(1)
Başkanlık sistemiyle yönetilen 40 küsur ülkede, bir ikisi dışında demokrasinin varlığından bile söz edilemiyor. Bu ülkelerin büyük çoğunluğunu, bir zamanlar İspanya’nın sömürgesi olan Latin Amerika ülkeleri, resmi dilleri İspanyolca olan ülkeler oluşturuyor. Bunları Afrika ülkeleri izliyor. Başkanlık sisteminin olduğu pek çok ülkede başkan, kısa sürede diktatöre dönüşüyor. Günümüzde Azerbaycan’ında ve Suriye’de görüldüğü gibi, başkan yıllarca başkanlığını yürütüyor ve genelde istenmeyen olaylar sonucunda (Mübarek, Saddam ve Kaddafi gibi) başkanlığı bırakmak durumunda kalıyor.
Başkanlıkla yürütülen ve demokrasileri sorunlu olan ülkelerden yalnız ikisi, Kolombiya ve Güney Kore ekonomik gelişme sürecini yakalamışken diğerleri her konuda zorluk içinde bulunuyor. Teokratik, faşist ya da piyasacı anlayışların hakim olduğu başkanlık sistemiyle yönetilen ülkeler, hem demokrasi açısından hem de sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma açısından bir ikisi dışında, Türkiye’den daha iyi durumda bulunmuyor. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin durumuna bakanlar, biraz olsun insan haklarına değer veriyorlarsa, başkanlık sistemine prim vermiyor. Dolayısıyla dünyadaki uygulamaların ışığında, başkanlık sistemi isteği, ülkenin daha iyi bir duruma gelmesiyle, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma beklentisiyle ilişkili olmuyor. Bu tür istekler genelde, başkanın gücüne imrenmekten, istediğini yapma ve kininin davacısı olma hırsıyla ve “ben” merkezli anlayışlarla yaklaşımlardan kaynaklanıyor.
ABD’deki başkanlık sistemi, hem başkanların en çok (iki dönem) sekiz yıl başkanlık yapabilmeleri ve (yasama, yürütme ve yargı gibi) kuvvetler ayrılığının varlığı nedeniyle, hem de siyasal yapının kedine özgü niteliği nedeniyle, diğer ülkelerdeki başkanlıklara benzemiyor.
Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini kuran irade, padişahın egemenliğine son vermiş, başkanlık sistemini reddedip egemenliğin halkta olduğunu, üniter devlet yapısını ve parlamenter demokrasi anlayışını benimsemiştir. ABD’deki dönüşüm ise farklı olmuş, 1776’daki bağımsızlık savaşı sonunda 13 devletin bir araya gelerek oluşturdukları ABD, federal devlet yapısını ve (Amerikan usulü) başkanlık sistemini yeğlemiştir.
ABD’de, başkanlıkla yönetilen diğer ülkelere göre hukuk daha iyi işliyor. Vergi kaçırma, rüşvet, hainlik, hukuk dışı davranma ve kamuoyunu kandırma gibi yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan başkan bile yargılanabilmektedir. Amerikan temsilciler meclisinin kararı üzerine Yüksek Mahkeme başkanının başkanlığında senato tarafından yargılanan başkanın suçlanması için 60 senatörün oyu gerekmektedir.
Örneğin Nixon’un başkan yardımcısı Spiro Agnew, 1960’larda vergi kaçırdığı ortaya çıkınca, yargılanmadan kaçınarak 1974’te başkan yardımcılığından istifa etmiştir. 1972 seçimlerinde Demokrat Partinin seçim bürosundan hukuk dışı yollarla bilgi toplattığı ortaya çıkan Başkan Nixon, yargılandığında başkanlıktan atılacağını bildiği için, Agnew’den hemen sonra istifa etmek zorunda kalmıştır. 1868 yılında Başkan Andrew Johnson ve 1999 yılında da Başkan Clinton açılan davalar nedeniyle yargılanmışlar, onları suçlu gören senatör sayısı 60’a ulaşmadığından başkanlıklarını koruyabilmişlerdir.
ABD’de başkan, genelde seçime girdiği partinin lideri falan değildir. ABD’de, 435 kadar seçim bölgesinden seçilen birer milletvekilinden oluşan temsilciler meclisi ile 50 eyaletten seçilen ikişer kişiden oluşan Senato vardır. Başkan’ın üst görevler için aday gösterdiği kişiler, Yüksek Mahkeme üyeleri gibi, Senato’nun onayını almaları durumunda o göreve atanabilmektedir. ABD’de, birkaç dönem Demokrat başkan seçilmişse arkasından cumhuriyetçi başkan seçilmektedir. Temsilciler meclisi ile senatoda, partiler genelde mutlak çoğunluk elde edememektedir.
ABD başkanı, yapmak istediklerini gerçekleştirmek için hemen her konuda, muhalefetin desteğini almak durumundadır. ABD’de temsilciler meclisi üyeleri ile senatörler, parti başkanı tarafından aday olarak belirlenmemektedirler ve de parti başkanına bağımlı değildirler. Partilerindense, seçim bölgesi ya da eyalet seçmenine karşı sorumludurlar. ABD’deki siyasal anlayışta, hiçbir başkan, her gün televizyonlara çıkmayı, muhaliflerine hakaretler yağdırmayı, karikatürünü çizenlere dava açmayı, muhtarları, yazarları, akademisyenleri toplayıp nutuk atmayı aklından geçirmemektedir; rektör atamayı da, tiyatroya, sanata ve spora karışmaya da. ABD’deki başkanlık sistemi, başkanın diktatörleşmesini olabildiğince önleyebilen bu siyasal ortamda ve koşullar altında işlemektedir.
Başkanın diktatörleşmesini önleyecek süreçlerin olmaması durumunda başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşmesini engelleyecek bir yol yoktur.
Bu nedenle, demokratik yaşamdan uzaklaşmamak ve seçilecek başkana diktatörlük yolunu açmamak için, başkanlık sistemiyle ilişkili halkoylamasında, “HAYIR” demek gerekmektedir.
***
(2)
ABD, dünyanın en güçlü sömürgen/emperyalist devletidir ve dünyada üretilen toplam gelirin yüzde 80 kadarına sahiptir. ABD, pek çok ülke liderini toplumuna yabancılaştırmaktadır. ABD’nin bu emperyalist gücü, güç peşinde olanlarda başkanlık sistemine hayranlık yaratmaktadır.
Ancak dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olsa da, ABD’nin başkanlık sistemi, kendi insanına bile yararı olmayan ve dünyaya da çeşitli kötülüklere ve felaketlere neden olan bir sistemdir. ABD’nin kendi insanına reva gördüklerinin bir bölümü şöyle özetlenebilir:
Amerikalılar, her Kasım ayının son perşembesini, kıtaya ilk ayak bastıklarında yiyeceklerini paylaşarak onları açlıktan kurtaran yerlilere atfen “Şükran günü” olarak kutlamaktadırlar. Ancak bu günü kutlasalar da, birkaç milyon yerliden geriye ancak birkaç bin yerli bırakan da onlardır.
ABD, yüzyıl boyunca Afrikalı siyahları köleleştirmekte ve köle olarak kullanmakta ve köle ticaretinde olduğu gibi yerli halkları yok etmede emperyalist İspanyollarla at-başı gitmiştir. ABD, yakın zamana kadar, siyahları insan yerine koymamış, öldürülmelerini bile suç saymamış ve onlara eğitim hakkı vermemişti. Pek çok insanın hayranlık duyduğu ve demokrasi sembolü saydığı Kennedy’nin başkanlığında- 1960’ların ilk yıllarında bile, otobüslerde ve lokantalarda “Zenciler ve köpekler” giremez uyarıları asılmıştır.
ABD, I. Dünya Savaşı sonrasında gücünü artırmış ve II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın en zengin ülkesine dönüşmüştür. Ancak bir çiftçi çocuğunun üniversiteye gitme şansı 1913-1975 yılları arasında anlamlı bir şekilde değişmemiştir (bkz. S. Bowles ve H. Gintis, Schooling in capitalist America, 1976). ABD’de, üst çeyrek gelir grubundan gelen bir öğrencinin 24 yaşına kadar üniversiteden mezun olma şansı, en alt çeyrek gelir grubundan gelen öğrenciden 1979’da dört kat ve 1995’te 10 kat fazladır (bkz. T. Mortenson, The educational attainment by family income, Postsecondary Opportunity, November, 14, 1, 1995).
Türkiye’ye de burnunu sokmuş olan CIA ajanlarından G.E. Fuller, başkanlık rejimiyle yönetilen Amerika’yı, ekonomik ve sosyal problemlerini çözemezse, etnik yapının demokrasiyi tehlikeye sokacağı konusunda uyarmıştır (bkz. M. Aydoğan, Yenidünya düzeni: Kemalizm ve Türkiye 2, 1999). ABD’nin önde gelen piyasacı vakıflarından Carnegie Vakfı ile ilişkili bir Komisyonun başkanlarından Ernest Boyer de, “Kendimizi yurttaş olarak eğitmemiz için daha sağlıklı bir yol bulamazsak, Amerika’nın yeni bir karanlık çağa girme riski vardır” demektedir (bkz. O. Ichilov, Citizenship and citizenship education in a changing world, 1998). 1990 yılında yapılan bu uyarıların üzerinden 25 yıl geçmiş olsa da, ABD, bu konularda daha iyi bir noktada değildir. ABD’yi bu noktaya getiren başkanlık sistemi, sorunları çözmekten de uzaktır. Yoksul ile varsıl arasındaki fark giderek artan ABD, çeşitli suçlarda ve tecavüz olaylarından da pek çok Avrupa ülkesinin önündedir.
Diğer faşist başkanlıklar gibi, ABD sisteminin de faşist dönemleri olmuştur ve her an olabilmektedir. O dönemlerden biri, 1940 sonlarında başlayıp 1950’lerin ortalarına kadar yaşanan ve Makkarticilik, İkinci Kızıl Panik ya da cadı avı olarak adlandırılan dönemdir. Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarthy ile bazı din adamlarından, gazetecilerden ve FBI Başkanı Hoover’dan oluşan yandaşları, karşıtlarını komünist ya da komünist duygudaşı olmakla suçlamışlardır. İspiyonculuk artmış, her kesimden pek çok kişi, mağdur edilmiş, nedensiz yere yargılanmış ve ABD’den kaçmak zorunda kalmıştır. Bu süreçte komünistlikle suçlanıp işini kaybeden ünlülerden biri, bilim insanı Julius Robert Oppenheimer’dır. Bu sürecin en vahim olayı, Ethel Greenglass ve Julius Rosenberg çiftinin, ABD Komünist Partisi üyesi oldukları için haksız yere Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla suçlanıp 19 Haziran 1953 günü idam edilmeleridir. Bu arada ABD’de haksız yere suçlananlar ve idam edilenler, ne yazık ki bu çiftle de sınırlı değildir.
Radikal Müslümanların 11 Eylül 2001 günü gerçekleştirdikleri ikiz kuleler faciası sonrasında, ABD’de bu kez Ortadoğulu avı başlatılmıştır. Yeni başkan Trump’ın, ABD nedeniyle düzeni ve iç huzuru bozulan bazı Müslüman ülkelerin yurttaşlarına ülkeye giriş izni vermeme çabası, ABD faşistliğinin son halkasıdır.
Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin yukarıda özetlenen durumunu görmek istememektedirler. Başkanlık sisteminin, Richard Nixon gibi rakip parti merkezinde casusluk yaptıran, Gerald Ford ve George Bush gibi zeka düzeyleri nedeniyle haklarında şakalar çıkarılan ya da günümüzün Donald Trump’ı gibi faşist başkanlar ürettiğini de görmezden gelmektedirler.
Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin pek çok ülkenin iç işlerine karışmasını, pek çok ülkede yandaşları aracılığıyla darbe yaptırmasını, pek çok diktatörü, kukla gibi oynatmasını da görmezden gelmektedirler, son yıllarda Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da yaptıklarını da.
Kuvvetler ayrımının olduğu ve göreceli olarak diğer başkanlık sistemlerinden daha demokratik süreçleri içeren ABD başkanlık sisteminin bile ABD’yi bu duruma getirmesi, başkanlık sistemlerinin özenilesi bir sistem olmadığını göstermektedir. Türkiye’ye dayatılan başkanlık sistemi, ABD başkanlık sisteminde her bakımdan çok daha tehlikeli bir sistemdir. Bu durumda, birazcık demokratik haklara saygı duyanların yapacağı tek şey vardır: Başkanlığa çağrıştıracak her sistem ya da girişime, “HAYIR” demek.
Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gamil.com
Başkanlık sistemiyle yönetilen 40 küsur ülkede, bir ikisi dışında demokrasinin varlığından bile söz edilemiyor. Bu ülkelerin büyük çoğunluğunu, bir zamanlar İspanya’nın sömürgesi olan Latin Amerika ülkeleri, resmi dilleri İspanyolca olan ülkeler oluşturuyor. Bunları Afrika ülkeleri izliyor. Başkanlık sisteminin olduğu pek çok ülkede başkan, kısa sürede diktatöre dönüşüyor. Günümüzde Azerbaycan’ında ve Suriye’de görüldüğü gibi, başkan yıllarca başkanlığını yürütüyor ve genelde istenmeyen olaylar sonucunda (Mübarek, Saddam ve Kaddafi gibi) başkanlığı bırakmak durumunda kalıyor.
Başkanlıkla yürütülen ve demokrasileri sorunlu olan ülkelerden yalnız ikisi, Kolombiya ve Güney Kore ekonomik gelişme sürecini yakalamışken diğerleri her konuda zorluk içinde bulunuyor. Teokratik, faşist ya da piyasacı anlayışların hakim olduğu başkanlık sistemiyle yönetilen ülkeler, hem demokrasi açısından hem de sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma açısından bir ikisi dışında, Türkiye’den daha iyi durumda bulunmuyor. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin durumuna bakanlar, biraz olsun insan haklarına değer veriyorlarsa, başkanlık sistemine prim vermiyor. Dolayısıyla dünyadaki uygulamaların ışığında, başkanlık sistemi isteği, ülkenin daha iyi bir duruma gelmesiyle, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma beklentisiyle ilişkili olmuyor. Bu tür istekler genelde, başkanın gücüne imrenmekten, istediğini yapma ve kininin davacısı olma hırsıyla ve “ben” merkezli anlayışlarla yaklaşımlardan kaynaklanıyor.
ABD’deki başkanlık sistemi, hem başkanların en çok (iki dönem) sekiz yıl başkanlık yapabilmeleri ve (yasama, yürütme ve yargı gibi) kuvvetler ayrılığının varlığı nedeniyle, hem de siyasal yapının kedine özgü niteliği nedeniyle, diğer ülkelerdeki başkanlıklara benzemiyor.
Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini kuran irade, padişahın egemenliğine son vermiş, başkanlık sistemini reddedip egemenliğin halkta olduğunu, üniter devlet yapısını ve parlamenter demokrasi anlayışını benimsemiştir. ABD’deki dönüşüm ise farklı olmuş, 1776’daki bağımsızlık savaşı sonunda 13 devletin bir araya gelerek oluşturdukları ABD, federal devlet yapısını ve (Amerikan usulü) başkanlık sistemini yeğlemiştir.
ABD’de, başkanlıkla yönetilen diğer ülkelere göre hukuk daha iyi işliyor. Vergi kaçırma, rüşvet, hainlik, hukuk dışı davranma ve kamuoyunu kandırma gibi yolsuzluk yaptığı ortaya çıkan başkan bile yargılanabilmektedir. Amerikan temsilciler meclisinin kararı üzerine Yüksek Mahkeme başkanının başkanlığında senato tarafından yargılanan başkanın suçlanması için 60 senatörün oyu gerekmektedir.
Örneğin Nixon’un başkan yardımcısı Spiro Agnew, 1960’larda vergi kaçırdığı ortaya çıkınca, yargılanmadan kaçınarak 1974’te başkan yardımcılığından istifa etmiştir. 1972 seçimlerinde Demokrat Partinin seçim bürosundan hukuk dışı yollarla bilgi toplattığı ortaya çıkan Başkan Nixon, yargılandığında başkanlıktan atılacağını bildiği için, Agnew’den hemen sonra istifa etmek zorunda kalmıştır. 1868 yılında Başkan Andrew Johnson ve 1999 yılında da Başkan Clinton açılan davalar nedeniyle yargılanmışlar, onları suçlu gören senatör sayısı 60’a ulaşmadığından başkanlıklarını koruyabilmişlerdir.
ABD’de başkan, genelde seçime girdiği partinin lideri falan değildir. ABD’de, 435 kadar seçim bölgesinden seçilen birer milletvekilinden oluşan temsilciler meclisi ile 50 eyaletten seçilen ikişer kişiden oluşan Senato vardır. Başkan’ın üst görevler için aday gösterdiği kişiler, Yüksek Mahkeme üyeleri gibi, Senato’nun onayını almaları durumunda o göreve atanabilmektedir. ABD’de, birkaç dönem Demokrat başkan seçilmişse arkasından cumhuriyetçi başkan seçilmektedir. Temsilciler meclisi ile senatoda, partiler genelde mutlak çoğunluk elde edememektedir.
ABD başkanı, yapmak istediklerini gerçekleştirmek için hemen her konuda, muhalefetin desteğini almak durumundadır. ABD’de temsilciler meclisi üyeleri ile senatörler, parti başkanı tarafından aday olarak belirlenmemektedirler ve de parti başkanına bağımlı değildirler. Partilerindense, seçim bölgesi ya da eyalet seçmenine karşı sorumludurlar. ABD’deki siyasal anlayışta, hiçbir başkan, her gün televizyonlara çıkmayı, muhaliflerine hakaretler yağdırmayı, karikatürünü çizenlere dava açmayı, muhtarları, yazarları, akademisyenleri toplayıp nutuk atmayı aklından geçirmemektedir; rektör atamayı da, tiyatroya, sanata ve spora karışmaya da. ABD’deki başkanlık sistemi, başkanın diktatörleşmesini olabildiğince önleyebilen bu siyasal ortamda ve koşullar altında işlemektedir.
Başkanın diktatörleşmesini önleyecek süreçlerin olmaması durumunda başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşmesini engelleyecek bir yol yoktur.
Bu nedenle, demokratik yaşamdan uzaklaşmamak ve seçilecek başkana diktatörlük yolunu açmamak için, başkanlık sistemiyle ilişkili halkoylamasında, “HAYIR” demek gerekmektedir.
***
(2)
ABD, dünyanın en güçlü sömürgen/emperyalist devletidir ve dünyada üretilen toplam gelirin yüzde 80 kadarına sahiptir. ABD, pek çok ülke liderini toplumuna yabancılaştırmaktadır. ABD’nin bu emperyalist gücü, güç peşinde olanlarda başkanlık sistemine hayranlık yaratmaktadır.
Ancak dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olsa da, ABD’nin başkanlık sistemi, kendi insanına bile yararı olmayan ve dünyaya da çeşitli kötülüklere ve felaketlere neden olan bir sistemdir. ABD’nin kendi insanına reva gördüklerinin bir bölümü şöyle özetlenebilir:
Amerikalılar, her Kasım ayının son perşembesini, kıtaya ilk ayak bastıklarında yiyeceklerini paylaşarak onları açlıktan kurtaran yerlilere atfen “Şükran günü” olarak kutlamaktadırlar. Ancak bu günü kutlasalar da, birkaç milyon yerliden geriye ancak birkaç bin yerli bırakan da onlardır.
ABD, yüzyıl boyunca Afrikalı siyahları köleleştirmekte ve köle olarak kullanmakta ve köle ticaretinde olduğu gibi yerli halkları yok etmede emperyalist İspanyollarla at-başı gitmiştir. ABD, yakın zamana kadar, siyahları insan yerine koymamış, öldürülmelerini bile suç saymamış ve onlara eğitim hakkı vermemişti. Pek çok insanın hayranlık duyduğu ve demokrasi sembolü saydığı Kennedy’nin başkanlığında- 1960’ların ilk yıllarında bile, otobüslerde ve lokantalarda “Zenciler ve köpekler” giremez uyarıları asılmıştır.
ABD, I. Dünya Savaşı sonrasında gücünü artırmış ve II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın en zengin ülkesine dönüşmüştür. Ancak bir çiftçi çocuğunun üniversiteye gitme şansı 1913-1975 yılları arasında anlamlı bir şekilde değişmemiştir (bkz. S. Bowles ve H. Gintis, Schooling in capitalist America, 1976). ABD’de, üst çeyrek gelir grubundan gelen bir öğrencinin 24 yaşına kadar üniversiteden mezun olma şansı, en alt çeyrek gelir grubundan gelen öğrenciden 1979’da dört kat ve 1995’te 10 kat fazladır (bkz. T. Mortenson, The educational attainment by family income, Postsecondary Opportunity, November, 14, 1, 1995).
Türkiye’ye de burnunu sokmuş olan CIA ajanlarından G.E. Fuller, başkanlık rejimiyle yönetilen Amerika’yı, ekonomik ve sosyal problemlerini çözemezse, etnik yapının demokrasiyi tehlikeye sokacağı konusunda uyarmıştır (bkz. M. Aydoğan, Yenidünya düzeni: Kemalizm ve Türkiye 2, 1999). ABD’nin önde gelen piyasacı vakıflarından Carnegie Vakfı ile ilişkili bir Komisyonun başkanlarından Ernest Boyer de, “Kendimizi yurttaş olarak eğitmemiz için daha sağlıklı bir yol bulamazsak, Amerika’nın yeni bir karanlık çağa girme riski vardır” demektedir (bkz. O. Ichilov, Citizenship and citizenship education in a changing world, 1998). 1990 yılında yapılan bu uyarıların üzerinden 25 yıl geçmiş olsa da, ABD, bu konularda daha iyi bir noktada değildir. ABD’yi bu noktaya getiren başkanlık sistemi, sorunları çözmekten de uzaktır. Yoksul ile varsıl arasındaki fark giderek artan ABD, çeşitli suçlarda ve tecavüz olaylarından da pek çok Avrupa ülkesinin önündedir.
Diğer faşist başkanlıklar gibi, ABD sisteminin de faşist dönemleri olmuştur ve her an olabilmektedir. O dönemlerden biri, 1940 sonlarında başlayıp 1950’lerin ortalarına kadar yaşanan ve Makkarticilik, İkinci Kızıl Panik ya da cadı avı olarak adlandırılan dönemdir. Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarthy ile bazı din adamlarından, gazetecilerden ve FBI Başkanı Hoover’dan oluşan yandaşları, karşıtlarını komünist ya da komünist duygudaşı olmakla suçlamışlardır. İspiyonculuk artmış, her kesimden pek çok kişi, mağdur edilmiş, nedensiz yere yargılanmış ve ABD’den kaçmak zorunda kalmıştır. Bu süreçte komünistlikle suçlanıp işini kaybeden ünlülerden biri, bilim insanı Julius Robert Oppenheimer’dır. Bu sürecin en vahim olayı, Ethel Greenglass ve Julius Rosenberg çiftinin, ABD Komünist Partisi üyesi oldukları için haksız yere Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla suçlanıp 19 Haziran 1953 günü idam edilmeleridir. Bu arada ABD’de haksız yere suçlananlar ve idam edilenler, ne yazık ki bu çiftle de sınırlı değildir.
Radikal Müslümanların 11 Eylül 2001 günü gerçekleştirdikleri ikiz kuleler faciası sonrasında, ABD’de bu kez Ortadoğulu avı başlatılmıştır. Yeni başkan Trump’ın, ABD nedeniyle düzeni ve iç huzuru bozulan bazı Müslüman ülkelerin yurttaşlarına ülkeye giriş izni vermeme çabası, ABD faşistliğinin son halkasıdır.
Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin yukarıda özetlenen durumunu görmek istememektedirler. Başkanlık sisteminin, Richard Nixon gibi rakip parti merkezinde casusluk yaptıran, Gerald Ford ve George Bush gibi zeka düzeyleri nedeniyle haklarında şakalar çıkarılan ya da günümüzün Donald Trump’ı gibi faşist başkanlar ürettiğini de görmezden gelmektedirler.
Başkanlık sistemini çekici bulanlar, nedense, ABD’nin pek çok ülkenin iç işlerine karışmasını, pek çok ülkede yandaşları aracılığıyla darbe yaptırmasını, pek çok diktatörü, kukla gibi oynatmasını da görmezden gelmektedirler, son yıllarda Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da yaptıklarını da.
Kuvvetler ayrımının olduğu ve göreceli olarak diğer başkanlık sistemlerinden daha demokratik süreçleri içeren ABD başkanlık sisteminin bile ABD’yi bu duruma getirmesi, başkanlık sistemlerinin özenilesi bir sistem olmadığını göstermektedir. Türkiye’ye dayatılan başkanlık sistemi, ABD başkanlık sisteminde her bakımdan çok daha tehlikeli bir sistemdir. Bu durumda, birazcık demokratik haklara saygı duyanların yapacağı tek şey vardır: Başkanlığa çağrıştıracak her sistem ya da girişime, “HAYIR” demek.
Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gamil.com