekliği dikkate değer oluyor. İkincisi ise az sayıda seçkinin pahalı mönü ile ağırlanması yine aynı kapıya çıkıyor.
Ramazan aylarının VIP yıldızları ise televizyonlar da dini konular üzerine esaslı şovlar yapanlar arasında çıkıyor.
Ramazan programlarında en fazla “Öbür Dünya” üzerine vaazlar veriliyor. Esas yaşamın bu dünyada değil, öldükten sonra öbür dünyada olacağı anlatılıyor. Televizyon hocaları örnekler verirken “di”li geçmiş zaman kullanıyorlar. Hocalar sanki anlattıklarını bizzat görüp, yaşamış gibi konuşuyorlar:
-Ya rabbim dedi bana bir yol göster. O sırada bir bulut peydah oldu…
Televizyon hocaları, kitlesel canlı yayınlara da çıkıyorlar. Bölüm başı esasıyla çalıştıklarından programlar bittiğinde ödemeler de banka hesaplarına geçmiş oluyor!
Bütün vaazlarında öbür dünyayı önerenler, bu dünyada ne var ne yok hepsini alıyorlar.
Her ramazanda servetlerini geometrik olarak arttıran televizyon hocaları, bu mal mülk edinme iştahları konusunda herhangi bir izahatı gerekli görmüyorlar. Kendilerine “Allah daha fazlasını versin” denilmesini arzuluyorlar.
Organize ettikleri kutsal toplantılar (iftar sohbetleri) gibi kendileri de her yıl giderek daha fazla “pop” hale geliyorlar. Zaten söylemlerini de modernleştiriyorlar:
»Ramazan forever!

Nazım ALPMAN / BİRGÜN

Ekonomide tehlikeli sular - ASLI AYDIN

Türkiye ekonomisinin reel riskleri büyüyor… Ne var ki işsizlik-enflasyon-büyüme tarafında bozulma devam ederken, tüm bunlar olmuyormuşçasına bir bolluk coşkusu göze çarpıyor. Bir ülke ekonomisi için olabilecek en ağır sonuçlar halihazırda belirmeye başlamışken, yaratılan para bolluğu sayesinde gündeme taşınmıyor. Oysa geri dönüşü çok zor ve uzun zaman alacak sonuçlarla yüzleşmeye çoktan başladık.


Önce bu sonuçlarla başlayalım…
Türkiye bilindiği yüzde 3’lük bir büyüme bandına oturmuş durumda. 2002-2016 dönemi arasında %5’e yakın bir büyüme ortalamasına sahip ekonomi, uzun zamandır ortalamanın altında bir hasıla ve gelir yaratıyor. Daralan gelir ise her geçen gün daha adaletsiz bölüşülüyor.
2004 yılı başlarında toplamda 1 milyona yakın işsiz sayısı bugün 4 milyona ulaştı. 13 yılda 4 katı artan işsizler ordusunun boyutu, mevsimlik işçiler, uzun süreli iş arayanlar, eksik çalışanlar dahil edildiğinde 6 milyona ulaşıyor.
Diğer bir taraftan tüm ücretli kesimin satın alma gücü hızlıca eriyor. Nisan ayı TÜFE rakamlarının yaşadığı %11.87’lik artış, %16.37’ye sıçramış üretici fiyat endeksinin işaret ettiği üzere maliyet yönlü daha da artacağa benziyor.
Kısaca pasta küçüldükçe, pastadan ücretli sınıfın tasfiyesi sürüyor, çalışmaya devam edenlerin de payı küçülüyor.
Ekonominin üretim yönüne baktığımızda ise, sanayi tarafında tüm vergi indirimleri ve Kredi Garanti Fonu gibi desteklerin yıllık olarak %2’lik bir etkiyle sınırlı kaldığını görüyoruz, ki zaten canlanma da beyaz eşya ve mobilya sektörlerinde yani teşviklerin yoğunlaştığı sektörlerde yaşanmış. Bu vergi indirimi itelemesinin, ertelenen tüketimlerin bir kısmını gerçekleştirdiği söylenebilir. Bunun yanı sıra otomobil sektöründeki daralmanın boyutu Nisan ayında %10.5’e çıkarken, toplam ihracatın %7,4 hız kaybetmesi, ülkede üretimin ve gelirin aşağı yönlü olduğunu destekleyen diğer veriler.

Şimdi evet bu meseleler zaten uzunca bir süredir konuştuğumuz sorunlar. Kendi adıma söyleyeyim, hiç istihdamda nitelikli bir iyileşmeden, pahalılıkta önemli ölçüde bir gerilemeden bahsedemedim… Her dönem bu sorunların zirve yaptığı, sonrasında ise popülist politikalarla yumuşatıldığı çevrimlerine şahit oluyoruz. Fakat bu dönemin bir özelliği, bunun alışılageldik bir çevrim olmadığını ortaya koyuyor. Bunca daralma ve gerilemenin üzerine bir de Merkez Bankası, Hazine, KGF gibi mekanizmalar aracılığıyla ekonominin krediyle pompalanması eklenince, adeta ekonominin balatalarını yakıyor.

Riskler ağırlaşarak birikiyor…
Şu sıralar, hangi görüşü paylaşırsa paylaşsın birçok ekonomi yazarının hemfikir olduğu nadir konulardan biri, ülke ekonomisinin mevcut haliyle bu denli kredi pompasını kaldıramayacağı. Son olarak Merkez Bankası tarafından ‘banka senedi’ uygulamasına başlanacağı duyuruldu. Sicili son derece bozuk olan bu uygulamanın en son 2008 krizi ile birlikte ekonomik dengeleri bozucu karakteri öne çıkmıştı. Bir kredinin, kalitesine (yani geri ödenme olasılığına) bakılmaksızın MB tarafınca satın alınması, karşılığında likidite sunması ve bu likiditenin yeniden krediye dönüşmesi mekanizmasının kapitalist sistemin lideri ABD ekonomisini çöküşe götürmesinin üzeriden çok da geçmedi. Ne var ki bizdeki bu “borca dayalı büyürüz” kör inancı bir türlü yok olmadığı için, bu sistemin bir biçimini şimdi ekonomimize devşirmiş olduk. Hem de ekonominin reel tarafı bu denli bozukken.

Diğer taraftan hadi diyelim ki bu krediden kredilendirme uygulaması, menkul kıymetleştirme olarak adlandırabileceğimiz varlıkların birçok krediye açık hale gelebilmesi vb uygulamalar hiç 2008 krizinde deneyim edilmemiş olsun. Yine de Türkiye ekonomisi bu uygulamayı kaldırabilecek, finansal piyasalarda derinleşme yaratabilecek bir yapıda, bir güçte değil. Finansal derinleşme her şeyden önce güçlü bir reel sektör arar. Küresel rekabetçilik, bağımsız kurumlar arar. Oturmuş bir üretim, hizmet sektörü üzerine derinleşmiş bir finans sistemi, tüm olası negatif sonuçlarına rağmen, ülkelere belli bir sürede kazanç sağlayabilir. Oysa Türkiye’de tüm bu reel süreçler terk edilerek inşaat ve finansallaşma yoluyla bir büyüme öyküsü yaratılmaya çabalanıyor. Bu, açık denizlere sandalla açılmaya benzer, en ufak bir dalgada alabora olur.

Nitekim bir yönüyle bu hamlenin ekonominin bozulan ortamında hayata geçirilmesi, şişen ‘kredi-borç-tüketim’ üçlüsünün bankalar ve bankaların kredilendirdiği şirketler ( ağırlıklı olarak inşaat-gayrimenkul şirketleri) tarafında sürdürülemez hale gelmiş batıklara yol açtığını ortaya koyuyor. Kaldı ki, 2015 verileriyle kredilerinin toplam varlıklara oranı yüzde 60’ı geçmiş bankacılık sektörünün, artık kredi verebilecek dermanının da kalmadığı ortada.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Bir kaplumbağa asabiyeti: ‘Survivor Sabriye’ - TAYFUN ATAY

Türkiye ve dünyada kickboks şampiyonluklarıyla “Ünlüler” kategorisinden Survivor 2017’ye dâhil olmuş Trabzonlu Sabriye Şengül’ün aylardır süren realiteyarışma programında tek ayırt edici vasfı var: Başarısızlık. 

 
Buna rağmen müthiş taraftar kitlesi oluştu Sabriye’nin ve parkurlarda kelimenin tam anlamıyla nal toplarken ekran karşısındaki seyirciden muazzam oy toplaması söz konusu onun…
Sabriye sadece parkurlarda fiziksel açıdan dökülmekle kalmıyor, zihinsel kapasite gerektiren noktalarda da fantastik bir zafiyet içinde. Mesela şovun kelime-bulmaca oyununda (“Anlat Bakalım”) “İğnenin büyüğüne ne denir” sorusuna “büyük iğne”; “Evde kalmış kıza ne denir” sorusuna da “evde kalmış” cevaplarını veriyor!.. 
 
Parkurlarda herkes canını dişine takmış koşarken Sabriye’yi (hadi koşar adım yürürken demeyelim!) yürür adım koşarken izliyoruz. Bir kaplumbağa temposunda… 
 
Fakat o, parkur-dışı alanda (“bench”te) diğer yarışmacılarla mücadelede müthiş asabi bir yırtıcılık içinde. Özellikle de karşıdaki “Gönüllüler” takımının gözde kızı (“Miss Turkuaz Germany” güzellik yarışması birincisi) “Almancı” Berna (Keklikler) ile amansız bir rekabet ve çekişmede Sabriye.
Kendi takım arkadaşı ve takımiçi gruplaşmada “partner”i milli boksör Adem Kılıççı üzerinden (Adem’in Berna’ya ilgisi olduğu hezeyanıyla) bir kıskançlık, daha doğrusu “kıskançlık şovu” sergiliyor. 
 
Tabii Berna da kendisine yönelik bu hissiyatı (Adem’e değilse de) Sabriye’ye karşılıksız bırakmıyor.
O yüzden Survivor 2017’nin şu ara seyri en cazip kılan kesitleri, Sabriye’nin Berna ile “çemkirdek” olduğu anlar. 
 
Onları böyle görünce acaba Acun yarışma-dışı düzenlediği futbol, voleybol maçlarından sonra Berna ile Sabriye’ye bir çamur güreşi de yaptırır mı diye düşünmeden de edemiyorum!..
Bu sıraladıklarım bile Sabriye’nin o paradoksal, “Başarısızsan da kazanırsın” durumunu açıklama yolunda ipuçları veriyor aslında. 
 
Sabriye sinirli ama sevimli, sarsak ama sempatik, şapşik ama seyre gelir bir yarışmacı.
Fakat bir başka faktör daha var Sabriye’ye kazandıran. Şu ara yerlilikyabancılık, muhafazakârlık-modernlik, İslamcılık-Batıcılık kutuplaştırmaları doğrultusunda İbn Haldun’la bağlantılı olarak gündeme gelen “asabiye” yahut “asabiyet” faktörü bu. 
 
(Görüyorsunuz, bir doz “Acunsal enerji” tableti alıp Survivor uykusuna dalalım desek de “dinbazlık” peşimizi bırakmıyor!) 
 
“Asabiye” kısaca körü körüne aidiyet duygusu olarak tanımlanabilir. 
 
Öyle ki kendinizi ait hissettiğiniz toplumsal birim; aile, sülale, kabile, kavim, millet, din, mezhep ya da hemşeri grubu içinden biri, birileri yanlış, haksız, başarısız olsa bile onu sorgusuz- sualsiz korumak, savunmak, desteklemek durumundasınızdır. “Asabiyet”, bunu gerektirir.
Trabzonlu Sabriye, baştan beri tüm eksiklik, yetersizlik ve başarısızlığına rağmen bir “Karadenizlilik asabiyesi” ile de büyük destek buldu. 
 
Elbette bunu takım arkadaşları tarafından yetersizliği nedeniyle dışlanma, horlanma gibi motifler de besledi. Takım içinde tek dayanağı Adem tarafından dillendirilip seyirciye de sirayet ettirilen bu mağduriyet algısı, buna bağlı acıma hissi ve aynı doğrultuda Sabriye’nin kendini acındırma stratejisi, daha geniş bir kitlesel destek potansiyeli oluşturdu. Oylamalarda da bu potansiyelin fiili karşılığı görülmekte. 
 
Böylece Sabriye her hafta eleme potasına girse de seyirci desteği ile adada kalmaya (“survive” olmaya) devam etti. En son, ona nazaran hem çok başarılı, hem de ünlü bir yarışmacıyı, “Havuç Furkanı (Kızılay) eledi. İlaveten, daha meşhur ve daha da başarılı İlhan (Mansız), Serhat (Akın) ve Sema (Aydemir) için de ciddi tehdit haline geldi. 
 
Evet, klişeyi biz de tekrar edelim: Survivor, sadece performans değil. 
 
O, “performatif” olduğu kadar psikolojik de bir mücadele. Ve dahi bu psikolojik mücadelenin derininde, dibinde, kökünde bir “kültürel” mücadele…
Güçsüz de olsanız, beceriksiz de olsanız, sinirleriniz zayıf da olsa bunlar Survivor’da kaybedeceğiniz anlamına gelmiyor. 
 
Yani asabi iseniz sorun yok; yeter ki “asabiye”niz de olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Nedeni bulundu! - Meriç Velidedeoğlu

“TBMM Darbe Araştırma Komisyonu”, görev süresinin bitmesinden hemen beş ay sonra, “936” sayfalık bir taslak “Rapor” hazırladı.
Rapor’un en ilginç bölümlerinden birini, “laiklik”le ilgili görüşler, değerlendirmeler oluşturuyor; öyle ki yalnızca “15 Temmuz”un değil, neredeyse tüm darbelerin nedeni olarak görülüyor “laiklik”...
Dolaysiyle “laikliğin yeniden keşfedilmesi” gerektiği ileri sürülüp, “yeniden tanımlanması” gündeme getiriliyor.
Daha önce de yapılmıştı bu “tanım” çalışmaları; bilmem anımsanır mı?
“Adalet ve Kalkınma Partisi”nin (AKP) kurucularından olan, şimdi yine “AKP”nin “Genel Başkanı” seçilen ve TC Devleti’nin, “yeminli tarafsız” Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, bu “tanım” çalışmasına ilkin -tersten-“demokrasi”den başlamıştı.
Tarihe geçen o ünlü “demokrasi” tanımını, yıllar geçse de, unutmak olanaksız; ne demişti: “Demokrasi bir ‘tramvay’dır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz, ‘demokrasi amaç değil araçtır!” (1996) 
 
Bu durumda -ister istemez- yeni “laiklik” tanımı da, bu “tramvay demokrasi”ye uygun olacaktır; Komisyon Raporu’nda, “laikliğin ülkedeki ayrışmaların kaynağı haline geldiği” ileri sürüldüğüne göre, “tramvay”a uygunluk kaçınılmaz...
Öte yanda Anayasa’nın ikinci maddesinde yer alan laiklik, devletin yönetiminin temel özelliklerinden birini oluşturduğuna göre, laikliğin “kökten değişimi”nin, yeniden tarifinin gündeme getirilmesi, “siyasal” bir söylem, “siyasal” bir öneri oluşturmaz mı?
Rapor’da yine, bu bağlamda, “Eğitim” konusunda da neredeyse “laik sistem” yerine “dinsel sistem”e geçerek, “köklü” bir “değişim” yapılması konu ediliyor.
Böylece de, “Sahih (doğru) bir ‘din eğitimi’nin verilebilmesi için”, dinin tüm temel kaynaklarının öğretilmesi yoluna girileceği vurgulanıyor. Kısaca, “İmam Hatip Liseleri”ndeki öğretim gibi...
Ve bu eğitim, “İlk Öğrenim” aşamasında başlayacak...
Henüz “4 yaşındakilere” gelince, onların da öğrenimine “çözüm” getirecek “Darbe Komisyonu Raporu”...
“4-6 Yaş Din Eğitimi” olarak; bunun da “düzenli sorunsuz yürütülmesi”nde “öncelikli (acil) işlemler” bağlamında ele alınacak. 
 
“TBMM Darbe Araştırma Komisyonu Başkanı AKP Milletvekili Reşat Petek”in hazırladığı bu taslak “Rapor”da, “Din Eğitimi”nin bu denli “yoğun” ele alınıp böylece “daha da geliştirilmesi”nin, en önemli nedeni başta “FETÖ” olmak üzere, “benzeri örgütlerle ‘mücadele’ kapsamında” çok önemli görülmesi (!)...
Dolaysiyle bu “mücadeleye” engel olduğu belirtilen “laiklik”, gündeme oturtularak, kolunu kanadını kırıp “kuşa çevrilmesi” fırsatının yaratılması.
Ve böylece, “Dindarlar da, agresif (saldırgan) ve militan laiklik”ten, “baskı ve zan altında tutulmaktan” kurtulmuş (!) olacaklarmış... 
 
İşte bu “kurtuluşun (!)” sürekliliği için de, bu yeni “laiklik tanımı”, yukarıda alıntılanan, özellikle de, yeni kuşağı (nesli) yetiştirecek “eğitim”deki düzenlemeler doğrultusunda ortaya konulacak...
İşte bu tanıma dayanan “laiklik” ancak, “düşünce çoğulculuğunu koruyabilecek”miş...
Kuşkusuz, ortaya sürülecek bu “laiklik”, “laiklik”ten başka “her şey”e benzeyecek... 

 
Ne dersiniz değerli dostlar? 
 
Katılır mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Ak müteahhit cumhuriyeti - ÇİĞDEM TOKER

Rantın büyüklüğünü deneme sayısından anlayabilirsiniz.
Zeytinlik alanları müteahhit şirketlere açma iştahından söz ediyorum. Düşünün ki, altı kez TBMM gündemine gelmiş, altısında da reddedilmiş.
İnadın sürekliliği, yalnızca büyüklüğü değil, zeytinlik sahalardaki rant paylaşımının yüksekliği ve derinliği konusunda da fikir veriyor.
Şimdi geri adım diye duyurulan, metinden kelime çıkarma işinin, göz boyama olduğu vurgulanıyor. Zeytinlik Sahaları Korumu Kurulu kaldığı ve bu yetkileri o metinde durduğu müddetçe zeytinliklerin tehlike altında olduğu yani.
Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü’ye göre, bu kurul bağımsız olacakmış. Bir daha söyleyeyim: İçinde Tarım, Çevre ve Şehircilik, Sanayi, Orman ve Su İşleri, Maliye bakanlıkları temsilcilerinin, yani atanmış bürokratların yer aldığı kurulun bağımsız olacağını söylüyor bakan. Biz de bu sözden, o kurulun Bakan Özlü’nün bağımsızlığı kadar bağımsız faaliyet göstereceğini anlayabiliriz.
Cumhuriyet, bu ülkede en çok müteahhitlerin cumhuriyetine dönüştü artık. 


Cengiz’e bir büyük iş daha
3. Havalimanı’nı yapan beş müteahhide yasaya aykırı biçimde nasıl “davetli iş” verildiğini iki gün önce yazdım. Karayolları Genel Müdürlüğü, son yıllarda artan biçimde Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesini yasaya aykırı uyguluyor. Olağanüstü hallerde acele işlerde uygulaması gereken davetli şirketlerle pazarlık yolu, genel ve sürekli uygulamaya dönüştü neredeyse.
Küçük bir anımsatma: Önceki yazıma 2013’ten bu yana 3. Havalimanı şirketlerine “pazarlık” usulüyle verilen işlerin toplamı 2.5 milyar TL’ye ulaştı. Bu tutarın yarıdan fazlasını ise (1.4 milyar TL’si) Cengiz İnşaat’a ihale edilen işler oluşturuyor.
Ulaştığım son bilgilere göre Cengiz İnşaat’a bu hafta bir iş daha verilmiş.
30 Mayıs’ta yine 21/b’ye göre yapılan ihale, Trabzon-Aşkale (Köstere Deresi - Gümüşhane arası) kapsamında daha önce yaptığı bir işin “ikmal”i kapsamında. Yaklaşık keşif bedeli 720 milyon TL olan projeye, Cengiz’in şirketince 527.4 milyon TL teklif verilmiş. 

***

Müteahhitlere yapılan ödemelerdeki artış ve bu artışta “davet” yönteminin izlerini bütçe rakamlarında görmek de mümkün. Maliye verilerine göre Ocak- Nisan döneminde müteahhitlere 4.8 milyar TL ödendi. Bu tutarın 1.4 milyar TL’si yol yapımı için.
Müteahhit giderleri, geçen yılın aynı döneminde 3.5 milyar TL’ydi. Bu tutarın da 782 milyon TL’si yol yapımı için ödenmişti. Yol müteahhitlerine yapılan toplam ödemede geçen yıla göre yaklaşık iki katlık bir artış söz konusu.
İktidarların müteahhitlik sektörüyle ilişkileri ve tercihleri, bütçeyi, ekolojik dengeyi, gelir eşitsizliğini giderek daha derinden sarsıyor.
Toplum yararı aleyhine işleyen bu rant ilişkisinin son örneğini, bir askerin yaşamını yitirdiği Manisa’daki kışla zehirlenmesi olayında yemek tedarikçisi firmanın kollanmasında görüyoruz.
CHP İzmir Milletvekili Tur Yıldız Biçer’in ısrarla üzerine gittiği bu olayda, Rota Yemekçilik adlı firmanın, zehirlenmenin “çiğ hindi etinden” kaynaklandığını teyit ettiğini, buna rağmen Sağlık Bakanlığı talimatıyla kültür tahlil sonuçlarının verilmediğini kamuoyuna açıkladı.
Devlet kurumlarının üzerine gitmesi, sözleşmesini iptal etmesi, soruşturma, inceleme yapması gereken bir olayda, gencecik erlerin sağlıklarının bozulmasına seyirci kalması, söylenecek, yazılacak söz bırakmıyor.
İktidara yakın müteahhit şirketlerin herkesten daha eşit olduğu bir çağdayız.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Libya ve Manchester - CEYDA KARAN

Geçen salı için planlıyordum, araya ABD’nin dış politika duayeni Zbigniew Brzezinski’nin ölümü girdi, yazamadım. Lakin Libya üzerinden yaşananlara dair not düşmeden olmaz. ‘Libya’ diye bir memleket kalmamış olsa bile… Esasında geçen haftaki Manchester Arena saldırısı, niçin kalmadığını da ortaya sermekte. Şimdilerde ‘emperyalizm’ denilince dudak bükenler için kör kör gözüne parmak misali...
***

Britanya’nın Manchester kentinin ünlü konser salonundaki saldırıda çoluk çocuk 23 kişi öldü, 59 kişi yaralandı. Libya asıllı 22 yaşındaki saldırgan Salman Abedi hakkında yazılıp çiziliyor.
Kendisi Libya İslami Savaş Grubu’ndan (LİSG) etkilenerek radikalleşmiş bir genç. Benim 2011’de Bingazi ve Libya çöllerinde denk geldiklerimden belki de. Kim bilir, belki birilerinin üzerinden paralar kazandığı, kaptagon ve türevi uyuşturucularla ‘davaya sevk edilenlerden’. Şu sıralar Fransız ve Hollanda polisi ne hikmetse Suriye’de Fetih el Şam militanlarının kullandığı ‘cihat/mücadele hapı’ diye anılan bu ilaçları üretip dağıtanları bulup yakalamamakta. İnsanın ‘Hey gidi Kaddafi, hey’ diyesi geliyor. Linç edilerek öldürülmeden önce çok bağırmıştı da işiten olmadı. Zaten ordusuna ‘sivillerin ölmemesi için dikkat edin’ türü sözlerinin de tam aksinin aktarıldığı yeni ortaya çıkmakta.

***

Libya, hem Batı (Fransız-Britanya) istihbaratları, hem de Kaddafi’den nefret eden Körfez’in Sünni monarşilerinin (özellikle Katar) ortak operasyonuydu. Liberal müdahaleciliğin ‘demokrasi’ sosu ile tatlandırılıp servislendiği. Siyasal İslam aparatı en kullanışlı araçtı. Üstüne Hillary Clinton’ın Suriye bağlantılı ‘Tekfiristan projesi’ tesis edildi.
Britanya yatırımı MI6’nın Kaddafi’ye suikastlar düzenlediği 1990’lara uzanır. LİSG üyeleri bu ülkede rahatça yaşadılar. Bunlardan biri Kenya ve Tanzanya’daki ABD elçiliklerine bombalı saldırılarda parmağı olsa bile Londra’da camilerde dolanan, sonra Libya’da ortaya çıkan Abu Enes El Libi.
Manchester saldırganı Abedi tabii henüz ‘çömezdi’. Libya’nın doğusundaki El Abedi aşiretinden. Babası Ramazan, Kaddafi yönetimi altında başçavuşmuş. 1991’de ‘Vahhabi cenneti’ Suudi Arabistan’a yerleşmiş. Afgan mücahitleri eğitmiş. Sonra ver elini Londra ve Manchester... El Libi ile de Bin Ladin’in adamı LİSG’in lideri Abdülhekim Belhaç’la da oradan tanışıyor. Hani şu ABD diplomatını Bingazi’de öldürünceye kadar ‘Libya devrim kahramanı’ ilan edilen Belhaç.
Diyeceksiniz ki Britanya istihbaratı bunları bilmez mi? Bilir elbette. 8 Haziran’daki seçimlerde halkından vize almak arzusundaki Başbakan Theresa May hele, o vakitler içişleri bakanıydı. Lakin bunlar Britanya için ‘değerli varlıklardı’. O sebeple tutuklanmadılar. 

***

Şimdi Batı başkentlerinde, ‘internetten radikalleşen gençler’ yahut IŞİD ve El Kaide’nin ‘yalnız kurtları’ gezip tozmakta. Batılılar Manchester’daki gibi kendi içlerinde ‘tali kayıplar’ vermekte. Bunların hepsi ‘insani’ mevzu zaten, zinhar politik değil! Emperyalist projelerle filan ne alakası olabilir! Bakmayın siz NATO yahut KİK’in zuhur ettiği memleketlerin yerlerinde yeller estiğine... 

***

Libyalılar için parasız sağlık ve eğitim, kamu için petrol, içme suyu projeleri, modernleşme, laiklik demek olan Muammer Kaddafi, 20 Ekim 2011’de linç edilerek öldürüldü. Kuvvetle muhtemel, linç Fransız istihbaratının işiydi. Şubat 2011’de ‘isyanın’ ilk çıktığı Bingazi’deydim. Barışçı gösteri ile filan değil, ağır silahlarla basılarak isyanın başlatıldığı sarayı bizzat dolaşmıştım. O vakitler rivayet o kadar çoktu ki, kafamda oturtamamıştım... 



Libya’daki silahlar paketlenip Suriye’ye yollanalı çok oldu. Batı medyası ancak şimdi yazıyor, NATO’nun ‘kurtardığı’ Libya’daki ‘köle pazarlarını’. Artık Libya yok. IŞİD’le mücadele var. O yüzden siz siz olun ‘emperyalizm’ deyip geçmeyin. Emperyalizmle oyun oynamaya da kalkışmayın. Antiemperyalizm en kalın çizginiz olsun.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

1 Haziran 2017 Perşembe

Laiklik ve özgürlük için ayağa kalkan yer sofrasına çökmez - İLKER BELEK

2013 Haziran halk ayaklanması, Gezi, diktaya, gericiliğe, ranta, yağmaya, AKP’nin Suriye’de içine battığı kirli işlere karşı; laiklik, özgürlük ekseninde ortaya çıkan, barış, kamuculuk, bağımsızlık gibi değerleri de içeren, kendiliğinden nitelikli bir halk ayaklanmasıydı.

                                                                           ***

Haziran Türkiye’nin boyun eğmeyeceğini haykırmasıydı. Egemenler tarafından her zaman korkuyla hatırlanacak derin bir iz bıraktı. Haziran halktı.
İktidar tarafından bu nedenle büyük tehdit olarak kodlandı. Berkin’in annesini kalabalıklara yuhalatmalarının nedeni buydu.
Yalnızca AKP değil düzenin aktörlerinin tamamı ve tabi ki sermaye sınıfı da aynı değerlendirmeyi yaptılar. Ortaya çıkan enerjinin herhangi bir biçimde düzen dışına taşmaması için olağanüstü gayret sarf ettiler.

                                                                             ***

Kürt hareketinin tek derdi “çözüm” masasının etkilenmemesi, Erdoğan’a zarar gelmemesiydi. Demirtaş bu nedenle Haziran’ı bir darbe girişimi olarak niteledi.

                                                                             ***

CHP, ne olur ne olmaz, üzerine bir şey bulaşır diye, özellikle uzak durdu ve Kılıçdaroğlu eylemlerin içinde Parti olarak yer almadıkları noktasının altını defalarca çizdi.
Ancak CHP üzerinden Gezi’ye esas müdahale daha sonradan gerçekleştirildi.
CHP hem 2014 yerel seçimlerinde (Ankara-Mansur Yavaş) hem de cumhurbaşkanlığı yarışında (Ekmeleddin) MHP ile ittifak yaptı.
Dediklerine göre amaçları AKP’yi frenlemek, demokrasiyi korumaktı. Demokrasi diye gericilik pazarlandı.
Kitlelerin aklı bu şekilde karıştırıldı.

                                                                           ***

Bu arada Antikapitalist Müslümanlar yeryüzü sofrası icatlarını Taksim’e soktular: 9 Temmuz 2013.
Ayaklanmanın çekilmeye başladığı dönemdi. Sol örgütlerin neredeyse tamamı şova katıldı. Egemen medyadakilerden hiç farkı olmayan bu iftar programını Türkiye’nin dört bir yanına hep birlikte taşıdılar.
Sanki İslam’da antikapitalizm olabilirmiş gibi... İslam’ın köleci, servetçi, kadın düşmanı, cihatçı karakterini görmezden gelerek, kapitalizmin sermaye diktatörlüğü olduğu gerçeğini gizleyerek…

                                                                          ***

Anlaşıldığı kadarıyla bu sene yeryüzü sofralarının organizasyonunda Taksim Dayanışması daha bir önde, daha bir hevesli.
Amaç AKP’nin dinine karşı, gerçek İslam’ı çıkarmak. AKP’yi din üzerinden sıkıştırmak. Oysa biliniyor ki değişik bir İslam yok.
AKP’yi İslam’la sıkıştırma taktiği Ekmeleddin ve Yavaş politikasından hiç farklı değil.
Dün basındaydı, CHP’nin Ali Koç’u başkanlığa aday göstereceği yazılıyordu. Ali Koç kabul eder mi bilmem ama, bu partiye çok yakışır. Üstelik hak ediyor da adam: Antalya’da 2015’de yapılan G20 zirvesi sırasında “eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir, ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum” diyen O değil miydi ?
Kim bilir, Dayanışmacılar bile ikna olur belki.

                                                                           ***

Haziran ayaklanmasının referansları düzen dışına taşma eğilimi gösteriyordu.
Solun görevi buradan devam etmek, bu potansiyeli sosyalizme doğru örgütlemektir.
Kim neye inanırsa inansın, karışılmaz. Tanrıya, dine inanmak ya da inanmamak, kendisinde kalmak koşuluyla kişinin kendi vereceği karardır. Ve dinle, din üzerinden siyaset yapılmaz.
Meclis başkanının haremlik selamlık kuş sütü tamam sofralarda düzenlediği Ramazan şölenleri de, yer sofrasına çökmüş iftar da dinin siyasallaştırılmış, siyasetin dinselleştirilmiş halleridir.
Sol din siyasetinden medet umuyorsa, mesajlarını din vesilesiyle vermek umudu içerisindeyse zaten sol olmaktan çıkmış, umudu ve mesajı kalmamış demektir.
Ali Koç’la Antikapitalist Müslümanlar, hangisi daha tehlikeli acaba: Birisi “bu eşitsizlik başımıza bela açacak” diye sınıfsal korkusunu dışa vuruyor, sınıfdaşlarına “hırsınızı dizginleyin” diye akıl veriyor; diğeri ise düzene bela olmamak için emekçileri yere çökmeye çağırıyor.
Bu yol AKP ile mücadele yolu olmadığı gibi, Gezi’nin ruhuna da ihanettir.


İlker Belek / SOL

Akar’ın ne dediğini anladınız mı…- AYŞE YILDIRIM

Koskoca MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı “ihbarcının güvenilir olup olmadığının” bilinmemesi nedeniyle gelen ihbarı “darbe” olarak algılamamış. Ama saatlerce konuşmuş, toplantılar yapmış, telefonlar açmışlar.
“Onu oraya gönderdim, buna şunu söyledim” diye uzun uzun anlatıp son kertede darbeyi “akamete” uğratmakla övünmüş Sayın Akar, Darbe Komisyonu’nun sorularına beş ay sonra gönderdiği yazılı yanıtta. Ama başka bir şey daha söylemiş:
“Son zamanlarda adam kaçırma, suikast gibi bazı kişilere operasyon yapılacağı hakkında duyumlar alınmaktaydı.”




İşte bu duyumlarla gelen ihbarı birleştiren Sayın Akar, “daha büyük bir planlama olabileceği şüphesi” ile tedbirler aldıklarını anlatmış.
Bu daha büyük planın ne olabileceği ya da suikastlar konusuna ise bir açıklama getirme gereği duymamış.
Tabii bir de “FETÖ’nün darbeye cüret etmesini kimse beklemiyordu” cümlesi var.
Neredeyse bir haftadır süren 221 sanıklı “Yurtta Sulh Konseyi” üyelerinin yargılandığı davada eski komutanlar Sayın Akar’dan farklı şeyler anlatıyorlar oysa.
Hulusi Akar’ın tavsiyesiyle Cumhurbaşkanlığı Başyaverli’ğine atanan Kurmay Albay Ali Yazıcı, “Darbe olduğunu ben 15 Temmuz’da öğrendim ama darbe bir ay öncesinden dillendiriliyordu” diyor. Kimlerin dillendirdiği sorusuna ise cevap vermek istemediğini söylüyordu Yazıcı, ama bizzat Cumhurbaşkanı danışmanlarının “darbe” esprisi yaptığını mahkeme tutanaklarına geçirtiyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Marmaris’ten almakla görevlendirilen ve darbeye katıldığını söyleyen Tuğgeneral Gökhan Şahin Sönmezateş de benzer bir cümle kuruyordu mahkemede:
“Emir verilirken darbe yapılacağı söylenmedi ama emir-komuta zincirinde bir ihtilal olduğunu düşünmüştüm. Bu çarşamba gününden beri konuşuluyordu.”
Yani herkesin konuştuğu “darbe” söylentisini MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı duymamış.
Askeri terimleri bilmem, bilmek de istemem ama o günlerde hepimizin aklına takılan soruları da mahkemede birer birer dile getiriyorlar yargılanan komutanlar. Onlardan biri de eski Akıncı Üssü Komutan Tuğgeneral Hakan Evrim.
Evrim, iddianameye dayanarak Başbakan Binali Yıldırım’ın 15 Temmuz gecesi bir televizyon kanalında canlı yayında “kalkışma” olduğunu söylediği saatin tam 23.02 olduğunun altını çiziyor. Ve “Başbakan daha cümlesini bitirmeden, ışık hızıyla” Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın darbeye teşebbüs eden askerler hakkında soruşturma başlattığını anlatıyor; saat tam 23.05’te.
Başka noktalara daha dikkat çekiyor Evrim:
“Gece yarısı devlete ve belediyeye ait inşaat kamyonları, üstelik kasalarında kum dolu bir şekilde Etimesgut Zırhlı Birlikler Komutanlığı nizamiyesi önünde, askeri bir düzen içerisinde, tankların geçişine izin vermeyecek bir şekilde yer aldılar.
Ertesi gün HSYK FETÖ’cü hâkim ve savcıların durumunu görüşmek üzere olağanüstü toplanmıştır. Sabah saatlerinde gözaltı listeleri yayılmıştır.
Önceden hazırlık yapılmadan bu kadar hızlı nasıl reaksiyon gösterildiği yorumunu takdirinize bırakıyorum. İddianamelerde bir tek siyaset ayağının eksik kaldığını dikkatinize sunuyorum.”
Esenboğa Havalimanı kontrol altına alınmadan İstanbul’daki havalimanlarının kontrol altına alınmaya çalışılmasının anlamsızlığına, İstanbul’daki köprülerden sadece birinin tek yönlü kapatılmasının TSK’nin hedef seçim prensipleriyle asla örtüşmediğine dikkat çekiyor. Meclis binasının neden bombalandığını anlamanın da mümkün olmadığını söylüyor:
“Sadece bu binayı yıkmak için bile yaklaşık 35- 40 F-16 uçağının kullanılması gerekir.”
Eski Kara Kuvvetleri Kuvvet Geliştirme Başkanı Tuğgeneral Erhan Caha, darbe teşebbüsünün “Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve MİT Müsteşarı’nın planı, bilgisi ve kontrolü dahilinde olduğunu” ileri sürüp tanık olarak dinlenmeleri halinde bu durumun ortaya çıkacağını söylüyor. Ve Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı’nın ifadesine dikkat çekiyor:
“Aksakallı, ‘Kriz anlarında personele birliği terk etmeme emri verilir. Personele bu emir verilseydi darbe açığa çıkardı’ demiştir. Hayatını bu mesleğe vermiş insanlar bunu düşünemiyorlar mı? Bu girişim öğrenilir öğrenilmez personel ikaz edilmiş olsaydı bu olayların hiçbiri yaşanmazdı.”
Sıkıyönetim mesajlarında imzası bulunan Kurmay Albay Cemil Turan, mahkeme başkanının “Bu darbeyi kim yaptı, sizin görgünüze göre hangi isimler vardı” sorusuna “Bir darbe girişimi oldu. Ama bu darbe girişimini tamamen FETÖ’cüler yapmıştır diyemem. Çünkü TSK içerisinde farklı ekipler vardır. Bu ekipler içinde muhafazakâr yönü ağır basan bir ekip var. Bu ekip genelde FETÖ’cü olarak anılır” diye yanıt veriyor.
Ne diyordu CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu:
“15 Temmuz kontrollü darbe girişimidir.” 

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Zeytinin ölüm fermanı... - HİKMET ÇETİNKAYA

Geçen hafta Ege’de zeytin üreticileriyle konuşurken mayıs yağmurları zeytin üreticisinin yüzünü güldürmüştü...
Konuştuğum üreticiler “Bu yıl zeytinde iyi hasat alacağız” diyorlardı.
Bu hafta ise yaşamını zeytine bağlayan üreticiler karamsardı...
“Ne olur zeytine kıymayın, ölüm fermanı hazırlamayın... ”
TBMM Bilim Teknoloji ve Sanayi Komisyonu salı ve çarşamba günleri toplandı, zeytinciler Ankara’nın yolunu tuttu, bakanla görüştü...
Dediler ki:
“Üretim reform paketi başlıklı torba yasa çıkarsa zeytinciliğin sonu olur...”
Zeytin Yasası 2 bin yılından bu yana değiştirilmek isteniyor. Daha önce Meclis altı kez bu yasa tasarısını geri çevirdi oybirliğiyle.
UZZK (Uluslararası Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi) kurucusu Murat Narin, son gelişmeleri anlatırken süreci şöyle değerlendirdi:
“Bugüne dek çeşitli kılıklarla karşımıza getirilen, değişiklik adı altında zeytin yasasını toptan yok edecek olan girişim bu kez ‘üretim reform paketi’ içerisinde piyasaya sürülüyor. Üstelik komik bir şekilde. Yasa tasarısının bugün kadar olanlardan hiçbir farkı yok. Harfiyen aynı metin.
Çünkü aynı madenci, termik santralcı lobilerin isteği yerine getirilmek isteniyor. Tüm çabalara, güzellemelere karşın üstündeki cila durmuyor, bilge ağaç zeytin ağacına çarpıp dökülüyor.”

 
***

En son Yırca Köyü’nde katledilen zeytinlikler için ülke kamuoyu ayağa kalktı. Sayısız mahkeme, yüksek mahkeme kararı çıkarıldı zeytin korunsun diye.
Zeytinin korunması ve geliştirilmesi için uluslararası anlaşmalar yapılıp Uluslararası Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi’ne yeniden üye olundu. Zeytin Yasası’nı değiştirirseniz anlaşmayı ihlal etmekten üyelikten atılacaksınız. Üyelikten atılmak zeytinin anavatanı olan Anadolu’ya yakışır mı?
Aynı ortak iradenin altına AKP’den CHP’ye, MHP’den HDP’ye, TKP’den ÖDP’ye Meclis içinde ve dışındaki partiler, demokratik kitle örgütleri imza atmışlardı.
Bir önemli konu daha var...
Zeytincilik tarihi incelendiği zaman Edremit Körfezi’ndeki ağaçların çok büyük yaşta olduğu görülür.

Genel olarak bölgede ağaçlar 200-300 yaşında...
Bunun yanı sıra bin yaşına yakın çok sayıda zeytin ağacı var. Bu ağaçlar, üretimden ziyade gen merkezi sayılabilecek durumda. Ağaçlar çok büyük olduğu için dönümüne 10-12 ağaç olarak dikilmiş.
Çıkarılmak istenen yasada “dekarda 15’in altında ağaç olması durumunda zeytinlik vasfından çıkarılacaktır” deniliyor.
Türkiye’de zeytinliklerin yüzde 80’i dönümde 8-10 ağaçtan oluşuyor.
Başta değindiğim gibi amaç açık: Zeytinciliği yok etmek, zeytine ölüm fermanı hazırlamak...
Şunu da ekleyeyim: Türkiye’de 170 milyon zeytin ağacı bulunuyor ve en büyük bölümü Ege’de... 

***

Dekarda 15 ağaç bulunmazsa bunların “zeytinlik sayılmaması” zeytinciliğin öldürülmesi anlamına geliyor.
Bu çok tehlikeli bir durum...
O zaman özellikle Ege ve Marmara bölgesinde bulunan zeytinlikler imara açık olacak, maden alanları, sanayi bölgeleri olacak bu tarım alanları.
Bakanlık bir de komisyon oluşturmuş. Ancak bu komisyon üyelerinin tümü bakanlık tarafından belirlenmiş kişiler. Sadece bir kişi Ziraat Odası’ndan belirlenmiş. Kanun böyle çıkarsa zeytinlik alanlara büyük zarar verecek.
Çünkü bakanlığın yeni yapmış olduğu zeytinlik alanları, çubuktan aşılı ve dönümüne 30-40 ağaç sıklığında dikilmiş ağaçtan oluşacak.
Bu zeytinliklerin yaşam süreleri 30 yılla 50 yıl arasında...
50 yıl sonra buralar tümüyle bitecek...
Oysa bölgede zeytin ağaçları 200 ve 300 yaşında...

Hikmet Çetinkaya / CUMHURİYET

Sıra kültürün işgalinde... - ALİ SİRMEN

Bir iktidar düşünün yüzde elli oy almanızı, kuvvetler ayrılığını çiğneyerek, yasamanın, yürütmenin, yargının tümünü denetlemenizi sağlıyor, ama şöyle korkmadan, gönül huzuruyla, ağız tadıyla bir maça, sinemaya, tiyatroya, konsere gitmenizi temin edemiyor.
AKP ve lideri işte böyle bir iktidarı sürdürmektedirler.
Parti, yasama, yürütme, yargının alanları hep onların hegemonyasında, ama sosyal, kültürel, sanatsal alanlar onları içine kabul etmiyor.
Düşünen, çizen, üreten, yaratan, yazan, besteleyen, düşleyen, onları izleyen kim varsa bu “sandık aslanlarını” hazmedemeyip dışlıyor, reddediyor.
Okuyan, yazan, üreten, gelişen Türkiye’nin kapladığı yer, AKP’nin yabancısı olduğu alandır.
Ensar Vakfı’nın 38. genel kurulunda konuşan AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan şu sözleriyle bu durumdan yakınıyordu:
- 14 yıllık kesintisiz iktidarız, ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.
AKP’nin sosyal ve kültürel yaşamı baskı altına alıp gerileten tutumunun ona bu alanlarda sıkıntı yaratmasından daha doğal hiçbir şey olamaz. Demokrasi ve özgürlüklerin amansız karşıtı AKP’nin, gelişmesi için bunlara ihtiyaç duyan, sosyal ve kültürel alanda yadırganması kaçınılmazdır. 


***

Ama beşikten mezara, hatta mezar ötesine kadar yaşamın her anını, her alanını denetim altında tutmayı amaçlayan Reis sisteminin kendi etkisinin dışında bir karışlık tek parsele bile tahammülü yoktur.
Reis sisteminin dışlandığı sosyal ve kültürel alana entegre olmak için, o alanda özgürlük ve çeşitlilik çiçeklerinin açacağı ortamı yaratma yolunu tutmasını beklemek onu hiç tanımamış ve anlamamış olmak demektir.
Yasama, yürütme ve yargıyı tam denetimine almış olmasının yanı sıra, ihaleler yoluyla ve çeşitli yöntemlerle ekonomik yaşamı da çelik cendere içine almış olan, totaliter Reis düzeni artık sıranın, sosyal kültürel ve sanatsal alanın işgaline geldiğine karar vermiş görünüyor.
Bu anın geleceği daha başından belliydi. Totaliter rejimler, otoriter rejimler gibi yalnızca görünüşte siyasal alanı ve onun yanında ekonomik yaşamı denetlemekle yetinip, bunların dışında bir nötr alanı da bireyin kendi tasarrufuna bırakmaz. O yaşamın her anını ve her alanını demir pençesinin içinde tutar.
Totaliter rejimler, kişinin kendi tasarrufuna bırakılmış en ufak bir alanı bile, gittikçe yaygınlaşabilecek bir otorite boşluğu olarak görür ve onu doldurmaya çalışır.

***

Totaliter yönetimlerde, sosyal alanın sanat ve kültür yaşamının, tek ses, tek düşünce, tek görüş, tek form, tek renk, çizgisi içerisinde tek tipleştirilmesiyle denetlenmesi esastır.
Buna uygun kuşakların yetiştirilmesi, sorgucu eğitimin yerine dogmacı eğitimi ikame etmiş olan Milli Eğitim örgütünün görevidir.
Ama tek başına bu da yetmez. Devletin ve onun egemeni partinin demir yumruğuyla yönlendirdiği sanat ve kültür politikalarına, artık örgütlenmiş bir baskı ve denetim öğesi olan muhtarların katılımıyla desteklenmiş, totaliter propagandanın emrindeki “mahalle baskısı” kurumu harekete geçirilir.
Cumhurbaşkanı, Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, bu mekanizmanın harekete geçirileceğinin haberini veriyordu.
Bu yolla, tek millet, (aslında ümmet okunur) tek bayrak, tek vatan, tek lider, tek mürşit, tek ses, tek renk,tek form, tek kılıklı, tek tip toplum oluşturularak totalitarizmin amaçladığı yapıya ulaşılmış olunur.
İstenen bu.
Ne var ki bugüne kadar, harcanan bütün çaba, dökülen bütün para, yapılan tüm baskıya karşın bu amaca ulaşmak mümkün olmadı. Bugünden sonra da olmayacak. Ama bu arada toplumu sıkan cendere daha da daralacak, daha da güç günler yaşanacak.
O kadar da olacak artık. Sıkıntı çekilmeden selamete ulaşıldığı nerede görülmüş?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Arap Marx mümkün mü? - ORHAN GÖKDEMİR.

Bizim tanışmamız Sol yayınlarının kardeş kuruluşu Onur yayınları ile olmuştu. Sol’un “sol” formatında bir kitaptı işte. Sevim Belli tarafından çevrilmiş, 1970’li yılların ortasında basılmıştı. Sanırım sol kütüphanelerin çoğunda mevcuttur. Demek solun yükseliş döneminde sol okura Marksist klasiklerin yanında bir de İbn-i Haldun okutmak gerekmiştir.

Yalnız Onur yayınların Mukaddimesi eksiktir. Eserin bir bölümüdür ve devamı gelmemiştir. Tamamı 1990’lı yılların başında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Şark-İslam Klasikleri” başlığı altında basıldı. Çevirmeni Zakir Kadiri Ugan’dı. Zakir Kadiri Ugan Tatar kökenli antropolog, tarihçi ve yazar. İbn-i Haldun'un Mukaddime’si yanında Kuran tefsircisi Taberi'nin “Tarihu’l-Ümem ve’l-Mulûk” adlı eserini Türkçe'ye kazandırmış.

İlginç bir isimden söz ediyoruz. Abdülhamit zamanında kovuşturulmuş, İstanbul’dan Hicaz’a kaçmış. Orada din eğitimi almış. Oradan Mısır’a geçip El Ezher’e katılmış. Ekim Devrimi sırasında Rusya’da. Devrimden kaçıp İstanbul’a gelmiş, Türk vatandaşlığına geçmiş. Bir müddet Tarsus’ta öğretmenlik yaptıktan sonra dönemin Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) kendisini Ankara’ya çağırarak Türk Tarih Kurumu Telif ve Tercüme Heyeti’ne üye tayin etmiş. Anlaşılacağı gibi yeni doğan Cumhuriyet kendisine bir “tarih tezi” oluşturma telaşıyla aslen ilahiyatçı olan bu tür insanları bulup, ilgili kurumlara yerleştirmiş.

Mustafa Kemal’in Türk Tarih Kurumuna yazdığı çok sert bir mektuptan anlıyoruz ki, Zakir Kadir’i verilen görevin adamı değildir. Olayın özeti şu: Mustafa Kemal liselerde okutulması için “İslam Tarihi” ve “Türklerin İslam’daki Yeri” konularının yazılmasını istemiş, bu konuların yazımı ile Mısır El Ezher Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri görevlendirilmiştir. Kadiri görevini yapmış istenileni yazmıştır. Ancak ortaya çıkan şey pek Arap milliyetçisidir. Mustafa Kemal çok öfkelenmiştir yazıyı görünce. “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir! Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözü o öfke mektubundan bakiyedir.

                                                                        * * *

Bunları şunun için sıraladım. Büyük ihtimal Zakir Kadiri Mukaddime’yi bir “sosyoloji” eseri olarak çevirmemiştir. Zaten İbn-i Haldun da hukukçu ve haliyle ilahiyatçıdır. Yazdığı dönemde hukukun kaynağı ilahi sözlerdir, dindir. Başka türlü düşünemeyiz. Sosyolog unvanını yakın zamanda almıştır. Devletler de bütün diğer canlılar gibi doğar, gelişir, büyür ve ölür. Dediği budur. Bir de Bedevi dayanışması, asabiyet vardır. Yalnız “asabiyet”in ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz, çünkü elde açık ve net bir tarif bulunmuyor.
Yani bizim kuşak için Mukaddime, Komünist Sevim Belli ile İlahiyatçı Zakir Kadiri arasında sıkışmış tuhaf, nüfuz edilmez bir kitaptır.
Zaman her şeyi netleştirir. Sevim Belli çevirisi gözlerden uzaklaşıp yerini Zakir Kadiri çevirisi almaya başlayınca İbn-i Haldun da önce soldan sağa, sonra da sağdan İslamcılara intisap etti. Bizim Arap Marx’ımız İslamcıların elinde tipik bir Arap İlahiyatçıya dönüştü. Nasıl oluyor diye sormayın, bu ülkede imkansız diye bir şey yoktur. Bu arada İbn-i Haldun’dan sosyoloji öğrenen herhangi bir solcu oldu mu bilmiyorum. Olmadığını tahmin ediyorum.

                                                                            * * *

Bu tartışma gündemimize artık AKP’li olan Cumhurbaşkanının geçtiğimiz hafta “İbn Haldun Üniversitesi”nin açılışında yaptığı konuşma nedeniyle girdi. İbn-i Haldun belli ki yeni gözdeydi ve “sorunlu şahıs” Auguste Comte’un karşısına İslami bir figür olarak çıkarılacaktı. Herhalde bunları söylerken “İttihatçı zihniyete” bir darbe daha vurmanın kıvancı içindeydi. Comte ile Haldun arasında birkaç yüzyıllık bir mesafe var ama olsun. Jakobenizme darbe vursun da isterse çamurdan olsun. AKP Cumhurbaşkanı konuşmasında İbn-i Haldun’un perdelendiğini, yasaklandığını iddia ediyor ki bu da doğru değil. 19. yüzyıldan beri eserleri Türkçe okunabilmektedir. Bir İslamcının çevirdiği Mukaddime de SHP’nin ortak olduğu hükumet döneminde devlet tarafından basılmış herhangi bir
sorun yaşanmamıştır.



İbn-i Haldun Mukaddime'si din içi bir kitap falan demiyoruz, yanlış anlaşılmasın. Ama içinde bir sosyolog hele hele bir Marx aramak da beyhude bir iştir. Biliyoruz bizde böyle tuhaf bir damar var. Şeyh Bedreddin’den de zaman zaman Marx çıkarma, damıtma faaliyetleri oluyor. Hoş çabalardır ve içinde direnç olan her şey bizimdir. Ama dincinin olanı dinciye vermekte de bir sakınca yoktur. Abdullah Cevdet’i koyarız yerine mesela, mis gibi olur!

Orhan Gökdemir / SOL