3 Aralık 2017 Pazar

Zihinlerdeki engeli aşmak - ZAFER DİPER

“İzliyoruz Man’leri Sarraf’ları; ne şenlikli geçiyor Aralık ayı derken, sıkıcı geliyor hemencecik, çünkü senaryo yeni bir şey söylemiyor. Benim için, ünlülerle dolu savlı(iddialı) başlayan ama birkaç hafta sürdükten sonra sona erecek benzeri dizilerden biri gibi.” Kapısı aralık. Odasına doğru sesleniyorum: “Duydun mu ufaklık?”

Elinde gazeteyle dalıyor içeriye: “Bugün 3 Aralık, Engelliler Günün kutlu mu olsun desem, bugünde bol bol ağlar mısın desem…” “Dur, dur bakalım,” diye kesiyorum, “neler saçmalıyorsun. Bu önemli konuda dalga geçmene izin veremem hem!” “Hayır, çok ciddiyim!” “Sanırım ‘elinde, ayağında, özürlü bir durum falan yok da başka önemli bir yerinde var sorun’, bunu mu demek istiyorsun?” “Eh…” diyor yalnızca. “E, söyle o zaman!” diyorum. Konuşmuyor  da, parmağını şakağına bastırarak gösteriyor. “Haa, anladım, beynimde diyorsun sakatlık, aklım iyi çalışmıyor?…” Bana takılmayı sürdürüyor alayımsı: “Yaa nasıl bildin, aferin sana babacık…” “Peki, sinirlenmeyeceğim, evet sakin sakin soracağım: nerden ve neden bu yargıya vardın?” Yanıtlamıyor, gazeteyi bana uzatıyor, güle oynaya dönüyor odasına. Gitmeyeceğim arkasından, sormayacağım da. O, günü gelir söyler nasıl olsa…

Okuyorum. Veli Ağbaba, 3 Aralık Engelliler Günü nedeniyle yaptığı yazılı açıklamada özetle şunlara yer vermiş: “Engellilerin sorunlarının araştırılması, insanca yaşayabilecekleri ortamların hazırlanması için bugüne kadar çok sayıda araştırma ve soru önergesi verdim. Engelli öğretmenlere kadro verilmemesini, engelli memurların göreve başlatılmamasını, engelli tutukluların insanlık dışı hayatlarını, engelli avukatların yaşadıkları ızdıraplarını, engelli öğrencilerin 3. katta sınava sokulduklarını, yanlarına özel eğitim almamış kişilerin görevlendirildiğini konuşmalarımda ve önergelerimizde dile getirdim. Ancak engellilere asıl engeli Meclis’in kendisi çıkarıyor.

Araştırma önergelerimiz reddediliyor, soru önergelerimiz es geçiliyor. AKP kendi çıkardığı yasayı uygulamakta bile aciz. Engelliler hâlâ evlerinde hapis. Hâlâ okuma yazma oranı son derece düşük. Engelliler görmezden geliniyor. Türkiye'de henüz engellilerle ilgili somut ve süreklilik arz eden politikalar gündeme alınmamakta, günü kurtarmaya dönük politikalar süslenerek halka sunulmaktadır. Engellilere her yıl 3 Aralık'ta sözler verilip bir gün  sonra unutulmaktadır. (…) Fırsat tanındığı zaman toplumun en çok üreten kesimi olmaya aday olan engelliler Türkiye’de halen istihdam, eğitim, ulaşım ve erişim alanlarında bin bir sorunla karşılaşmaktadır. Zihinlerdeki engeli aşmak için, engellilerin hayata eşit katılımını sağlamak için çalışmalarımıza aralıksız devam edeceğiz…”

Zafer Diper / BİRGÜN

AKP, Graham Fuller’e çok şey borçludur - TAYFUN ATAY

“Gelecek ne getirirse getirsin, bir şey kesindir: O eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan müttefiki olan Türkiye artık tarihe karışmıştır. (…) Her ne kadar bu süreç, Washington’un ‘müttefik’ bir Türkiye’ye sahip olduğu o eski güzel günleri aramasına sebep olabilirse de, yeni Türkiye aslında gerek kendi çıkarlarına ve gerekse bölgenin genel istikrarına muhtemelen daha iyi hizmet edebilir. Eminim ki münevver Amerikan gözlemciler, demokratik süreci güçlendirip derinleştirmiş, sorunlu ve çalkantılı Orta Doğu bölgesinde bir istikrar abidesi olan böyle bir yeni Türkiye’nin varlığını takdir edeceklerdir.”

 Bu sözler, önceki gün hakkında 15 Temmuz darbe girişiminde parmağı olduğu gerekçesiyle yakalama kararı çıkarılan CIA Ulusal İstihbarat Konseyi eski başkan yardımcısı Graham Fuller’e ait. (G. E. Fuller, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör”, Çev. M. Acar, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s. 321 ve 325.)

Ajan Fuller, AKP’nin “Yeni Türkiye”sinin isim babası olduğunu düşündürten bu sözleri 2007 tarihli kitabında sarf etti ki kitabın adı da zaten bu bakımdan tam bir “muştu” gibi: “The New Turkish Republic: Turkey as a Pivotal State in the Muslim World”. Tamı tamına çevirmek gerekirse: Yeni Türk(iye) Cumhuriyeti: Müslüman dünyada pivot [yani en önemli, merkezi, oyun kurucu] devlet olarak Türkiye...

Evet, şimdi darbe teşebbüsünün tezgâhçısı olduğu gerekçesiyle suçlu ilan edilen Graham Fuller, AKP’nin “Yeni Türkiye”sini dünya âleme ilan eden kişi idi! Üstelik onun ABD'den bağımsız hareket etmesinin ABD'nin yararına olacağı telkiniyle...

Ajanımızın AKP’yi öne çıkarması ve onun ABD yönetimi, daha geniş çerçevede küresel sistem nezdinde “lansman”ını yapması, 2000’lerin başına tarihlenir.

2002 baharında kaleme aldığı “Siyasal İslam’ın Geleceği” başlıklı makalesinde Fuller (ki daha sonra aynı başlık altında bir kitap oluşturacaktır), 11 Eylül saldırısı (2001) sonrası Bush yönetimini, “Biz ve İslamcı-teröristler” ikiliğine düşmeme hususunda uyarır. Çünkü bu, Usame bin Ladin’in “İslam ve Kâfirler” ayrımından hiç farklı bir yaklaşım olmayacak ve onun ekmeğine yağ sürecektir.

O yüzden Başkan Bush’a Müslüman dünyada İslamcı olmakla birlikte “liberal” ve “demokrat” da olan siyasi eğilimleri teşvik etmek gerektiği nasihatinde bulunur. Diğer bir deyişle, küresel kapitalizme lânet kusan El Kaide ve benzeri İslamcı odaklar karşısında küresel kapitalizme nimet sunan İslamcı oluşumlar bulmak ve onları parlatmaktan yanadır Fuller…

Bu doğrultuda makalede işaret ettiği en “ümitvar” örnek Türkiye’dir; daha özel olarak da Erbakan’cı Refah ve Fazilet partilerinden kopuşla türemiş AKP ve kendince apolitik saydığı Gülen hareketi.
Fuller’in makalesi gayet manidar şekilde Tayyip Erdoğan’ın başbakan bile değilken, AKP lideri olarak Beyaz Saray’da Bush tarafından ağırlanmasıyla eşzamanlıdır.

Bu bağlam ve anlamda Fuller için, küresel kapitalizmin ufkunda bir umut olarak doğmuş AKP’nin ebesi dense yeridir!..

O, yıllar boyunca “AKP-Gülen” iktidar koalisyonunun uluslararası arenada kredisini yükselten isim oldu.

Dönelim ve bakalım yine onun “Yeni Türkiye” kitabına:
“Türkiye, sadece Türkiye için değil, aynı zamanda genelde günümüz İslam dünyası için oldukça önemli iki dinamik İslami hareket üretmiştir: Gayet politik AKP ve büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen Hareketi. (…) Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık, Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak, AKP’ye katılmıştır” (Türkçe çeviri, 2008, s. 100 ve 128).

Elbette köprülerin altından çok ve bir hayli de kirli su aktı. Dostluklar, düşmanlığa dönüştü. Ajan Fuller de 2000’ler başından itibaren “İslam ve demokrasi” adına umut saydığı AKP’yi “hayal kırıklığı” olarak niteleme noktasına 2015’te geldi.

Sonrasında o pis darbe girişiminin neresindeydi ve ne yaptı, ne yapmadı, Allah bilir...
Ama sonuçta o, Müslüman dünya için "pivot” saydığı “Yeni Türkiye” başındaki AKP’nin ABD merkezli küresel-kapitalizmce kabul görmesinde “pivot” rol oynamıştır.

AKP, şimdi yakalama kararı çıkarılmış Fuller’e çok şey borçludur.
AKP, şimdi mal varlığına el koyulmuş Sarraf’a da çok şey borçludur.
Ve AKP, şimdi lanetledikçe lanetlediği Gülen’e de çok şey borçludur.

Her şey, olabilecek en kötü, kirli ve karanlık şekilde, üstelik din, İslam, Müslümanlık retoriği etrafında oldu!..

Daha çok şey yazmak geliyor içimden ama…

Midem kaldırmıyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Avrupa, Avrupa duymasan da gör bizi! - Mine G. Kırıkkanat

Kola takılan saatten, oturulan koltuk ve yaşanılan haneye kadar yayılan büyüklük tutkusu ya da gösteriş merakı diyebileceğimiz tavır; elbette bir üstünlük ifadesidir.
Üstünlük duygusu ise aslında iç benlikteki yetersizlik, çapsızlık kanısını, başka bir deyişle kişiliğe “ezikliğini” unutturmaya yarayan psikolojik bir sendrom olarak aşağılık kompleksinin bir tezahüründen ibarettir.
Büyüklükle gösterişin en çok prim yaptığı devletler nedense dikta rejimleriyle yönetilir ve her şeyin devasasına vurgun devletlilerin hemen hepsi de nedense diktatörlerdir!
Mussolini, Hitler ve Çavuşesku’nun devasa mimari yapı ve bazıları proje olarak kalan muazzamlık hayallerindeki benzerlik, tıpkıbasım düzeyindedir. Franko ise meşumluğuyla meşhur Şehitler Vadisi’yle aynı hayali gerçekleştirmiştir.
Afrika’daki en az gelişmiş; yolsuzluğun, yoksulluğun ve katliamların tavan yaptığı ülkelerdeki diktatörlerin ezilen halkla alay eder gibi diktikleri saraylar, elbette raslantı değildir.
Aşağılık duygusu, kötülüğü de büyük ve gösterişli yapan canavarlar yaratacak kadar verimli bir hastalıktır!

***

AB’nin ikinci başkenti sayılan Strasbourg’da Türkiye’nin bir büyükelçiliği, bir de konsolosluğu var. Alsace bölgesinde de 145 bin Türk göçmen yaşıyor. Türkiye, şimdiki binaların verdiği hizmete dar geldiği gerekçesiyle 2014 yılında tüm misyonları tek bir adreste toplayacak yeni bir temsilcilik inşaatı başlattı.
Strasbourg’luların epeyce şaşkın, biraz da “içine ne koyacaklar acaba” diye tedirgin bakıp “süper konsolosluk” adını taktığı yeni temsilciliğin boyutları; kıt’a büyüklüğünde sayılacak ülkelerden ABD’deki Beyaz Saray’ın, Çin’deki Zhongnanhai Sarayı’nın boyutlarını aşmış, Rusya’daki Kremlin’e ve tabii kıt’a büyüklüğünde bir ülke sayılmasa da dünyanın en büyük sarayına sahip Türkiye’nin Beştepe Külliyesi’ne az çok yaklaşmış durumda: 4 binadan oluşan Strasbourg Külliyesi, 8 bin 900 m2’ye yayılıyor...
Dışı Strasbourg’a özel pembe taşlar ve İznik’ten getirtilen turkuvaz çinilerle kaplanan külliyenin, bitince çok güzel olacağı kesin. Ama asıl amacın, Türkiye’nin Avrupa’ya üstünlük taslaması olduğu da belli!

***

İsviçre, bildiğiniz İsviçre: Yüzölçümü ve nüfusu gayet mütevazı, ama dünyanın en zengin, halkını en iyi yaşatan ve en demokratik ülkelerinden biri. Kendi topraklarında hangi muazzam sarayı ve hangi ülkedeki devasa temsilcilik binasıyla göze çarpıyor, bilmiyorum. Ama Strasbourg’daki Avrupa Buluşmaları’na İsviçre’den katılan Zürih Üniversitesi Finans Profesörü Marc Chesney’i dinlerken, en büyük sarayı görmekten çok daha büyük bir şaşkınlık yaşadım, hayranlık duydum:


İsviçre’de bilim insanları, sanayide robotların kullanılmasıyla işsiz kalacak emekçi kitlelerine “insanca” bir yaşam sunacak formül üzerinde kafa yoruyorlar. Prof. Marc Chesney’in verdiği bilgiye göre, İsviçre’de şimdiye kadar hiçbir yerde vergilendirilmeyen “sanal ortamda finans akışı”ndaki her transferin artık yüzde 0.4 oranında vergilendirilmesi kabul edilmek üzere.

***

Yapılan hesaplara göre, finans ürünlerinden alınacak bu minicik vergiden 400 milyar İsviçre Frankı gelir elde edilecek ve vatandaşlardan başka vergi toplamaya ihtiyaç bırakmayacak! Tam tersine İsviçre, çalışan ya da çalışamayan tüm yurttaşlarına ve daimi oturma izni bulunan göçmenlere, “kamu yararına” görecekleri bir iş karşılığı ayda 1000 İsviçre Frangı tutarında “koşulsuz taban maaş” bağlayacak.
Kamu yararı dedikleri, ormanları, dağları temizlemek, engelli komşunun bahçesini bellemek, hatta evinde çocuğuna bakmak gibi işler...
Yasaların halkoylamasına sunulduğu İsviçreli finans profesörü Chesney, “100 bin imza topladık” diyor. “Yasa da en geç 2018 Şubat ayında çıkar. Çünkü devlet, iktidar, muhalefet, herkes anladı: Toplumsal barış bu formülden geçiyor!”

 
Büyük devlet, galiba asıl böyle olunuyor. Ne dersiniz?


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Her çikinova kumpas mı? - Nilgün Cerrahoğlu

“Çikinova” işler sırf Zarrab’ın tekelinde değil... 
 
Dünyada giderek dal budak saran bir “çikinova düzeni” var. 
 
Bunun ana sütunlarından biri bizzat Trump ve avanesi. 
 
Bir yıl önce Beyaz Saray’a çıkan ABD Başkanı’nın üzerinden skandal hiç eksik olmadı. Skandalların en devasası doğrudan başkanlık seçimlerini içeren “Russiagate” olayı.
Hillary Clinton’ın yitirdiği “2016 seçimlerindeki Moskova etkisi” şeklinde özetleyebileceğimiz “Russiagate”in göbeğinde Michael Flynn adlı Trump’ın eski güvenlik danışmanı var.
Trump ekibini kurarken selefi Obama; “Yapma” diye uyarmış: “Bu adamı bu göreve getirme. Sağlam pabuç değildir.” Trump dinlememiş. 
 
Flynn’in Washington’da kolaylıkla “yabancı devletlerin paralı askeri” olabilecek kıratta biri olduğu bilinirken çiçeği burnundaki başkan bu şaibeli şahsiyeti, ABD dış politikasının tüm sırlarına hâkim ulusal güvenlik danışmanlığına getirmiş. 
 
Flynn bu görevde 23 gün kalıyor. Ruslarla kuralları by-pas eden temasları yüzünden jet hızıyla istifa ediyor. Hakkında “Russiagate” bağlantıları yüzünden bir soruşturma açılıyor. Washington’daki soruşturmayı “eski FBI Başkanı” olan Robert Mueller adında dişli bir yargıç yürütüyor.
“Bomba” haber son olarak Flynn’in “itirafçılık” karşılığında bu yargıçla anlaşması.
Zarrab gibi... Flynn de, dakika bir, gol bir... soruşturmanın başında yalan beyanda bulunduğunu ve gerçeği gizlediğini itiraf etti. Zarrab gibi yapılacak yüklü ceza indirimi karşılığında eteğindeki taşları dökmek için pazarlık yaptı. 

 
Mueller’in Flynn’den öğrenmeye çalıştığı şey, Trump’ın Rusya ile yakınlığının içyüzü.
Amerikan yargısı başkanlık seçimlerinde döndüğü iddia edilen dolapları çözmek, Moskova ile gizli temasların damardan Trump’ın talimatıyla yapılıp yapılmadığını öğrenmek istiyor. 

Davalar örtüşür mü?
Konu uzun ve ayrıntılı. Dökümüne girmek istemiyorum. Ama kimilerine göre ABD Başkanı’nın görevden alınmasına dek uzanabilecek davanın bizi ilgilendiren tarafı, bu çok “şaibeli ismin” Washington’da bir dönem şişkin ücretlerle Türk hükümetinin de lobiciliğini üstlenmiş olması.
Flynn’in “Russiagate” itirafları yanında acaba şimdi Ankara için kovalanan “misyonlar” da gündeme gelecek mi?
Uluslararası medyada ilgi duyulan mevzu bu.
Flynn marifetiyle, ABD yasalarını bypas eden yollardan Gülen’in postalanıp Türkiye’ye gönderilmesine ilişkin örneğin bir ara yoğun bir şekilde öne sürülen iddialar tekrar deşilecek mi? Flynn’in “Zarrab’ın serbest bırakılması” için ayrıca çabaları olmuş olabilir mi?
Özetle Zarrab-Flynn davaları kesişip bir noktada birbirlerine bağlanır mı?
Uluslararası basında spekülasyonu yapıldığı üzere olur da işler bu noktaya dayanırsa yandaşlar merak ediyorum ne diyecek?
Flynn konusunu da mesela “reise komplo”ya mı bağlayacaklar?
Gözler dünyada şimdi etkileri, ulusal sınırları aşıp uluslararası siyasete uzanan ABD’deki bu iki dava üzerinde.
Washington’daki “itirafçı Flynn” davası ile... New York’taki “itirafçı Zarrab” davaları birbirine etki edecek/eklemlenecek mi? 

Çinliler tuzağı görmüş
Bizde kafadan “komplo” diye değerlendirilen Zarrab davası da, Flynn davası gibi gerçekte “küresel bir dava”...
Zarrab davasının temel konusu “İran ambargosunun kırılması”, bizdeki rüşvet çarkı değil.
Davanın ilk günlerinde Zarrab’a sırf Türkiye’deki işleri değil, Dubai’deki, Çin’deki, Hindistan’daki “çikinova”ları da soruldu.
Zarrab, Türkiye’de “uluslararası bir merkez/ hub” haline getirdiği “çikinovanın” ayaklarını Hindistan ve Çin’e de genişletmeye kalkmış. Ama başaramamış.
Yargıç, Zarrab’a bunu niye başaramadığını soruyor.
Yakın zamana değin “hayırsever işadamı” diye anılan çiçeği burnunda “itirafçı”; “Başaramadık çünkü” diyor; “Bu ülkelerde bağlantı kurduğumuz bütün bankalar İran adını duyar duymaz bizimle hemen ilişkiyi kesti. 2-3 ayda tüm operasyonu bitirmek zorunda kaldık!”
Elin adamı bizimkiler gibi tuzağa düşmemiş...
Çinliler ve Hintlilerin feraseti bizde de olsaydı, bugün Zarrab gibi küresel çapta bir sorunumuz olmayacaktı.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Mafya kendine madik atanı cezasız bırakmaz! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Önce şunda anlaşalım; Amerika Birleşik Devletleri ister Cumhuriyetçiler ister Demokratlar tarafından yönetilsin, bugün dünyadaki eşitsizliğin, kötülüğün nedeni çokuluslu şirketlerin taşeronudur. 
Bu kapitalist düzenin bekçiliği ona verilmiştir. Bu bekçiliği sürdürmek için karşılıksız dolar basmak Amerika’nın birinci işi olmuştur. Yani Amerikan Federal Bankası 1 milyon dolar basacaksa, bunun sadece yüzde 10’unu gerçek bir değer olarak yatırmaktadır, yüzde 90 değersizdir.Yani bir yığın değerli gibi görünen kâğıt; havadır. 

Şimdi gelelim şu İran ambargosuna; bilindiği üzere 1979 İran İslam Devrimi’nden kapitalist dünya hiç hoşlanmamıştır. Ama İran zengin bir ülkedir, kendi kaynakları vardır, öyle de olsa dış dünyaya açılmak zorundadır. Bunu önlemek için, 1980 yılında dört Amerikan askerinin tutuklanması neden gösterilerek, İran için uluslararası 35 yıl sürecek bir ambargo kararı çıkarılmış ve tam o sırada da Amerika’nın açık desteğindeki Irak, İran’a saldırmış ve 1 milyon kişinin ölmesine neden olan Irak-İran savaşı başlamıştır. Bu savaş 8 yıl sürmüş ve kazananı olmamıştır. Ama her iki ülke de yoksullaşmıştır. 

Şimdi kim inanır İran ambargosunun çok sayıda uluslararası şirket tarafından delinmediğine? Basit bir gözlem,1989 yılında gittiğim İran’da bir Azeri şoförün şu sözlerini hiç unutmam: “Tamam Amerikan şirketleri gitti ama Japon ve Fransız arabaları şak diye ülkeye girdi.” Özellikle de Fransız arabaları, vallahi ambargodaki İran’da gittiğim o festivalde Fransız Dışişleri Bakanı bile konuktu ve acayip itibarlıydılar, ben de Humeyni’nin mezarına bir Renault arabayla gitmiştim.
Kısaca ambargolar delinir, delinmek zorundadır, özellikle İran gibi nüfusu yoğun, yüzölçümü büyük ve doğal kaynakları inanılmaz zengin bir ülke başıboş bırakılmaz. Doğal olarak Türkiye de komşusu İran’a uygulanan bu ambargoyu delmeye çalışmıştır. 
İşte bu delme işinde Rıza Sarraf’ı görüyoruz, gerçekten çok çetrefilli bir para trafiği söz konusu. Kavrayamıyoruz bile, para oradan giriyor, altın buradan çıkıyor. Ve bir Türk yurttaşı olarak ben, keşke diyorum, bu delinme işinden gelen paralar gerçekten ülke yararı için kullanılsaydı da Rıza Sarraf bizim sorunumuz olaydı.

 Şimdi işin püf noktasına gelelim. Tüm uluslar şirketleri aracılıyla bu ambargoyu delerken, kapitalist dünyanın açıklarından faydalanmışlardır. Çünkü paranın iki türlü dolaşımı vardır, biri legal dolaşımdır, bu herkes tarafından kolaylıkla izlenir. Bir de illegal para dolaşımı vardır, bütün uluslar bu dolaşımdan faydalanırlar ama bunun da kuralları vardır. Ve herkes bu kurallara uymak zorundadır.
Bekleyin geliyorum, yani şu yaşlı dünyamız bir büyük mafya çetesi aracılığıyla yönetilir, bir de küçük çeteler vardır. Her şey büyük mafya çetesinin kontrolündedir, ne zaman ki küçük mafya kendine kural dışı yontmalar yaparsa, büyük olana madik atmaya kalkarsa, işte o anda büyük mafya meseleye el koyar ve madiklenen paraları ister. Şimdi bu Sarraf davasında da Amerika bizim kasaba kurnazlarının anlaşılmayacağını sandıkları madikleri istemektedir. Olay budur, kimselerin giderek yoksullaşan Türkiye için üzüldüğü filan yoktur, iç edilen paralar istenmektedir. 

Bizim kasabalı mafya çetesi, doymak bilmeyen bir çetedir. Üstelik sadece bu illegal ticaretin değil, her şeyin rüşvetini alıp mezara götürmek istemektedirler. Geçen gün Face’de bir soru sordum, “Yahu bunlar bu rüşvet paralarını nasıl harcıyorlar” diye, yığınla yanıt aldım. Kimileri yeni zengin AKP’li kadınların bir estetik cerrahı bir yıllığına kiraladıklarından, bedenlerine altın tozu serptiklerinden söz etti. Kimileri bana yat ve jet fiyatlarını yolladı. 
Meğer böyle harcanıyormuş.

Bu arada bütün bunlar olurken ülkemizde bir genç kadın, çocuklarını ısıtamadığından intihar etti. 

 Son söz; yaklaşık 125 milyar dolar Amerikan bankalarına ödenecek, bundan kurtuluş yok ve bu paralar da gene bizden çıkacak. 

Lanetliler dünyasında işler böyle oluyor.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

2 Aralık 2017 Cumartesi

Fidel ve Kennedy - ERHAN NALÇACI

Altmış bir yıl önce bugün, 2 Aralık 1956’da Meksika Körfezi’nin dalgalı sularında aşırı yüklü bir tekne kusmaktan bir hal olmuş 81 yolcusunu taşıyarak karanlıkta yol alıyordu ve Küba’nın güney doğusunda karaya yanaştı. Kendilerinden 61 yıl önce Jose Marti’nin özgürlük savaşını başlatmak üzere karaya çıktığı yeri arıyorlardı. Tekneden bataklığa atlayan yolcuların arasında Fidel, Che, Raul ve Camilo da bulunuyordu.

Küba’da Batista rejimine karşı olan bu devrimciler 1959’un ilk ayında mücadeleyi kazanarak Havana’ya girdiler. Tekneden inip de mücadeleye devam edebilen 12 kişi yüz binler olmuştu.
Ancak esas mücadele şimdi başlıyordu. Batista’nın arkasındaki ABD hemen adanın 90 km kuzeyindeydi. Küba’yı İspanya-ABD savaşından beri sömürgeleştirmiş olan ABD bir eyaleti gibi yönetiyordu. Amerikan şirketlerinin adeta sömürgesi olan Küba, aynı zamanda ABD’li zenginlerin kumar ve fuhuş merkeziydi. Bir ABD’linin kendi ülkesinde yapamadığı her şeyi burada yapabildiği söyleniyordu.

Küba bu onursuzluğa ve sömürüye karşı bir kez ayağa kalkmıştı. ABD’nin ise bunu sindirmesi mümkün değildi, büyük bir öfke ile Küba’ya saldırdılar. Halen süren bu saldırının bütün ayrıntılarını bu kısa yazıda anlatmak mümkün değil. Buna karşılık çok yeni Yazılama Yayınları’ndan basılan Fabian Escalante’nin Kennedy Cinayeti isimli kitabı inanılmaz ayrıntılarla dolu. Küba haberalma örgütünün yöneticiliğini yapmış olan Escalante o süreci bir istihbaratçının titizliği ile anlatmış.
Kitabı okumanız için önerdikten sonra çok kısaca içeriğine değinelim. Kitap Kennedy cinayeti ile Küba’da karşı devrim ve Fidel’i öldürmek için duyulan dayanılmaz arzunun kesiştiği noktayı anlatıyor.

ABD’nin Küba devrimini yenmek için ayırdığı muazzam bütçeyi, CIA’nın devleti yöneten bir klik haline gelişini, başta Miami’de olmak üzere büyük bir karşı devrimci orduyu beslediği ve yönettiğini, bu sürecin uyuşturucu ve silah kaçakçılığını da içeren bir sektöre dönüşünü mükemmel bir şekilde betimliyor.

Kennedy başkan seçildikten ve füze krizinden sonra süreci kontrol altına almaya ve daha makul hale getirmeye çalışıyor. Bu nedenle ABD devletinin içinde olduğu bir suikasta uğrayarak yaşamını yitiriyor.

Trump güya yasal süre dolduğu için Kennedy suikastıyla ilgili belgeleri açacaktı ama açamadı. Çünkü belgeler devletin nasıl bir komployu ördüğünü ve halkı nasıl kandırdığını söyleyecek. Açtığı belgelerden Fidel’e bin bir türlü suikast planı ve girişimi çıktı, aradaki ilişkiyi kavrayınca bunun tesadüf olmadığını anlıyoruz.

Peki, neden ABD Fidel’i öldürmek için bu kadar yanıp tutuştu?
Tarihe bakınca bunun iki nedenini görüyoruz:
Birinci Fidel satın alınamazdı.
Robespierre için söylenen onun için de doğruydu. Fiyatı olmayan insanlardandı. Yurtdışı bankalarda parası, off-shore hesabı yoktu. Rüşvet işlemezdi. Pazarlık yapmazdı. Kendisi gibi özgürlük ve eşitlik savaşçısı olan ve Küba’ya çıktığının ilk ayında yaşamını yitiren değerli aydın Jose Marti’nin yurtseverlik ve gözü pekliğiyle donanmıştı.
Satın alınamazdı ama öldürülebilirdi.
İkincisi ise, her devrimin çok gereksinimi olduğu, en zor ve çetrefil durumlarda binlerce alternatifin içinden doğru olanı seçebilme yeteneğine sahipti. Bu yüzden ABD için Fidel’i öldürmek Küba devrimini yenmek ile eş anlamlıydı.

Boğazına kadar pisliğe batmış bu ülkede Fidel’in devrimci değerlerini ve ahlakını benimsemeye ne dersiniz?

Buna hiç şans tanımayacak mıyız?

Erhan Nalçacı / SOL


Basın özgür olmayınca - NAZIM ALPMAN

Amerika’da başlayan “Reza Sarraf Davası” ile CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği “Man Adası Şirket Hesapları” Türkiye’nin ana gündemi oldu.

Ancak Türkiye’de yaşayanların büyük çoğunluğu bu gelişmeleri, yarısından sonrasını öğrenebiliyor. Hükümet kaynaklı açıklamaların yalanlama bölümlerinden haberdar olabiliyor.

Neden böyle?
Çünkü gazetecilik büyük ölçüde yasaklanmış durumda da ondan!
Hükümete yakın, çok yakın, pek yakın hatta içinde denilebilecek derecede bütünleşmiş bir medya ağı söz konusu. Bu yapı toplam medyanın yüzde 90 ile 95’ini oluşturuyor. (Günlük olarak 42 gazete ülke genelinde yayınlanıyor, bunların 32’si Hükümet ekseninde, 5’i ikinci halka içinde yer alıyor, 5’i de muhalif çizgide…)
Cumhuriyet tarihinde bu denli geniş bir medya desteğine sahip iktidar gelmedi. Türkiye medyası ağırlıklı olarak milli (!) bir çizgide hareket etme yeteneğine eskiden de sahipti. Ama AKP kadar “şanslı” olanı yoktu!..
Hükümetin gör dediğini gören, bakma dediği tarafa bakmayan, ortak manşetlerle okurlarının karşısına çıkan gazetelerin yanında bir de televizyonları eklemek gerekiyor. O saha da ise neredeyse yüzde 99’luk bir rekora ulaştık.
Örneğin adına haber kanalı denilen televizyon kuruluşları haberin merkezinden uzak durmak için her türlü taklayı atma maharetini gösterebiliyorlar.
Ama bu çizgi sadece gazeteciğin kara lekeli tarih sayfalarını oluşturmuyor, emrinde oldukları iktidara da fayda sağlayamıyorlar.
Çünkü etkileri her geçen gün azalarak yeraltına doğru iniyor. Hizmet verdikleri yetkililer de onlardan hoşnut değil. Örneğin geçenlerde AKP Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ülke hakkında durum değerlendirmesi yaparken, gazetecilerden söz etti. Onları köşeleri tutmuş, televizyonlara kurulmuş “vatan haini” olduklarını söyledi.
Eğer çoğunluk medyasındaki “şeylerin” (gazeteci diyemiyorum) hizmetlerinden bekledikleri faydayı görebilseydi şöyle demesi gerekmez miydi?
“Ülkemizin bu zor günlerinde Allah’tan vatansever, ülkesine milletine bağlı, bayrağa ezana saygılı bir medyamız var da, biraz ferahlıyoruz!”
Ama demedi!
Çünkü oralara –iktidarın eteklerine- yapışanlar gazetecilik yapamayan işe yaramazlar ordusu olarak iktidarın nimetlerini sömürüyorlar.

Sahici gazeteciler nerede?
Silivri başta olmak üzere ülkenin cezaevlerinde çile dolduruyorlar.
Diğerleriyse ya medya patronları tarafından iktidara kurban edilerek haber merkezlerinden, köşelerden, gazetelerden, ekranlardan uzaklaştırıldılar, ya da seslerini kısıp karınlarından konuşuyorlar.
Geriye kalan bir avuç gazeteci ise ulaşabildikleri kadar yazıyorlar, çiziyorlar, sesleniyorlar, sosyal medya aracılığıyla meslek namusu adına uğraşıyorlar.
Eğer bu iktidar karşısında sahici gazetecilik yapma imkanları bu kadar kısıtlanmasaydı, iktidar böylesine dolu dizgin gitmez, kendi başına da ülkenin başına da büyük çoraplar örmezdi.
Amerika’daki Sarraf Davasının da İngiltere’ye bağlı Man Adasındaki şirketlerin de tek ilacı var:
-Basın özgürlüğü!
Bunun arkası kendiliğinden gelir. Hukuka bağlı bir iktidar, adalete inanmış bir yargı, milli iradeye saygı!..

Nazım Alpman / BİRGÜN

Barlas olmanın dayanılmaz hafifliği - Ayşenur Arslan

Mehmet Barlas’tan söz ediyorum elbette. Ve O’nun medya tarihindeki ilginç rolünden…

Aslında Barlas, bir prototip. Ondan söz edince, bugün medyada köşe başlarını tutmuş pek çok ismi anlamış ve anlatmış oluyorsunuz. Tuttukları köşe başlarını bırakmamak için neler yapmaları gerektiğini...
Neler yaptıklarını...
“Görmeme” biçimlerini...
“Dönebilme” hız ve kapasitelerini...
Kısacası bugünün yandaş ve yanaşma isimlerini görüp tanıyorsunuz.

Ben, Mehmet Barlas’ı 1974 yılında TRT’ye girdiğimde tanımıştım. TRT Haber Dairesi Başkanı unvanıyla, kutup yıldızımız gibiydi. Öyle ya! Cumhuriyet gibi bir gazetede, dünyayı anlatan dış politika yazıları yazıyordu. İsmail Cem de, Haber Dairesi’ni ona emanet etmişti.
Ancak, TRT’de İsmail Cem ve program bölümü arkadaşları gibi bir iz bırakamamıştı. Odasından nadiren çıkıyordu. İşleyişi, sürekli Güniz Sokak’la, yani Süleyman Demirel’le temastaki isimlere bırakmıştı. Dolayısıyla gidişi neredeyse fark edilmemişti!

İsmail Cem’in, CHP’nin bu altın çocuğunu kısa süre sonra 12 Eylülcü ve iflah olmaz bir Özalcı olarak gördük. Ayıptır söylemesi, O artık bir “liberal” idi. Özelleştirme havarisi kesilmişti. IMF’nin ekonomik, Beyaz Saray’ın siyasi programının Türkiye’ye biçtiği rolün reklamcısı olmuştu.
Bu “yeni” Barlas ile yolum, ikinci kez atv Haber’de 90’ların ortasında kesişti. Ali Kırca ile başlattığımız yapılanma öncesinde, Güneri Cıvaoğlu haberleri sunuyor, Barlas da TV’de bir “ilk” olarak, günlük “yorum” yapıyordu.
Yeni döneme kadar!
Yeni dönemde Barlas’ın yorum köşesi sona erdirildi. Ama, O bunu bir türlü kabullenmedi. Her akşam stüdyoya girip kayıt yapıyor, sonra da kaseti getirip haber akış masasına koyuyordu. Ali Kırca ise, her akşam o kaseti, kimi zaman Barlas’ın gitmesini beklemeden, masadan alıp kenara atıyordu. Sessiz savaş, herhalde Dinç Bilgin’in uyarısıyla sona erdi. Barlas atv Haber’den uzak durmaya başladı. Bir süre sonra da zaten SABAH Grubu’ndan ayrıldı.

Barlas “ailesi”, bu kopuşu 28 Şubat sürecine bağladı. Ve sonrasında TSK, ailenin bir numaralı hedefi haline geldi. Öyle ki Barlaslar bugün, muhalifleri “Erdoğan düşmanlığı” ile suçlar ve her adımı / haberi / belgeyi bununla açıklarken, “TSK düşmanlığında” sınır tanımaz oldular.

• • •

Mehmet Barlas’ı durup dururken yazmıyorum elbette. Kılıçdaroğlu’nun gündeme taşıdığı MAN ADASI belgeleri üzerine yazdığı yazı için medya tarihine bir not düşmek istedim. TSK düşmanlığında olduğu gibi özel olarak RTE, genel olarak İKTİDAR hayranlığındaki sınır tanımazlığını kaydetmek istedim.

Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları üzerine kaleme aldığı “başyazı”da şöyle buyurmuş Mehmet Barlas:
“Bu kişinin CHP Grup toplantısında yaptığı konuşmayı dikkatle izledim... Bırakın belge sunmayı, ne olduğu anlaşılmayan ilgisiz isimlerle bezenmiş bir masal okudu... Bu masalın bir bölümünü aynen aktarayım. Bakalım siz ne anlayacaksınız?
“- 1 Ağustos 2011, Man adası devletinde bir şirket kurulur. Evet küçücük bir ada. Burada bir şirket kurulur, Belvev Limited Şirket. Bu şirket 1 Ağustos 

  -2 Ağustos tarihlerinde yönetim kurulu toplantısı yapar. Bir kişiden oluşmaktadır, Sıddık Ayan. O yönetim kurulu toplantılarının tutanakları da bizde. Ayrıca bu kişinin 1 sterlinlik, yönetim kurulu bir kişi, Sıddık Ayan. 15 Kasım 2011’de bu şirketi Kasım Öztaş’a devreder. Ben Erdoğan’a bir soru soruyorum, tekrar. Sıdkı Ayan kimdir tanıyor musun? Eminim benden çok daha iyi biliyorsun kim olduğunu. Peki bu Kasım Öztaş’ı tanıyor musun?’ Bay Kemal’in anlattığı bumasalın devamını vermeyeyim... Siz de okurken Bay Kemal liderliğindeki CHP’nin her seçimde neden yenildiğini anlamışsınızdır.”

• • •

SABAH Gazetesi başyazarı Mehmet Barlas, okuyucusuna, tanımadığını tahmin ettiği iki isim vererek iddiaları küçültüyor, çarpıtıyor, alenen yanıltıyor.
Hani iddialardaki / belgelerdeki öteki isimler: Erdoğan’ın kardeşi, küçük oğlu, şu meşhur eniştesi, dünürü?
Görememiş mi?
Madem konuşmayı dikkatle izlemiş, duyamamış mı?
Geçiniz!
Yazıdan buram buram zavallılık akıyor. Ne yazacağını, RTE’yi nasıl savunacağını bilememenin şaşkınlığı akıyor. Tıpkı diğer yandaş ve yanaşma kalemler gibi.
Nasıl şaşırmasınlar! RTE, belgeler için önce avukatı aracılığıyla “sahte” dedi. Sonra “gerçek ama ticari vesika, ne var yani!” çıkışı yaptı. Ardından, “para gitmemiş gelmiş” buyurdu. Haliyle yandaş ve yanaşmalarını, ne diyeceğini bilemez hale getirdi.

Ancak belli ki, iktidar kanadı “meseleyi nereye bağlayacağını” hemen çözmüş: FETÖ komplosu!
Mehmet Barlas da, şahane “üslubu” ile ertesi gün aynı yere bağlanıvermiş:

“Eğer bir kişi siyaset yapıyorum gerekçesi ile sürekli aynı haltı yiyor ve bilerek aynı hatayı yapıyorsa, bu serüvenin sonunda seçim zaferi değil hain damgası bulunur. Eğer birileri dışarıdan tezgâhlanan komplolara karşı ülkenin bütünlüğünü ve istikrarını korumaya çalışmak yerine içeride fitne kazanları kaynatmayı yeğ tutuyorsa, başında bulunduğu kurumu da kendisi ile birlikte aşağıya çeker. Evet... Siyasetin FETÖ imamlarını bir kenara bırakarak, siyasetin güncel sorunlarına eğilmemiz daha doğru olur.”

Herhalde belirtmeye gerek yok, “kişi” derken Kılıçdaroğlu’nu kastediyor. FETÖ imamları derken de CHP yönetim kadrosunu.

• • •

Aynı gazetenin yazarı Mahmut Övür’den her televizyonun “yorumcusu” Nagehan Alçı’ya… 15 Temmuz’u aylar öncesinden haber veren Fuat Uğur’dan öteki Pensilvanya yolcularına... Ve elbette AKP’nin değerli vekillerine kadar sayısız isim FETÖ’nün yollarına güller serptiler. Övmelere doyamadılar.

Mehmet Barlas ise daha fazlasını yaptı. “sosyo politik bir gerçek olarak Hocaefendi Sendromu” adıyla bir kitap yazdı. Gülen’i bir çağdaş Türkiye projesi olarak pazarladı. Uzlaşmanın simgesi olarak yüceltti. 172 sayfalık “güzellemeyi” de Gülen’in bir şiiriyle noktaladı:
“Her yanda İsrafil’in gür sadası / 
Her ufukta bir diriliş edası / 
Ve ruhlarda geleceğin sevdası / 
Meşk ediyor yarını avaz avaz..”

Dün Gülen’in önünde eğilip bugün muhalifleri FETÖ’cü diye suçlamak... Okuyucusuna yalan söylemek... Her devrin iktidarına yakın olmak uğruna Ecevit’ten Evren’e, Demirel’den Erdoğan’a ve Gülen’e uzanan bir “çeşitlilikte” hareket edebilmek…
Barlas olmak kolay değil. Böyle dans edebilmek için hafif olmanız gerekiyor.
Çok ama çok hafif!

Ayşenur Arslan  / BİRGÜN

Sahte cennete veda - ERK ACARER

Türkiye çalkalanıyor…

Başbakan Binali Yıldırım’ın ‘vergisiz kazanç’ hesabını anlatan ‘Paradise Belgeleri’ ile kapanan ‘Türkiye borsası’, haftaya İrlanda Denizi’ndeki, bayrağı ve kuyruksuz kedisiyle şahsına münhasır Man Adası’nda gerçekleşen skandal ile başladı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın oğlu Burak Erdoğan, kardeşi Mustafa Erdoğan, eniştesi Ziya İlgen, Dünürü Osman Ketenci ve eski Kalem Müdürü Mustafa Gündoğan’ın Ada’daki off-shore hesabına 20 günde 15 milyon dolar para aktardığı belgelendi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Meclis’te açıkladığı belgelerde Bellwey Limited isimli şirket sahibi ve kurucusu olarak adı geçen Sıdkı Ayan, kara para aklamak, dolandırıcılık, İran’a uygulanan ambargoyu delme suçuyla yargılanan Rıza Sarraf için hazırlanan iddianamede de yer alıyor.

17-25 Aralık tapelerinde Erdoğan’ın olduğu ileri sürülen sözlerin yani, ‘ödenecek 10 milyon doları’ az bulduğu için “Kucağımıza düşecekler” ifadelerindeki kişi ile de Ayan’ın kulağını çınlattığı ileri sürülüyor. Ayan şirketi 15 Kasım 2011 tarihinde Kazım Öztaş isimli şahsa devrediyor.
Kılıçdaroğlu’nun hamlesinin ardından, CHP Başkan Yardımcısı ve Parti sözcüsü Bülent Tezcan, şirketin kuruluş belgesinin yanı sıra dekontları kamuoyuyla paylaştı. Adaya aktarılan paraya dair herhangi bir şüphe kalmadı. İktidarın, tam bu noktada; aşina olduğunuz ancak hâlâ şaşırdığımız pişkinlikle, ‘belgeleri nereden aldınız hainler’ safhasına geçmesi muhtemel. Medya tetikçileri çoktan kurguyu yaptı, soruşturmalar açıldı zaten.

Cennet-‘Man’gır-Reza
Amerika’da görülen Rıza Sarraf davası ise Man skandalı ile eşzamanlı yürüyor. Tüm kamuoyu yakından takip ediyor. Uzun uzadıya anlatmak yerine, iddianamenin ve itirafların 17-25 Aralık 2013 operasyonlarının bir teyidi olduğuna vurgu yapmak daha yerinde. Bu açıdan bakıldığında, 17-25 tarihi ile başlayan süreci bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelemek artık neredeyse imkânsız. Sarraf’ın itirafları ülke tarihine düşen bir kara leke. Şüphesiz bu kara leke, halkın masumiyetinden azade.

Ayrıntıya dikkat: AKP organizasyonu
Sarraf’ın anlattıklarındaki bir ayrıntı dahi onurumuzu kırmaya yetiyor. Üstelik bu ayrıntı ile ‘dev bir organizasyon’ netleşiyor. Toplum, Sarraf’tan haberdar değilken, onun önemini dönemin İstanbul Trafik Şube Müdürü biliyor. Çünkü Sarraf, hastası, işi, acelesi olan halk trafikte beklerken, açılan emniyet şeridi sayesinde ‘rüşvet toplantısına’ yetişiyor. Asgari demokrasi geleneği olan bir ülkede, dönemin İçişleri ve Ulaştırma Bakanı’nın yargılanması için yeterli bir neden. Ağızlarından ‘hakkını helal et’ sözünü düşürmeyenlerin, yaşamın her alanında ‘hak ihlali yapmayı’ yaşam felsefesi haline getirmiş olmaları ne büyük çelişki.

Türkiye’yi ‘Soma modeliyle’ yönetmek istediler
Sadece on günü üst üste koyduğumuzda bile gördüğümüz manzara açık. ‘Patlayan kanalizasyon’ kısmını geride bıraktık. Bu; artık ne yaparsan yama tutmayan kanalizasyon borusu. Tüm bunlar yaşanırken, dün Asgari Ücret Tespit Komisyonu ilk toplantısında konuşan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu, “İşçiden fedakârlık bekliyoruz” dedi. Siyasal İslam soslu, neo-liberalizmin seçkin bir örneği.

Biraz daha açalım. Başka mühim örnekler verelim.

Soma neden önemli? Şüphesiz 301 insanımızın ölmesi bir yara. Bununla birlikte o büyük maden faciası, AKP’nin kurduğu sistemin tam olarak ‘açılımı’.

Katliamcı şirket ve iktidarın kâr ortaklığı ile kurulan düzen, işçiyi öldürürken patrona büyük kıyak geçti. Çıkarılan kömürün bir bölümünü halka dağıtıp, sözüm ona iyilik yaparak aynı maden üzerinden ‘dilenciliği’ meşrulaştırdı. Soma’da AKP’li olmayanın, değil madene, bakkala bile sokulmadığı zorunlu bir yandaşlık çarkı kurdu. Üç gün çıkmayan ‘beyaz gömlekle’ sözüm ona yine bir şefkat ve fedakârlık örneği gösteren devlet, yeri geldiğinde yerde yatan madenciye tekme atmaktan imtina etmeyerek, şiddetini gösterdi, sınırını çizdi. Hâlâ madende ölüler varken, hacı hoca taifesinin ortaya çıkıp dualar okuması boşuna değildi. ‘Şehitlik’ vurgusuyla mesele kapatılmak istendi. Kapanmayan yerde, devlet bir kez daha ‘gücünü’ gösterdi. Gizlilik kararı uyguladı. Tıpkı MİT Tırları’nda, IŞİD katliamlarında, Ensar Vakıf’larındaki tecavüzlerde olduğu gibi.

Her şeyin bir nedeni var
AKP iktidarının gerçek yüzünü anlatan örnekler sayfalara sığmaz.
‘Seçkin Soma örneği’nden sonra, bir ke daha çok yakın dönelim. Kısaca ‘ne olacak’ sorusuna da yanıt arayalım.

Türkiye’de özellikle Gezi’den bu yana yaşananlar tesadüf değil. Her şeyin bir nedeni var. Berkin Elvan’ın katledilmesinin de, henüz gerçek darbeden önce ‘darbe’ lafının dillere pelesenk olmasının da, yerde yatan madenciye tekmenin de, bölgedeki katliamları ve Diyarbakır, Suruç, Ankara bombalarının da! HDP’li vekillerin tutuklanması, CHP’lilere gözdağı verilmesi gazeteci, avukat, hak savunucularına kelepçe vurulmasın da aynı şekilde.

Suçla haşır neşir olmuş bir iktidarın Türkiye’yi yönetemediğine tanık oluyoruz. Ama korku imparatorluğu sürdürülebilir değil.

En iyi savunma…
Dışardaki basınç içerideki memnuniyetsizlikle birleşti.

‘Paradise’ ile cennetini yapanların, topluma verecekleri bir cennetin olamayacağı belli. Bir sonraki bölüm, kısa süre içinde AKP’nin tahammül edemediği ‘çatlak seslerin’ daha da artıp, yükselmesi olacaktır. Kısa zamanda topumun AKP rejimine nasıl yüz çevirdiği görülecek. Sahte cennete veda ve bir dip dalganın ‘Göklerden gelen emirle’ çakışması aşamasıdır.

Ne var ki topluma bir vaadi kalmayan rejim işleri buraya bırakmak istemiyor! Artık Amerika’ya bile gitmesi pek mümkün olamayacak bir devlet adamından söz ediyoruz.

Afrin iştahına, muhaliflere, CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na yönelik tehditlere bakınca ne olacağını anlamak zor değil. Yakıcı olabilir ama son dönemeçtir bu.

Erk Acarer / BİRGÜN

Çikinova işler, çikinova düzen, çikinova yaşam…- Nilgün Cerrahoğlu

İran petro dolarlarını aklamak ve uluslararası sisteme sokmak için yapılan “altın ticareti” bir yerde tıkanıp miyadını dolduruyor…
Bunun yerine ilaç, gıda, vs.. gibi malları içeren yeni bir “hayali ihracat” planı gündeme geliyor.
Reza Zarrab konuyu Halk Bank’taki muhatabı Hakan Atilla’ya açıyor.
Ama ne ki gariban Atilla’da jeton düşmüyor: “Nasıl olur? Uluslararası kurallar… nasıl yaparız?” diye itiraza girişiyor:
Reza’dan Hakan Atillla’ya yanıt: “Çikinova yapacağız!”
“Çikinova” Zarrab’ın çevirdiği alengirli, yasadışı, kirli dolaplara kendisinin verdiği bir “kod” isim.
Cukkalanan milyar Avro/dolarlar; Ali’nin külahının Veli’ye, Veli’ninkinin Ali’ye giydirildiği ilişkiler ağı ve bir muhasebeci titizliğiyle tutulan rüşvet cetvelleri...
New York’taki savcı arkadan soruyor: “Süleyman Aslan ve Zafer Çağlayan dışında başka kimseye rüşvet verdiniz mi?”
“Hayır!”
“Niçin?”
“Türkiye’nin ekonomi bakanına rüşvet veriyordum. Halk Bankası genel müdürüne veriyordum. Onun dışında niye başkalarına da vereyim ki?”
Reza Zarrab’ın “çikinova dünyası” için son derecede bire bir, ayakları yere basan, gayet makul bir cevap. “
Dava”nın en ilginç yönlerinden biri bu: Reza Zarrab denen roman kahramanı karakteri çözümlemek...


Kafasında dolaşan tilkiler
Zarrab’ın kafasında aynı anda kuyruklarını birbirine hiç değdirmeyen 9 tilkinin dolaştığını kolaylıkla görebiliyoruz.
Dünyayı “çikinova sistemi” için her dem meşru bir tiyatro sahnesi olarak algılıyor. Her durumdan bir şekilde sıyrılabileceğini düşünüyor. O yüzden yakası açılmadık teklifleri en doğal olaymış gibi her merciye yapabiliyor.
Sanırım koskoca Türk-İran sistemini rahatça parmağına dolayıp, altından girip üstünden çıkabilmesinin baş nedeni sade dönemin İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’la kurduğu ayrıcalıklı ilişkiler değil.. bilhassa bu karakter yapısından kaynaklanıyor.
Mahkemeden “tek kişilik”canlı yayınla bize bu değerli bilgileri ulaştıran gazeteci Cüneyt Özdemir, Reza’nın mahkeme salonundaki rahatlığına oysa ki çok takılmış ve pek şaşmış.
“Zerrab ambargoyu nasıl deldiğini, İran’ın paralarını uluslararası sisteme nasıl soktuğunu, mahkemede beyaz bir pano üzerinden kendinden emin bir tarzda mavi, kırmızı, siyah kalemlerle çizerek anlatıyor” diyen Özdemir ekliyor:
“ABD yargısı tarafından belli ki önden çalıştırılmış. Çizimler kendisine bu salona girmeden önce defalarca yaptırılmış. Çünkü Zarrab sanki mahkemede değil de, bir şirketin yönetim kurulu toplantısında gibi hareket ediyor!”
Ayol Zarrab kalibresindeki birinin “çikinova sunumu” için ön egzersize mi ihtiyacı var?
Adam suyun içinde yüzen balık gibi alışık bu işlere.
Türkiye ve İran’da hükümetin en üst düzey üyelerine kim bilir kaç kez bu sunumları yapmış? 


Orduya bedel gazetecilik
Özdemir’in benzer yorumlarını, kendisine hiç yakıştıramadığım ölçüde “naif” buldum. Ama yaptığı gazetecilik doğrusu on numara beş yıldız. Tek başına bir orduluk TV gazetecisine bedel gibi çalıştı. Eskiden koca koca ekiplerle yapılan yayınları iPhone’uyla gerçekleştirerek YouTube’da dolaşıma soktu.


Özdemir’e “şapo”, helal olsun derken… içim hiç sızlamadı değil.
Çok değil bundan 4-5 sene öncesine dek bu “dava”, büyük TV kanalları arasında yarışla New York’tan canlı verilirdi…
Bugün o kanallarda davada ne olup bittiği değil, sade “kumpas, komplo” haberleri var. Gazetelerde keza bu “küresel davaya” ilişkin magazin dışında ele dişe gelir bir haber yok. Birinci sayfalarda habere kibrit kutusu büyüklüğünde yer ayrılıyor. Davayı New York’tan izleyen “Habertürk”ün örneğin bula bula çıkardığı başlık şöyle:
“2. Gün casual chic”
Zarrab, duruşmanın 2. gününde “rahatşık” tanımlanabilecek beyaz, yakası açık gömlek, koyu renkli bir pantalonla gelmiş…
Habere bakar mısınız?
“Bilgi” kırıntısı bile çünkü artık istenmiyor.
Hiç “bilgi” olmayacak ki, sıfır kilometre beyinlerin boşaltıldığı “boş levha/tabula rasa” üzerinden istenilen propaganda tam gaz yapılabilsin…

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Erdoğan aşkı - ÖZGÜR MUMCU

Bir insanın beraber siyaset yaptığı birini sevmesi, ona hayranlık duyması gayet anlaşılabilir bir durumdur. Hele siyaseti tek bir insan üzerine kurulmuş bir partide yapıyorsanız. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ da lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı çok seven biri. Bozdağ, içi insan sevgisiyle dolu, insan sevmeye yer arayan bir insana benziyor. 

Meclis kürsüsünde Fethullah Gülen’e olan pürüzsüz sevgisini nasıl dile getirdiğini unutmak mümkün değil: “Fethullah Gülen bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymettir. Seversiniz, sevmezsiniz ama değerli bir insandır, bilge bir insandır.”
Zirveye ulaşan sevgisi “değerli bir kıymet” gibi şahane bir ifadeyi dilimize kazandırmasına vesile olmuştu.
Sayın Erdoğan’ın oğlu, kardeşi, eniştesi, dünürü ve hemşerisinin Man Adası’ndan çıkan milyonlarca dolarına ilişkin yaptığı açıklama da sevgide yeni zirveleri zorladığını gösteriyor. 

CHP Genel Başkanı’nın kamuoyuna sunduğu belgeler hakkında AKP cenahından çelişkili yorumlar geliyor. Bazen belgelerin sahteliğini öne sürüyorlar bazen basit bir ticari faaliyetin kaydı olduğunu dile getiriyorlar. Yeri geliyor ticari sırrın ifşa edildiğinden şikâyet ediyorlar. 

Bozdağ ise farkını ortaya koyarak meseleyi bir ilahiyat tartışmasına getirmeyi başardı. Bir defa savunma hattını doğrudan “bunlar iftiradır” hattına çekerek, diğer arkadaşlarının tutarsız açıklamalarının yarattığı kafa karışıklığını bitirmek istedi ve ekledi:
“Hz. İsa’nın temiz ve pak annesi Meryem Hanımefendi’ye iftira etti o dönemin müfterileri. Peygamber efendimizin mübarek ve pak eşine de iftira edenler oldu. Bu iftiralara inanan maalesef insanlar da oldu. Sonra rabbim hepsini temize çıkardı. Şimdi kimdir iftiracılar; iftiracılar münafık adamlardır.”


Neticede bir kara para aklama şüphesi, bir sebepsiz zenginleşme iddiası, bir yolsuzluk ihtimali konuşulmakta. Verilebilecek cevaplar da basit. “Öyle bir şirket yok, Erdoğan’ın yakın ailesinin o para transferleriyle bir ilgisi bulunmuyor”. Ya da “Öyle bir şirket var, miktarlar da doğru ancak bunlar yasal ve meşru bir ticari ilişkiden kaynaklanıyor. Şunu aldılar, şunu sattılar. Şu hizmeti verdiler, şu hizmeti aldılar.”
 
Çok karışık değil yani. 

Ancak sayın Erdoğan’a zamanında Gülen’e duyduğundan da daha büyük bir aşkla bağlı olduğu anlaşılan Bozdağ, cumhurbaşkanını “Meryem Hanımefendi’ye ve Aişe annemize de iftira ettiler” diye savunarak Tayyip Bey’i bir reisten öte ilahi bir kişi olarak değerlendirdiğini gösterdi. 

Bozdağ, sayın Erdoğan’ı o kadar kutsal görüyor ki ona karşı çıkanları “münafık” diye tanımlamaktan çekinmiyor. Sayın Erdoğan’ın bütün muhaliflerini kâfir ilan etmesine ramak kalmış. 

Ne demişti Bozdağ “Önemli görevdeki kişinin ‘yanıldım’ deme hakkı yok”. Kendisi Fethullah Gülen’i överken yanılmış mıydı yoksa önemsiz bir görevde miydi? 

CHP, dün Man Adası belgelerini medyayla paylaştı. Elbette ayrıntısıyla incelenecektir. Belgeler doğru çıkarsa Bekir Bozdağ’a da müfteri, dolayısıyla münafık diyecek miyiz? 

Demeyeceğiz çünkü dünyevi ve siyasi hırsları din sosuna bulayarak yutturmaya çalışmak dinbazlara özgü bir yaklaşımdır. Merak ettiğim şu. Acaba sayın Erdoğan kendisinin “Meryem Hanımefendi ve Aişe annemiz”le kıyaslanması ve şahsına böylesine bir kutsallık atfedilmesi hakkında ne düşünmekte? Zamanında büyük bir tevazuyla “peygamberlik zinciri kapanmıştır” demişti. 

Belki bunu Bekir Bozdağ’a hatırlatmasında fayda vardır.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

1 Aralık 2017 Cuma

Zarrab, İran, yaptırımlar - CEYDA KARAN

Türkiye; tarihinde emperyalist müdahalelere, tehdit ve şantajlara bu denli açık kılınmadı. Memleket, Batı sisteminin parçası olarak da bir ‘direniş damarı’ barındırdı. Siyaseten beğenelim-beğenmeyelim, 1974 Kıbrıs Harekâtı ve sonrasında ABD’ye diklenen böylesi bir damardı. İran-Irak savaşında karşıt ideolojiye rağmen komşuya ambargo uygulanmaması; Özal’ın Körfez savaşı hevesinin gemlenmesi; Meclis’in, hükümetin bastırmasına direnerek Irak işgaline ortaklık etmemesi, yine böylesi bir damardı. Türkiye o günlerde de Batı sisteminin parçası, ABD’nin ‘yakın müttefiki’ ve NATO üyesiydi.
Lakin hepsinde öyle yahut böyle, kuruluş DNA’sına işlenmiş antiemperyalist damar ve refleksini bir şekilde muhafaza etmiş yerleşik bürokrasinin tavrı ile toplumsal muhalefetin gücü karşısında yine beğenelim- beğenmeyelim duracağı yeri bilen bir yönetim ve kurumsal yapının bulunmasının payı vardı.
Yani bugün geldiğimiz yerin tam aksi...

***

Deniliyor ki, ABD’de daha iki hafta önce uğruna iki nota verilen İran asıllı ‘hayırsever’ Türk vatandaşı işadamı Reza Zarrab’ın odağında olduğu devasa para aklama davası ‘siyasiymiş’. Ya ne olacaktı? ABD Hazine Bakanlığı’nın sitesinde gayet net ‘yaptırımların Amerikan dış politikası ve ulusal güvenlik hedeflerinin başarılması için uygulandığı’ yazılır. ABD bu haksız yaptırımları küresel gücü uyarınca uygular. İran’a da öyle yapıldı, nükleer programı vesile edilerek yaptırımlar konuldu. Bunları delen AB şirketleri ve BNP Paribas, Deutsche Bank gibi namlı kuruluşlara cezalar bile kesildi.

Türkiye’ye ise zaruri olarak komşusundan petrol ve gaz satın alan ülke olduğu için açıkça ‘imtiyazlı’ davranıldı. Birkaç ülke ile birlikte İran’a para ödemek yerine ticaret yapmasına geçit verildi. Maalesef Ankara için dert yaptırımların delinmesi olmadı. Esasen yaptırımları uygulamak ‘suç’ olması gerekirken, Ankara’dakiler ağızlarını açıp ‘Hayır ben komşuma yaptırım uygulamam’ demedi. Zira işin içinde başka bit yenikleri vardı.
Dolayısıyla bugünkü Zarrab davasının açıkça bir rüşvet çarkına dönüştürüldüğünü göstermesi şaşırtıcı değil. Neoliberal küresel düzenin yerli işbirlikçilerinin kirli çamaşırları da siyasi sebeplerle dökülmekte. Bırakın Türkiye’yi, İran’ı, Zarrab davası öyle görünüyor ki eski danışmanı Flynn üzerinden Trump’a karşı bile kullanılacak.
***

Bizim için mühim olan bunların hangi heveslerle yapıldığı. En başta siyasal İslamcılığa yıllardır yatırım yapmış Batı’nın Ortadoğu’daki ‘rol modeli’, jeopolitik çıkarlarına en iyi hizmeti veren olma arzusu. Bu yolda Cumhuriyet’in ‘direniş damarını’ da içeren kurucu ideolojisi ayakbağı idi. ‘Yeni Osmanlıcılık’ hevesleriyle ‘ılımlı İslam’ sofrası kuruldu. Komşu Suriye’ye karşı vahşi savaşın en önemli aygıtı haline gelindi. İran’a yaptırımlar ‘fırsat bilindi’.
Ne vakit ABD’nin rejim değişikliği projesi başarısız oldu, o vakit külahlar değişildi. Mısır’dan Suriye’ye Batı şemsiyesindeki İhvancılık kabak gibi ortada kaldı. Yenilgi kabullenilmeyip Amerikalılar komşu ülkeyi işgale bile çağırıldı. Obama yönetiminin ABD müesses nizamının kınayıcı bakışları altında İran ile nükleer anlaşmayı zorlayıp Körfez’in Sünni monarşileriyle ilişkileri dengeleme politikası ‘soğuk nazarlarla’ izlendi. Vahhabi/Selefi Suudilerle ‘Sünni İslam ittifakı’ pozları verildi. Taa ki ABD’nin yarattığı güç boşluğunu Rusya doldurana kadar... 


***

Bugün ‘zayıf halkayı’ herkes biliyor. Retoriğin gürültücülüğü salt kulak tırmalıyor. Bu pervasız siyaset, herkese bolca kanıt ve kart sundu. Elbette ABD yolsuzluk dosyalarını siyasi dizayn için kullanıyor. Dava siyasi, karar da siyasi olacak. Lakin ahalinin hayrına bir ‘S-400 kartı’, ‘NATO kartı’, ‘Kürt kartı’ yok. Türkiye’yi yöneten zihniyet arzuladığı için değil, mecbur kaldığını gördüğü için ABD ve NATO’dan uzaklaştıkça bu kriz derinleşecek demektir. Çark ederse zaten gömülür.
Antiemperyalizmi külahımıza anlatsınlar. Bir tarafta emperyalistlerle aşık atmaya kalkışıp ahlaksız işlere girişmişler var. Yerlilik-millilik deniliyorsa da döner 2005’te ABD’nin aleni kırmızı ışığına ‘eyvallah’ demeyip Şam’a gitmiş Ahmet Necdet Sezer’e bakarız.


Ceyda Karan / CUMHURİYET

Sicil kayıtları - ÇİĞDEM TOKER

CHP lideri Kılıçdaroğlu, Man Adası’nda kurulmuş 1 Sterlin sermayeli şirkete, milyonlarca dolar gönderildiğine ilişkin dekontlar gösterirken bazı isimler de andı. Sıtkı Ayan, Kasım Öztaş, Kılıçdaroğlu’nun kürsüde andığı isimlerden ikisiydi.
Bu vesileyle Bellway Limited Şirketi’ni kuran Ayan’ın, Türkiye’deki faaliyetleri de gündeme geldi; Bumerz Denizcilik de tartışma başlıklarından birini oluşturdu. CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, şirketin baş harflerinin Burak Erdoğan, Mustafa Erdoğan ile Ziya İlgen’in isimlerinden alındığını belirtiyordu.
Bumerz adı Türkiye’de kamuoyu açısından yeni bir isim değil. 

***

Konu bir başka boyutuyla, İngiliz gazeteci Craig Shaw imzasıyla BlackSea adlı sitede Haziran 2017’de Malta belgeleri dolayısıyla gündeme gelmiş, Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat, Bellwayy ile birlikte Man Adası’nda kurulu toplam üç şirketin varlığından söz eden bu habere yazısında yer vermişti. Fatih Polat hakkında ceza soruşturması açılmasına yol açan bu yazıda, habere atfen yer alan şirketlerden biri Bumerz Limited’di. 

***

Şimdi bundan dokuz yıl önce, 25 Aralık 2008 tarihinde Vatan gazetesinde (Tebernüş Kireççi) imzasıyla yayımlanan habere bakalım:
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük oğlu Ahmet Burak Erdoğan’ın yüzde 50 hissesine sahip olduğu MB Denizcilik Taşımacılık Limited Şirketi ilk gemisini satın aldı. Burak Erdoğan’ın MB’deki ortağı Mert Çetinkaya. Çetinkaya, 50 yıllık denizci bir ailenin oğlu.
Başbakan Erdoğan ve ailesi İstanbul’da Ülker firmasının bölge bayiliğini yapan Emniyet Gıda ve İhsan Gıda’daki hisselerini devrettikten sonra, Erdoğanlar’ın büyük oğlu Burak Erdoğan’ın yeni bir iş kurmak için arayış içinde olduğu biliniyordu.
Bu arayışlar 2006 Nisan ayında sonuç verdi. Erdoğan Ailesi’nin 3 ferdi 10 Nisan 2006’da Turkuaz Denizcilik adlı şirketi satın alarak adını Bumerz Denizcilik olarak değiştirdi. Bumerz’in yönetim kurulu şu isimlerden oluştu: Ahmet Burak Erdoğan, Mustafa Erdoğan (Tayyip Erdoğan’ın kardeşi), Ziya İlgen (Tayyip Erdoğan’ın kızkardeşi Vesile İlgen’in eşi) Ziya İlgen, Erdoğan Ailesi’nin hisse devirlerinden önce Emniyet Gıda ve İhsan Gıda’nın yönetim kurullarında görev yapıyordu.”
 
***

Bugünden geriye bakıldığında, Man Adası’ndaki Bumerz Limited ile Türkiye’deki Bumerz Denizcilik şirketi arasında bir ticari ve hukuki akrabalık bulunduğu anlaşılıyor. Zaten Ticaret Sicil kayıtlarına baktığınızda bu akrabalık daha net görünüyor.
Sicil kayıtlarında dikkat çeken kararlardan birkaçını not düşelim:
- 29 Mayıs 2015: Kasım Öztaş, Murat Teke ve Erol Koç’tan oluşan şirket yönetimi toplanarak geriye dönük tarihli bir karar alıyor.
Bumerz Denizcilik’in 30 Aralık 2014 tarihinden itibaren tek pay sahipli A.Ş. olarak faaliyetine devam etmesine karar veriyor. Tek Pay sahibi ise Bahaddin Ayan olarak belirleniyor.
Bir başka ilginç karar, bu tarihten kısa bir süre alınmış. 31 Mart 2015’te adres değişikliğine giden Bumerz Denizcilik, görülen lüzum üzerine, şirketi Sarıyer’de bir adrese taşıyor. Gelin görün ki, aynı tarihli sicil gazetesinin aynı sayfasında yönetim kurulu adına Sıtkı Ayan’ın imzasını taşıyan iki farklı şirketin daha kararı var. Gent Elektrik ile Som Overseas Petroleum Enerji şirketlerinin adres değişikliği. Bu şirketler de Bumerz Denizcilik’in taşındığı Sarıyer’deki aynı adrese taşınıyor.
Açık kaynaklara göre, halihazırda Bumerz Limited, Gent Elektrik ve Som Petrol aynı adreste faaliyet gösteriyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bir gülme kuramı - MESUT ODMAN

Bu başlığı okuyanın, gülmenin de mi kuramı olurmuş, türünden itiraz yollu bir soru aklına gelir herhalde. Olmasına olur da, burada öyle bir kuramı sergilemeye ya da özetlemeye  niyetlenmiyoruz. Belki, öyle adlandırılabilecek bir düşünceler toplamına giriş niteliğindeki  bazı değinmelerde bulunmuş olacağız.

Nereden çıktı ya da neden gerekti sorusu ise anlamsız görünmüyor. Dolayısıyla, bir açıklama gereği ortada.

Ne zamandır içeride dışarıda, ülkede dünyada, türlü türlü insanların, özellikle de siyasetle uğraşanların ve ülkeleri yönetenlerin fotoğraflarını, daha doğrusu, hareketli hareketsiz görüntülerini gördükçe, oralardaki çehrelerin gülüp gülmediklerine, gülenlerin nasıl bir izlenim bıraktıklarına takılıyordum. Şöyle bir durumu fark ettim: Kimi insanlar, ya hiç gülmüyorlar ya da, güldüklerinde, o gülüşlerin çok zorlama olduğu, büyük bir güçlükle, sanki acı çekiyormuşçasına gülmeye çabaladıkları anlaşılıyor. Evet, sözcüğü rasgele kullanmadım, açıkça anlaşılıyor; anlamamak neredeyse imkânsız oluyor.

Öte yandan, bu durumu içerisi ve dışarısı, ülke içindekiler ve dışındakiler, yerliler ve yabancılar arasında karşılaştırmaya çalıştığımda, siyaset sahnesinde modalaştırdıkları deyişle “yerli ve milli” olanlarda belirgin bir üstünlük olduğu söylenebiliyor. Üstünlük dediğim, bizimkilerde durum çok daha açık biçimde görülebiliyor. Gülmekte zorlananların oranı daha çok. Bu zorlanma sözcüğü yeterli değil, başka anlatımlar bulmak gerek: Gülmeleri gerektiği kendilerine öğretildiği, sempati yaratmak amacıyla ara sıra da olsa gülüyor görüntüsü vermelerinin şart olduğu belletildiği için öyle yapıyorlar.
Nasıl yapıyorlar peki? Bunun gülmekle ilgisini kurmak, özellikle bazı kişiler söz konusu olduğunda, mümkün görünmüyor. Gülüyorlar mı yoksa hiç beceremedikleri, daha da kötüsü, hiç istemedikleri bir şeyi yaparken acı çektikleri görüntüsü mü veriyorlar, belirsiz. Kimileriyse, hem halk arasında hem edebi metinlerde çokça rastlanan bir benzetmeye uygun düşüyorlar, “sırtlan gülüşlü” bir çehre sergiliyorlar; gülümseyen, sevimli, cana yakın bir yüz değil, basbayağı ürkütücü, itici bir görüntü ortaya çıkıyor.

Böyleleri için, gerçekten yaşıyorlar mı acaba, sorusu aklıma takılıyor hep. Şu nedenle: Büyük şairimizin o pek kısa, çok da güzel şiirini hatırlıyorum; hani, Aragon’un da ölümünden 3 gün sonra kendisinden onun için yazmasını istedikleri satırları yazarken dile getirdiği “şu dört dizenin bir kehanet olmaktan çıktığını anlayacak kadar vakit bırakın bana” sözleriyle itiraz etmesine yol açan şiiri:
“Paydos…” –diyecek bize bir gün tabiat anamız,-
              “gülmek, ağlamak bitti çocuğum…”
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:
               görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…
Yazıyla ve sözle ne çok tekrarlamışımdır bu olağanüstü güzellikteki dizeleri…

Nâzım’ın eşsiz bir bilgelikle “gülmek, ağlamak” olarak özetlediği hayatın en az yarısından uzak olduklarını düşünebiliriz o adamların; şu son sözcüğü cinsiyetten arınmış olarak değil, tam tersine, eril anlamıyla ve bilerek kullanıyorum, çünkü seçtiğimiz siyasetçiler/yöneticiler örnekleminde zaten sayıları ihmal edilecek kadar az olan kadınlar için durumun farklı olduğunu söylemek zorundayız.
Bu arada, bizdeki gülme özürlülerin ezici çoğunluğunu oluşturan erkeklerin bir dezavantajlarını da belirterek kendilerine haksızlık etmekten kaçınmalıyız: Hemen her zaman etkisi, kimileyin de apaçık baskısı altında oldukları dinsel inançları ve kültürel belirlenimleri, onları gülmekten alıkoyar. Gülmek, hele uluorta, herkesin içinde yapılması yasaklanmış;   üstelik, o çok yaygın ve çirkin deyişteki lanetleyici kınama ile söylenirse “karı gibi” görünmelerine yol açan, bu yüzden kendi üstün cinsleri açısından utanılacak bir davranıştır.

Buraya kadar değindiklerimizi, az önce olur mu olmaz mı diyerek kuşku belirttiğimiz gülme kuramı üzerinde ciddi ciddi kafa yormuş bir filozofun söyledikleriyle birlikte düşünürsek, biraz ilerleyebiliriz. Sözünü edeceğim, geçen yüzyılın sezgici Fransız filozofu Henri Bergson. Biraz lafı dağıtmak pahasına, böyle deyince, bundan elli küsur yıl önceki, nasıl olup da ilimizdeki milliyetçi öğretmenler sendikası şube başkanı olduğuna akıl erdirmekte güçlük çektiğimiz Felsefe öğretmenimizin, tuhaf bir telaffuzla ve ağzını doldura doldura “entüvisyonist Bergson” deyişini hatırlamadan edemiyorum.

Her neyse, devam edelim.
Ömrü 19. ve 20. yüzyıllar arasında eşit olarak bölünmüş olmakla birlikte, asıl yapıp ettiklerinin gerçekleşmesi bakımından  yirminci yüzyıla yazdığımız Bergson’un idealist bir filozof olduğu biliniyor. Bilimsel kavramlarla düşünme, dolayısıyla bilimlere güvenme yanlısı olmayan bir eğilimi var. Onun bu eğiliminin “tekbencilik” boyutuna ulaştığı da bulunabilir ilgili kaynaklarda.
Bütün bunlar bir yana, bu idealist düşünürün gülme ve gülüncün anlamı üzerine yazdıklarından yararlandığımı söylemeliyim. Bergson gülmenin ve gülünçlüğün nerede araştırılması gerektiğine ilişkin üç saptamada bulunuyor.

Birincisi, sadece gerçek anlamda insani olan şeyler için gülünçlükten söz edilebilir, diyor ve ekliyor: Bir manzara güzel, görkemli, silik ya da çirkin olabilir, fakat asla gülünç olamaz. Bir hayvana gülünebilir ama bu onda insani bir tavır ya da ifade yakaladığımız içindir. Bir şapkaya gülünebilir gülünmesine de bu durumda alaya aldığımız şey bir keçe ya da hasır parçası değil insanların ona verdiği biçimdir.

İkinci nokta, genellikle gülmeye eşlik eden duygusuzluk durumudur. Gülünç şeyler sarsıcı etkilerini ancak tümüyle dingin ve durgun bir ruh düzlemi üzerinde gösterebilir. Gülüncün en doğal ortamı kayıtsızlıktır ve gülmenin en büyük düşmanı duygulardır. Filozofumuz burada birkaç örnek olarak acıma ve şefkat duygularından söz ediyor, ama biz bunlara kaygı ve korkuyu da ekleyebiliriz: Derin bir kaygı ve korku içindeki insanın gülmesi, gülüşünde bir rahatlık ve doğallık bulunması kolay kolay beklenemez.

Filozofumuz, gülüncün etkisini tam olarak göstermesi, dolayısıyla gülmenin gerçekleşmesi için kalbin bir anlığına duygusuzlaşması gerektiğini belirttikten sonra, gülünç saf akla hitap eder diyor ve devam ediyor: Yalnız, bu akıl başka akıllarla ilişki içinde olmalıdır. Dikkat çekilmesi gereken üçüncü nokta budur. Eğer yalnız ve öteki insanlardan yalıtılmış hissediyorsanız, gülünç olandan keyif almanız mümkün değildir. Buradan sürdürerek ekleyebiliriz: Keyif almak bir yana, gülünç olanı fark etmeniz bile çok güçtür.

Bir de, şu saptamanın konu üzerinde düşünürken, yol gösterici ve oldukça açıklayıcı olduğunu sanıyorum: Gülünç, hemen, olabildiğince kısa sürede düzeltilmeyi, iyileştirilmeyi bekleyen bireysel ya da ortaklaşa bir kusuru ortaya koyar, gösterir. Gülme ise bu düzeltme ya da iyileştirmenin tam da kendisidir bir bakıma. Başka bir anlatımla, gülme, insanlar ve olaylardaki özel bir dalgınlığı, atlamayı, gözden kaçırmayı öne çıkartan ve cezalandıran bir toplumsal jesttir. Dolayısıyla, düzeltilmesi, iyileştirilmesi gereken eksiklik ve yetersizliklere yol açanlar, onlarla ilgili birinci derece sorumluluk taşıyanlar açısından, ne başkalarının gülmesi kolay kolay hoşgörülebilir bir davranıştır, ne de bu tür insanların kendileri gülmeyi başarabilirler. Böyleleri, şu ya da bu nedenle, çoğu kez de ister istemez ve insancıl görünmek için gülmeye kalktıklarında, yazının başında aklıma takıldığını söylediğim hiç inandırıcı olmayan, tuhaf, zoraki gülüşler ortaya çıkar.

“Türkiye’nin patronları, AKP’nin ağırlıklı bazı isimleri, Almanya ve ABD ve her zamanki gibi daha sessiz bir biçimde İngiltere, Erdoğan’ın dansına son vermek istiyorlar. Ya bir yere sabitleyecekler ya da ve daha güçlü olasılık müziği kesecekler.”
Bu satırları, Kemal Okuyan’ın 29 Kasım günü burada yayımlanan son derece aydınlatıcı, ama bugünkü konumuzla ilgisiz görünen yazısından aktardım. Şimdi bu cümleyi gülme kuramından çok kısaca söz ettiğimiz filozofun şu örneği ile birlikte okuyalım:
“(…) mesafe alıp tarafsız bir seyirci gözüyle bakın hayata:  Pek çok dram güldürüye dönüşecektir. Dans edilen bir salonda müziğin sesine kulaklarımızı tıkamamız yeterlidir: Dans edenler bir anda gülünç görünürler.”

Gerçekten de, herhangi bir mekânı doldurmuş insanlar ister vals türü klasik bir dans ister rock dansı yapıyor olsunlar, eşlik eden hoş ezgili ya da gümbür gümbür müziğin birden susturulduğunu düşünün, ne gülünç bir sahne ortaya çıkar ama!

“Ya memleketin hali?

Ağlamak gerekirken gülersek, ayıp etmiş olmaz mıyız?” muhtemel sorusu ortaya atılacak olursa, yukarıda aktardık, onu da Nâzım soyutlamış hayatı anlatırken, hem de ta 1945-46’da ve hapishanede: Gülmek ve ağlamak bittiğinde hayat da bitmiş demektir.

Mesut Odman / SOL

Liberal ahmaklık ve bir uyuşturucu olarak “fikir özgürlüğü” - TAYLAN KARA

“Özgürlük her zaman ve istisnasız farklı düşünene tanındığında özgürlüktür.” R. Luxemburg (1)
Klişeler ahmaklık üretir. Voltaire’e mal edilen ve sayısız defa kullanılan bir cümle vardır:
“Fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm.”
Toktamış Ateş ve Abdurrahman Dilipak 1995 yılında bir basın toplantısında birbirlerine buna benzer bir cümle söylemişti (2).
Binlerce insan bunu huşu içinde izledi: Demokrasinin doruğu!
Ne kadar da demokratlardı!
Ama gerçek hayatta hiç de öyle olmadı. 2013’te öldüğünde Toktamış Ateş, söylediği bu cümlenin ne kadar gülünç ve ne büyük bir palavra olduğunu görecek kadar uzun yaşamıştı. Anlayıp anlamadığını ise bilemiyorum. Abdurrahman Dilipak cephesinin ise “fikrine katılmadıklarına” nasıl muamele ettiğini uzun uzun yazmaya gerek yok, her şey ortada.

*

Voltaire böyle bir cümle söyledi mi?
Ne zaman solcu/sosyalist/ilerici/cumhuriyetçi insanlara bir saçmalık yutturulmaya çalışılsa önce bu klişe cümle söylenir:
“Fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm.”

*

Yalnız ortada küçük bir sorun vardır.
Voltaire’in böyle bir cümlesi yoktur.
Voltaire’in hiçbir kitabında geçmez.
Bu yalan, Voltaire’in bir papaza yazdığı mektupta bambaşka bir bağlamda geçen “yazdıklarınızdan nefret ediyorum ama yazmaya devam etmeniz için canımı veririm.” ifadesinden çıkmıştır (3).

*

Bu ülkede hiçbir iktidar sosyalistlere “fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm.” demedi.
“Fikirlerine katılmadıklarını fark ettikleri” sosyalistler hapse atıldı, öldürüldü, toplumdan kazındı.
2012 yılında Birinci Meclis’e gitmek isteyen “fikirlerine pek katılmadıkları” cumhuriyetçileri gazla ve copla dağıttılar ama sağ olsunlar öldürmediler (4)!
“Fikirlerine katılmadıkları” kişilere ne iftiraların atılabildiğini, haklarında ne sahte deliller üretilebildiğini, yıllarca nasıl hapislerde çürütüldüklerini, nasıl da her türlü kumpas kurulabildiğini gözü, ortalama bir zekâsı ve birkaç molekül büyüklüğünde vicdanı olan herkes görmüştür.
Örnekleri sayfalarca yazılabilir; ancak bu ülkede yaşayan herkes bilir ki iktidardaki egemen ideoloji, “fikrine katılmadıkları”nın fikrini açıklaması için can falan vermez ama kolayca can alır. En iyimser bakışla “katılmadıkları fikirler” görmezden gelinir, engellenir ya da yasaklanır.

*

Hangi fikir?
Voltaire’e mal edilen bu cümlenin pratikte iktidar karşısında muhalefeti uyuşturması dışında hiçbir işlevi yoktur.
Muhalefet açısından bakıldığında buradan bugüne kadar sadece “demokrasi budalalığı” çıkmıştır. Liberal ahmaklığın yaydığı tehlikeli bir virüstür bu.
Toplumdaki güç dengesini ve iktidarda kimin olduğunu dikkate almadan “her görüş özgürce açıklansın ilkesi” savunulduğunda ortada kalacak olan tek şey iktidarın görüşüdür.
“Herkes için fikir özgürlüğü” demek, özgürlük konusunda daha en baştan eşit olmayan iktidar ve muhalefeti aynı kefeye koymaktır. İktidardaki gücün fikir özgürlüğü ile muhalefetin kısıtlanmış fikir özgürlüğünü eşit derecede savunmak, Koç Holding ile bir simitçiden aynı miktarda vergi almakla eşdeğerdir.

*

İktidardaki fikrin özgürlüğe ihtiyacı var mıdır?
İktidarın fiili özgürlüğü, ‘fikir özgürlüğü’ne sığmaz. Eski çağlardan bu yana iktidarda olan, elindeki silahlı güç ve propaganda aygıtları ile zaten muazzam bir “ifade özgürlüğü”ne sahiptir. Günümüzde de, ortaçağda da, antik Yunan’da da, Hititler’de de bu böyledir. İktidardaki görüşün kendini ifade etmesi için demokrasiye veya bu ilkeye ihtiyacı yoktur.
Bu “fikir özgürlüğü” ilkesi adı altında iktidarın, kendini zaten fiilen her yerde ifade edebilenin, güçlünün ifade özgürlüğünü savunmak, su katılmamış bir liberal ahmaklıktır.

*

Bu ahmaklık, Nazi Almanya’sında Nazilere karşı mücadele edenleri “Ama Nazilerin de sizin kadar görüşlerini ifade etmeye hakkı var” diyerek despotlukla suçlayabilir, Nazilerle Nazi karşıtlarını eşitleyebilir, Nazi karşıtlarının Nazilere karşı mücadelesini “baskıcı” ve “totaliter” bulabilir. “Naziler sizin görüşünüzü engelliyor ama siz de Nazilerin görüşünü engelliyorsunuz. Aslında iki taraf da despotik” diyerek ahmaklığın doruğuna çıkabilir.
Nazi Almanya’sında fikir özgürlüğünün anlamı nedir? 1942’de Adolf Hitler’in bir radyo konuşmasını kesmek, A. Hitler’i bir tartışma programında protesto edip konuşturmamak fikir özgürlüğünü kısıtlamak mıdır?

*

Liberal ahmaklık, birkaç yüz korumayla geldiği bir üniversitede protesto edilen bir bakanın fikir özgürlüğünü savunur. Elinin altında devletin tüm kolluk kuvvetleri ve devasa propaganda aygıtları olan bir görüş ile bunun karşısında duran diğer bir görüşün ifade imkânları eşit midir?
Liberal ahmaklara göre, her cümlesi onlarca medya organında anında yayımlanan bakan “fikir özgürlüğü mağduru” iken protesto sonrası gözaltına alınan ve bir kısmı okuldan uzaklaştırılan ya da atılan öğrenciler despottur. Liberal ahmak için onlarca TV’de istediği an konuşma olanağı olan bir bakanın fikir özgürlüğü ile protestosunun 30. saniyesinde ters kelepçeyle gözaltına alınan bir öğrencinin fikir özgürlüğü aynıdır.
Bu ahmaklığın doğal sonucu “tamam, iktidar fikir özgürlüğüne düşman ama muhalifler de düşman”, “her iki taraf da despot” çıkarımlarıdır.

*

Gücün ve güçlünün “fikir özgürlüğü”
Liberal ahmak, Suriye savaşında ABD ve NATO güçlerinin tezlerini savunan savaş kışkırtıcısı mektubu nedeniyle Orhan Pamuk’u protesto eden öğrencileri “fikir özgürlüğü”nü çiğnemekle suçlar. Liberal ahmağa göre Fransa’nın en önemli gazetelerinden Liberation’da bir devlet başkanını “istifa etmezsen sonun Saddam Hüseyin ya da Kaddafi gibi olur” diye tehdit eden bir mektup yayımlatabilen O. Pamuk mağdurdur (5,6).
Bütün ideolojik gücüyle sonuna kadar iktidarı destekleyen, bu ülkede ve dünyada daima güçten ve güçlüden yana tavır koyan ve öksürse en az 10 uluslararası gazeteye haber olabilen O. Pamuk, liberal ahmağa göre fikir özgürlüğü çiğnenen kişidir (7-9).
Savaş kışkırtıcılığını sadece bir pankartla protesto eden ve şayet O. Pamuk toplantıya gelse muhtemelen polisin yaka paça gözaltına alacağı öğrenciler ise despottur (10).

*

Güçlünün, her yerde konuşabilenin fikir özgürlüğünü savunmak ahmaklıktır.
Liberal ahmak’ın “fikir özgürlüğü” ilkesi, fikrini zaten her yerde ifade etme olanağı elinde olanı savunur. Bu açıdan liberal ahmak her zaman iktidardakine ve güçlü olana hizmet eder.

*

Liberal ahmaklık Nazi Almanyası’nda “Nazilerin fikir özgürlüğü”nden, İsrail’de antisemitizmden, Suudi Arabistan’da islamofobiden söz eder.
Oysa özgürlük Nazi Almanya’sında Yahudilerin, İsrail’de Filistinlilerin, Suudi Arabistan’da gayrimüslimlerin ifade özgürlüğüdür.

*

Liberal ahmaklık muhalifler için bir felç edicidir.
Kendini sol / ilerici / sosyalist / cumhuriyetçi görenlerin özgürlük, demokrasi, fikir özgürlüğü gibi kavramları gördüğünde şu soruyu sormaları zorunludur:
Kimin için?

*

Hangi fikirlerin özgürlüğü?
Kafa kesme özgürlüğü?
Okullara “dünya düzdür” dersi koyma özgürlüğü?
300 korumayla, 15 TV kanalıyla gezen bakanın fikir özgürlüğü?
Embriyoloji karşısına “bebekleri leylekler getirdi görüşü”nü okutma özgürlüğü?
Fikir özgürlüğü…
Bu kavram, liberal ahmaklığın elinde kirletilmiş bir kavramdır ve yıkamadan kullanmamak gerekir.

Taylan Kara / SOL
taylankara111@gmail.com

Kaynaklar
1. Rus Devrimi, Rosa Luxemburg, Yazılama yayınları, 2009, İstanbul.
2. Düşünceye Özgürlük 2000, yayına hazırlayan Şanar Yurdatapan, 2000, İstanbul.
3. http://www.malumatfurus.org/voltaire-etkisi-ve-kose-yazarlarimiz/
4. http://www.radikal.com.tr/politika/gazli-sulu-cumhuriyet-kutlamasi-1105750/
5. https://www.ntv.com.tr/dunya/orhan-pamuktan-esada-kaddafi-gibi-olursun,j...
6. http://www.boualem-sansal.de/Open%20letter%20_engl._to%20Bachar%20Al%20A...
7. http://odatv.com/orhan-pamukun-akpye-en-derin-elestirisi-bakin-neymis-11...
8. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/orhan-pamuk-akp-destani-yazdi-...
9. http://haber.sol.org.tr/toplum/orhan-pamuk-ile-elif-safak-guardian-icin-...
10. http://ilerihaber.org/icerik/protestocu-fasistler-ve-magdur-savas-kiskir...

Sizin kahramanlarınız da bir tuhaf - KEMAL OKUYAN

Bir süre öncesine kadar Sarraf konusunda hükümet gibi yandaş medya da göğsünü siper ediyor, hızını alamayanlar onun yurtsever bir işadamı olduğunu dile getiriyorlardı. Hem herkese nasip olmaz, Rıza efendi pis Amerikalıların yaptırımlarını boşa düşürerek İran ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilere yardımcı oluyor, iki ülkenin birden “yiğit evladı” haline geliyordu.

Değişik bir hizmet anlayışı.

Ülkesine hizmet ederken kendi cebini doldurmak Rıza’nın buluşu değil. Kapitalist ekonominin mantığına uygun; vatan hizmetini bir tür ihaleye çıkarıyorsunuz. Yap-işlet modelinden bir farkı yok. Kökü çok eskilere gidiyor ama vatana hizmetin özelleştirilmesinde NATO’nun eline kimse su dökemez.

NATO komünizmle mücadele adına her yerde kontrgerilla örgütleri kurarken bunların tetikçilerine maaşın yanı sıra karanlık işlerden hisse de veriyordu! Uyuşturucu işi yap ihtiyaçlarını fazlasıyla karşıla; silah ticaretinden kazandığın paraları zıkkımlanırken işçi önderlerini, komünistler öldür; kumarhaneleri haraca bağla kurduğun soysuz çeteleri besle…

Her şey vatan için!

Vatansever tosuncukların boku en fazla İtalya ve bizde çıktı. Gladio’nun marifetleri onlarca filme, romana konu oldu; bayağı güçlü bir sektördü vatana, pardon NATO’ya hizmet.

Türkiye’de Susurluk’u hatırlayın. Yüksek maaş, kelle başına prim, örtülü ödenek, üstüne kirli işler çevirmek için izin ve dokunulmazlık. Hem gırtlağına kadar suça bulaştırılmış oluyorlardı ki, kendilerine yürü ya kulum diyenlere yamuk yapmasınlar.

Sonra da “Türkiye seninle gurur duyuyor”.

Rıza’nınki de o hesap.

Amerikan emperyalizminin ekonomik yaptırımlarının yanından dolaşmak isteyen İran ve Türkiye’den ihaleyi kapan Babek Zencani, Rıza Sarraf ve de Şems ile Felah bu işten acayip para kazanıyor, bu yetmiyor bir de İran devletini dolandırıyorlar. Elde ettiklerinin bir bölümünü İran ve özellikle Türkiye’de rüşvet olarak dağıtıyorlar. 8.5 milyar dolarcık.

Oluyor size aile boyu vatanseverlik.

Ya sonra?

Emperyalizmle “sözde mücadele”nin paralı askeri sıkışınca gidip itirafçı oluyor.
Hükümet ve yandaş basın “tezgah” diyor, “Rıza’yı tanımayız” diyor ve bir “vatanseverlik” öyküsünün daha sonuna geliyoruz.

Kemal Okuyan /SOL
Boyun Eğme gazetesinin 101. sayısında yayımlanmıştır.

Kumarhane kapitalizminin yöneticileri, tapeleri, banka dekontları, adaları - İLKER BELEK

1- 17-25 Aralık’ın yanında bir de Man adamız oldu. 17-25 Aralık’ta kimler, neler yoktu ki? Man adasından iki gün önce açıklananlar ise buzdağının görünür kısmıymış.
2- Bunlar reddederler, olmadı “ne olmuş şirket de para da bizim, adayı da Allah yarattı, size ne?” diye üste çıkarlar. Binali iki oğlunun Malta’da şirketleri olduğu gerçeği Paradise Papers diye deşifre edildiğinde ne demişti: “Denizcilik küresel iştir. Dünyanın her tarafında da şirketleri var.” Aldınız mı cevabı? Bunlar “memleket ekonomisi zor durumda” edebiyatıyla gazoza vergi bindirip, kendileri vergi vermemek için paralarını, şirketlerini denizlerin ortasındaki offshorelara aktaranlar.
3- Ben bütün bu işlerin Kuran-i dayanakları olduğunu düşünüyorum. 17-25 Aralık sonrasında bunların seçmenlerinin “yaptılarsa da din için, Allah için yapmışlardır, helal olsun” türünden açıklamaları da bunu imliyor zaten. Kuran’da ganimet bir kurum olarak mevcut. Nasıl pay edileceği konusunda tafsilatlı ayetler de. Kuran İslam için yapılmak koşuluyla başkasının malının mülkünün yağmasını düzene bağlamış. İslam için olduktan sonra kamusal kazancın bir kısmını cebe atmak normal yani.
4- AKP’nin “bize komplo kuruluyor” iddiası doğrudur. Ama 17-25 Aralık tapeleri nasıl doğruysa, Man Adası belgeleri de muhtemelen aynı derecede doğrudur. Bu, daha ne denileceğini duymadan canlı yayını kesmelerinden, yalan diye itiraz etmelerinden, bir kısmının ise “ne var bunda, ticaret işte” mealinde tongaya düşmelerinden bellidir. Durum şudur: Önce iktidara getirilmiş, sonra kullanılmış, sonra kullanım süresinin dolduğuna karar verilmiş AKP, şimdi, doğru belgelerle kenara çekilmeye zorlanmaktadır.
5- Uzun zamandır AKP bitti, ABD ortalığı temizlemek istiyor, bir restorasyon gereği hissediyor diyoruz ve olmadık laflar işitiyoruz. Man Adası belgeleri ve ortaya sürülüş biçimi umarım yeniden düşünmeye vesile olur. Tabi ki bir de Rıza’nın ABD’de yüklendiği işlev. Şov daha yeni başlıyor gibi.
6- Evet: AKP’yi halka bırakmamak, kendileri götürmek istiyorlar. Halkın Haziran 2013’te başını kaldırmasının nelere yol açabileceğini en iyi emperyalistler ve patronlar hissetti. Amaç 2019 seçimlerine kadar AKP’siz bir koalisyonun koşullarını oluşturmak, Erdoğan’ın başkan olmasını engellemek. Bütün bu emperyal işler doğru belgelerle yapılıyor ve CHP üzerinden (Akşener’i unutmayalım) değişik toplumsal kesimlerin tepkisi düzen içinde ehlileştirilmeye ve halk “Erdoğan olmasın da ne, kim ve nasıl olursa olsun” noktasına ikna edilmeye çalışılıyor.
7- Toplumsal muhalefet belgelere, tapelere sıkıştırılıyor. CHP’nin vizyonu da, görevi de bu. Belgelerle ortaya dökülen pisliğin politik toplumsal karşılığı üretilmediğinde halk sınıfları bir şeyleri, Rıza’nın diyeceklerini, Kılıçdaroğlu’nun okuyacağı yeni belgeleri,  ABD’nin yapacaklarını bekler konumda edilgenleştirilmiş oluyor. Bir zamanlar beklenti ordudandı, şimdi bunlardan.
8- Ama esas başka bir şey var: Bu offshore denilen adalar, bankalar, hesaplar kumarhane kapitalizminin ürünü ve gereğidir. Burjuvalar artık sanayiden, yani emek gücünü sömürerek değil, olmayan varlıklar, mali spekülasyon üzerinden para kazanıyorlar. Böylesi daha kolay.
9- Bir de, kapitalist sistemdeki yapısal krizin, kırılganlığın en iyi farkında olanlar devlet adamları da dahil olmak üzere bütün para babaları, bu iyice uzamış durgunluk-kriz sarmalında her şeyin toptan alt üst olabileceğini, işçi sınıfının kontrolden çıkabileceğini çok iyi biliyorlar. O nedenle ne kendi ülkelerine, ne kendi hukuklarına, ne kendi bankalarına, ne kendi devletlerine güveniyorlar. Mesele yalnızca bizim AKP şürekası değil. Aynı Paradise Papers’da İngiliz kraliyet ailesinin, Trump’ın ticaret bakanının Malta’da şirketleri, hesapları olduğu ortaya çıkmadı mı? Bizden Doğan, Sabancı, Zorlu, Çarmıklı da dahil 700’e yakın isimle birlikte, değişik ülkelerden 72 devlet başkanının ya da yardımcısının Panama belgelerinde adı geçmiyor muydu? Offshore bu kriz koşullarında zorunlu olarak keşfedilmiş yeni nesil bir banka türüdür. Bu para babaları, halkı sömürenler, kendilerine ulaşılmaz yerlerde ada bankalar inşa ettiler. Oralarda hukuk yok. Oraların düzeni dünya burjuvazisinin servetini, nedir, nereden gelmiştir demeden ve vergi almadan depolamak. Niye vergi alsınlar ki: Kendilerine mi vergi koyacaklar? Vergiyle, soyup soğana çevirdikleri ülkelerine sosyal hizmet mi götürecekler? Öyle olacak olsaydı offshore’a gerek olur muydu? Mevcut hukukun herhangi bir yerinde offshore hesapta para tutmanın, vergiden muaf adalarda şirket kurmanın yasak olduğunu belirten herhangi bir düzenleme var mı? Sıkıştıklarında bunu deyiverirler. Sorun siyasaldır ve bu düzene itiraz etmiyorsanız, servetlerini vergisiz adalarda depolamalarına da itiraz edemezsiniz.
10- Kısacası Panama’da, Malta’da, Man Adası’nda yeniden gündemimize giren bu pislik kapitalist düzenin gerçekliğidir. O nedenle yanılmayalım: Esas mücadele edeceğimiz şey AKP falan değil, kapitalist düzendir.

İlker Belek / SOL