28 Mayıs 2021 Cuma

'Güney'de sınıf mücadeleleri: Kolombiya-Korkut Boratav / SOL

 Önce 2021 ayaklanmasının sonucunu beklemek gerekiyor. Sonra da Mayıs 2022 seçimine sağ-salim ulaşabilmek…


Salgın, emperyalizmin Merkez / Çevre (“Güney”) kutupları arasındaki karşıtlıkları derinleştirdi. Merkez kapitalizmi, bölüşümcü Keynes’gil politikaları yeniden keşfetti; salgından etkilenen emekçilere bütçelerden büyük boyutlu aktarmalar gerçekleştirdi. 

Güney coğrafyası ise “aşı emperyalizmi” nedeniyle dışlanmaktadır. Bir yandan da salgına rağmen kemer-sıkma politikalarına zorlanmaktadır. IMF, olası borç  krizlerine karşı bu ülkelerde malî disiplinin korunması gereğini belgelemekte; kredilerini bu koşula bağlamaktadır. 

Özellikle neo-faşist Güney iktidarları, salgın koşullarında kamu kaynaklarını emekçilerden esirgedi; salgın maliyetlerini fazlasıyla halk sınıflarına yansıttı. Türkiye’deki bilanço da böyledir. Zaman zaman nicel dökümünü ortaya koyuyoruz. 

Güney coğrafyasının bir bölümünde (örneğin Latin Amerika’da, Hindistan’da) sermaye tahakkümüne karşı direnme etkilidir. Son yıllarda bu ülkelerde yükselen sınıf mücadelelerini, siyasete yansımalarını izlemeye çalışıyorum. Latin Amerika ve Hindistan’a ilişkin tespitlerimi zaman zaman bu köşede okurlarımla paylaşıyorum. 

Salgının ağırlaştırdığı koşullarda dahi örgütlü sınıf mücadelelerinin yükseldiği, siyasete taşındığı örnekler, Türkiye solu için de güncellik taşımaktadır; öğretici olabilir. Bugün de bu örneklerden biri üzerinde duracağım: 50 milyonluk nüfusu, kişi başına 6000 dolarlık millî geliri ile “orta büyüklükte, orta halli” bir Latin Amerika ülkesi: Kolombiya…   

İç savaşlar, yaygın şiddet, neoliberalizm…      

Garcia Marquez’in 100 Yıllık Yalnızlık romanından, Kolombiya’yı “bitmez-tükenmez iç savaşların ülkesi” olarak tanımıştık. Romanın yayımlandığı 1967’de ülke, yeni bir silahlı kalkışmanın (FARC gerillalarının ve uzantılarının) ilk yıllarını yaşamaktaydı. 

O yılların Kolombiya’sı, şiddetin yaygınlaştığı bir ülkedir.  Amerikan filmlerinden biliyoruz ki Latin Amerika’daki uyuşturucu üretiminde ve (öncelikle ABD ile) pazarlanmasında önde gelmektedir. Ülke, bugünlerde Sedat Peker sayesinde Türkiye’de de güncelleşti. 

Siyasal iktidar genellikle tutucu (uzun yıllar Liberal ve Muhafazakâr) partiler arasında paylaşılmıştır. Bu sayede neoliberal modelin yerleşmesi için askeri darbeler gerekmemiştir. Öte yandan, uyuşturucu mafyası, gerilla hareketleri ve tutucu iktidarların bileşkesi, ülkeyi kronik bir şiddet ortamına mahkûm etmiştir.

Son gerilla hareketi, yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca kırları, kent varoşlarını sarstı; 2016’da Kolombiya hükümeti ile FARC arasında imzalanan bir barış anlaşması ile son buldu. Gerillalar sivil hayata döndü; bazıları siyasete girdi. Barış anlaşmasında önemli rol oynayan Başkan Manuel Santos’a 2016’da Nobel Barış Ödülü verildi.

Ne var ki, Santos’un öncesindeki Başkan Alvaro Uribe ve bugünkü Başkan Ivan Duque bu anlaşma ile barışık değildir. Gerillaya karşı mücadeleyi üstlenen özel kuvvetler dağıtılmamıştır. Barış anlaşmasından bu yana 1000’i aşkın solcu ve toplumsal örgüt aktivisti öldürülmüştür.

“Kolombiya ayaklanıyor…” 

Ara-başlıktaki ifade, Kolombiya’dan iki iktisatçıya (Maria Fernandes Lalde ve Kristina Birke’ye) aittir ve Mayıs 2021’de ülkelerindeki durumu değerlendiren bir yazının (NACLA, 8 Mayıs 2021) başlığıdır.

Neoliberal malî disiplinin korona salgınında uygulanışını Medellin Üniversitesi’nden Forrest Hylton açıklıyor: “Dünyanın en uzun ve sıkı kapanma dönemlerinden biri, herhangi bir gelir desteği uygulanmadan yürütüldü; nüfusun en yoksul yüzde 50’si tamamen dibe vurdu. Orta sınıflar da salgından sert etkilendi” (JACOBIN, 17 Mayıs). 

“Korona şoku” yetmiyormuş gibi, 28 Nisan’da hükümet, neoliberal kemer sıkmayı ağırlaştıran bir vergi reformu ilan etti. Ücretlilerin vergi oranları yukarı çekildi; tüm temel tüketim mallarına uygulanan KDV oranları da %19’a yükseltildi. 

Başkan Duque’nin beklemediği bir kitle tepkisi patlak verdi. İşçi Sendikaları Merkezi genel grev ilan etti ve öğrencilerin, kadınların, memurların, tüm toplumsal örgütlerin de katıldığı bir Ulusal Grev Komitesi oluşturuldu. Grevin etkili olduğu;, kamyon sürücülerinin katılımı sonunda kentlerde temel ihtiyaç maddelerinde ciddi sıkıntıların oluştuğu anlaşılıyor (Counterpunch, 7 Mayıs). 

Bir önceki başkan Uribe, 30 Nisan’da bir tweet ile “polisin göstericilere karşı ateşli silah kullanmasını” önerdi. Geceleri “eylemci avı”na çıkan güvenlik güçleri ve özel kuvvetler kan döktü. ABD kaynakları dahi polisi 41 ölü, yüzlerce kayıp ve çok sayıda cinsel tacizle suçlamaktadır. 55 Kongre üyesi Biden yönetimine, Kolombiya’ya askerî yardım ve silah satışına son verme çağırısı yapmıştır (Foreign Policy, 19 Mayıs). 

“Neoliberalizme karşı ulusal bir isyan…”

Devlet şiddetinin kalkışmaları durduramadığı; tam aksine kamçıladığı anlaşılıyor. Polis karakollarının basıldığı, bazılarının ateşe verildiği haberleştiriliyor. Ülkenin üçüncü büyük kenti Cali, devlet güçlerinin denetiminden çıkmıştır. 

Kolombiyalı siyaset bilimci Hylton yukarıda değindiğim yazısında, ayaklanmanın gelişimini şöyle betimliyor ve yorumluyor:

“Herhangi bir örgüte üye olan herkes ve gençlerin çoğu sokaklardadır. Sayısal olarak öğrenci hareketi en baştadır. Zira, neoliberal reformlar yüksek eğitimi metalaştırmış; çok sayıda öğrenciyi borçlandırmış ve üniversite öğrencilerinin sayısını artırmıştır.”  

Üniversite öğrencilerine ilişkin Kolombiya betimlemesi ile bugünün Türkiye’si arasındaki benzerlik belki de eksik kalıyor. Özellikle Türkiye’deki diplomalı ve genç işsizliği verileri dikkate alınırsa… Gösterilere futbol taraftar topluluklarının da katıldığı haberleştiriliyor (BBC News, 14 Mayıs). Gezi günlerindeki Çarşı grubu gibi…

“Kolombiya’ya özgü neoliberalizm ile güvenlikçi uygulamaların zehirli bileşimi sonunda mülksüzleşen insanlar, ulusal bir isyanda birleştiler. Şimdilik temsilî bir örgüt yoktur.  Son otuz-kırk  yılda yerleşen  otoriter, oligarşik, neoliberal, güvenlikçi devlete ve topluma başkaldıran  yurttaşların demokratik bir devrimi söz konusudur.”

Hylton, yaşadığı ortamın etkisi altında “devrim” kavramını kullanmıştır; devrimci bir hareket nitelemesi yeğlenebilirdi. 

Siyasal sonuçlar, uzantılar

Kalkışmalar yoğunlaşınca Başkan Duque vergi reformunu geri çekti; Maliye Bakanı istifa etti. 

Vergi reformu, kalkışmaların nedeni değil, tetikleyicisiydi. Nitekim Grev Komitesi, neoliberal uygulamaları da hedefleyen on sekiz maddelik bir talep listesi  getirdi. Başkan, görüşmelere başlamak için ulaşım sektörü grevinin son bulmasını; büyük kentlere girişlerin açılmasını istedi.  Komite, bu talebi reddetti; öncelikle polis şiddetinin durdurulmasında ısrar etti. Müzakereler için bir ön-anlaşmanın gerçekleştiği; ancak Duque’nin zaman kazanmaya çalıştığı haberleri var (Reuters, 24 Mayıs, Telesur 26 Mayıs ). 

Kolombiya Mayıs 2022’de Başkanlık seçimlerine gidecek; Duque aday olmayacaktır. 2016 Barışı sonrasında yasal siyasete geçen eski gerillalardan senatör Gustavo Petro kamuoyu yoklamalarında olası adaylar arasında açık-ara öndedir. Petro, 2018’deki Başkanlık seçiminin ikinci turunda yüzde 42 oy almış; seçimden önce de bir suikast teşebbüsünü atlatmıştı (Columbia Reports, 26 Nisan). 

Kolombiya, suikast kurbanı muhalif siyasetçilerin sayısı bakımından benzersiz bir ülkedir. Kurbanlar içinde üç başkanlık adayı da yer alıyor. 

Seçime daha bir yıl var; Kolombiya açısından çok uzun bir süre… Anketler bugünden ciddiye alınamaz. Önce 2021 ayaklanmasının sonucunu beklemek gerekiyor. Sonra da Mayıs 2022 seçimine sağ-salim ulaşabilmek…

Korkut Boratav / SOL


27 Mayıs 2021 Perşembe

Yassıada'da milyarlar betona gömüldü - Duygu AYBER GÜLTEKİN / EVRENSEL

 

Yassıada'nın geldiği son durumu Tarih Vakfı Eski Başkanı Orhan Silier ve Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Sekreteri Oktay Kargül ile konuştuk.


Türkiye'de 27 Mayıs 1960'da yapılan askeri darbe sonrası eski Başbakan Adnan Menderes ve Demokrat Partili siyasetçilerin yargılandığı Yassıada, darbenin 60. yıl dönümünde törenle açılmıştı. Adı 2013 yılında “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” olarak değiştirilen adanın açılışını Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Yassıada'yı da Yaslıada'yı da tarihe gömüp burasını Demokrasi ve Özgürlükler Adası haline getirmeyi kararlaştırdık” ifadeleriyle yapmıştı. İsmi değiştirildikten sonra imara açılan adada, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), GTİ işbirliği ve yap-işlet-devret modeliyle 2015 yılında temeli atılan proje kapsamında 125 yataklı otel, 500 kişilik kongre merkezi, bin 200 kişilik bir caminin yanı sıra çok sayıda yapı inşa edildi. Yapılaşma çokça eleştirilmiş; meslek odaları ve kitle örgütleri temsilcileri ile kent ve yaşam alanı savunucuları adanın son halini “tarih ve doğa katliamı” olarak nitelendirmişti. Uyarılara rağmen yapılan bu tesisler ise bugün geniş çaplı kullanılmıyor.

Açılış yıl dönümü vesilesiyle adanın geldiği son durumu Tarih Vakfı Eski Başkanı Orhan Silier ve TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Sekreteri Oktay Kargül ile konuştuk.

YANLIŞ ÜSTÜNE YANLIŞ YAPILDI

Odalar Birliğinin adadaki yapılaşma için milyarlar yatırdığını ancak kullanılmayan bir alan olarak kaldığını vurgulayan Tarih Vakfı Eski Başkanı Orhan Silier, “En azından dışa açık, büyük çaplı bir kullanım söz konusu değil. Ötesini bilemiyorsunuz. Sonuçta gizlilik içinde yürütülen, saklanan hatta bir dönem fotoğraf almanın bile çevredeki motorlarla engellendiği bir durum bu. Dolayısıyla çok az şey biliyoruz” dedi.

Konu ilk gündeme geldiğinde adanın geleceğiyle, adalılar olarak, iki ayrı görüşte olduklarını, bazı adalıların “Bırakın öyle kalsın” dediğini hatırlatan Silier, süreci şöyle özetledi:

“İlk gündeme geldiğinde adalılar olarak motorlarla gidip o büyük salonda toplantı yapmıştık. Yapılan şeyin, nasıl yapılırsa doğru olabileceğini konuştuk. Arasında benim de bulunduğum kişiler bu çapta bir adanın alternatif ve doğru bir proje olmaksızın kolay kolay öyle bırakılmayacağını; buranın az yapılaşmış, ziyaret edilebilir tarihi bir mekan olarak kalması için Yassıada Duruşmaları’nın yapıldığı salon ve bir iki binanın ele alınıp, gerektiğinde az sayıda yapılaşmış yerin ziyarete açılmasının anlamlı olabileceğini söylemiştik. Ama olan şey ‘el atınca son metrekareye kadar yapılaşma’ oluyor. Ne rant getirir; buraya bir konferans merkezi, oteller dizisi vs. yaparsak ne kadar çok insanı buraya getirir de daha çok kâr ederiz üzerine olunca, bu dönemin alışkın olduğunuz özellikleri bunun yerini alıyor”

Son 10-15 yılda “azgınlaşan” bir tarihi mekan tahribi ve rantlaşmanın söz konusu olduğunu ifade eden Silier, “Bunun için hesapsız kitapsızca yanlış üzerine yanlış yapılmış oldu. Öylesine çılgınlık içinde ki bu alanın yönetimi, yapılabilecek en yanlış şeyler üst üste yapıldı ve ada şu an kullanılmadan duruyor” dedi.

SORUN KÂR AMACIYLA PLANLANMIŞ OLMASI

Yassıada ile ilgili sorunun; günlük ziyaret alanı olarak değil, kâr elde etme alanı olarak planlanmış olması olduğunu söyleyen Silier, “Önemli olan ‘Burayı turistik amaçlar için kullanacağız ve bunun için Odalar Birliğinin fonlarıyla keyfi bir kararla yapılaştıracağız’ denmiş olması. Bu kadar para harcandıktan sonra kullanılmasının bile başarılmamış ve Odalar Birliğinin üyelerinin cebinden çıkmış yanlış, kötü bir yatırım olmuş olması. Çoğu zaman özel bir şirkete verilip bir yandan da yapılan harcamadan sonuç alınması amaçlanıyor. Ama bu unsurun bile gerçekleşmediği uç bir örnek Yassıada” dedi.

Silier, “Ne yapılabilirdi?” sorusuna ise şu yanıtı verdi:

“Eski manastır kalıntılarının, askeri tesisin ve üçüncü kullanım olarak bir dönem deniz bilimleri fakültesinin bazı birimlerinin olduğu bir ada. Bu üç kullanımı da yansıtan, ustalıkla yapılmış, yeni yapılaşmanın olmadığı ama aynı zamanda da günlük geziye açık bir mekan başarılabilirdi”

MEVCUT OTORİTENİN AKLIYLA ALINAN KARARIN EN ÇARPICI ÖRNEĞİ

Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Sekreteri Oktay Kargül ise “Bir şehir plancısı olarak keşke Yassıada’yla ilgili mesleğe dair birkaç söz söyleyebilsem ama şu an ondan bir eser kalmadı” dedi. Bu tür yapılaşmanın sadece Yassıada’da değil kentlerin birçok noktasında görüldüğünü belirten Kargül, “Biz kentleri ne nüfusuna ne gelecek vizyonuna ne de belli bir stratejiye göre projeksiyonunu yapıp planlıyoruz. Sadece mevcut otoritenin aklı, onun bakış açısı ve estetik anlayışıyla karar verip yapıyoruz. Yassıada bunun en çarpıcı örneklerinden birisi” dedi.

ADADAN GERİYE KALAN TEK ŞEY BETON

Adanın ölçeği gereği bir kente göre mikro kaldığını, doğa ile iç içe ve tarihsel önemi olan bir alan olduğunu anımsatan Kargül, kentsel sit alanlarının kimliği ve belleğiyle tescillendiğini ama adada böyle bir alan kalmadığını söyledi. Kargül, “Şu an geriye kalan tek şey betondan oluşan bir kompleks. Size ne ulaşımı ne donatı alanı ne de kıyı ilişkisiyle ilgili bir şey söyleyebilirim. Çünkü orada yapılan tesisle birlikte adanın tüm geçmişi ve doğal güzelliklerinin yok edildiğini görüyoruz” dedi.

Adanın son durumu hakkında konuşan Kargül, her yapının gerekli şekilde restore edilmediğini, bazılarının rekonstrüksiyon bazılarınınsa bir restorasyonun gerektirdiği gibi özgün malzemeden uzak yeniden inşa edildiğini anlattı. Kargül, “Bu da adanın kent belleğindeki o kimliğini ve tarihsel izlerini ortadan kaldırmış oldu. Oysa bu ada gibi kent tarihinde yer etmiş mekanların hafızadan silinmeyecek şekilde yaşatılması gerekir” dedi.

Yüksek meblağ harcanarak yapılan yapıların kullanılmıyor olmasına da dikkat çeken Kargül, şunları söyledi:

“Bu yapılar günün sonunda kamu kaynağı tüketilerek yapılıyor. İstanbul’un dörtte biri yoksulluk sınırının altında. Pandeminin de etkisiyle yardıma muhtaç olanlar var. Kamu kaynaklarıyla bu tarz kullanılmayan yapılar yapmak yerine gençlere, çocuklara hizmet vermeli, sosyal devlet anlayışıyla eğitim, sağlık ve kültür anlamında onları desteklemeliyiz. Devletin ana gider kalemini inşaat olarak belirlememeliyiz. İstihdam alanları oluşturmalıyız artık.”

YASSIADA’NIN YAKIN TARİHİ

Adalar'ın üç mil kadar güneyinde, biri sivri, biri yassı görünümlü, birbirine yakın duran iki Hayırsızada'dan yassı olanının adıdır. Antik ismi de yine yassı anlamına gelen platy’dir. Bizans İmparatorluğu döneminde bu ada, diğer adalar gibi, bir sürgün yeri olmuştur. Adanın bilinen ilk sürgünü 4.yy'da Ermeni Katolikosu I. Nerses'tir.*

Tarihte pek çok kez istilaya uğrayan adayı İngiltere'nin İstanbul Sefiri Sir Henry Bulwer 1859'da satın almış, binalar inşa ettirmiştir. Daha sonra Mısır Hıdivi İsmail Paşa'ya satılmıştır. Ancak, İsmail Paşa adanın imarı ile ilgilenmemiştir. Ada, 1947 yılında Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınmış, 1949’da inşaatlara başlanmış ve 1952’de eğitim hizmetlerine açılmıştır.

Ada asıl ününü, 1960 darbesinden ve burada kurulan mahkeme sonucu Adnan Menderes ile birlikte hükümet üyeleri Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın idama mahkum edilmesinden alır.

Yassıada Yargılamaları bittikten sonra, ada yeniden Deniz Kuvvetlerine teslim edilmiş ve buradaki eğitim faaliyetleri 1978’e kadar sürmüştür. 1993 yılında tesisler İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesine devredilmiştir. Uzaklık gerekli ihtiyaçların karşılanmasını zorlaştırdığı için 1995’te yeniden terk edilmiştir.

Adada yargılamaların yapıldığı mahkeme salonu, “27 Mayıs Müzesi” adıyla 27 Mayıs 2020’de açıldı. Müzenin girişinde, dava dosyalarının özetinden ve çıkan kararlardan oluşan sergiyi görmek mümkün. Müzede yer alan mahkeme salonu, sanık sandalyelerinden sanıkların savunmalarını yaparken kullandıkları mikrofona kadar birçok ayrıntıyı içeriyor.

Duygu AYBER GÜLTEKİN / EVRENSEL

* Kaynak: Tarih Vakfının İstanbul Ansiklopedisi'nin 7. cildi


Mehmet Ağar'ın ziyaretçileri: 9 yıl önce hapse girerken neler olmuştu? - SOL

Halka karşı işlediği onlarca suçtan sonra göstermelik olarak 5 yıl hapis cezası almış, sadece bir yıl yatmıştı. Üstelik AKP kalacağı cezaevini adeta otele çevirmiş, ziyaretçisi de eksik olmamıştı. 


Türkiye'de özellikle 90'lı yıllarda işlenen çok sayıda cinayette adı geçti, sadece faili meçhullerle ilgili de değildi onun dosyasına giren iddialar. Uyuşturucu, yolsuzluk gibi konular da Ağar'la ilgili gündemden eksik olmadı.

"Derin" denilse de ortada gizli kapaklı hiçbir şey yoktu, devletin İçişleri Bakanlığı'nı yapmış, Emniyet Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuş bir isimdi. Tüm bu suçlamalara da bu görevler sırasında muhatap oldu.

Ancak hem önceki iktidarlar döneminde hem de sonrasındaki 19 yıllık AKP iktidarında hep koruma altında oldu.

Yine de hakkındaki dosyalar o kadar kabarıktı ki, göstermelik de olsa "içeriye" girmeliydi, ne de olsa bir hikaye yazılıyordu, "Türkiye temizleniyordu", temizlik için bir dost, kısa süre misafir edilecekti.

Susurluk davasında aldığı 5 yıl hapis cezası 2012 yılında onanınca, Ağar'a cezaevi yolu göründü.

Ancak AKP iktidarı, Ağar'ı alelade bir mahkum gibi ağırlamayacaktı.

Kalacağı cezaevini seçti, tadilat yapıldı, mahkumlar diğer cezaevlerine gönderildi

Önce ailesine yakın "küçük" bir cezaevi bulundu, bu Ağar'ın talebi sonrasında gerçekleşti. Ailesi Bodrum'daydı, Ağar'a Aydın'ın Yenipazar Cezaevi "tahsis" edildi.

42 kişi kapasiteli bu cezaevine Ağar gelecek diye hızlıca tadilat çalışmaları başladı, Ağar gelmeden cezaevinde bulunan 50 mahkum hızlıca başka cezaevlerine gönderildi, gerekçe "tadilat" çalışmalarıydı.

Hem cezaevi dışında hem de içerde Ağar'a "uygun" cezaevi koşulları yaratıldı.

Derken, Ağar'ın "odası" kalmaya hazır hale getirildi, 25 Nisan 2012 tarihinde Ağar gazeteciler eşliğinde "oteline" teslim oldu.

Cezaevine girerken, "Ehli namusa da bugüne kadar hiçbir zararımız olmadı, bunun gayreti içinde olduk. Olmaya da devam edeceğiz. Böyle bir tecelli olduysa, ilk önce Allah’tan sonra devletten gelmiş kabul ederiz. Bizim meselemiz Türkiye’nin geleceğidir. Bu vatan toprağında geçireceğimiz bu süre içinde çok huzurlu olacağım. Allah devlete millete zeval vermesin. Ne milletimi, ne sevenlerimi, ne de insanlarımızı üzecek hiç bir davranışta bulunmadım" diyecekti, "kimseye de kırgın değilim" diyordu.

Ortada kırgın olmasını gerektirecek bir durum da yoktu, cezaevini seçmiş, o gelecek diye günlerce tadilat yapılmış, birçok mahkum başka cezaevlerine gönderilmişti. İddiaya göre 50 mahkumdan geriye Ağar'la birlikte sadece bir avuç kişi kalmıştı...

Öte yandan o dönem basına yansıyan bir diğer iddiaya göre, Ağar'ın özel güvenlikleri de cezaevine girmiş, Ağar'ın "koruması" sağlama alınmıştı.

Eken ondan önce geldi, teftiş yaptı

Bu sırada Ağar "oteline" teslim olmadan dikkat çekici bir gelişme yaşandı. 

Son günlerde isminin sık sık birlikte anıldığı eski MİT Güvenlik Dairesi Başkan Yardımcısı, özel harekâtçı emekli Yarbay Korkut Eken, Ağar'dan önce Yenipazar’a gelmiş, incelemelerde bulunmuştu.

İlçedeki jandarma komutanlığını da ziyaret edip "gerekli talimatları" veren Eken, “Ondan önce burayı inceledim, gezdim. Kendisini uğurlayıp döneceğim. Onu beklerken Yenipazar’da vakit geçiriyorum” diyecekti.

Ağar'ı ziyaret edecek patronlar için helikopter pisti


Mehmet Ağar'ın özel olarak seçtiği cezaevi yakınına bir helikopter pisti de inşa edilerek, Ağar'ı ziyaret edecek zengin dostları unutulmamıştı.

Dönemin Belediye Başkanı Yüsran Erden, pistin daha önce de varolduğunu sadece yenileme yapıp 10 santim beton döktüklerini söylerken, pistin cezaevine yakın olmasınınsa tesadüf olduğunu dile getirecekti.

Ancak pistin Ağar için yapıldığı o kadar iyi biliniyordu ki, bölge esnafı "ziyarete gelenler bize para bırakmaz" diye endişelenmiş, konu birçok gazetede haber olmuştu.

Kimler ziyaret etti: Hepsi oradaydı

Ağar'ın otel gibi bir cezaevi hayatı olmuş, ziyaretçisi eksik olmamıştı.

Aradan geçen yılların ardından Ağar'ın ziyaretçi trafiğinin bir bölümünü hatırlatalım:

Mustafa Koç, Mehmet Cengiz, Ferit Şahenk, Adnan Polat, Nihat Özdemir, Süleyman Selmanoğlu (dönemin AKP'li Elazığ Belediye Başkanı), İsmail Cevahir, Yüksel Çağlar, Hikmet Çetin, Gültekin Uysal, Fatih Terim, Rıdvan Dilmen, Yıldırım Demirören, Aziz Yıldırım, Fikret Orman, Haluk Ulusoy, Yılmaz Vural, Ersun Yanal, Sadri Şener, Arda Turan, Hıncal Uluç, Ercan Saatçi.

Temiz eller ziyareti...

Ağar'ı ziyaret edenlerin listesi buradakinden çok daha uzun elbette. Ancak ziyaret edenlerden birinin kimliği oldukça dikkat çekici.

27 Kasım 1998 tarihli Hürriyet gazetesinden bir haber: 

"Nesim Malki cinayeti ile Alaattin Çakıcı'nın gölgesinin dolaştığı Türkbank ihalesini soruşturan İstanbul DGM Savcıları Aykut Cengiz Engin ve Engin Baltacı; kirli ilişkiler, yolsuzluk, kara- para batağına saplanan Türkiye'nin umudu oldu."

Hürriyet'in 1998'de "Türkiye'nin umudu" dediği bu isim, tarihler 29 Haziran 2012'yi gösterdiğinde artık "eski DGM savcısı" sıfatı taşıyor, serbest avukatlık yapıyordu.

Yıllar önce "temiz eller" umudu ilan edilen Savcı, bu kez şu habere konu oluyordu:

"Aydın'ın Yenipazar İlçesi'ndeki Kapalı Cezaevi'nde hapis yatan DP eski Genel Başkanı Mehmet Ağar'ı ziyaret etmek üzere bugün Aydın'a eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz'ın kardeşi Turgut Yılmaz, eski DGM Savcısı Engin Baltacı ve işadamı Mehmet Cengiz geldi. Turgut Yılmaz ve beraberindekiler Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan alınan iznin ardından Yenipazar'a geldi. Yaklaşık yarım saat cezaevinde kalan Yılmaz, Mehket Ağar'ın saglık durumunun iyi olduğunu ve zamanını geçirmek için bol bol kitap okuduğunu belirtti."

SOL

26 Mayıs 2021 Çarşamba

'Bu vatanın serdengeçtileri' - Fatih Yaşlı / SOL

 Sedat Peker videolarında 'biz bu vatanın serdengeçtileriyiz' derken hem Osmanlı’ya hem de ölüm yıldönümlerinde anmayı ihmal etmediği Osman Yüksel Serdengeçti’ye atıf yapıyor.

“Ser” Farsça “baş” demek. “Serden geçmek” bir amaç uğruna başını, canını feda etmek, “serdengeçti” ise o amaç uğruna canını feda edebilen kişi anlamına geliyor. İslam Ansiklopedisi’ne göre “önce akıncılar, sonra da yeniçeriler arasından düşman içine dalan veya kuşatma altındaki kalelere giren fedailer için” kullanılıyor. 

“Serdengeçti”nin Türkiye’nin yakın tarihindeki yeri ise 1947-1962 yılları arasında yayınlanan aynı adlı dergiden ve onun yayıncısı ve başyazarı olan kişiden kaynaklanıyor. Asıl soyadı Yüksel olmasına rağmen, Osman Zeki yayıncısı ve başyazarı olduğu dergiyle öyle bir bütünleşiyor ki, Osman Yüksel Serdengeçti olarak biliniyor ve Türkiye’nin siyasal hayatına kısaca “Serdengeçti” olarak geçiyor, Serdengeçti zamanla Türk sağının efsane isimlerinden birine dönüşüyor. 

Osman Yüksel Serdengeçti’nin Türkiye siyaset sahnesinde ilk görünmesi 1940’lı yıllara rastlar. 2. Dünya Savaşı devam etmektedir ve ülkede Nazi propagandası da antikomünizm de yoğun bir şekilde devam etmektedir. O dönemde Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) öğrencisi olan Osman Yüksel’in milliyetçi çevrelerde tanınmaya başlaması şu dizelerle olacaktır: 

“Dedelerimden kalma intikam var kanımda,

Geçmişini s… Bulgar'ın Moskof'un da,

Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim

Alçakların sesini dinlerken mikrofonda…

Yalnız şunu isterim, yalnız şunu hatırla,

Yatmıştı Katerina Baltacı’nın koynunda…”

Ancak Serdengeçti’nin esas ününe kavuşması, önce Sabahattin Ali’ye saldırmasıyla, sonra da 3 Mayıs gösterilerinden ötürü tutuklanmasıyla söz konusu olacaktır. Arkadaşlarıyla birlikte DTCF’deki bir konferanstan döndükleri bir gün, yolda dönemin tanınmış solcu isimlerinden Sabahattin Ali, Pertev Boratav ve Niyazi Berkes’le karşılaşırlar ve Serdengeçti Sabahattin Ali’ye saldırır. Götürüldükleri karakolda Ali için “bu adam Türkiye’de, Türkiye’nin merkezi hükümetinde, Türk devletinin resmi bir dairesinde Türklüğe hakaret etti” diyen Serdengeçti, sürekli üzerinde taşıdığı demirden bir anahtarı fırlatarak Ali’nin gözlüğünü kıracaktır. 

Serdengeçti, Nihal Atsız’la Sabahattin Ali arasındaki dava görülürken, 3 Mayıs 1944 tarihli duruşma esnasında adliye önünde toplanan kalabalığın arasındaki en ateşli isimlerden biridir ve bu gösteriden kısa bir süre sonra gerçekleşen “ırkçılık-Turancılık davası” operasyonunda tutuklananlar arasında yer alacaktır. Yıl artık 1944’dür ve Nazilerin savaşı kaybedeceği anlaşılmıştır, savaş boyunca anti-Sovyetik bir tutum izleyen İnönü iktidarı Sovyetler’le arayı düzeltmenin yollarını aramaktadır ve bulunan formül de bir grup Nazi sempatizanına yönelik polisiye bir operasyon olmuştur. 

Serdengeçti bir süre cezaevinde kaldıktan sonra diğerleri gibi serbest bırakılır. Savaş bitmiş, Türkiye yönetici sınıfı hızla ABD’ye yanaşmış, antikomünizm siyasetin merkezine yerleşmiş, yüksek yargı da “Türkiye’de ırkçılık yapmak suç değildir” diyerek mahkûmiyet kararlarını bozmuştur. 

Serbest kalmasının ardından fakülteye dönmeyi başaran Serdengeçti, “bitirme tezi”ni teslim etmek için Behice Boran’ın kapısını çalar. Ancak bitirme tezlerinin sınavlardan iki ay önce teslim edilmesi gerektiği halde sınavlara sadece iki gün kalmıştır. Boran kurallar gereği Serdengeçti’nin tez teslimini kabul etmez. Serdengeçti ise anılarında aktardığına göre Boran’a “sen kim oluyorsun da Cumhuriyet Hükümeti’nin bir yüksek dereceli mahkemesinin kararını tanımıyorsun. Burası Moskova mı? Ancak Moskova’da olan kimseler bu sözü söyleyebilir. Zaten senin gibi komünist bir hocanın vereceği notla alınacak diplomaya ihtiyacım yok” dedikten sonra kapıyı çarpıp çıkar. 

Serdengeçti aynı günlerde, dönemin Milli Eğitim Bakanı olan ve “komünistleri gözetip kolladığı” gerekçesiyle sağcılar tarafından hedef tahtasına yerleştirilen Hasan Ali Yücel’e “Yüksek vekâletin alçak vekili” diye başlayan bir telgraf çekecek ve “talebelik hakkımı istiyorum” diyecektir.  

“Bitirme tezi” hadisesi ise burada kalmayacak ve 1948’deki yargılamalarda Behice Boran’ın karşısına bir “suçlama” olarak çıkacaktır. “Antikomünizmin icadı”ndaki dönüm noktalarından biri olan 4 Aralık 1945 Tan Matbaası baskınının ardından Behice Boran da DTCF’nin solcu hocalarıyla birlikte “bakanlık emri”ne alınır. Bir süre sonra Danıştay bu uygulamayı iptal eder ve hocalar görevlerine dönerler. Ancak 29 Ocak 1947’de Meclis’te “komünistlerle ilgili yürütülen soruşturmanın gidişatı”na dair bir önerge verilir, 1 Mart’ta ise sağcı öğrenciler solcu öğretim üyelerinin görevden alınmasıyla ilgili bir dilekçeyi rektörlüğe sunarlar. 6 Mart’ta Pertev Boratav’ın fakültedeki konferansı basılacak, 27 Aralık’ta ise esas büyük baskın gelecektir. Türkiye’nin siyasal yaşamına “DTCF baskını” olarak geçen bu hadisenin ardından, 10 Ocak 1948’de üniversite yönetimi solcu hocaları meslekten uzaklaştırma kararı alacak, 30 Ocak 1948’de ise Danıştay hocalara yönelik suçlamaların geçersiz olduğuna hükmedecektir.

İşte o suçlamaların Behice Boran’a yönelik olanlarından biri “sağcı talebeyi sınıfta bırakmak, şahsi iğbirar (kırgınlık) yüzünden bir talebenin tezini okumamak”tır. Her ne kadar mahkeme suçlamaları kabul etmese de, bu noktada Meclis devreye girecek ve Boran’la birlikte Boratav, Berkes, Başoğlu gibi alanlarının en iyisi olan akademisyenler üniversiteden tasfiye edilecek, Serdengeçti de hem intikamını alacak hem de en büyük hayallerinden biri gerçekleşmiş olacaktır. 

Osman Yüksel Serdengeçti, Soğuk Savaş Türkiye’sinin en ilginç figürlerinden biri olarak 50’ler, 60’lar ve 70’ler Türkiye’sinde de hep sahnede yer alacaktır. 1947’den itibaren Serdengeçti dergisini çıkarmaya başlar. Adı 1952 yılında Ahmet Emin Yalman’a yönelik suikast olayına karışır. Henüz bir lise öğrencisi olan Hüseyin Üzmez’in Malatya’da Yalman’ı ağır yaralamasının ardından saldırıyla bağlantılı olduğu gerekçesiyle tutuklanır ve 14 ay cezaevinde kalır. 

Çıktıktan sonra Serdengeçti dergisinde Ayasofya’nın “ikinci fethi”ne ve yeniden camii olacağı günlerin geleceğine dair bir yazı yazar ve bu yazıyla ilgili olarak yargılanır ama beraat eder. Aynı dönemde Demokrat Parti’ye yanaşacak, Menderes’le iyi bir dostluk ilişkisi kuracak ve 1954’de seçimlerinde Antalya’dan milletvekili adayı olacak ama seçilemeyecektir. 

Aynı yıllarda Said Nursi ve Nur risaleleri ile tanışan Serdengeçti, Nurculuktan son derece etkilenecek ve dergisinde Nur risalelerine de yer vermeye başlayacaktır. Serdengeçti’ye göre Said Nursi bir “fikir ve aksiyon adamı”dır ve “dünyanın neresinde olursa olsun hürmet görüp eli öpülecek bu insana Türkiye’de zulmedilmektedir.” Serdengeçti Nurculukla tanışmasının ardından yavaş yavaş saf “Türkçülük”ten uzaklaşarak “Türk-İslam sentezi”ne doğru bir geçiş yaşayacaktır. 

Serdengeçti 1965 seçimlerinde Adalet Partisi (AP) içerisindeki milliyetçi-mukaddesatçı kanadın ısrarları sonucu Antalya’dan milletvekili adayı olur ve bu sefer seçilmeyi başarır. 1967’de ise Demirel yönetimi ile milliyetçi-mukaddesatçı kanat arasındaki parti içi hâkimiyet mücadelesi sürecinin bir parçası olarak AP’den atılır. Bu hadise onun “gerçek” yerini bulmasıyla sonuçlanacaktır.

Partiden atıldıktan sonra hızla Türkeş’in Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CMKP) yanaşan Serdengeçti, Demirel’i komünizmle yeterince mücadele etmemekle suçlayacak ve bunu ancak Türkeş ve CMKP’nin başarabileceğini söyleyecektir. Serdengeçti 1968 yılında CMKP’ye katılacak,  CMKP’nin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını aldığı 1969 Adana Kongresi’nde ise onun Türklükle İslam’ı bir araya getiren ünlü “Tanrıdağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman”  formülasyonu partinin ana çizgisi haline gelecektir. 

Serdengeçti 1977 yılındaki “bir hafta süren” Milli Selamet Partisi (MSP) üyeliği sayılmazsa 70’li yıllar boyunca MHP’de siyaset yapmaya devam etmiştir. 1977’de tanınmış başka sağcı isimlerle birlikte MSP’ye katılan Serdengeçti, bir hafta sonra MSP’nin “Kürtçülerin sığınağı” olduğunu ve “partideki samimi Müslümanların bir köşeye itildiğini” söyleyerek istifasını sunacak, öldüğü 1983 yılına kadar ülkücü hareketin içerisinde kalmaya devam edecektir. 

Sedat Peker videolarında “biz bu vatanın serdengeçtileriyiz” derken hem Osmanlı’ya hem de ölüm yıldönümlerinde anmayı ihmal etmediği Osman Yüksel Serdengeçti’ye atıf yapıyor. Serdengeçti ise 3 Mayıs, ırkçılık-Turancılık davası, Soğuk Savaş’a giriş, üniversitedeki tasfiyeler, Menderes, Yalman suikastı, Said Nursi, Adalet Partisi, MHP, MSP derken bütün bir Türk sağı tarihini adeta şahsında cisimleştiriyor.

Peker, “ben sağcı da solcu da değilim” dese de, Türk sağının 80 yıllık dilinin içerisinden konuşuyor. Anlattığı hikâye ise Soğuk Savaş Türkiye’siyle ve antikomünizmle çerçevelendiğinde bir anlam kazanıyor. Bugünleri anlamak için Soğuk Savaş’a, Türkiye’nin NATO’ya girişine, Gladio’nun devlet içerisinde resmi bir statüye kavuşturulmasına, emperyalizmle olan ilişkilere, ülkücülüğe ve İslamcılığa açılan kapılara, siyasi cinayetlere, suikastlara, sabotajlara bakılması gerekiyor. Çürümeyi anlamlandırmak ancak böyle mümkün olabiliyor. 

Peker’in son videosunda Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’nın katledilmesiyle ilgili olarak söyledikleri, kendilerine “bu vatanın serdengeçtileri” diyenlerin ülkeyi bu noktaya nasıl getirdiklerini bütün bir çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Peker, “büyüklerinin” Adalı için “Kıbrıs’ı Rumlara satan” adam diyerek kendilerini nasıl dolduruşa getirdiklerini anlattıktan sonra aynen şöyle diyor: "Hep böyle yapıyorlar, vatanseverlik vatanseverlik, milleti coşturuyorlar, herkesi birbirine sokuyorlar." 

Kendisi de “bu vatanın serdengeçtileri”nden biri olan Peker, yalan mı söylüyor? Hayır, Peker doğru söylüyor. 

Fatih Yaşlı / SOL 

24 Mayıs 2021 Pazartesi

Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı'nın HSK uzlaşısı ne anlama geliyor? - SOL

CHP ve İYİP'in AKP ve MHP ile HSK uzlaşısına tepkiler sürüyor. Eski Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ ve eski Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner, süreci soL'a değerlendirdi. 


Bir süredir Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasında devam eden Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) seçimi için uzlaşı sağlanmış, 7 üyenin dördünün Cumhur İttifakı, üçününün ise Millet İttifakı tarafından belirleneceği açıklanmıştı.

Tabloya doğrudan Erdoğan tarafından seçilecek üyeler de eklendiğinde bu tarz bir uzlaşıya imza atan CHP ve İYİP'e yönelik tepkiler artmıştı.

Söz konusu düzenlemenin ne anlama geldiğini, varılan uzlaşmayı, HSK'nın önemini Eski Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ ve eski Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner ile konuştuk.

Cihaner, "Yargının siyasete bağımlılığı kurumsallaştırılmış oldu" derken, Karadağ, "Muhalefetin bu tutumunu anlamak mümkün değil" vurgusunu yaptı.

Karadağ: Bu duruma iktidarın özene bezene yaptığı ve gerçekleştirdiği projeler ile gelindi

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül HSK seçimlerinde Cumhur ve Millet ittifaklarının anlaştığını açıkladı. Buna göre TBMM'nin seçeceği 7 üyenin 4'ünü Cumhur İttifakı, 3'ünü de Millet İttifakı seçecek. Bunlara Cumhurbaşkanının ayrıca doğrudan seçeceği 4 üye eklenecek. HSK'nın bu modelle oluşturulması, zaten eleştirilen yargının siyasete aşırı bağımlı hale gelmesi sorununu çözer mi, artırır mı, neden?

Mustafa Karadağ: Ne yazık ki bu duruma 19 yıllık siyasi iktidarın özene bezene yaptığı ve gerçekleştirdiği projeler ile gelindi. 12 Eylül 2010 referandumu ile gerçekleşen anayasa değişikliği ile HSYK üyelerinin yargıç ve savcılar tarafından seçilmesi sistemi getirildi, bu sistem bizim de hep söylediğimiz demokratik bir sistem idi. Ne var ki; Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısına koşut olarak, belki biraz daha fazla yargıç ve savcıların gücü sevmesi ve devlet olanaklarının iktidar tarafından kullanılması neticesinde yargı cemaat-hükümet ortaklığının emri altına sokuldu. Server Tanilli, “demokrasi bir ideolojidir ve kendisini koruyacak tedbirleri alır diyor.” Ne yazık ki Türkiye demokrasisi kendini koruyacak önlemleri almakta yetersiz kaldı ve her gün biraz daha baskıcı ve otokratik bir yapı devlete egemen oldu. Bugünlere geldik ve artık hiçbir şey siyasi iktidarın tek sahibi Cumhurbaşkanının bilgisi ve onayı haricinde reel hayatta yerini alamıyor. Yargı da bu tek adam rejiminden nasibini alıyor. HSK’ye geri dönersek 2014 HSYK seçimlerinde iktidar bu kez cemaat yerine kendilerini alevi, sosyal demokrat, ülkücü, muhafazakar olarak niteleyen ve kendini Yargıda Birlik Platformu olarak ifade eden sonra dernekleşen, içinde azdan çoğa kullanılabilirlik derecesini içeren yapıyı kullandı ve HSYK, yani yargı tümüyle hükümete teslim edildi. Nitekim, daha sonra YBD’nin az kullanışlı unsurları tasfiye edildi ve çok kullanışlılar ile yola devam edildi. Biliyorsunuz 2016 yılı Temmuzunda, Anayasanın 139. maddesine rağmen yasa ile Yargıtay ve Danıştay üyelerinin görevlerine son verildi, içlerinden YBD ve iktidar ortaklığının seçtiği bir kısım üyeler, Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine seçildiler. Nihayetinde siyasi otorite, zamanın geldiğine karar vererek HSYK’nin yükseğini aldı ve yeniden yapılandırarak Bakan ve bakan yardımcısı dışındaki onbir HSK üyesinin dördünü Cumhurbaşkanının doğrudan, yedisini ise dolaylı olarak aynı zamanda AKP Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanının belirlediği TBMM üyeleri tarafından seçilmesi yoluna gidildi. O günden beri HSK, direkt olarak aynı zamanda AKP Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı’na bağlı. Belki biraz uzadı, fakat bugünün doğru değerlendirilebilmesi için sürecin bilinmesinde fayda var.

Gelelim asıl soruya, HSK üyeliğine aday olan yargı mensupları (avukat-yargıç-savcı) ile akademisyenlerin siyasi partilerle iletişime geçip kulis yaptıkları, çeşitli baskı gruplarından yardım istedikleri, hatta bazılarının bütün siyasi partilerin yetkilileriyle görüştükleri ve netice itibariyle HSK’ye faydası olabileceklerin değil, siyasi partileri etkileyebilenlerin başarılı oldukları bir gerçek. O kadar gerçek ki, henüz seçim olmadan, seçilenler belli oldu. Ve seçilenlerin, hangisinin hangi partinin kontenjanından olduğu çok belli. Diğer yandan Adalet Bakanının anlaşma, bir mutabakata dayanmıyor. Anlaşma sadece kaç üyeliğin iktidar cenahına, kaçının muhalefete ve kendi içlerinde hangi partiye verildiğine ilişkin. Karma Komisyonun toplanıp tek tek adaylar üzerinde konuşup, nitelikli çoğunluğa dayalı bir mutabakatla üyelerin belirlenmesi söz konusu değil. İşin ilginci, seçilecek üyeler belli, buna rağmen ve usulen altlarında iki aday daha var. Yapılan çok incitici, onur kırıcı bir şey. Düşünsenize kazananı ve kaybedeni kesin olarak belli bir seçime giriyorsunuz. Demokrasi, etik ve ilke olarak çok yanlış.

Bu yapılanma ve seçim yönteminin hiçbir sorunu çözmeyeceği muhakkak, mevcut HSK neyse, gelecek olan da o. Şimdiye kadar mevcut HSK ne yapmışsa, gelecek HSK’de Tek Adam’a bağlılığını biraz daha artırarak, paralel olarak daha fazla tahakküm altında kalarak, iktidarın sopası olarak görevini devralacaktır. İşin içine partililerde görev almış avukatların yargıç ve savcılığa atanmalarını da katarsanız, artık ilçe teşkilatlarıyla beraber çalışan yargı mensuplarını daha çok duyacağız. Siyaset, bugün yargıya müdahil, ama gelecekte daha çok müdahil olacak. Umalım ki aksi olsun, yargı bağımsızlığı sağlansın da biz yanılalım ve utanalım. Son olarak şunu söyleyelim, HSK mahkemelerin bağımsızlığı ilkelerine göre görev yapar, bu nedenle siyasetin HSK aracılığıyla yargıya müdahalesi Anayasaya, yargı bağımsızlığına, kuvvetler ayrılığına, demokrasiye ve hukuka aykırıdır. Olmamalıdır.

Cihaner: Yargının siyasete bağımlılığı kurumsallaştırılmış oldu

İlhan Cihaner: Öncelikle Cumhurbaşkanı 4 üyeyi doğrudan, iki üyeyi ise (adalet bakanı ve bakan yardımcısı sıfatıyla)  kendisi seçiyor. Dolayısıyla TBMM'nin seçtiği üyelerden birisi de iktidar çizgisinde olursa siyasetin etkisi mutlak oluyor. Böylece siyasi iktidar iki daire ve genel kurulda sayısal üstünlüğü ele geçirmiş oluyor. Üstelik teftiş kurulu başkanı, genel sekreter ve diğer kritik görevlileri de belirleyecek konumda oluyor. Bu durumda 3 üyenin muhalefete "verilmesi" iktidarın  belirleyiciliğini geriletmiyor. İddia edildiği gibi "demokratik bir uzlaşı" aranıyor ise Cumburbaşkanı'nın doğrudan seçeceği adaylar da uzlaşıya dahil edilmeliydi. Cumhurbaşkanı, 6 üyeyi CB sıfatıyla, TBMM'den seçilen 4 üyeyi de AKP Genel Başkanı sıfatıyla (toplam 10 üye Cumhur ittifakı aracılığıyla) belirliyor. Bu durumda bu modelle üye seçimi yargının siyasete/iktidara bağımlılığını azaltmak mümkün değil diyebiliriz. 

Ama asıl sorun şurada; hakim savcıların mesleğe kabulü, tayini, terfisi, disiplin işleri, görevden alınmaları gibi çok önemli görevleri yerine getiren böyle bir kurulun üyelerinin daha başlangıçta siyasi partilerin "atamalarıyla" oluşturulması tarafsız ve bağımsızlığa baştan gölge düşürmüş oluyor. Ayrıca zaten sorunlu olan, mevcut üyeleri belirleme yöntemi de işletilmiyor. Partilerin kendilerinin belirlediği adaylar genel kurul ve komisyonda onaylamış oluyor. Yapılan oylamalar mesleki birikim ve liyakate (ihtimaldir ki seçilenler liyakatli de olabilir) göre değil, kamuya ve TBMM üyelerinin bağımsız iradelerince, açık bir şekilde değil siyasi parti elitlerince seçilmiş oluyor. Aslında seçim değil bir çeşit atama yapılmış oluyor. Belirlenen adayların bazılarının geçmişteki açık politik konumları ayrıca sorun. Özetle; bu modelle yargının siyasete bağımlılığının azaltılması bir yana kurumsallaştırılmış oldu. 

Karadağ: Türkiye’deki yargıyı yerle yeksan edebilecek bir kurum

HSK'nın bir kurum olarak nasıl bir önemi var?

Mustafa Karadağ: HSK, yargıç ve savcıların atanmalarından başlayıp meslekten ayrılmalarına kadar her türlü özlük hakları üzerinde tasarruf sahibi olan, görevlendiren, denetleyen, soruşturan, ceza veya ödül veren, açığa alan, ihraç kararı veren bir anayasal bir kurum. Yargıtay ve Cumhurbaşkanının atadıkları dışında Danıştay’a üye seçen bir kurum. Geçmişte özel olarak bazı mahkemelerin HSK eliyle dizayn edildiğine tanık olduk, dolayısıyla hangi davaya hangi yargıcın bakacağını belirleme güç ve yetkisine sahip. Doğal yargıç ilkesini Anayasaya dayalı bir yetkiyle ihlal edebilme yeteneğini haiz bir kurum. İktidarın sopası ya da bir kolu olduğu zaman Türkiye’deki yargıyı yerle yeksan edebilecek bir kurum. Bu bakımlardan bağımsızlığı çok önemli.

Cihaner: Hayati önemde bir kurul

İlhan Cihaner: Ben cumhuriyet savcısı iken yarı espri ile söylenen bir söz vardı: "H(Y)SK kadını erkek erkeği kadın yapmak dışında her şeye muktedirdir". Gerçekten hukuk devleti ve demokrasi bakımından hayati önemde bir kurul. Yargıtay ve Danıştay'daki yüksek yargıçları seçer. Hakim ve savcıların tüm özlük işleri HSK'ya bağlıdır. Hakim ve savcıların mesleğe kabulü,  disiplin işleri, soruşturmaları, atamaları, terfileri, yetkileri, görevden alınmaları işlerini görür. Genelgeler, ilke  kararları ve etik ilkelerle yargı pratiğini oluşturur. Mahkemelerin kaldırılmasını ve yargı çevrelerini belirler. Başta genel sekreter, teftiş kurulu başkanı, adalet müfettişleri ve tetkik hakimleri olmak üzere HSK bürokrasisini belirler. Bunlar doğrudan görev ve yetkisinde olan işler. Ama bu görev ve yetkileriyle ülkedeki seçim güvenliğinden basın özgürlüğüne kadar demokratik hukuk devletinin iklimini de belirler. Bu haliyle üç temel organdan yargının mutlak belirleyicisi, diğer kuvvetler üzerinde de dolaylı olarak güçlü bir belirleyicisi konumundadır. 

Karadağ: Muhalefetin bu tutumunu anlamak mümkün değil

Yargının siyasallaşması Bu kadar çok eleştirilirken, siz muhalefetin bu tutumunu nasıl yorumluyorsunuz? Üç üyeyi belirlemiş olmanın bir anlamı var mı, kurulda açık bir iktidar ağırlığı olacağı açıkken?

Mustafa Karadağ: Muhalefetin tutumunu anlamak gerçekten mümkün değil. 2014 yılında oluşturulan bir nevi koalisyon HSYK’sinin iktidar karşısında duramadığı, karşı koyamadığı, birkaç kişisel destek ve atama dışında etkili bir işlem yapamadıkları henüz aklımızda, daha unutacak kadar zaman geçmedi. HSK aritmetiği bakımından üçlük ile hiçliğin bir farkı yok. Sanıyorum, muhalefet partileri, özellikle CHP ve İP, iktidarın bağımsız yargıyı yok etme faaliyetinde bizim de bir tuzumuz olsun dediler. HDP’nin yaptığı gibi Komisyonda yapılanların anlamsızlığı dile getirip çekilebilirlerdi. Daha anlamlı ve onurlu bir davranış sergilemiş olurlardı. Milletvekili sayılarına göre İP’ye iki, CHP’ye bir kontenjan verilmesi meselesine ise hiç girmeyelim. Normal insan aklıyla muhalefetin ve YBD’nin aklı ve ruhiyatı arasında ciddi bir uçurum olduğu kesin.

Cihaner: Siyasallaşma ve anayasaya aykırılık kurumsallaşmış ve buna da meşruiyet verilmiş oldu

İlhan Cihaner: İstanbul barosu önceki başkanlarından sayın Turgut Kazan'ın "uzlaşıya" razı olan muhalefet partilerine yönelik eleştirisine katılıyorum: 

"HSK TBMM tarafından seçilecek 7 üyenin ismi üzerinde uzlaşıldı. Kurul'un 4 üyesi Cumhur İttifakı'nı temsil eden AKP ve MHP, 3 üyesi ise Millet İttifakı'ndan CHP ve İyi Parti'nin kontenjanından belirlenecek. CHP ve İP'nin HSK mutabakatı büyük bir ayıptır. AKP ve MHP’nin belirlediği 10 temsilciye, İP'den 2/CHP'den 1 kişi eklense neyi sağlamış olacaksınız? Bunu yapmakla, birlikte bir HSK yaratmış ve yarattığınız o HSK’nın bütün yaptıklarına meşruiyet kazandırmış olmayacak mısınız?Biz, RTÜK’teki gibi parti temsilcilerinden kurulu bir HSK istemiyoruz. HSK bağımsız, liyakat sahibi, iyi hukukçulardan oluşmalıdır. Partilerinize yakın 3 kişiye yer bulma arayışınızı asla kabul edemiyorum. Bu yaklaşımın hukuk devleti mücadelemize zarar vereceğini hatırlatıyorum." 

Anayasa gereği, siyasi parti gruplarının milletvekili sayıları oranında üye verdikleri RTÜK'ün bile nasıl çalıştığı ortadayken, Anayasa'da öngörülmediği halde HSK'da bu yöntemin fiilen kullanılması anayasaya da aykırıdır. Seçilecek isimler belli iken aday adayı olan yüksek yargıçların düşürüldüğü durum da kabul edilemez. Oysa Anayasa değişikliği sonrası ilk kez yapılan bu seçimler hayati önemdeydi. Yargının güvenilirliğinin bu kadar gerilediği, iktidarın kontrolünde olduğu, cemaat ve grupların mücadele alanına döndüğüne dair iddiaların ayyuka çıktığı bir ortamda hukuk devleti mücadelesine çevrilebilirdi bu süreç.

Kabul edilen yöntem de bir garip; 136 milletvekili olan CHP 1 üye veriyor, 48 milletvekili olan İYİ Parti 2 üye veriyor, 55 milletvekili olan HDP üye vermiyor! Yani siyasallaşma ve anayasaya aykırılık bir yana RTÜK modeli bile değil! Muhtemelen tek farkı bugüne kadar kapalı devre yürüyen işler -belki- kamuoyu bilgisine açılabilecek. Ama siyasallaşma ve anayasaya aykırılık kurumsallaşmış ve buna da meşruiyet verilmiş oldu. Bence muhalefet partilerinin yapması gereken bu "uzlaşmaya" razı olmadan sorunların kamuoyunun bilgisine sunulması ve hukuk devleti mücadelesinin bir parçası haline getirmekti. 

Karadağ: Ne yazık ki bu saatten sonra yargı alanında yapılabilecek pek bir şey yok

Sizce doğrusu nedir peki? Yargı sisteminde atılması gereken en acil adım olarak neyi veya neleri görüyorsunuz?

Mustafa Karadağ: Ne yazık ki bu saatten sonra yargı alanında yapılabilecek pek bir şey yok. Zira yargıda cemaat üyeleri ile fırsattan istifade bağımsız düşünceli bir kısım yargıç ve savcının tasfiyesinden sonra bu iktidarın siyasal referans ile aldıkları yargıç ve savcı sayısı onbeşbin civarında. Toplam yargıç ve savcı sayısı ise sanıyorum yaklaşık yirmibirbin. Yapılacak iş, siyasi iktidarın değişmesi ve gerçek demokrasiye bir an önce dönüş. Gerçekten özgür, tarafsız ve bağımsız yargıçlardan oluşan bir HSK oluşturulması ve siyasi referanslarla mesleğe kabul edilen yargıç ve savcıların ayıklanması, etkin ve tarafsız bir HSK teftiş kurulunun oluşturulup, açıkça hukuka aykırı davranış sergileyen yargıç ve savcılar ile HSK üyelerinin, yargıya müdahale edenlerin soruşturulması ve gereken işlemlerin yapılmasıdır. Tek adam rejimi değişmeden yargının değişmesi, kuvvetler ayrılığının ve dolayısıyla yargı bağımsızlığının gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Bunun için de Millet ittifakı olarak nitelenen muhalefetin, CHP, İP ve HDP’den başlayarak, tüm siyasal ve sosyal yapıların bagajlarını bir kenara bırakıp, hep birlikte, samimi, şeffaf bir siyaset üretmeleri ve iktidarı seçime zorlamaları gerekiyor. Türkiye’nin, bir an önce, Anayasada yazdığı gibi insan hak ve özgürlüklerine saygılı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletine dönmesi gerekiyor.

Cihaner: Bu yöntemle tarafsız ve bağımsız bir yargı mekanizması kurma imkanı yok

İlhan Cihaner: HSK'nın önemi ortada. Bu yöntemle tarafsız ve bağımsız bir yargı mekanizması kurma imkanının olmadığı da açık. İlk yapılması gereken HSK üyelerinin seçim yönteminin ve yapısının değiştirilmesi olmalı. Bunun dışında hukuk fakültelerinden mevzuata kadar yapılacak çok şey var.

SOL


Şans değil açlık oyunları - Havva Gümüşkaya / BİRGÜN

Şans oyunlarından toplanan vergi yıllık bütçe hedefinin yarısına ulaştı. Yoksulluk ve işsizliğin arttığı dönemde yurttaş, şans oyunlarına yöneldi. Sosyolog Özhan, “Kaygı seviyesi arttıkça ilgi artıyor” dedi.


Yoksulluk, ekonomik kriz ve işsizlikle psikolojik bunalıma sürüklenen yurttaşın şans oyunlarına ilgisi artıyor. Şans oyunlarından toplanan vergi de son iki yıldır olağanüstü şekilde yükseliyor. Geçen hafta açıklanan nisan ayı bütçe rakamlarında da bu durum açığa çıktı. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın nisan ayı genel yönetim bütçe gelirlerine göre yılın ilk dört ayında şans oyunlarından toplanan Şans Oyunları Vergisi (ŞOV) 1 milyar 939 milyon 58 bin liraya ulaştı. Yıl sonu bütçe hedefinin 4 milyar 81 milyon 177 bin lira olduğu düşünülürse ocak-nisan döneminde bunun yarısı toplanmış oldu. Ekonomik daralma döneminde yurttaş bir yandan kredi kartı, tüketici kredisi gibi araçlarla borçlarını artırırken diğer yandan da şans oyunlarına daha fazla ilgi göstermeye başladı.

Geçen yıl bütçe hedefini yaklaşık 2 katı ŞOV toplandı. ŞOV gelirleri 2020 yılı bütçe hedefinde 1 milyar 876 milyon 194 bin liraydı. Hazine tarafından 2020 yılının ilk yedi ayında 1 milyar 571 milyon ŞOV geliri elde edildi. Ancak Milli Piyango’nun özelleştirildiği ağustos ayından itibaren ŞOV gelirlerinde ciddi bir artış meydana geldi. Ağustos ayından yılsonuna kadar geçen 4 ayda 1 milyar 892 milyon Şans Oyunları Vergisi toplandı. Böylece yılsonunda toplamda 3 milyar 463 milyon lirayı buldu. Bu rakam verginin toplanmaya başladığı dönemden bu yana en yüksek seviyesine çıktı.

Milli Piyango’nun özelleştirilmesiyle birlikte başlayan rağbet, oyun çeşitliliği ve erişilebilirliği bakımından kolay olması nedeniyle daha da arttı. Geçmişte haftada bir yapılan çekilişlerin yerini internet üzerinden oyun oynanabilen bir milli piyango sitesi aldı. Dolayısıyla oyun çeşitliliği bakımından da zengin bu siteye yurttaş parasını yatırıyor, bir nevi resmi kumar oynuyor.

Milli Piyango İdaresi’nin lisans hakkını; Piyango, Hemen-Kazan, Sayısal Loto, Şans Topu, On Numara ve Süper Loto oyunları ile ilgili mevzuat çerçevesinde izin verilebilecek benzer şans oyunlarına ilişkin lisans düzenleme hakkı 49 yıl süreyle Türkiye Varlık Fonu’na devredildi.

Milli Piyango İdaresi’nin (MPİ) yürüttüğü şans oyunlarının, 1 Ağustos 2020 itibarıyla Demirören-Sisal ortaklığındaki Sisal Şans Şirketi'ne devredilmesiyle yeni bir döneme girildi. Sisal Şans Ortak Girişimi, 10 yıl boyunca Milli Piyango’yu işletecek.

***

Şans oyunu ilgisi ‘kader düşünün yozlaşmış hâli’

Şans oyunlarınına ilginin dünyada ve Türkiye'de çok fazla arttığını söyleyen Sosyolog Hatice Özhan'a göre bu durumun kader düşünün yozlaşmış hali. Özhan, insanların kendilerini belirsizlik içerisinde hissettiği, yaşamlarının kontrolden çıktığı dönemlerde şans oyunlarına yöneldiklerini belirtti. BirGün'e değerlendirmelerde bulunan Özhan şöyle konuştu: "Şans aslında kelime anlamı itibarıyla da emeksiz bir fırsattır. Dünyada ve Türkiye'de yükselen bir alışkanlık. İlgi günden güne artıyor. Cinsiyet farkı da ortadan kalmış durumda. Erkekler ve kadınlar aynı derece oynamaya başladı. İnsanlar içinde bulunduğu çıkmazdan 'nasıl kurtulacağız' düşüncesiyle hareket ediyor. Kriz döneminin bir yansıması aslında bu. Kaygı seviyesinin artmasıyla ilgi de artıyor. Sedat Peker, olayında da aslında bu oldu. Bu konuda bahis oyununa çevrildi ve buradan ekonomik kazanç elde edilmeye çalışıldı. Aslında insanların tartışması gereken politik meseleler varken. Buradan kazanç elde edilmeye çalışıldı."

Havva Gümüşkaya / BİRGÜN

 

Tuğlayı ancak halk çekebilir - Yusuf Tuna Koç / BİRGÜN

 


İçine CIA kaçmış devlet aygıtı 50 yılı aşkın bir süredir birbirini tekrarlayan kirli ilişkiler yumağı sunuyor. Komando kamplarından mafyalaşmış bir rejime kadar gelindi. Aydınları, ilericileri, devrimcileri yok etmek için vatan-bayrak-ezan denilerek örülen duvar aynı zamanda ceplerini doldurma aracı da oldu. Yaşananlar rejim içi çıkar çatışması.

Mafya-devlet-siyaset üçgeni bütün ülkeyi yok oluşa sürüklüyor. Halk, geçen 50 yılda tekrar eden karanlık süreçler ve hemen ardından gelen sağcı sivilleşme propagandaları arasına sıkışıyor. 1968 yılında, Türkeş tarafından kurulan komando kamplarıyla, bugünün mafya liderleri ilk kez ABD desteğiyle ülkede filizlenmeye başladı. Eğitilen, donatılan, silahlandırılan bu çeteler, devlet desteğiyle halka silah doğrulturken, finanse edilmeleri de suç örgütleri üzerinden sağlandı.

Ardından yaşanan 12 Eylül darbesiyle başlayan süreçte de ülke siyasetine ‘güvenlik kaygılarını’ dahil eden yeni bir otoriter rejimi inşa edildi. Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda ülkede devrimci mücadeleyi boğan darbe, yeni bir toplumsal hareketin ortaya çıkması korkusuyla 3 yıl boyunca ülkedeki seçimleri yasakladı ve rejim içerisinde kolluğun gücünü arttırdı. Ardından yapılan ilk seçimde birçok siyasi liderin ve hareketin yasaklı olduğu koşullarda Anavatan Partisi lideri Turgut Özal başbakan oldu. Özal yönetimi, ülkede hem 1980’lerde Thatcher ve Reagan ile başlayan liberalleşme sürecini, Türkiye ekonomisine tahkim edebilme misyonu ile iktidara geldi.

Özal’ın siyasi kariyerine baktığımızda ordu ve emniyetin ülke siyasetindeki gücünü tahkim etmeye yönelik bir yol izlediğini gördük. İç istihbaratın 1989’da Özal iktidarınca MİT’ten alınarak İçişleri bakanlığına bağlanması, siyasi erkin güvenlik ve kolluk üzerindeki gücünü arttırmaya yönelik bir icraat olmuştu. Yine bugünkü rejimin otoriter ve karanlık yapısının en önemli güvencesi olan Başkanlık sistemi de ilk olarak Özal tarafından gündeme getirilmişti.

90’larda İlk olarak ASALA ile mücadele adı altında ülkücü mafyalar kolluk ve istihbaratın içerisine yerleştirildi, faaliyetleri kollandı. ABD’den gelen istihbaratlarla, bu çete liderleri devletin tetikçileri haline geldi. Ardından Kürt illerinde patlak veren terörle mücadele politikası, bu çeteleşmelerin siyaset ve devlet ayağının ortaya çıkışı için uygun koşulları sağladı. Bunun yanında, polisin “genelkurmay başkanı” Mehmet Ağar, sağ kolu Korkut Eken gibi isimler, ordunun da desteğiyle polis içerisinde özel harekatı kurdurdu. Doğrudan Amerikan ordusu eğitimleriyle oluşturulan bu birlikler Kürt illerinde sözde terörle mücadeleye katılma bahanesiyle birçok kirli ilişkiye de dahil oldular. Faili meçhuller için ülkücü çetelere yol verildi. Bu çeteler, Demirel’in deyimiyle “devletin rutini dışına” çıkarken, karşılığında da yine devlet ve siyasetle de ilişkilenerek rahatça suç işleyebilir hale geldiler.

AKP-CEMAAT-DERİN DEVLET İLİŞKİSİ

90’larda koalisyonlar, güvenlik politikaları, baskı ve korku rejiminin yarattığı siyasi kriz ekonomik çöküntü ile birleşerek on yılın sonunda tüm siyasi figürleri de yuttu. 2002’de iktidara gelen AKP, yolsuzluklar, siyasi istikrarsızlık ve “derin devlet” ile mücadele vaatleriyle politikasını kurdu. Bu politika, derin devletin diğer tüm unsurları gibi doğrudan ABD tarafından yönlendirilen ve desteklenen Fetullahçılar ile bir tasfiye operasyonu başlattı. Sözde darbe şüphesiyle başlatılan Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlar ve 2010 referandumuyla birlikte ordu, emniyet, yargı ve istihbarata Gülenciler yerleştirildi. Bu tasfiye operasyonu, ABD’nin eski derin figürlerinin yerine yenisinin, daha uyumlularının konulması süreciydi. Bu süreç, liberallerin tam desteğiyle Özal iktidarından beri en büyük sivilleşme hareketi olarak yansıtıldı. Darbecilikle mücadele adı altında emniyet, yargı ve ordunun siyaset ile bağı daha da güçlendirildi. Bugünkü başkanlık sistemine giden yol da bu sözde sivilleşme hareketiyle döşendi.

15 Temmuz darbe girişiminde galip ayrılan Saray rejimi, Fetullahçıların tasfiyesinden boşalan koltukları bu sefer Ergenekon döneminde kısmen tasfiye edilmiş olan isimlerle doldurdu. Ağar’ın kendi oğlunun 2018’de milletvekili olması ve yine kendisiyle yakınlığıyla bilinen Süleyman Soylu’nun 15 Temmuz sonrası İçişleri bakanlığına getirilmesi, 80’lerden beri süregelen tasarımın devamı niteliği taşıyordu. Hükümet ortağı Bahçeli’nin yol arkadaşım dediği Alaattin Çakıcı’yı serbest bıraktırması, Sedat Peker’in referandum sürecinde mitinglere çıkarılması gibi icraatlar ile Saray rejimi, mafya ile bağını daha da göz önüne taşıdı.

Güldal Mumcu, eşi Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin ardından dönemin İçişleri bakanı olan Mehmet Ağar’ın yanına gelip cinayetin arkasındaki yapının bir duvar gibi olduğunu, bir tuğla çekse yıkılacağını söylemişti. Bugün içlerinden çıkan mafya liderleri, kendi hesaplaşmaları için sosyal medyada aynı duvarın tuğlalarını dürtüyorlar. Gelinen noktada ülke uyuşturucu kaçakçılığından petrol dağıtımına uzanan bir ilişki ağı ile karşı karşıya bırakıldı. Bu sürecin hala bir soruşturma konusu bile yapılmamasına ise şaşırmamak gerek. Duvarı örenler tuğlayı çekemiyor, tuğlayı halk çekecek.

Yusuf Tuna Koç / BİRGÜN

23 Mayıs 2021 Pazar

Diyarbakır karpuzundan tosuncuk çıktı(Mehmet AKSOY-Evrensel)+Şey (Burhan KUM-Evrensel)

Diyarbakır karpuzundan tosuncuk çıktı.



Reddettikleri bir sanatı yaptırım güçleri olduğu için, bir olayı önemli göstermek adına ‘heykel’ yaptırıyorlar. Ama olay önemsizleşiyor. Neden? Çünkü yapılan şey heykel olmuyor.

Cumhuriyetimizle birlikte gelen bir sanat ve kültür hareketi var. Bu hareket ’50’li yıllara kadar hızlı bir şekilde sürdü. Daha sonra yavaşlayarak 2000’li yıllara kadar geldi. Cumhuriyetle birlikte halkımız ilk kez heykelle tanıştı ve bu heykellerle anlamlı hale gelen cumhuriyet meydanlarına kavuştu. İşte Samsun’da, Ankara’ da Ulus; Güven Park, İzmir, Afyon ve İstanbul’da Taksim de heykel sanatıyla bütünleşen meydanlar böyle yapıldı. Bütün bunlar cumhuriyet kurucu aklının idealleri ve heyecanı ile yapıldı. Sanat yüceltildi, değerli kılındı. Şimdi biz tam da 18 senedir heykellerin yıkıldığı, ucubeleştirildiği, kaldırıldığı devlet galerilerinin, devlet resim heykel sergilerinin, tiyatroların kapatıldığı, cumhuriyet değerlerinin sıfırlanmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz.

Bir şeyin kültürü yoksa, hayatımıza girmemişse, ona iyi ya da kötü diyebileceğimiz değerlerimiz de yok demektir. Aynı zamanda o konuda bir bilgisizlik ve sığ görüş, bir anlaşılmazlık var demektir. Bu toplumun tüm katmanlarında farklı şekilde gözlemlenebilir

Örneğin bürokrasi ve yaptırım gücünü elinde tutanlar. Hani mimarlar yaptırmayarak heykel kültürünün yaygınlaşmasını engelliyorlar ya, yaptırım gücü olanlar, (belediyeler, valiler gibi) yaparak heykel imajını bozuyorlar. Her üç boyutlu nesne heykel oluyor. Resmin, fotoğrafın üç boyutlu hali heykel sanılıyor. Biblomsu kiçler heykel sayılıyor. Bir şehrin nesi meşhursa karpuz, kavun, üzüm incir, portakal, kedi, halk ozanı, göle maya çalan Nasreddin Hoca gibi üç boyutlu nesneler oraya-buraya yerleştiriliyor. Bunlar hiçbir sanatsal, mekansal endişe duyulmadan, ‘Ben yaptım oldu’ sorumsuzluğuyla her türlü plastik, estetik kaygıdan uzak; anlam, kavram, metafor düşünmeden, heykelin yaratacağı cazibe alanı, plastik mekan yok sayılarak yapılıyor, dikiliyor. Kim tarafından; heykeltıraşlığa soyunan bir takım belediye başkanları ve yaptırım gücünü elinde tutanlar tarafından.

Peki heykel kültüründen, sanat kültüründen nasibini almamış, alamamış kişiler neden heykel diktiriyorlar? Heykeli önemsediklerinden mi? Evet, kendilerine göre önemsiyorlar. Hiçbir iki boyutlu şeyin -resim olsun, poster olsun- mekanda heykel kadar etkili ve kalıcı olmadığının farkındalar. Heykeli reddetseler de bu bir şekilde bilince çıkmış durumda, belki de içgüdüseldir? Heykele karşı olan AKP iktidarı bile heykel yaptırdığına göre, heykelin farklı ve olayı önemli kılan bir algılanma durumu olduğu fark edilmiş. Reddettikleri bir sanatı yaptırım güçleri olduğu için, bir olayı önemli göstermek adına ‘heykel’ yaptırıyorlar. Ama olay önemsizleşiyor. Neden? Çünkü yapılan şey heykel olmuyor. Her türlü sanatsal, estetik kaygıdan uzak, mekan yaratmayan, içeriği kavramayan, onun formunu bulamayan anlamsız, duygusuz, zevksiz, metaforsuz; derinliği olmayan, düz kötü illüstre üç boyutlu nesneler çıkıyor ortaya. Örneğin 15 Temmuz şehitleri için yaptırılan heykeller. Özellikle de Ankara Beştepe’deki 15 Temmuz şehitleri için Gökçek tarafından bir ressama yaptırılan anıt. Üç boyutlu kötü bir illüstratif grafik tasarım objesi, anlatımcı çizgi roman havasında. Olayın 15 Temmuz darbeci terör eylemiyle onun içeriği, şehitlerin acısı ile hiç bir ilişkisi yok. İstanbul’daki köprünün başındaki anıt da öyle; biçim dekoratif bir objeye dönüştürülüp içerik tamamen hafifletilmiş. Birlik, bütünlük formuymuş altıgenler. Birlik, vahdet formu arıyorsanız mukarnaslara bakın. Plastik form duygusu, yaratıcılığı olmayan bir mimara yaptırırsanız ve onu da siz seçerseniz sonuç böyle hafifler önemsiz, anlamsız hale gelir. Böyle olsun isterler miydi? Hayır. Ama heykel sanatından ve kültüründen haberiniz olmazsa, fikriniz olmadan zikriniz olursa, ‘Ben yaptım oldu’ derseniz işte böyle olur.

Bir başka katman yarı entelektüellerimiz, popüler yorumcularımız (Onlara sanatçı diyorlar), bir takım gazeteler (Ki çoğunun kültür sayfaları bile yok) ve bu gazetelerde çıkan sanat haberlerinin kalitesine bakın: “Heykel yapıyormuş gibisinden bir fotoğraf ve heykel taşsa kaç kilo? Ne kadar zamanda yaptınız?” sorusu ya da “Yanlış bir darbe vurduğunuzda kırılırsa ne olur” gibi sorular eşliğinde yazılar… Hatta bir köşe yazarı benim atölyenin yanından geçerken vincin üstündeki, “Taş taşırım laf taşımam” yazısını görüp, “Bak sen uyanığa, kara para aklamak için Polonezköy civarında oturan zenginlere zarf atıyor. Yani ağzım sıkıdır demek istiyor” diye düşünebiliyor ve bunu köşesinde yazıyor. Bu tabaka da biblo ile kiç ile heykelin farkında, ayrımında olamayacak kadar yetersiz Amerika’daki Özgürlük Heykeli zevkinde kalmış kişiler.

Velhasıl memleketimizde bir heykel cahilliği sürüp gitmekte... Kimin suçu var bu işte; insanlarımız ilk okullarda, orta öğretimde, heykel sanatıyla ilgili bir ders mi gördüler? Bir yorum mu duydular mahallelerde, şehirlerde, meydanlarda, parklarda hayatlarında heykelle mi karşılaştılar? Karşılaştıkları Atatürk (heykeli) yüzde doksanı heykel sanatı bakımından hiçbir değeri olmayan, heykelin imajını bozan dolayısıyla da Atatürk’ümüzü küçülten onun da imajını bozan üç boyutlu nesneler... 1923’te topraklarımıza ekilen heykel sanatı tohumları yeşerirken 1950 sonra gelen hükümetler onu besleyemediler solup, kurudu.

Şimdi ise koca İslam sanat ve mimari kültürünü hat sanatına, ebru sanatına ve taklit camilere indirgeyen bir anlayışla cebelleşiyoruz. 500 sene öncesinin taklidini yapıyorsunuz. 

Bu ne demek? 

Geri kalmışlık, tıkanma, kabızlık demek; sanatı önemsizleştirmek demek. İşte böyle olunca UNESCO’nun dünya mirası listesine giren Sinan’ın muhteşem eserinin taklidini sırf rant getirsin diye Ataşehir’e Müteahhit Ağaoğlu’nun binalarının ortasına koyar. Nefessiz, mekansız bırakır; o muhteşem eseri değersiz hale sokarsınız. Bu kafa karpuzdan tosuncuk da çıkarır. Pudra şekerinden araba bile yapar. Aklıma ne geldi; Çengelköy’ün de hıyarı meşhur. 

Ne dersiniz?

(Mehmet AKSOY-Evrensel)

                                                                   ***

Şey 

Diyarbakır’da heykel görüntüsü altında ahlak dışı bir gösterinin sergilenmesi ve alay konusu olmalarının ardından apar topar kaldırılmaları hakkında da iki çift laf etmeden geçmeyelim.

Bu bir sanat eleştirisi değil çünkü ortada bir sanat eseri yok. Yok olmasının ötesinde hiç görmediğim ‘şey’ler üzerine yazmanın da pek ahlaki olmadığı düşünülebilir. Fakat Diyarbakır’da heykel görüntüsü altında ahlak dışı bir gösterinin sergilenmesi ve alay konusu olmalarının ardından apar topar kaldırılmaları hakkında da iki çift laf etmeden geçmeyelim. Tam da ağızlarından düşürmedikleri ‘milletin iradesi’ni gasbeden tepeden inmeci anlayışa yakışan eline yüzüne bulaştırma hali.

Diyarbakır’da kayyum tarafından ısmarlanıp havaalanı yolundaki bir yonca kavşağa yerleştirilen şeyler, anlaşıldığı kadarıyla şehre hava yolu ile gelen misafirlere şehrin kültürü ve tarihi üzeriden “Hoş geldiniz” deme amacı gütmekteydi. Ne var ki bu şeyleri ısmarlayan şahıs emirle atandığı şehrin kültürü hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığı gibi ‘beyefendi’nin herhangi bir kültürel birikimi olmadığı da aşikar. Tarih bilgisine ise az sonra geleceğiz.

Bir an için kavşağa yerleştirilen şeylerin birer heykel oldukları varsayımıyla devletin heykel sanatıyla ilişkisi üzerine düşünelim. Bu topraklarda devletin ısmarladığı ilk heykel 1872’de İngiliz Heykeltıraş Charles Fuller’e yaptırılan at üzerinde Sultan Abdülaziz’in bronz heykelidir. Din adamlarının korkusundan halka açık alanda sergilenemeyen bu heykel o gün bu gündür Beylerbeyi sarayında tutsaktır. Cumhuriyetle birlikte heykel bir tarih yazımı aracı olarak kamusal alana taşınmış, yüksek mermer kaideler üzerinde bronzdan, kimi zaman boy (Sarayburnu heykeli, 1926) kimi zaman da at üzerinde (Ulus heykeli, 1927) duruşuyla halka sonsuza dek süreceği hayal edilen bir varoluşun hatırlanması istenmiştir. Tarihin geçmişi unutturmak niyetiyle yazılması bir yana, Milli Şef heykelleri muhayyel bir güçlü anı, muhayyel bir sonsuza dek ‘dondurma’ amacı taşıdığı için sorunludur.

Ancak heykel sanatının bu topraklarda sivilleştiği modern zamanlarda da sorunsuz olduğu söylenemez. İster figüratif isterse soyut olsun, kamusal alandaki sanatsal kaygılar taşıyan sivil heykeller de “Halkın örf ve adetlerine ters düştüğü” gerekçesiyle kırıldı ya da

-bronz ise- hurdacıya satılmadı mı? Bu bilinçle olsa gerek şimdilerde yapılanlar, temsil ettiği şey olmadıkları gibi kalıcılık amacında da değiller. Heykel olma iddiası güden şeyler artık polyesterden yapılmaktadır: ucuz, içi boş, sentetik, dayanıksız. Kayyumun, bu tercihinde şeylerin de ilk seçimde kendisiyle birlikte gideceği bilincinin etkili olduğunu kabul edebiliriz. Ancak bu kez şeylerin gidişi beklenenden çok daha hızlı oldu.

Yüzlerce koruma himayesinde çalışan, atanmış olmanın hicabıyla şehrin insanlarıyla yüz yüze gelmekten korkan Diyarbakır’ın ‘belediye reisi’nin şehrin kültüründen bihaber olması anlaşılabilir. Ancak güvenlik çemberi altındaki makam odasında şehrin karanlık tarihini araştırabilir, şehrin belleğinde derin izler bırakmış kişiler hakkında bilgi edinebilirdi. Kendisinin de bir gün gideceği kesin olan kayyuma önerim şu: Öncelikle 5. No’lu Cezaevini belediye binasına dönüştürsün. Ardından da kendisinin şu anda bulunduğu yerde bulunabilmesi için kırk yıl önce insanlık dışı gayretler göstermiş, katil yaratık Esat Oktay Yıldıran’ı hatırlasın. Bu hatıraya atıfla yeni belediye binasının önüne Esat Oktay Yıldıran ve köpeği Co’nun polyester şeyini diktirmesi uygun olur. Şehrin kültürüyle bütünleşemedi ama bu yolla en azından şehrin tarihine eklemlenebildiğini gösterir. Kendisine ve temsil ettiği ideolojiye yakışan budur.

(Burhan KUM-Evrensel)