27 Mayıs 2017 Cumartesi

“Şimdi sivil itaatsizlik dönemi” - ÜNAL ÖZMEN

Şenal Sarıhan, Cumhuriyet’ten Kemal Göktaş’a verdiği mülakattın bir yerinde “Şimdi sivil itaatsizlik dönemi başlıyor” dedi (Cumhuriyet, 22.5.2017) . Söyleşiye başlık yapılıp birinci sayfadan verilmesi, ifadenin örgütlü bir hareketin çağrısı gibi algılanmasına yol açıyor. Sarıhan’ın çağrısı, yaşanan hukuksuzluk karşısında devletle ilişkisini gözden geçirmeyi düşünenler için oldukça heyecan verici.
Fakat Sarıhan, hukuk içinde ve hukuki yollarla “yurttaşlık bağımızı güçlendirmek için yapacağız bunu” diyor. Ya hukuki yollar kapalıysa? Kaldı ki itaatsizlik, hukukun dışına çıkan devletle ilişkinin asgari düzeye çekilmesi, yurttaşlık bağının gevşetilmesi anlamına gelir (devlet diyorum, çünkü itaat isteyen hükümet değil; güvenlik, hukuk, eğitim, ekonomi ve diğer tüm birimleriyle partileşmiş bir devlet var karşımızda). Elbette bu bir çelişki değil; bir hukukçu ve milletvekilinin yurttaşlık haklarını meclis dışında araması, dışarıdaki bizler için yol gösterici olduğu gibi aynı zamanda cesaretlendirici bir çıkış.

Örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı militarist baskının hat safhada olduğu dönemlerde sizi yok sayan devlete karşı gösterilebilecek uygun, etkili ve riski en az tepki ona küsmektir. Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşları arasında ayrımcılık yapıyor: Kamunun sunduğu hizmet ve olanaklardan eşit şekilde yararlanamıyor, adalet organları hukukunuzun güvencesi olmaktan çıkmış, siyasi haklarınızı kullanamıyor yani devlet sizinle olan ilişkisini sadece sizin yükümlülüğünüzü yerine getirmenize indirgemişse sözleşme tek taraflı fesih edilmiş demektir. Bu durumda sizin de yapabileceğiniz bir şeyler olmalı.

Direnişte asıl amaç baskı araçlarını etkisiz hale getirmektir. Son yıllarda devlet ve onu kontrol eden güçler, yeterince itaatkar bulmadığı kesimlerin ekonomisini çökerterek halkı boyun eğmeye zorluyor: Malına mülküne el koyuyor; iş vermiyor, çalışanını işten atıyor, sosyal güvenlik sisteminin dışına çıkartıyor vs. Kolektif yaşamın, toplumsal dayanışmanın, kamusal hakların darbe aldığı neoliberal donemde ekonomik yaptırımlar birey için oldukça ağır bir ceza. Nuriye ile Semih’in eylemleri boyunca taleplerini “işimizi dönmek istiyoruz” sloganıyla dile getirmeleri, birey için iktisadi baskının sosyal baskılardan daha öncelikli soruna dönüştüğünü gösteriyor.

Kişi düşmanını kendisine en çok acı veren yöntemle cezalandırır. Kapitalizmin ekonomik yaptırımları cezalandırma amacıyla kullanılması, ekonomik varlığını ve ayrıcalıklarını kaybetmekten korkmasıyla ilgili. Bu nedenle devlet, eylemini suç saydığı vatandaşını eskiden olduğu gibi Pirin Mağaraları’na kapatma yerine, cezadan da kâr elde edecek biçimde ona iktisadi abluka uyguluyor. Parayı damarından akan kan, soluduğu hava, içtiği su gibi yaşamsal  bulan ve size yönelik baskıyı yine sizden topladığı ile finanse eden güçlere karşı devreye sokabilirsiniz. Bu bakımdan anlamlı bulduğum firma ve ürün boykotlarının, birini boykot ederken diğerine yakalanmadan sürdürülebilir biçimde geliştirilmesi gerekiyor. Bu konuda hâlâ ilham kaynağı olan sivil itaatsizlik örnekleri mevcut: Beyazlarla aynı kapı ve koltukları kullanması yasağına karşı siyahların ABD’de başlattığı otobüs yolcusu olmama (Mongomery Boykotu), İngiliz yönetiminin tuz vergisine karşı Gandhi’nin tuza (denize) yürüyüşü, baskıcı yönetimlere karşı geliştirilmiş kitlesel ambargo örnekleridir.

Sizi külfet sayıyorsa boykotunuza devleti de dahil edebilirsiniz. İster fiili, ister ekonomik, ister siyasi, ister psikolojik her ne biçimde olursa olsun iktidar saldırısına maruz kalan her yurttaş sözleşmesine uymayan devletle ilişkisini vergi mükellefi olarak yürütmek durumunda değildir. Örgütlü olmak, bir organizasyondan önderlik beklemeye gerek yok; her yurttaş harcadığı paranın nereye gittiğini, kimlere aktarıldığını, kimin çıkarına kimin aleyhine kullanıldığını hesaba katıp kendi usulünce ambargoya katılabilir.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

İran Avrupa’ya daha yakın ABD’ye çok daha uzak - MUSTAFA K. ERDEMOL

Muhafazakâr mollalar gel git akıllı Trump’ın işine daha fazla yarardı tabii ama İran “ılımlı”yı seçti. Trump, ılımlı olmakta ısrarlı İran karşısında haylaz oğlan çocuğu olmayı ne kadar sürdürebilir?
İran’da yapılan seçimlerden ikinci kez galip çıkan Hasan Ruhani’nin talihsizliği ABD’nin başında Donald Trump gibi birinin olması. Çünkü daha seçim propagandası sırasında bile İran’ın ABD ve Batı ülkeleriyle yaptığı anlaşmaya karşı olduğunu söyleyen, seçilmesi halinde söz konusu anlaşmayı iptal etmeye çalışacağını açıklamış olan Trump herhalde bu sözünü yerine getirmek için elinden geleni yapacak.

Anlaşmadan ABD’nin “siyasi” anlamda zarar gördüğüne her nasılsa inanmış biri Trump. Oysa söz konusu anlaşma İran’a kimilerinin sandığı gibi olağanüstü bir yarar sağlamış değil. Anlaşmadan sonra kaldırıldığı söylenen yaptırımların, sadece nükleer silahlanma konusunda kısmen kaldırıldığı düşünülürse daha iyi anlaşılır. İran hâlâ hem de çok geniş bir alanda ABD öncülüğündeki Batı ambargolarıyla sarmalanmış durumda. Ancak yapılan anlaşmayla “milletler ailesinde” (deyim, batı kaynaklıdır) yer alma kararlılığı göstermesi İran’ın artık uzlaşmacı, gerginlikten uzak bir politika izleyeceğinin işareti. Ambargoları sürdürmesine rağmen Avrupa bu yanıyla İran’a ABD kadar sert tutum alıyor değil artık.


Ruhani’nin yerine son derece şahin İbrahim Reisi gibi birinin seçilmesi elbette gerginlikten yana politika sürdürmede kararlı Trump’ın işine yarayacaktı. Ancak ekonomi konusunda verdiği sözlerin hiçbirini (kuşkusuz ambargoların da etkisiyle) yerine getiremeyen Ruhani’nin buna rağmen özellikle genç oyları toplayarak yeniden seçilmesi Trump’ın işini zorlaştıracak. Çünkü “teslim olduğumuz anlamına gelmez” demiş de olsa anlaşma  kurallarına uymada ısrarlı bir lider görecek karşısında Trump. ABD ile barışık, Avrupa ile sıkı işbirliği içinde olmaya niyetli bir İran’ın ABD ile Ortadoğu’daki “dostları”nın hoşuna gitmeyeceği çok açık. Bu nedenledir ki, Trump ilk yurtdışı ziyaretini ilkel Suudi palavra krallığına yaptı. Bununla kalmayıp, bir “İslam NATO”su kurulmasının gerektiğini de söyledi. Bu “NATO”nun İran karşıtı olacağını söylemeye gerek yok elbette.
İran’ın Suriye Krizi ile Yemen’deki ABD – Batı (dolayısıyla Suudi) karşıtı tutumu da Trump’ın hoşuna gidiyor değil. Anlaşmayı bozması durumunda İran’ı bu nedenle de kolay hedef haline getirebilecek. ABD, Batı ile nükleer programını amaç ve barış dışı kullanmayacağını tüm dünyaya ilan eden İran’ı Suudi Arabistan’da yaptığı konuşmasında Trump, küresel terörizmin öncüsü, bölgede yıkım ve kaosun sorumlusu olarak niteledi. Trump’a bunları söyleten kişisel hıncı olduğu kadar belki daha da çok ilkel Suudi krallığına sattığı milyar dolarlık silah anlaşması elbette. Bu konuşmanın yapıldığı Suudi Arabistan, çok değil daha geçen yıl ABD mahkemelerinde, 11 Eylül kurbanlarının yakınlarınca hakkında dava açılabileceği kararı verilen, yani 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan bir ülke.

Muhafazakârları tercih etmeyen, “ılımlı” bir mollayı yani Ruhani’yi tüm başarısızlığına rağmen seçen İran halkının “sakinlikten” yana tutumuna büyük saygısızlık tabii ki bu. İranlı seçmen, ülkenin her şeyi olan Dini Lider Ali Hamaney’in açıkça tercih ettiğini belirttiği son derece muhafazakâr İbrahim Reisi’yi seçmemesi az şey değil. Bu sandık yoluyla itiraz demek.

Avrupa’nın İran konusunda ABD (Trump) kadar sert olmadığı belli. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi eşbaşkanı Carl Bildt’in “İran dünyaya açılmaya oy verdi, fakat Trump dünyayı İran’ı izole etmeye çağırıyor. Avrupalıların İran’la ilişki kurması daha muhtemel” demesi bunun en iyi örneği.
Ruhani’nin seçilmesi bir “rejim değişikliği” değil elbette ama rejimin sürdürülemeyeceği konusunda küçük de olsa bir gösterge. Son derece yanlış bir adlandırmayla, bendeniz de kullanıyorum maalesef, reformist olarak tanımlanan “ılımlı” Ruhani, ilk dönem iktidarı boyunca muhafazakarların hiçbir talebini, beklentisini karşılamadı. Hatta ülkenin en ama en muhafazakar kurumu olan Devrim Muhafızları ile kamu önünde tartışmaya  bile girdi. Ruhani’nin en büyük destekçileri Batı ile ilişkilerin geliştirilmesinden yana olan gençlerdi elbette. Bu yakın gelecekte “rejimin” sürdürülebilir olmasını zorlaştıracak bir etken.

Peki böyle göstergeler varsa, bu ABD’ye mollalar rejimini değiştirme çabalarında kolaylık sağlamaz mı? Örneğin Batı’yla iyi geçinmeyi isteyen kesimleri kışkırtmasında elini güçlendirmez mi? Hepsi mümkün ama Trump, muhafazakârların yönetimindeki bir İran’dan daha da memnun olur. Çünkü ABD’nin askerileştirilmiş dış politikası gerginlik üzerine kurulu. Suudi ve İsrail dostluğu, “ılımlı” (hadi reformist de diyeyim yine) bir İran’ı tercih etmesine engel ABD’nin.
Trump dönemi İran’ın manevra alanını daraltacak, bu kesin. Bu iç politikada muhafazakaların elini güçlendiren bir etki de yaratabilir.

Anlaşmayı iptal kolay değil
İstediği kadar bağırıp çağırsın Trump İran’la yapılan anlaşmayı iptal edemez. Çünkü anlaşmanın ABD dışında da tarafları var, ki, onlar ABD gibi yaklaşmıyor İran’a. Trump anlaşmayı iptale kalkarsa Rusya ile de Çin ile de bu konuda da sorun yaşayacak kuşkusuz. Kaldı ki anlaşmaya bağlı kalacağını ısrarla söyleyen bir ülke olarak İran’ın karşısında “hayır iptal edeceğim” demek ABD’nin imajı açısından da sorun yaratacak.

Dolayısıyla bağırıp çağırıp şımarıklık yapan Trump İran’a karşı başka hesaplar geliştirmek durumunda. O nedenle “İslam NATO”su gibi İran karşıtı bloklar oluşturmayı deniyor.
Nasılsa yanında İslam dünyasının yüzkaraları var. Katar’ından Suudi Arabistan’a kadar. Görevinden alınıp kafesine kapatılıncaya kadar bu sevimsiz adamın şaklabanlıklarına sabretmek durumundayız.

Görünen o.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN


‘Muhafazakâr-dindar’ ve ‘aşırı muhalif’ - ALİ SİRMEN

Şu işe bakın siz! Sözcü gazetesine yönelik olarak, FETÖ’cülük iddiasıyla soruşturma açılacak ve Fehmi Koru’nun tanık sıfatıyla ifadesine başvurulacak...
Sözcü gazetesi ve sahibi Burak Akbay için başlatılan soruşturmanın baş dayanaklarından biri, kılıktan kılığa girmekte üstat olan Fehmi Koru’nun, Taha Kıvanç kılığında iken yazdığı bir yazı. Perşembe günü Cumhuriyet’in haber portalında bildirildiğine göre Fehmi Koru ya da dilerseniz Taha Kıvanç, kendi sosyal medya hesabında yaptığı açıklamada Burak Akbay’ın babası Ertuğrul Akbay’ın bir özel konuşmada kendisine “oğlum dinine bağlı, muhafazakâr değerlere sahip biridir” demesine rağmen Sözcü gibi AŞIRI MUHALİF bir gazetenin patronu olmasını pek mantıklı bulmadığından, Burak Akbay’ın İsviçre’de cemaate ait bir evde yetiştirildiğini söyleyen yazıyı Yeni Şafak’ta yazdığını belirtmiş.

Bu arada Fehmi Koru yaptığını savunurken, şunları eklemeyi de unutmamış:
- Kusura bakılmasın, ama dünyanın her yerinde benim yaptığıma gazetecilik deniyor. 

***
Olanlara nereden bakılırsa bakılsın, akıl erdirip anlamak güç hatta olanaksızdır.
Fehmi Koru’nun gazetecilik mantığına göre, Sözcü “aşırı muhalif” bir gazetedir.
Demokrasilerde, muhalif gazete diye bir kavram vardır, ama AŞIRI MUHALİF gazete diye bir kavram yoktur. Aşırı muhalif deyimi, gereğinden fazla, ölçüyü kaçırmış, dolayısıyla hizaya sokulması mubah çağırışımını yapan ve asla kullanılması onaylanamayacak olan bir kavramdır.
Demokrasilerde, kişiler, kuruluşlar, basın yayın organları, siyasi partiler, kaba kuvvet ya da hakarete başvurmamak kaydıyla, muhalefetlerinin ölçüsünü kendileri saptarlar. Onlara dışarıdan, iktidar ya da başka bir çevre veya yandaşları tarafından, muhalefetlerinin ne ölçüde olması gerektiği dayatılamaz.
Öte yandan baskıcı, dini ticaretine veya siyasi çıkarlarına alet eden uygulamalara, muhalefetin dinine bağlılık ve muhafazakâr değerlere sahip olmakla çelişen ne gibi bir yönü olabilir ki, Fehmi Koru’ya garip geliyor?
Yani gazetecilik yaptığını iddia eden Fehmi Koru’ya göre, Türkiye’de bugün muhalefet edenler dini değerlerine sahip olmayan kişiler midir?
Böyle bir mantıkla yapılacak gazetecilik ne ölçüde sağlıklı olabilir ki?
Tam tersine, dinbaz politikalar, en fazla dinine sıkı sıkıya bağlı kişileri muazzep edecektir. Çünkü dini, ticarete veya siyasete alet etmek demek olan dinbazlık, dine yapılabilecek en büyük saldırıdır.
Muhafazakâr değerlere sahip olmak, kimi değerlerin, ahlaki vecibelerin görmezden gelinmesine, tüm ahlaki gereklerin salt ibadetin şekil şartıyla belirlenmesine karşı çıkılmasına, bunu yapanlara muhalefet edilmesinden imtina edilmesine neden olmaz.
Tam tersine ahlaki değerlere, samimiyetle sahip çıkanlar onların sömürülmesine en fazla karşı çıkanlar olmak konumundadırlar. 

***
Sözün özü, Sözcü hakkındaki soruşturmaya da burada Fehmi Koru’nun konumuna ve yazıp söylediklerine de akıl erdirmek çok güç, hatta olanaksız.
Olanlar karşısında söyleyecek söz bulamıyor, Orhan Veli Kanık’ın çarpıklıkları vurgulayan “Pireli Şiir”ine sığınıyorum.
Şöyle diyor Orhan Veli:
“Bu ne acayip bilmece.
Ne gündüz biter, ne gece.
Kime söyleriz derdimizi;
Ne hekim anlar, ne hoca.
*
Kimi işinde gücünde.
Kiminin donu yok kıçında.
Ağız var, burun var, kulak var.
Ama hepsi başka biçimde...
*
Kimi peygambere inanır;
Kimi saat köstek donanır; Kimi kâtip olup yazı yazar;
Kimi sokaklarda dilenir.
*
Kimi kılıç takar böğrüne;
Kimi uyar dünya seyrine:
Karı hesabına geceleri,
Gündüzleri baba hayrına.
*
Bu düzen böyle mi gidecek? Pireler filleri yutacak;
Yedi nüfuslu haneye Üç buçuk tayın yetecek?
*
Karışık bir iş vesselam.
Deli dolu yazar kalem.
Yazdığı da ne? Bir sürü
ipe sapa gelmez kelam.”

Ali Sirmen /CUMHURİYET

Büyük Trump turnesi - Nilgün Cerrahoğlu

ABD Başkanı Trump, Brüksel’de görücüye çıktığı ilk NATO zirvesindeki toplu fotoğraf çekiminde “ön planda olabilmek için”, Karadağ Başbakanı Duşko Markoviç’i eliyle geriye itti.
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’le ayaküstü sohbet eden Markoviç’i, tek bir el hareketiyle taammüden atsineği kovalar gibi iten ABD Başkanı’nın bu her türlü nezaketten yoksun jesti, tam “büyük balık, küçük balığı yutar yeni Trump düzeni”nin fotoğrafı.
Aynı derecede kaba olmamakla beraber, Trump’ın Brüksel’de ilk kez bir araya geldiği çiçeği burnunda Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a yeltendiği kabadayı tokalaşma hamlesi de gene aynı resmin parçası oluyor. 

 
39 yaşında yapıca ufak tefek, tecrübesiz Fransa Cumhurbaşkanı’nı Trump belli ki “kolay lokma” sayarak, bariz bir tahakküm tavrıyla eliyle kendine doğru çekiyor.
“Bende elimi size kaptıracak göz var mı” edasıyla hızla tepki veren çetin ceviz Macron ise Trump’ın bu “laubali” hamlesini anında geri püskürtüyor ve elini geriye çekiyor...
 
Arap şeyhleriyle daha mutlu
Trump’ın, Suudi Arabistan’da başlayarak İsrail’de süren ve “tektanrılı dinlerin tüm merkezlerini ziyaret etmek” iddiasıyla Vatikan’a uzanan, oradan Brüksel’deki NATO zirvesinde devam eden, G7 doruğu ile İtalya’da son bulan 9 günlük “ilk başkanlık turnesi”, böyle ardı ardına gelen alışılagelmemiş, yadırgatıcı jestlerle haber oldu. 

 
ABD Başkanı 110 milyar dolarlık silah anlaşması yaptığı Suudilerle mutlu mesut kılıç dansı yaptı...
Ortadoğu diktatörleriyle al takke ver külah güven tazelediği gezinin ilk ayağında, onlarla “cam küreye” el bastı. 
 
İsrail de kendisinden başka hiçbir ABD Başkanı’nın şimdiye kadar yeltenmediği bir girişimle Ağlama Duvarı’nda poz verdi. 
 
Bu, “Ortadoğu’nun tüm zulüm rejmleri ve diktatörleri birleşin” çıkartmasının ardından, kendisini Roma da metazori kabul eden Papa’ya adeta alay edercesine “barış” sözü verdi.
Arkadan NATO ve AB liderleriyle bir araya geldiği Brüksel’de ayrıca fırtına koparttı.
NATO’nun 1.2 milyar dolara mal olan yeni baş karargâhında başöğretmen havasında müttefikleri bütçeye istenen katkıyı yapmadıkları gerekçesiyle -ittifak tarihinde örneğine şimdiye dek rastlanmamış biçimde-haşladı. 
 
Bu yetmezmiş gibi AB Konseyi Başkanı adaşı Tusk ve AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker’le yaptığı bir toplantıda da Almanya’yı topa tuttu. 
 
Ayağına kırmızı halı seren Arap Kralları ile “ortaklık ilişkisi içinde olduğu” Avrupalılara göre çok daha rahat olduğu hissedilen Trump’ın ilk gezisine, özellikle “Avrupa ve Avrupa’nın lider ülkesi Almanya’ya had bildirmek” için çıktığı anlaşıldı.
 
Almanya ile kanlı bıçaklı
Almanya’ya “ABD’de çok fazla araba sattığı için” atarlanan ve bunu böylece dile getiren Trump; açıkça Avrupalı muhataplarına “Almanların kötü olduğunu” söyledi.
Merkel’le Beyaz Saray görüşmesinde basın önünde el sıkışmayan Trump’ın, Brüksel’deki bu son çıkışları, Berlin’de haliyle tepkiyle karşılandı. 
 
Almanya’nın etkili yayın organlarından “Der Spiegel”, bu büyük Avrupa ülkesindeki hissiyatı “Donald Trump’tan kurtulma zamanı” başlıklı bir yazıyla dile getirdi ve şu dobra değerlendirmeyi yaptı: “Donald Trump ABD Başkanı olacak kalibrede değil. Konumunun gerektirdiği entelektüel kapasite ile makamının mahiyetini kavramaktan aciz. ABD’yi alay konusu haline getiren Donald Trump dünya için bir tehdit. Gidişat daha da kötüleşmeden kendisi Beyaz Saray’dan çıkarılmalı!”
ABD Başkanı’nın gittiği her durakta böyle şok üstüne şok yaratmasının sebebi Berlin Duvarı sonrası dünya düzeninin sonuna gelinmiş olması. 
 
AB ve NATO minvali... “Batı’nın demokrasi ve özgürlükler gibi ortak değerleri” üzerinde kurulduğu söylenen örgütlerde bu değerler gerçekte artık rüşveti kelam düzeyinde bile anılmıyor. Ortadoğu’ya yakın zamana dek “demokrasi ihracı” misyonundan söz eden Washington, “kör kör parmağım gözüne” bundan böyle diktatörleri açıkça yüceltmekten kaçınmıyor.
 
Üzerinde daha çok konuşulacak bu Trump gezisi, kalan son perdeleri de gözlerimizin önünden kaldırıyor ve ne kertede vahşi bir yeni büyük oyuna tanıklık ettiğimizi gösteriyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

26 Mayıs 2017 Cuma

“Böyle bir parti var!” - MESUT ODMAN

Tarihin, yaşandığı sırada pek az kimsenin farkında olduğu, dönüm noktalarından biridir. Böyle dediysek, kuşkusuz biricik değildir, dönüm noktası olarak adlandırılabilecek anların sayısı oldukça fazladır ve bu da onlar arasında düşünülebilir.

Yazının başlığındaki sözü, daha doğrusu, itirazı biraz teatral bir havada hatırlatmaya çalışalım. Aslında, hatırlatma yerine, aktarma demek daha doğru olabilir; çünkü, bu sözü ve söylendiği yer ile koşulları bilenlerin sayısı, burada ilk kez okuyacaklara oranla herhalde daha azdır. Bu yazıları okuyanların sayıları ile yaşlarına ilişkin hatalı bir varsayım yapmıyorsak eğer…

Bundan tam 100 yıl önce. Loş sayılabilecek bir salonda, yaklaşık 1000’den fazla kişinin katıldığı tartışmalı, çatışmalı, heyecanlı bir toplantı. Kürsüde o sırada iş başında olan hükümetin posta ve telgraf işlerinden sorumlu bakanı konuşuyor. Bakan, bir ara, ülkenin bir yığın sorunla dolu, kimin neyi nasıl üstlenip nereye götürebileceği  belirsiz, karmakarışık durumundan söz ettikten sonra, söylediklerinin gerçekleri yansıttığının güveniyle, soruyor: “Şu anda hiçbir siyasi parti ‘iktidarı bize verin, siz gidin, yerinizi biz alacağız’ diyecek durumda değildir. Ülkemizde böyle bir parti var mıdır? Yoktur.”

Toplantıya katılanlardan, ufak tefek, kel kafalı, keçi sakallı biri oturduğu yerden biraz doğrularak ve bağırarak itiraz ediyor: “Böyle bir parti vardır!”


Az önce belirtildi, daha kesin de söylenebilir: Zaman, 1917 yılının Haziran ayı başları. Yer, Rus Çarlığı’nın, daha doğrusu, çarlığı yıkmış yerine ne koyacağını arayan Rusya’nın başkenti Petrograd’da ilki yapılan Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi. On dört gün sürdüğü bilinen kongrenin o ikinci gününde kürsüde konuşan bakan, Menşeviklerin temsilcisi Çereteli.  Salonda oturduğu yerden itirazını dile getiren ise Bolşeviklerin önderi Lenin.

Bolşevik önder, kendinden emin bir tavırla böyle bir itirazı seslendiriyor ve kürsüye çıkıp bir konuşma yapıyor. İlk kez kendisi tarafından formüle edilmiş ve tarihe “Nisan Tezleri” olarak geçmiş, onlar olmasaydı topu topu yedi ay sonraki sosyalist devrimin gerçekleşemeyeceği, oysa Rus Marksizminin babası sayılan Plehanov tarafından “hezeyan” diye aşağılanmış tezleri anlatıyor. Daha doğrusu, onlara dayanılarak partisinin Nisan ayı sonundaki konferansında onaylanmış kararları açıklıyor. İktidarı almaya ve işte şunları, şunları yapmaya hazırız, anlamında…

Bağırış çağırışlar, sataşmalar, alaylar, ıslıklar, alkışlar arasında elbette… 

Öte yandan, bu çıkışı, o zaman ve şimdi, pek çoklarının düpedüz bir küstahlık olarak gördükleri hemen belirtilmelidir. Bu sözcüğü kötücül anlamıyla kullananların o kadar temelsiz sayılamayacak bir dayanağı da yok değildir: Güvenilir kaynakların verilerine göre, kongredeki Bolşevik delegelerin oy hakkına sahip tüm delegelere oranı yüzde 15’in altında  kalmaktadır. Bu kaynaklardan benim şimdi kullandığımın, Bolşevik Devrimi’nin dışarıdan ve dürüst tarihçisi Carr olduğunu da eklemiş olalım.

Lakin, tarihle ve kaynaklarla ilgili eklere, az önce değinilmiş olsa bile şu hatırlatmanın iliştirilmesini de çok gereksiz görmemek gerekiyor: Andığımız küstahça itirazın üzerinden beş aydan daha kısa bir süre geçmişken, o itirazın sahipleri iktidarı almışlardır.

Burada vurguladığımız “küstahlık” sözcüğü, yaygın olarak bilinen, “sıra, saygı dinlemeden konuşup davranma” anlamının  biraz dışında düşünülmelidir. Öylesini, bir gündelik davranış ve ahlak kuralı olarak görüp çiğnememek gerekir. Burada sözünü ettiğimiz ise verili durumlara başkaldırma, kurulu düzenlerin yarattığı sırayı bekleme ve onlara saygı gösterme anlayışını reddetme anlamındaki küstahlıktır; devrimciliğin ayrılmaz bir parçasıdır.

Şimdi, yüz yıllık bir sıçrama yaparak bugüne ve kendi ülkemize gelelim. Pek de uzun oldu, diyebilecekler içinse  bir karşılaştırma yerinde olabilir: Az önce değindiğimiz geçmişte kalmış tabloda iktidarı alanların yaptıkları sıçramadan daha uzun sayılmaz.

Sıçrayıp bugüne gelirken, kuşkusuz, şu çok çiğnenmiş “tarihin tekerrürden ibaret olduğu” söylemine hak vermek benzeri bir niyet taşımıyoruz; ama tekrarlar saptanmadan yasaların ortaya çıkarılamayacağını, dolayısıyla, bilim yapılamayacağını da akılda bulunduruyoruz.

Bir yığın sorunla boğuşan, sorun demenin yetmediği, belalarla karşı karşıya ve iç içe olan, bununla birlikte  emekçi halkın bütün bunlardan biraz habersiz, daha çok da umarsız durumda bulunduğu ülkemizde şunları açık açık söyleyen bir parti var mıdır?

İşsizliğin yasaklandığı, başka türlü söylenirse, bu ölçüde kesin önlemlerle ortadan kaldırıldığı; eşit ve parasız eğitim ile sağlık hizmetinin devlet/toplum güvencesinde olduğu; ısınma, elektrik, su gibi temel ihtiyaçların bedelsiz karşılandığı; herkesin sağlıklı konutlarda yaşadığı; yoksulluk ve açlığın ortadan kalktığı; cehalet ve gericiliğin alt edildiği; insanın insanı sömürmediği ve buna yol açan bütün kapıların kapandığı; bağımsız ve gelişmiş bir Türkiye hem mümkün hem de zorunludur. Bunun vazgeçilmez koşulu, emekçi halkın emperyalizmin ve sömürücü sınıfların ülkemize dayattığı yasal ya da yasa dışı tüm düzenlemeleri kökten reddetmesi ve kendi kaderini kendi ellerine almasıdır.

Önceki paragraf, biraz daha farklı bir anlatımla, “Toplumcu Anayasa” taslağının sunuşunda yer alıyor. Aynı taslağın birinci bölümünde ise, yine biraz değiştirerek aktaracağım, şu saptama yapılmış:
Ülkede yaşayan tüm uluslardan işçilerin, emekçilerin, köylülerin, aydınların ortak çabasının ürünü olacak ve emekçilerin toplumsal örgütlenmeleri aracılığıyla doğrudan yönetecekleri bir sosyalist cumhuriyet, yüzyıllardan beri bu coğrafyada boy atmış bütün ilerici atılımların, bu atılımların öncü gücü olan toplumsal hareketlerin, halk kahramanlarının mirasını devralıp gelecek kuşaklara taşıyacaktır.

Kurulu düzenin “iktidarda ya da muhalefette olsunlar demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” olduklarını belli bir ikiyüzlülükle ileri sürdüğü partiler arasında, halkın karşısına türlü türlü şirinlik muskası takarak çıktığında bile bunları söyleyen bir parti var mıdır, olabilir mi? Söz dönüp dolaşıp birtakım dokunulmazlara, varlıklı sınıflar açısından  netameli konulara geldiğinde, elbette olamaz; çünkü, temsil ettikleri sınıfların çıkarları o kadarına izin vermez; çünkü, halkı kandırmak, aldatmak, faka bastırmak çok önemlidir de bu amaçla söylenip yapılabileceklerin ötesine geçemeyeceği birtakım sınırlar, yasak alanlar ve sahtekârca bile olsa ileri sürülemeyecek vaatler bulunmaktadır.

Öte yandan, yukarıda anılan anayasa taslağında yer alanların belki bir bölümünü belki de az çok  benzerlerini söylemek, kimileyin açıkça daha sık olarak da belli belirsiz ileri sürmekle birlikte, bütün bunların daha bir yığın engelin aşılmasından sonra gündeme girebileceğini ve ancak ondan sonra, o aşamalar geçildiğinde kesin bir  kurtuluşun mümkün hale gelebileceğini dillendiren partilerin varlığından da söz edilebilir kuşkusuz. Onlardan bazıları bu kategoriye sokulabilir; ayrıca, şu ya da bu ölçüde  benzerleri yarın öbür gün kurulabilir, var olanlar o yönde bir dönüşüm geçirebilir.
Oysa, bu tür değerlendirmeler, öngörüler ya da olasılıklar ile hiç uğraşmadan, sosyalizm dışında emekçi halkın kurtuluşunun imkânsız olduğunu açık açık söyleyen ve, üstelik, bunun yakın ya da uzak  geleceğin değil şimdinin gündeminde yer aldığını, alması gerektiğini ısrarla vurgulayan bir parti  şu anda vardır.

Öyleyse, sorun, öyle bir partinin varlığı yokluğu değil, yüz yıl önce ortaya çıkmış ve emekçi insanlığın eşitlik ve özgürlüğe doğru, burada bir deyim uydurmama izin verilsin, “toplumsal ve bireysel mutluluk” yolundaki yürüyüşünde tarihin kaydettiği en büyük adımı atmış olanların küstahlığını sergileyebilecek güce nasıl ve ne zaman ulaşacağıdır. Yine de, öngörülebilen ve öngörülemeyen, hatta hiç akıl erdirilemeyen etkenlerin devreye girmesiyle, olmaz değil, işler hepten ters gider, devrimin zafere ulaşması uzadıkça uzar, o zaman, bugünden bakıldığında ancak bir olasılık olarak görülebilenin zorunluluğa dönüşmesiyle, yeni bir parti de doğabilir. Böyle bir durum, başka olumsuzluklar bir yana, aşırı ölçüde geç kalmışlığın belirtisidir; onun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olacaktır, dolayısıyla kesin bir yetersizliği gösterecektir. Ama, olur da böyle bir zorunluluk oluşursa, her şeye değilse bile birtakım işlere yeniden girişmek durumunda kalacak olanların da önündeki başarı ölçütü, harekete geçirici beklenti, yakın hedef değişmeyecektir:  tek kurtuluş, tek çözüm, tek yol olarak ve her koşulda, her zaman sosyalizm…



Bu zihin açıklığı kazanılmadıkça ve emekçi kitlelere yeterli bir ölçekte ulaştırılmadıkça, hiçbir partinin, örgütün ya da kişinin herhangi bir devrimle ilgisinin olamayacağı bir çağdayız artık.      

Mesut  Odman / SOL

Ve huzurlarınızda Kur’an-Star Türkiye! - TAYFUN ATAY

Artık özdeyiş haline getirdiğimiz “Popüler, politiktir” sözünün dinbaz iktidar zemininde de nasıl geçer akçe olduğuna nefis bir örnek bu gece ekranda karşımızda olacak.
Allah hayırlı, uğurlu-kademli etsin, TRT 1’de Ramazan boyunca, adeta TV 8‘de son ayına giren Survivor’a da rakip mahiyette bir “realite” program başlıyor:
“Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”!..

***
 
En genel çerçevede üzerine çok kafa yorup tartıştığımız bir konu bu.
“Kültür endüstrisi”, geç-kapitalizmin kalbi... O, kültürü oluşturan hemen her bileşenin; değer, duygu, düşünce, bilgi, sanat, gelenek, görenek ve inançların “sermaye” kılındığı bir ticari-iktisadi işleyişi içeriyor.
Son bileşen, inancın endüstriyelleşmesine örneğimiz o kadar çok ki; say, sayabildiğin kadar: Ramazan’da açılan “televaiz” borsası; tesettür defileleri ve moda dergileri; Kâbe etrafındaki beş yıldızlı ihtişamlı oteller; “Zemzem Kola”, “Mekke Kola”, “Kıble Kola”; nihayet “helâl şarap”; ve dahi “helâl sex-shop”lar…
Ayrıca bir “helâl realite-şov” örneği olarak da yıllar önce ilahi okuma yarışması sürülmüştü ekrana (“Gönülden Sesler”, Kanal 7, 2011).
Ama o da dâhil olmak üzere bunların hiçbiri, doğrudan ve damardan “Kutsal”ın köküne kadar, çekirdeğine yönelik bir endüstriyelleşmeye yeltenmemişti.
Şimdi karşımızdaki “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”yla olan bu.
İlk bölüm bu gece saat 23.30’da. Belli ki “11 Ayın Sultanı” Ramazanın ilk sahuruna tilavet seyriyle yelken açılması hedefleniyor!..

***
 
Programda her gece beş yarışmacıyı gün birinciliği için kıraat ederken izleyeceğiz. Seyirci oyları ve jürinin puanlarıyla belirlenecek gün birincileri, hafta finalinde yarışacak. Hafta birincileri ve jürinin özel olarak korumaya aldığı yarışmacılar ise Kadir Gecesi’ndeki büyük finalde yarışacaklar.
Diyanet işin içinde. Jüride ilahiyatçı hocalarımız var. Baş danışman ve konuk jüri üyesi hafızlar da var.
Yarışmaya katılım şartı mı? 15 yaşından büyük olmak ve elbette, elbette, elbette…
Erkek olmak!..
(İlahi okuma yarışmasında azcık da olsa kadın yarışmacı vardı!)

***
 
Ve zurnanın zırt dediği yer:
Tüm katılımcılara 1 tam altın, gün birincilerine 3 tam altın, hafta birincilerine 5 tam altın ve finalde de üçüncüye 10 tam altın, ikinciye 20 tam altın, birinciye ise 50 tam altın ödül verilecek.

Heyhat dünya, sen nelere kâdirsin!..
Dilde Allah kelâmı, kafada çil çil altınlar öyle mi?!
Kur’an tilavetiyle dünyalığı doğrultmak öyle mi?!
Ayetleri altınlara “tahvil etmek” öyle mi?!..

***
 
Elbette bu, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gündelik hayatın akışında alabildiğince belirleyici olan popüler kültüre dinin nüfuz etmesini sağlama yolunda “acar” ama aynı zamanda naif bir niyetle yapılıyor.
Ve bilinmiyor yahut görülemiyor ki seküler (dünyevî) alanı kutsalın güdümüne sokmaya yönelik bu girişimler hep tam tersi istikamette sonuç veriyor ve kutsal, seküler alanın, dinî deyişle “masiva”nın güdümüne giriyor.
Seküler olanın dinselleşmesi yerine, dinsel olanın sekülerleşmesine şahit olunuyor.
Burada ayrıca ilahi sureler dünyevi bir yarışa sürülerek Allah kelâmının metalaştırılması da söz konusu olacaktır.

***
 
Kur’an, Allah’ın rızasını kazanmak için okunur ve dinlenir.
Mezkûr yarışmada ise Kur’an okuyanların ne kazanacağını, tilavetin nasıl altın şıkırtılarına boğulacağını halihazırda öğrenmiş bulunuyoruz!..
Bunu öğrendik de acaba dinleyenler ve takdirde bulunacak olanlar, yani kerli-ferli hocalarımız, hafızlarımız ne kazanacak, onu da bir öğrensek diyorum!..
(Not: Bitmedi, ama “Müdüriyet”ten gelen zarif uyarıya icabetle 3500 vuruşta noktalıyorum burada. Pazar’a devam!..)

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘İkinci Kızıl Elma’mızmış! - Meriç Velidedeoğlu

Erdoğan, bir yöntemini bugünlerde daha sık kullanmaya başladı; ülkenin -kuşkusuz kendi ürünü olan-iç karartıcı ortamını, ardarda yarattığı yeni sorunlarla daha da karartınca, gündeme ayrık bir konu oturtup, toplumu, basını -kısa bir süreyle de olsa- bununla ilgilendiriyor; geride kalan hafta içinde de kullandı bu yöntemini; ne var ki bu kez pek “acemice” oldu. 
 
“19 Mayıs” günü, “Sarayı”nda topladığı gençlere, ikinci “Kızıl Elma”mız olacak “2023 Türkiyesi” dedi ve bu Türkiye’nin onlara “emanet” edildiğini bildirdi. (Cumhuriyet, 20.5.2017) 



Saray’ının, koca toplantı salonunu dolduran onca gencin içinde hiç olmazsa ele avuca sığacak sayıda, “Kızıl Elma” ülküsünü bilen var mıdır acaba? Yoksa, bu “Kızıl Elma”, olgunlaşmış, iyice kızarmış bir “Elma Öyküsü” olmaktan öte gitmemiştir, haklı ve de yerinde olarak. 
 
Yine de “19. yy”da, “20. yy”ın başlarında Türkiye’nin gündeminde olan bu konuya şöyle bir değinmek gerekirse, “Kızıl Elma” ülküsünün, dünyadaki bütün Türklerin birleşip, bir “Cihan Türk Devleti” kurma düşü (rüyası) olduğunu, ayrıca bu devletin “Turan”da kurulacağını belirtmek yeter sanırım. 
 
Bu arada, “Turan” neresi derseniz, “Vatan ne Türkiye’dir - Türklere ne Türkistan / Vatan büyük bir ülkedir Turan” olarak tanımlanmıştır yalnızca.
Ne var ki, Erdoğan’ın “Kızıl Elması” olan “2023 Türkiyesi” oluşturacaktır, artık “21.yy”ın Turan’ını... Çok beklenmeyecek altı yıl sonra... 
 
İnsan duyunca okuyunca, dayanamıyor, bırakalım “altı yıl” sonrasını, günümüzde “Süleyman Şah Türbesi”nin, TC Devleti’nin olan toprağını, Ege’de bize ait “18 Ada”yı nasıl göz göre göre çıkardık elimizden? Ya “Kıbrıs” ne durumda?.. 
 
Şu sıralarda, ülkemizde olup bitenlerin karşısında insan, “usa sığmaz”lığın, “anlamsız”lığın, “ipe sapa gelmez”liğin de bir “sınırı olmalı” diye düşünmekten de kendini alamıyor...
“İkinci Kızıl Elma”mızmış... 
 
Bilmem ki anımsanır mı değerli dostlar? Tam “90 yıl” önce, Mustafa Kemal Atatürk gereken yanıtı vermişti bu “Kızıl Elmacı”lığa.
Büyük “Söylev”inin (Nutuk), ikinci cildinin daha ilk sayfalarında buluruz bu yanıtı: “... hiçbir sınır tanımayarak, dünyadaki bütün Türkleri, bir devlet olarak birleştirmek, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu yüzyılların ve yüzyıllar boyunca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir gerçektir.
İslamcılık ve Turancılık siyasasının başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanamamaktadır(...) Bizim aydınlık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yöntem ‘ulusal siyasa’dır. Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların (...) yerleştirdiği gerçekler karşısında ‘düşçü’ olmak kadar büyük ‘yanılgı’ olamaz. 
 
Tarihin dediği de budur; bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir. (...) 
 
‘Ulusal siyasa’ demekle anlatmak istediğim şudur: ‘Ulusal sınırlarımız içinde’, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup, ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna çalışmak, gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler ardında ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak!”
Evet, bu kadarı yeter mi bilmem, “Kızıl Elma” düşünü (rüyasını) görenlere ve elbette bu rüyayı son görene... 
 
Ve değerli dostlar, Erdoğan, bu “Kızıl Elma” coşkusunun ertesi günü (20 Mayıs) “İbni Haldun Üniversitesi”ni açarken yaptığı konuşmada, bilindiği gibi, daha da coştu; İbni Haldun’un eserlerinin, “Cumhuriyet” döneminde yasaklanıp, “mahkûm edildiği”ni vurgulayarak dile getirdi; oysa yasaklama “2. Abdülhamit” dönemindeydi; düşünürün “Mukaddime” adlı yapıtında, “Varlık ve insanlığın yaşamı öyle Tanrı’dan din (şeriat) getiren biri olmaksızın oluşup gelişebilir” demiş; ayrıca da bu görüşünü örneklemiş, “Düşünün: Kitaplılar (ehli kitap) ve peygamberlere uyanlar, kitapları olmayan ateşe tapanlardan sayıca daha azdırlar. Ateşe tapanlar, dünyanın en kalabalık topluluklarından birini oluştururlar. Kitapları, peygamberleri olmadığı halde, onların da yönetimleri ve uygarlıkları vardır...” 
 İşte bundan, açıkça “şeriat”ı, “red” ettiği için yasaklamıştı 2. Abdülhamit... “Allah’a şükür şeriatçıyım!” diyen birinin, düşünürü göklere, çıkarması düşünülebilir mi? Kuşkusuz “Mukaddime”yi eline bile almamışsa... 

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
Not: Mukaddime I; Çev. T. Dursun, s. 39.

Abdi İpekçi niçin öldü ve Sedat Peker niçin doğdu? - MİNE SÖĞÜT

Milliyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’ye okul yıllığında bir soru soruluyor:
“Kaç yaşına kadar yaşamayı istersiniz?”
İpekçi, bu soruya “2000 senesini görmeyi çok istiyorum” diye cevap veriyor.
İpekçi, 80’li yılları bile göremeden...
1979 Şubatı’nda daha elli yaşında, Teşvikiye’deki evinin önünde, otomobilinin içinde silahlı suikasta uğrayarak öldürüldü.
1979... 1980’den önceki son yıldı.
O yıllarda ve sonrasında bu ülkenin sadece kıymetli insanları değil, tüm değerleri, idealleri, umutları ardı ardına vurularak, bombalarla, işkencelerde öldürülüyordu.
14 yıl sonra kendisi de bir suikastla öldürülecek olan Uğur Mumcu, Abdi İpekçi’nin ardından şöyle yazmıştı:
“Abdi İpekçi niçin öldü, diye sormayın. Yarınlar için, yarınların özgürce yaşanması için öldü.”
O gün sorulması gereken önemli bir soru daha vardı.
Peki, Mehmet Ali Ağca neden doğmuştu?
***

O zamanlardan bu zamanlara cinayetlerin ardı arkası kesilmedi.
Ülkenin siyasi tarihi maktuller ve katiller üzerinden itinayla yazıldı.
İsimlerin altına isimler ekleyerek ve mezarların, anıtların başında, “Katilleri bulun” diye bağırarak nafile geçti zamanlar.
Aslında İpekçi’nin katili de, diğerlerinin katilleri de hep belliydi.
Yine de soruşturmalar hiçbir yere varmadı.
Sanıklar karmakarışık siyasi yapıların içinde kasten saklandılar, korundular.
Devlet ve cinayet ve mafya ve terör ilişkileri ülkenin ayaklarına ve başına zehirli sarmaşıklar gibi dolandı yıllarca.
Zaman içinde ölenler öldükleriyle kaldılar;
Onları öldürenler ve öldürtenler palazlandıkça palazlandılar.
Yıllar boyu işlenen cinayetlerin korkunç iklimi nihayet iktidara iyice yerleşti. 

***
Milliyet gazetesi...
Bir zamanlar bu ülkede aklın, vicdanın ve sağduyunun temsilcisi olan soylu bir gazeteciliğin biçimlendirdiği bir dünyanın sesiydi.
Medya barbarları zamane siyasetlerinin rüzgârına binip o dünyayı fütursuzca işgal etti.
Şimdi de adı gazeteciliğin barış ve dostluk kelimeleriyle birlikte anılmasına neden olan Abdi İpekçi’nin mezarı, iktidarın kendine göre biçimlendirdiği rezil bir gazetecilik tarafından yağmalanıyor.
Onun yaşamının ve ölümünün temsil ettiği tüm değerler kasten alaşağı ediliyor.
Ülkenin aydınlarını oluk oluk kan akıtmakla tehdit eden;
İktidara muhalif olan herkese gününü göstermeye soyunan;
Silahına ve sokakların karanlığına güvenen bir ‘işadamı’;
Milliyet gazetesi tarafından bir “En iyi” ödülüyle taçlandırılıyor.
Geçen yıl çıkan sonucu beğenmeyip geleneksel Abdi İpekçi Ödülleri’ni dağıtmayan gazetenin, bu yeni icat ettiği ve “geleneksel” olarak lanse ettiği “En iyi hayırsever” ödülünü Sedat Peker’e vermesi, korkunç olduğu kadar doğal da bir sonuç.
Abdi İpekçi’den hunharca alınan ve törenle Sedat Peker’e yüklenen değerler;
Yeni Türkiye’nin artık yoldan tamamen çıkmış medyasının art niyetinin ve işlevinin utanç verici nişanı.
***
Şimdi hep birlikte en başa dönelim ve belki de cevabını bulduğumuz anda hayatımızı kurtaracak anahtar soruyu soralım:
Abdi İpekçi niçin öldü?
Ve Sedat Peker niçin doğdu?


Mine Söğüt / CUMHURİYET

25 Mayıs 2017 Perşembe

Hak aramanın zirvesi - NAZIM ALPMAN

Nuriye ve Semih

Ankara’da İnsan hakları anıtı önünde açlık grevi eylemi yapan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça 23 Mayıs 2017 Salı günü gözaltına alınıp, tutuklandılar.

Açlık grevi karşı koymak için seçilmiş en pasif eylem biçimidir. Ağırlıklı olarak cezaevlerinde uygulandığı biliniyor. Dünyada açlık grevleri denildiğinde akla ilk gelen isim Hindistan’ın bağımsızlık kahramanı Mahatma Gandhi’nin açlık grevi 21 gün olarak kayıtlara geçmişti.

İrlanda’nın bağımsızlığı için mücadele eden Bobby Sands cezaevinde sürdürdüğü açlık grevinin 66. gününde öldü.

Filistinli mahkumların İsrail hapishanelerinde yaptığı açlık grevleri her dönemde etkili oldu. O kadar ki, İsrailli hükümet bazı üyeleri “Mahkumlar açlık grevleriyle İsrail devletine zarar veren yeni bir intihar saldırısı oluşturmak istiyorlar” bile demişlerdi.

Böylesi bir bakış açısı insanlığın iflas ettiği anı ifade edebilir.

Daha üstü de olamaz zannediliyordu.

Ama oldu.

• • •

23 Mayıs 2017 Salı günü Ankara’da açlık grevi yapan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça gözaltına alınıp adliyeye götürüldüklerinde insanlık ötesi bakış açısına tanık oldular. Onlara şu soru bile soruldu:

-Ölüm orucu eylemi yapmanız konusunda size ne tür menfaatler sunulmaktadır?

Ölüm… Ölümden ötesi var mı?

Ama bağımsız yargı(!) mensubu savcı soruyor:

-Öldükten sonra hangi avantalara konacaksınız?

Daha sonrası ise fantastik bir filmin senaryo metni gibi…

“Eylemin terör örgütü tarafından düzenlenmiş olduğu, açlık grevinin ölüm orucu eylemine dönüştürülebileceği, eylemcilerin olası ölümleri üzerinden terör örgütlerinin ajitasyon yapabileceği… Masumane hak arayışının eylem birlikteliği üzerinden Gezi Parkı türü olaylar başlatmak istenebileceği…”

Bu bakış açısı İsrailli bakanın söylediği “İsrail devletine zarar vermek için açlık grevi yapıyorlar” sözünün de üstünden atlayan bir anlayışı ifade ediyor.

Oysa Nuriye Gülmen ve Semih Özakça eylemlerinin ilk gününden beri kavrama yeteneği olmayanların bile anlayabilecekleri biçimde açıkladılar, açıklıyorlar:

-İşimizi istiyoruz!

Okullarına ve öğrencilerine kavuşmak istiyorlar.

Daha masum bir talep olabilir mi?

Dünyada kabul edilmiş en temel insan hakkı olan “yaşama hakkı”ndan sonra gelen ikinci sırada o gelir:

-Çalışma hakkı!

Bu talep nasıl olur da insanlık ötesi bir bakış açısıyla değerlendirilebilir?

Madem bu kadar kaygı korku duyuyorsunuz, işlerine iade edin bütün korkularınızdan kurtulun!

• • •

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın gözaltına alınıp, tutuklanmaları 21 Mayıs 2017 günü yapılan AKP Olağanüstü Kongresi sonrasına denk gelmesi rastlantı olabilir mi?

Ülkeye bir çeki düzen vermek gerektiği düşünülüp, en fazla direnen ve bu pasif eylem ile rejimin niteliğine ayna olan iki genç insandan işe başlamak planlanmış.

Zaten Nuriye Gülmen de bu durumu dile getirdi:

-Emir büyük yerden!

Şimdiye kadar hep yazıp çizildi.

Türkiye açık bir hapishane haline getiriliyor.

Sanki bu tespit artık gerilerde kaldı.

Muhalif olanların simgeleri hapishanelere dolduruldu. Hapishanede olmayanlar ise avluda volta atıyorlar.

Nuriye Gülmen ile Semih Özakça bu sürecin son halkasını oluşturuyorlar.

İki kişinin açlık grevinden duyulan kaygı, rejimin ne kadar kendine güvendiğinin de bir göstergesidir.

***
Kadıköy Çevre Festivali

Kadıköy Belediyesi 26-27 ve 28 Mayıs 2017 tarihleri arasında bir çevre festivali düzenliyor. Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda “Doğaya Emek Ver” başlığı altında üç boyunca çok çeşitli etkinlikler yapılacak.En başta paneller, konferanslar, sergiler geliyor. Sonra atölyeler yapılacak. Yarışmalar da var. Bunlardan biri de:Atık Cep Telefonu Fırlatma Yarışması

Çocuklar için sayısız etkinlik programda yer alıyor. Bir de uyarı var: Plastik şişe ile festivali girmek yasak! Erken giriş yapanlara cam matara hediye edilecek. Çünkü sayısı sınırlı…

Açılışı 26 Mayıs 2017 saat 14.00’te yapılacak olan festivalin ilk günü Ediz Hun, Mine Kırıkkanat, Miktad Kadıoğlu, Beyza Üstün, Pınar Öncel gibi tanınmış isimler konuşmalar yapacaklar.

Özgürlük Parkı’nda Türkiye’deki bütün çevre örgütlerinin stantları olacak. Tiyatro gösterileri ve konserler de eksik değil.

27 Mayıs Cumartesi gecesi Özgürlük Parkı’nın içindeki açık hava sahnesinde Yeni Türkü Grubu sahneye çıkacak.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Yeniler-eskiler kavgası değil Albayrak-Soylu rahatsızlığı - YAŞAR AYDIN

AKP’de kongre öncesi yaşanan tartışmanın esas nedeni partide ve bürokraside ön alma isteği. “Eskiler”, Albayrak ve Soylu’ya mesafeli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden Genel Başkan seçildiği 3. Olağanüstü Kongre’den bu yana AKP’de sular durulmuyor. Partide kuruluşundan beri görev yapan bazı isimlerle Enerji Bakanı Berat Albayrak arasında var olduğu söylenen sıkıntı, kongre günü ortaya çıkan “Örgütte Albayrak rahatsızlığı” haberleri ile alevlendi.

AKP’yi yakından takip eden meslektaşlar, partide yaşanan tartışmanın basit olarak “yeniler-eskiler” kavgası olmadığının altını çiziyorlar. Bununla birlikte “eskilerin”, birlikte hareket ettiklerini düşündükleri Berat Albayrak, Süleyman Soylu gibi isimlere mesafeli oldukları da sır değil. 16 Nisan sonrasına ilişkin yol haritası konusunda aslında taraflar arasında ciddi bir farklılık yok. Tartışmanın arkasında yatan neden esas olarak partide ve bürokraside ön alma isteği.
Bununla birlikte şimdilik nüans olarak ifade edebileceğimiz politika farklılıkları da yok değil. Bazı yandaş medya organlarında “Hayati Yazıcı ekibi” olarak sunulan isimlerin AKP’nin eski çalışma tarzına dönmesi gerektiği fikrinde oldukları biliniyor. Bu ekibin aynı zamanda parti içinden uzak tutulan isimlerle irtibatları devam ediyor. Ekonomi ve dış politikada daha dengeci bir pozisyonda duruyorlar.

Gözler yeni ‘değişim’de
Şimdilik tartışma trol hesaplar ve medyaya sızdırılan haberler üzerinden devam ediyor. Kurultay günü “partide damat rahatsızlığı” haberine “MKYK listesini Hayati Yazıcı hazırladı” haberleri ile yanıt verildi. Ardından Berat Albayrak’ın Dubai’de bulunan paralarını Türkiye’ye getirmek istediği bilgisi dolaşıma sunuldu. Parti yönetiminde görev alan isimlerin şimdilik bu tartışmalara dahil olma niyetinde olmadıkları görülüyor. Bir sessizlik hâkim. Özellikle Bakanlar Kurulu’nda yaşanacak değişim tartışmaları başka noktalara taşıyabilir.

Erdoğan şimdilik sesiz
Erdoğan bugüne kadar konuya dair net bir tavır sergilemedi. Kendisine bağlılığı sınanmış isimlerden kolay vazgeçmeyeceğini bir kez daha gösterdi. Erdoğan’ın bir başka tercihinin de başta ekonomi olmak üzere içeride ve dışarıda elini rahatlatan isimlere yönelik olacağı şimdiden kesin gibi. Durum böyle olunca Saray ekonomistlerinin ve Berat Albayrak’ın ekonominin dümenine geçme arzusunun bir başka bahara kalma ihtimali daha da yükseldi.
Kavganın bir- iki hafta içinde neticelenmesini beklemek de doğru değil. Erdoğan, hem parti yönetiminde hem de Bakanlar Kurulu’nda sorun çıkmayacak şekilde çözüm üretecektir ve buna da itiraz gelmeyecektir. Parti içinde ağırlık dengesinin ne zaman nasıl bir tarafın lehine sonuçlanacağını söylemek şimdiden mümkün değil. Ancak suların kolay kolay durulmayacağını söylemek mümkün sanırım.

FETO ile mücadele üzerinden vuracaklar
Parti içindeki tarafların iki ortak noktası var. Birincisi Erdoğan’a tam bağlılık. İkincisi ise birbirlerini Gülen yapılanması ile mücadele etmede yetersizlikle suçlamaları. “Kimin Gülenci olduğu” da AKP’de daha uzun süre tartışılacak gibi duruyor.

Yaşar Aydın / BİRGÜN

Cemaat lokantası - ÖZGÜR MUMCU

Sene 2013. Dönemin başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan şu açıklamayı yaptı: “2004’teki MGK kararı hükümet tarafından yok hükmünde kabul edilmiş, hiçbir Bakanlar Kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem yapılmamıştır.”
Ne diyordu 2004’teki MGK kararı? “Fethullah Gülen hareketinin yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerine karşı bir eylem planı” hazırlansın. 
 
Kim imzalamıştı bu kararı? Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül dahil olmak üzere o dönemin MGK üyeleri. 

 
Yukarıda sayın Akdoğan’ın da ifade ettiği üzere, AKP iktidarı MGK kararını görmezden geldi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök durumu şöyle izah etmişti Ağustos 2004’te “Bu örgüt çok büyük imkân ve kabiliyete kavuştu. ‘Bu iş takip edilsin’ dedim. Hükümeti kesin olarak bilgilendirdik, ‘Bu durum iyi değil’ dedik. Açıkça söyleyeyim fazla bir şey yapıldığını da görmedik.”
MGK kararları gizli. Kamuoyu bu belgenin varlığından iktidar-cemaat kavgası kızıştıktan sonra haberdar oldu. 
 
15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu belge yine gündeme geldi. Başbakan Binali Yıldırım, ekranların önünde 2004 MGK kararının “FETÖ” ile ilgili olmadığını söyledi. Hadi kendisine haksızlık etmeyelim tam olarak şöyle dedi:
“Eski Genelkurmay Başkanı diyor ki, ‘biz uyardık’. Ne uyardınız kardeşim, karara bakıyoruz, Nur Cemaati ve hizmet hareketi izlenmelidir. Ne zamandan beri bu cemaatler terör örgütü oldu?”
Tuhaf iş. İktidarın Gülen cemaatine karşı tedbir alınmasını söyleyen MGK kararını uygulamamasına yanıt verilemeyince sayın Başbakan’ın bulabildiği tek yanıt “ne zamandan beri hizmet hareketi terör örgütü oldu”dan ibaret. Başka biri dese kendine herhalde hapislerden hapis, ihraçlardan ihraç, iktidar medyasında linçlerden linç beğenirdi. 
 
Şu soru hâlâ önümüzde. Gülen cemaatini hangi andan itibaren bir suç örgütü sayacağız. MİT soruşturması mı, 17-25 Aralık mı yoksa 15 Temmuz darbe girişimi mi? 
 
Peki, ya 2004’se bu tarih. Şayet 2004’ü milat kabul edersek o kararın altında imzası bulunan AKP bir hayli zor durumda kalacak. Zira çıkacak tek anlam MGK kararları gizli olduğu için kamuoyunun bu değerlendirmeyi bilecek durumda olmamasına rağmen iktidarın konuya vâkıf olduğu. 
 
Efendim o günler askeri vesayet vardı, askerler dini gruplara karşı hasmane tutum takınıyordu, mecburen imzaladık ama uygulamadık diye bir savunma yapılabilir. Kaldı ki belge ilk ortaya çıktığında getirilen savunma gerekçeleri bu yöndeydi. Gelgelelim şu hakikat değişmiyor. 2004’te MGK uyardı. Bu uyarı görmezden gelindi. Hatta Şamil Tayyar’ın ifadesiyle “Emniyet cemaate bağlandı, dershane ve okul sayısı patladı.”
 
Gündem son sürat değişirken bazı meseleleri hatırlatmak gerekir. 2004 MGK kararı da bunlardan biri.
Cemaatin palazlanmasına doğrudan destek verenler hadi bu koşullarda geçtik hukuki hesabını, siyasi hesabını dahi vermeyecek mi? 
 
Yemeği bir güzel yiyip sonra aşçıyla kavga edince o lokantaya hayatında gitmemiş insanlara fatura çıkarıldığı nerede görülmüş?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘İzmir’in dağlarında...’ - ALİ SİRMEN

14 Kasım 2001 günü Türkiye, kendi sahasında 2002 Dünya Kupası eleme grup maçında Avusturya ile karşılaşıyordu. Maçı Samatya Meydanı’ndaki, Kuleli Meyhanesi’nde, meslektaşım ve dostum Mine Kırıkkanat ve Fransız gazetecilerle birlikte televizyondan izliyorduk.
O gün karşılaşmayı 5-0 kazanan millilerimiz tarihlerinin en büyük zaferlerinden birini elde ediyor ve eleme grubundan çıkarak, finallere katılmanın kapısını açıyorlardı. Futboldaki birbirini izleyen seri başarısızlıklar dönemi artık sona ermiş, bu olaydan bir buçuk yıl önce de Galatasaray, finalde Arsenal’i penaltılarla eleyerek, UEFA şampiyonluk kupasını almıştı.
Meyhanenin puslu ortamındaki ekrana stattaki seyircilerin zafer sarhoşluğu yansıyor, ona da meyhanedeki anason ve kızartma kokulu sevinç naraları ekleniyordu.
İlginçtir tribünlerde de, meyhanede de sevinç “Onuncu Yıl Marşı” ile dile getiriliyor, her iki yer de şu dizelerle coşuyordu:
“Çıktık açık alınla on yılda bin savaştan
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı başkomutan.
Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan...”

 
***

Halk birçok vesileyle yaptığı gibi, bu maç sırasında da sevincini Cumhuriyet’in Onuncu Yıl marşı ile kutluyordu.
Oysa Cumhuriyet’in 50. yılı çoktan geçmiş, yetmiş beşinci yılı bile geride kalmıştı. Toplum askerlerin gölgesinde hazırlanmış ellinci yıl marşını artık hatırlamıyor, yetmiş beşinci yıl marşını ise fark bile etmiyordu.
Cumhuriyet’in kuruluş coşkusunu yansıtan Onuncu Yıl Marşı’nın arkasında, toplumsal bir başarı öyküsü olduğu için, hep Onuncu Yıl Marşı’nı söylüyordu.
Ertesi günü Cumhuriyet’in 78. yılında, coşkuyu Onuncu Yıl Marşı’yla dışavurmanın çarpıcılığını ve bunun nedenini anlatmaya çalışan bir yazı yazdım. Cumhuriyet’in seçkin evladı değerli sanatçısı, Macide Tanır telefon etti. Yazı boşa gitmemişti. 

***
Aradan 16 yıl geçti.
Bu 16 yıl süresince, iktidarı ele geçirenler Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle hesaplaşmak, onu karalamak, Cumhuriyet ilkelerinin ve kurumlarının içini boşaltmak, onları saptırmak, toplumun Cumhuriyete bağlılık duygusunu tavsatmak için yasaklar, baskılar uygulayarak, yalanlar uydurarak, cebren ve hile ile bütün kalelere girmişler, bütün kurumları zapt etmişlerdi. Laik Cumhuriyet’in sıçrama tahtası, baş dayanağı Milli Eğitim, karşıt akımların odağı olmuştu.
Belediyelerin 19 Mayıs’ı kutlamaları, İçişleri Bakanlığı’nın soruşturma açmasına neden olmaktaydı.
Laik Cumhuriyet ve kurucuları, baskıların, saldırıların, iftiraların beyin yıkamaların hedefi haline gelmişti.
Böyle bir ortamda, 21 Mayıs 2017 akşamı, Ataköy Ülker Arena’da, bir gün önce Real Madrid’i deviren Fenerbahçe, finalde bir basketbol ekolü olan Olimpiyakos’u eze eze yenerek, Avrupa Şampiyonu oluyordu.
Salonu dolduran halk İzmir Marşı’nın şu dizeleriyle büyük başarıdan duyduğu coşkuyu dile getiriyordu:
“İzmir’in dağlarında çiçekler açar.
Bozulmuş düşman yel gibi kaçar.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa...”
Enver Aysever’in de altını çizdiği gibi, halk bu marşı aslında en çarpıcı bölümü olan “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” kısmını terennüm etmek için söylüyordu.
Evet 2017’de toplum büyük başarısını 95 yıllık bir marş ile “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa” diye kutluyordu.
Bir yanda “coplar, cipler, darağacında sallanan ipler” öte yandan başarı coşkusunu “Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa” diye haykırarak kutlayan yüz binler.
O halde demek ki “Korkma sönmez...”

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Benim yalnız ülkem... - ZEYNEP ORAL

Sine Ergün’e Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü Brüksel’de görkemli bir törenle verildi.

Yaşadığımız tüm haksızlıklara, korkunçluklara, felaketlere karşın arada iyi şeyler, güzel şeyler de oluyor...
Sözünü ettiğim güzellik, genç bir yazarımızın Sine Ergün’ün Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü kazanması...
Belçika’nın başkenti Brüksel’de “Concert Noble” adlı saraydayız... 1800’lerin ikinci yarısından kalma, neo-klasik, görkemli bir yapı... Gittikçe büyüyen salonlardan, kristal avizelerin altından, altın çerçeveli aynalar arasından geçip en görkemli salona varıyorsunuz...
Daha kapıdan 12 ülkeden 12 yazarın dev afişi sizi karşılıyor... Bu yıl ödül 12 ülkeden 12 yazara verildi. Arnavutluk, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Hollanda, Karadağ, İngiltere, İzlanda, Letonya, Malta, Sırbistan, Türkiye ve Yunanistan. 


Avrupa Birliği Edebiyat Ödülleri her yıl veriliyor. Edebi zenginliklere, yetenek ve yaratıcı güce sahip genç yazarları keşfetmeyi amaçlayan ve Avrupa Kitapçılar Federasyonu, Avrupa Yazarlar Konseyi ve Yayıncılar Federasyonu tarafından düzenlenen Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nü bu yıl kazananlardan biri de Türkiye’den Sine Ergün oldu. 


Görkemli salonda tüm davetliler yerini aldıktan sonra müzik eşliğinde 12 yazar tek tek ülkeleriyle anons edilerek içeri çağırılıyor, dünyanın her yerinden gelmiş insanlar onları ayakta alkışlıyor.
Gecenin ve törenin sunucusu, BBC’nin ünlü gazetecisi Rosie Goldsmith ateş kırmızı giysileri içinde göz kamaştırıyor. Avrupa Birliği Eğitim Kültür Gençlik Bakanı Tibor Navracsics ve Avrupa Parlamentosu Başkan Yardımcısı Dimitrios Papadimoulis açış konuşmalarında ülkelerarası ilişkiler kurmakta siyasetten çok daha fazla kültür ilişkilerinin etkinliğinden söz ediyorlar. Edebiyatın “ötekini” tanımaktaki önemini vurguluyorlar... Bu ikisi, tören boyunca sahnede kalacaklar...
Her yazarla ilgili önceden çekilmiş küçük bir tanıtıcı film izliyoruz. Sonra yazar sahneye çağrılıyor. Kendi dilinde ödül alan kitaptan bir sayfa okuyor. (O sayfanın İngilizce çevirisini biz de sahnedeki beyazperdeden okuyoruz.) Sonra ödülü vermek üzere o ülkenin büyükelçisi ya da daimi temsilcisi ya da sırf bu tören için Brüksel’e gelmiş Kültür Bakanı sahneye çağrılıyor. Son olarak, yılların televizyoncusu Rosie yazara birkaç soru sorarak sahnede bir mini sohbet kuruyor. 


Sıra Sine Ergün’e geldiğinde kanun hükmünde kararname öyküsünden bir sayfa okuyor. Koca salonda Türkçe çınlıyor. En çok alkışı alanlardan biri oluyor. Öykülerinin kısalığı, vuruculuğu, çarpıcılığı dile getiriliyor. Sine Ergün’ün öyküsü kadar sahnedeki sözleri, tavrı, duruşu, soruları yanıtlaması, kendine güveni de çarpıcı, vurucu ve etkileyici... Ödül alanların en genci o...
Hayır Türkiye’den ne Kültür Bakanı, ne bir büyükelçi ne de herhangi bir yetkili, devleti temsil edecek, bu büyük başarıyla onur duyacak kimse var bu salonda... Sine Ergün’ün eşi Murat, yazarın temsilcisi Ayser Ali ve Türkiye jürisi başkanı olduğum için ben, biz üçümüz dışında Türkiye’den kimse yok... 


Bir kez daha zavallı yalnız ülkemin kültürü, edebiyatı sanatı yok sayışı içimi acıtıyor... Burada, bu onur ve gurur gecesinde yazarımız var, Türk edebiyatı var ama Türkiye yok, çünkü... Türkiye hükümeti 2016 sonunda Avrupa Kültür Sanat projelerinden çekilme kararı aldı.
Çünkü hükümetimiz Avrupa Yaratıcı Kültür-Sanat Projeleri programına kızdı. Bir Türk, bir Alman ve bir Ermeni sanatçıya “Ağıt” başlıklı bir beste ısmarlandı diye kızdı ve bundan böyle katılmama kararı aldı... 


Açıklamam gerek: Edebiyat Yarışması 2016 başında duyurulduğundan ve Türkiye hükümeti yıl sonunda bu programı durdurma kararı aldığından biz çalışmamızı yıl sonuna dek tamamladık. Bu yarışma birkaç aşamalı gerçekleşiyor. Türkiye ayağının sorumluluğu, PEN Türkiye’ye verilmişti. Metin Celâl, Suat Karantay, Çiler İlhan, Tarık Günersel ve benden oluşan Türkiye jürisi 2015- 16 yıllarında yayımlanan öykü kitapları içinden Sine Ergün’ün “Baştankara” kitabını (Can Yayınları) seçtikten sonra, bu kitaptaki iki öyküyü İngilizceye çevirtip uluslararası jüriye gönderdi. Uluslararası jüri, tüm ülkelerin önerilerini aldıktan sonra seçimini yaptı.


İşte Brüksel’de görkemli bir edebiyat gecesi böyle geçti... Beni en etkileyen olaylardan biri de 12 yazar arasında birkaç gün içinde gelişen muhteşem dostluk ve dayanışma ilişkisiydi. Aralarındaki sıcaklık, etkileşim, dostluk tüm tören boyunca hissedilebilir neredeyse elle tutulur yoğunluktaydı. Tıpkı Türkiye’nin giderek sanat ve kültür dünya arenasından giderek çekilmesi, kendi içine ve yalnızlığına kapanması gibi...


Zeynep Oral / CUMHURİYET 

24 Mayıs 2017 Çarşamba

İnsan Hakları Heykeli - ÖZGÜR MUMCU

Ankara Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Heykeli 1990’dan beri orada. Az buz değil, neredeyse 30’una basacak. Bugünlerde abluka altında. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni okuyan bir kadını tasvir eden heykelin etrafında polis barikatı var. Dahası heykelin etrafındaki polis müdahalelerinde insanlar gaza boğulup yerlerde sürükleniyor. Bütün bunlar olurken heykelin yerinden kalkıp uzaklaşacağı yok elbette, ne yapsın utanç içinde dizlerinin üstündeki açık kitabı hecelemeye devam ediyor İnsan Hak-lar-ı Ev-ren-sel... Derken bir gaz kapsülü daha patlıyor.

 
Hayata Dönüş felaketinde bir iş makinesinin kolunu koparttığı Veli Saçılık’ın annesi yerde bir polisin tekmesini elleriyle engellemeye çalışıyor. Neden orada bu insanlar? OHAL KHK’siyle ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça’ya destek vermek için. Gülmen ve Özakça, açlık grevlerinin 75. gününde gözaltına alındı. Su ve şekerle ayakta duruyorlardı. Avukatlarının açıklamasına göre gözaltı süresi uzarsa bunları da almayı keseceklermiş. 
 
Memleketimiz, Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ihraç dalgası ile sarsılıyor. OHAL KHK’lerinin OHAL ile ilgisi kalmadı. İhraç edilenlerin büyük bir çoğunluğunun ise 15 Temmuz darbe girişimiyle yakından uzaktan bir irtibatı yok. 
 
İhraç edilenlere hukuk yolları kapalı. Sağlık sigortaları, emeklilik hakları yok. Pasaportlarına el konuluyor. 100 binden fazla kamu görevlisi ihraç edildi. Cemaatle bağlantılı olduğu ileri sürülenlerin önemli bir kısmının cemaatle bağlantısı iktidar-cemaat koalisyonu döneminde iktidar mensuplarının bağlantısından daha esaslı değil. 
 
Geri kalan ise iktidara biat etmeyenlerden oluşuyor. KESK üyesi misiniz? İhraç. Barış İmzacısı akademisyen misiniz? İhraç. Amiriniz ya da yerinizde gözü olan biri sizi ihbar mı etti? İhraç.
Bir daha iş bulmanız neredeyse imkânsız. O çok moda olan, berbat tanımlamaya göre “medeni ölüm”e terk ediliyorsunuz. Hâkim ve savcılar ihraç korkusundan hukuka uygun karar veremiyor. Toplumdaki adalet duygusu bırakalım zedelenmeyi tamamen tahrip olmuş halde. Adaletin yerini intikam, hukukun yerini ise keyfilik ve baskı almış. 
 
Çaresiz bırakılmış, hak arama yolları kapatılmış, toplum hayatından aforoz edilmiş bunca insan varken toplumsal istikrar bir hayaldir. 
 
İtibarlı bir devlet, OHAL KHK’leriyle kış lastiği düzenlemesi getirmek, evlilik programlarını yasaklamak gibi gülünçlüklere düşmez. Mülkün temelinin adalet olduğunu bilen bir devlet, hukuki güvenlik ilkesini yerle bir ederek, hukuk devletini ortadan kaldırma pahasına insanları savunmalarını dahi almadan görevlerinden ihraç etmez. Kendine güvenen bir devlet, dünyada en çok gazeteci hapseden bir ülke olmaya katlanamaz. 
 
Baskıcılık, keyfilik, hukuksuzluk zayıf ve her türlü manipülasyona açık devletlerin ortak özellikleridir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

6 Ok, 9 Işık, 4 Parmak: ‘Rabia’nın farkı nerede? - TAYFUN ATAY

Pazar günü yapılan ve Tayyip Erdoğan’ı bir parti-devletin tek adamı haline resmen getiren AK Parti 3. Olağanüstü Büyük Kongresi’nin bir sonucu da parti tüzüğüne “Rabia”nın girmesi oldu. Yani Cumhurbaşkanı’nın her daim her yerde kitlesel performansının doruk noktasını oluşturan “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” deyişi, artık tüzüğün “Temel Amaçlar” başlıklı 4. maddesinde de yer alıyor.
Bu Rabia olayında başından beri bir tuhaflık, daha doğrusu tutarsızlık var ama pek üzerine gidilmedi.
 AKP şimdi bu tuhaflık ve tutarsızlığı böyle tüzük girdisi yapacak kadar ciddi bir noktaya taşıdı madem, biz de bunun üzerine gidelim artık...

***
Başparmağı kıvırıp el ayası içine yapıştırarak, diğer parmakları da dik duruma getirerek yapılan Rabia (“4”) işareti, Mısır’da 2013’teki darbe sürecinde doğuş buldu.
Müslüman Kardeşler kökenli devrik cumhurbaşkanı Muhammed Mursi karşıtı olarak Tahrir Meydanı’nda toplananlara mukabil, Kahire’nin Rabiatül Adeviye Meydanı’nda bir araya gelen Mursi yanlılarının ellerinden yükselen bir işaretti o…
Bu süreçle eşzamanlı olarak Türkiye’de Gezi protestoları karşısında hışımla duran Erdoğan tarafından “içselleştirilerek” ithal edildi. Giderek de AKP kitlesince popülerleştirildi.
Bir bakıma CHP için 6 Ok ne ise, MHP için 9 Işık ne ise AKP için de “4 Parmak” Rabia o oldu.
Kabul etmek gerekir ki kitle kültürü çağında siyasetin simge-yoğun sürdürülür haline de mükemmel bir örnek o…

***
Gel gelelim bu “4 Parmak”la irtibatlı olarak sıralananların ne kadar AKP’ye ya da Erdoğan’ın zihnî yetkinliğine mal edilebileceği hususu çok ama çok tartışmalı...
Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet; bir "ulus-devlet" olarak kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin başından beri yöneticilerinden yurttaşlarına kadar herkesin ağzından duyduğumuz deyişler bunlar. Hiçbir yeniliğe, hiçbir özgünlüğe, hiçbir yaratıcılığa dayanmayan, kimseye de “münhasır” kılınamayacak vurgular.
Bu dört ilke neden AKP’ye mahsus oluyor ki?! CHP de bu ilkelerin arkasında. MHP çok daha fazla, üstelik AKP’den de çok daha erken zamanlardan beri bu ilkelerin arkasında ve onları savunmada.
Ayrıca HDP’nin de bu ilkelere “kategorik olarak" ne kadar karşı olduğu; o da tartışmaya açık ayrı bir konu…
CHP ve MHP’nin “dijital” simgeleri, 6 Ok ve 9 Işık’da da bu ilkeler içkin.
Hatta şu ileri sürülebilir: Eğer 9 Işık, 6 Ok’un detaylandırılmış, biraz “tiftiklenmiş” hali ise, Erdoğan marifeti “4 Parmak” Rabia da 6 Ok’un basitleştirilmesinden, basite indirgenmesinden ibaret.
Neydi 6 Ok, sıralayalım: Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik, İnkılapçılık.
Vatan, millet, bayrak ve devlet, hepsi "teklik" halinde bu 6 Ok’un özüdür.     
Üstelik gündeme getirmeye değmeyecek kadar yerleşik, oturmuş, kurumsallaşmış özüdür.
Bunların 90 küsur yıllık ulus-devlet Cumhuriyet’in bugününde, üstelik de 15 yıldır tek başına iktidardaki bir partinin tüzüğüne temel ilke diye konması çok tuhaf. Adeta bir kendinden, toprağından, memleketinden emin ol(a)mama halini dışa vurur gibi...

***
Fakat kanımca işin aslı-astarı başka.
Rabia bize Mısır’dan ithal dedik. Müslüman Kardeşler patentli bir “marka” o…
Rabia, Arapçada “dört”, “dördüncü” demek… Kahire’deki meydanın adını aldığı 8’inci yüzyılın meşhur kadın sûfisi (“Allah aşkı” denince akla gelen ilk isim) Rabiatü’l-Adeviye de ailesinin dördüncü çocuğuydu.
Bu dinsel-tarihsel altyapı, Mursi’nin Mısır’ın 4’üncü cumhurbaşkanı olmasıyla da buluşunca ortaya “otantiklik” açısından çok etkili bir simge çıktı Mısır’da.
Tahrir Meydanı’nın Nasır’la, Arap milliyetçiliğiyle ve de “Mısırlılık” anlamında millilikle temsiline karşılık Rabia Meydanı İslam’la, İslamcılıkla ve Müslümanlık bağlamında ümmetçilikle özdeştirildi.
Bu arka plân üzerinden Erdoğan ve AKP’nin Rabia’yı ithaline bakıldığında, işarete bize özel ve “sözde” biçilmiş anlamın ötesine geçmek mümkün.
Rabia’nın AKP iradesi açısından özde gerçek anlamı, 30 Mart 2014 yerel seçimleri sonrası balkon konuşmasında telaffuz edilen “Bu millet, ümmetin umudu" sözüdür.
Rabia, AKP’nin dinbaz-politik seyir defterinde ulusaldan evrensele, diğer deyişle Türk-İslamcı milliyetçilikten İslam enternasyonalizmine açılmaya çalışılan kapıdır.

***
Bunları AKP’ye yardımcı olma muradıyla yazdım.
Milletin önüne (Binali Bey’in ifadesiyle) "Besmele"yle bir tek-adam rejimi koyarken işlevsel kıldıkları simgenin şimdi tüzüğe yanlış girilmiş anlamını belki ileride düzeltirler ümidiyle yazdım.
Her ne koşulda olursa olsun; siyasi varlık olarak ne kadar sıkışmış, daralmış, “tek-tip”leşmiş olurlarsa olsunlar, yine de doğruluktan ayrılmasınlar, ne kendilerini ne de başkalarını kandırsınlar telkininde bulunma arzusuyla yazdım.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Gaddarlık saydamlaşırken - ÇİĞDEM TOKER

Bakmayın siz Antalya Belek’te hükümet destekli, kamu bankası sponsorlu ve bakan katılımlı Uluslararası Medya Forumu yapıldığına.
Biliyorsunuz zaten güzel ülkemiz, gazeteciler ve gazetecilik faaliyeti bakımından en riskli ülkelerin başında.
Ve -bizim gibi köklü çınar, sınırlı sayıdaki bağımsız gazete ve mecralar dışındakimedya kuruluşları eğer kapatılmamışsa iki seçenekle baş başa:
“Yanıma hizalan” yahut “akıllı ol paşa paşa”.
“Akıllı olmak”, gerçekleri örtmeye karşılık geliyor.
Gerçekler derken, gizli olanını kastetmiyorum. Güpegündüz, sokak ortasında, kent merkezindeki aleni olaylardan söz ediyorum.

Ayaktaki medya kuruluşları “görmediği” için, artık aleni gerçekler dahi duyulup bilinmiyor. 

***
Gerçeklerin üzeri örtüldükçe ne olduğunu dün gördük:
Hafta başı Ankara’da hak arayan insanlara müdahale eden güvenlik güçleri, kıyıcı bir şiddet uyguladı.
Ankara’nın orta yeri. Yüksel Caddesi’nde.
65 yaşındaki anne Kezban Saçılık yerde sürükleniyor. Kafasında genç bir polisin botu. O polisi, bir annenin doğurduğu kesin. En azından bundan eminiz.
Ve kafası, polisin botunun altındaki yaşlı kadının, kendi annesinden de büyük olma ihtimali yüksek.
***
Veli Saçılık, bundan 17 yıl önce Burdur Cezaevi’ndeyken “Hayata Dönüş” gibi rezil isimli bir operasyonda kolunu kaybetti.
Kaybetti derken, cezaevi duvarını yıkan dozer kopardı demek istedim. (Koparılan kola ne olduğunu yazmaya, şu anda klavye üzerindeki parmaklarım ve yüreğim elvermiyor. )
Veli Saçılık koparılmış koluna rağmen hayata sıkıca tutundu. Kamu görevlisi oldu. Fakat çilesi bitmemişti. OHAL KHK’siyle ihraç edildi.
Açlık grevinin 75. gününde gözaltına alınan eğitimcilere destek için gittiği Yüksel Caddesi’nde sürüklendi o da.
***

Kezban Saçılık yutkuna yutkuna, nefes almakta zorlana zorlana ağlamaklı anlatıyordu dün:
“Kolu yok... Kolu yok... Ya yeter artık ya. Yeter biz kimi öldürdük. Yıllardır çocuğumu... Sanki kan davası gibi. Atleti yok sırtında. Yerde yüzükoyun sürüyorlar.
Biz kimik, biz neyik, katil miyiz, dağdan mı getirdin? Yeter artık yeter. Benim canım acımıyor. Benim başıma tekme vurdular. Yemin ediyorum benim. Yüreğimin acısından hiçbir yerim acımıyor. Benim Velim. Benim Velim... Ya bunun kolunu aldınız, daha neyini alacaksınız? Gözünün içine gaz sıkıyorlar arabanın içinde ya... Yeter artık ya.”
 
***
Şöyle bir noktadayız:
Eğer meraklı bir sosyal medya kullanıcısı değilse, pek az kişi Ankara’nın ortasında neler olup bittiğini duyup biliyor artık.
Dün sabah uğradığım esnafın dükkânı Kızılay’a hiç uzak değil misal.
Çırak, eve geç gidebildiğini çünkü polisin Kızılay’ı kapattığını söyleyince, dükkân sahibi nedenini soruyor. Araya girip anlatıyorum.
İlk tepkisi, “E neden televizyonlar vermedi ki?” oluyor.
Televizyonların ana haber bültenlerinde artık “bu tip” haber vermediğini söylüyorum. Şaşkınlıkla yüzüme bakıyor.
Televizyonları hâlâ eski televizyonlar, gazeteleri hâlâ eski gazeteler sanıyor.
O öyle sanıyor ama Kezban Saçılık’ı yerlerde sürükleyen, kafasını botuyla ezen, gözaltı aracına bindirdiği kişilerin üzerine gaz sıkıp kapıları kapatanlar bu görüntülerin, “ana akım” da yayımlanmayacağını, radyoların bültenine koymayacağını, esnafın dükkânına aldığı gazeteye basılmayacağını biliyorlar.
Gaddarlık, işte böyle saydamlaşıyor.
Dünyanın dört bir yanından Belek’e davet edilen meslektaşları ikna toplantılarına hiç mi hiç benzemiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Onlara bir şey olursa... - MİNE SÖĞÜT

Açlık grevini benim gibi, asla onaylamayabilirsiniz.
Bu direniş modelini vicdanen, ahlaken ve siyaseten son derece yanlış bulabilirsiniz.
Sonuç alınamayacak bir eylem türü olarak görebilirsiniz.
İnsan canını her şeyden üstün tutabilirsiniz.
Yöntemin etiğini sonuna kadar tartışabilirsiniz.
Ama gerçekçi olduğunuzda bilirsiniz ki, haklı bile olsanız bunun önüne geçemezsiniz.
Daha önce de bu ülkede insanlar açlık grevleri, ölüm oruçları yaptılar.
Bundan sonra da yapacaklar.
Bazen haklarını kazanacaklar; bazen hayatlarını kaybedecekler.
Nesiller boyu iktidarın karşısına kendi bedenlerini koyarak dikilecekler.
Devletin vahşileştiği her yerde kaçınılmaz olarak direniş şekilleri de vahşileşir.
Bu vahşetin ortasında kalanlar için yapılacak tek şey...
Yaşamı sonuna kadar savunmaktır.
Bu ülkenin insanları;
İşlerini geri isteyen ve açlık grevi yaparak herkesin gözü önünde eriyen iki insanın başına gelenleri uzaktan izleyerek...
Bakıma en çok muhtaç oldukları bir aşamada hapse atılmalarına ve orada daha çok hırpalanmalarına ses çıkarmayarak... Yaşayamaz.
Yaşasa da ayakta kalamaz.
Ruhen ve ahlaken çöker.
Geçmişine gururla, geleceğine umutla bakamaz olur.
Bu halk onları iktidarın gaddarlığından kurtaramazsa, bir daha hiçbir şeyi kurtaramaz.
Ne kendini, ne çocuklarını, ne de hayallerini ve umutlarını.
Bu vahşet, o iki insanı kaptıktan sonra, hepimizi kapar.
Eğer onlara bir şey olursa...
Bilelim ki asla dağılmayacak tepemizdeki bu kara bulutlar.

Biz;
En lanetli hukuklarla darağacına gönderilmiş onca güzel gencin;
Ve gözden düşerek idam edilmiş bahtsız siyasilerin kara mirasıyla yüklüyüz.
Bu yük yüzünden kaybettiğimiz dengeyi bir türlü kuramamakla lanetliyiz.
Sırtımızda iktidarlara kurban verilmiş yeni cesetlerle asla daha iyi bir dünya hayal edemeyiz.
Şimdi cesareti ve gücü olanlar, çıkarsın kafalarını deliklerinden, itiraz etsin olan bitene kendi dilince, yöntemince.
Sessizlik onaylamaktır, sessizlik suçtan pay almaktır.
Gezi olaylarını, TEKEL direnişini devlete yönelik bir darbe girişimi gibi göstermeye çalışıp gerçek darbeyi bir savunma kılıfına sokarak tarihe geçirmek için her türlü cambazlığı yapanlar;
Ortada kendi niyetlerini ve yöntemlerini deşifre edecek tek bir akıl bile kalmayana kadar demokratik tüm haklara sınır tanımadan saldırmaktalar.
Seçim olmayan seçimlerle, hukuk olmayan hukuklarla, demokrat olmayan bir demokrasiyle bunca zamandır oyalandık.
Bu oyalanmanın bedelini artık ağır ödüyoruz.
“Bu ülke huzur ve refaha kavuşuncaya kadar OHAL neden kalksın?” diyebilecek kadar fütursuz olan bir siyasetçinin elinde cehenneme dönen bu ülke;
“Eylem ölüm orucuna dönebilir, Gezi, TEKEL benzeri eylemlere sebep olabilir” bahanesiyle gözaltına alınıp tutuklanan iki açlık grevi eylemcisini iktidarın inadına kurban verirse...
Bilin ki bu kara lekeyle... bir daha zor gelir kendine.

Mine Söğüt / CUMHURİYET