4 Eylül 2017 Pazartesi

İktidarın kurbanları... - ERDAL ATABEK

“Kurban bayramı”, öyle mi?
Hayvanların kurban edildiği bir bayram mı bu?
Yani, iyilik olsun diye.
Et yiyemeyenler bugünlerde et yesin diye.
Kesilen hayvanlar kesenleri Sırat köprüsünden geçirsin diye.
Bize böyle söylenmişti.
Peki, ya kurban edilenler insansa?
Kurban edilen insan da var mı?
Var ya, kurban ettiniz işte.
Nuriye’yi, Semih’i açlık grevinde hapse attınız.
Onlar sizin adaletsizliğinizin kurbanı ya.
Hapiste ölüyorlar.
Sizin kurbanlarınız.
Kutladığınız bayramın içinde onlar da yok mu?
İşlerinden atıp aç bıraktığınız insanlar.
Yüz elli binden fazla.
Onlar ne yiyecek diye merak ediyor musunuz?
Siz bayram yaparken onlar da aklınıza geliyor mu?
Ya hapislere attığınız insanlar.
Suç uydurup zincirlerin arkasında yatırdığınız.
Sizin kurbanlarınız onlar.
Elleriniz kanlı sizin.
Bu kanların hesabını vermeyeceğinizi sanmayın.
Hepsinin hesabını vereceksiniz.
Maskeli suratlarınızın üstündeki sahte bakışlarınızı.
Biz unutmayacağız.
Size de unutturmayacağız.
Bu bayram gününde.
Sakın unutmayın.
***
Adaleti iktidarınıza kurban ettiniz siz.
Çok kan döküldü çok.
Hapiste ölenler oldu.
Nasıl öldüler, dönüp bakmadınız bile.
Kendini öldürenler oldu.
Silahını kafasına dayayıp tetiği çekenler.
Kanları sizin üstünüze sıçrayanlar.
Adaleti kurban ettiniz.
Özgürlüğü kurban ettiniz.
Konuşanı astınız.
Yazanı kestiniz.
Düşüneni pişman ettiniz.
Kalemini kalbine sapladıklarınız oldu.
Sizin kurbanlarınızdır.
Kanlı ellerinizin kurbanları.
***
Laikliği kurban ettiniz ki çok önemlidir.
İnsan aklının özgürlüğüdür laiklik.
Kurban ettiniz.
Dinsizliktir dediniz.
Siz de biliyordunuz ki, değildir.
Laiklik, dünya yaşamını özgür akılla
yönetmektir.
Sizin amacınız ise, insanları kullukla itaat ettirmekti.
Laikliği kurban ettiniz.
Muhalifleriniz de çekindi, cesaretle önünüze çıkamadı.
Siz özgür insan aklını kurban ettiniz.
Siz özgür insan iradesini kurban ettiniz.
Çok kanlı bir kurban töreni oldu bu.
Bunun da hesabını vereceksiniz.
Merak etmeyin.
***
Toprağı kurban ettiniz.
Madencilere kurban ettiniz toprakları.
Yeşil ağaçları kurban ettiniz. Binlercesini.
Yeşil ovaları yağmacılara kurban ettiniz.
Canım dereleri tıkadınız, sularını kuruttunuz. 
Seller bastı evlerinizi, aldırmadınız.
O kepçelerdeki eller sizin ellerinizdir.
Kurban kanı bulaşan elleriniz.
***
İktidarınızın en büyük kurbanı kendiniz oldunuz.
Siz de artık kurbansınız.
İktidar sarhoşluğunun kurbanı.
Güç zehirlenmesinin kurbanı.
Kendi kibrinizin kurbanısınız.
Kendi öfkenizin kurbanısınız.
Artık hiç kimseye güven duyamayacaksınız.
Artık her şey sizin korkunuz olacak.
Siz kendinizi kurban edeceksiniz.
Sizden kurtulanlar.
İşte o zaman bayram yapacak...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

3 Eylül 2017 Pazar

Paşam imamları yola getirdi de... - MEHMET KUZULUGİL

Önce sosyal medyaya düştü, sonra haber oldu. (Artık alıştık bu algoritmaya da.)


AKP’li gençler dünyanın yuvarlak olduğu konusundaki pozitivist dayatmaya kafa tutayazmışlar. Muhtelif kanıt da sunarak, yuvarlaklık senaryosunun zayıf noktalarını ve buradaki derin komployu deşifre eden bir yazı partinin Fatih gençlik kollarına ait internet sitesinde yayınlanmış!
Dünyanın tepsi gibi düz olduğunu düşünenlerin varlığı değil, böylelerinin iktidardaki partinin gençlik kollarında görevler almış olması bile değil ama “dünyanın yuvarlak olduğu savıyla kuşakları zehirleyen bilim papazlarına savaş açılmış” bir ülkede yaşamak koyuyor insana…
Ülkede dedik ama lafın gelişi. Fatihli evladı fatihanın “tezlerine” dayanak yaptığı hikayeler de gördüğüm kadarıyla ithal. Gördüğüm kadarıyla diyorum, bu dev eseri derinlemesine okuyacak sabra sahip olmayan milyonlarca insandan biriyim.

Bu zırvalar başka ülkelerde de savunuluyor yani.

“Suudi Arabistan’da, İran’da falan savunuluyordur tabii” demeyin sakın. Bir kere çarpılırsınız.
İran’ın ortaöğrenim müfredatında evrime ayrılmış olan yer çarpar sizi.
Bir de yobazlığın menbaı olarak ABD’yi değil de Suudi Arabistan’ı gördüğünüz için, Usame Bin Ladin’in ailesi ile ABD gezisi yaparken çektirdiği fotoğraflar çarpar.
Yetmez küçük Bush hazretlerine “dünyayı kurtar ya Corç dabılyu” tebliğinde bulunan Cebrail’in müsteşarı çarpar.
Yetmez, “dini inancım gereği çocuğumu aşılattırmayacağım şerif” diyen binlerce Amerikalı “lanet olası beyaz kıçını kaldırmaya” üşenmez, çarpar.
Pazar yazısı olunca lafı sakız gibi bir o yana, bir bu yana çekiştirmek mümkün oluyor tabii. Ama uzatmayalım.
Dünyanın top gibi yuvarlak değil, tepsi gibi düz olduğuna inanan, inanan ne, militanca bunu savunan AKP’lilerden söz açılınca epey bir kimsenin aklına “imamları teyyare ile uçurup, dünyanın yuvarlaklığına iman edene kadar indirmeyen” Güventürk paşa gelmiş.


Olay doğru mu, kupür gerçek mi bilmiyorum. “Velev ki olmamış” olayın kahramanı Güventürk, “Atatürk paşası” namıyla biliniyor. 1957’de ordu içinde darbe amaçlı örgüt kurmaktan yargılanıp beraat etmiş, böylece görevinin başına dönüp 27 Mayıs’ı görmüş bir asker. 1969’da Korgeneral olarak emekli olmuş. Bolca da kitap yazmış birisi.

“Atatürk paşası”nı daha da ilginç kılan bir olaysa, gerçekten az rastlanır türden. Orduda çok örneği olduğunu sanmıyorum.

Fakir Baykurt’un 1957’de yazdığı “Yılanların Öcü” 1962’de filme çekiliyor. Güventürk Paşa’yla ilgili bilinen olay şu: Güventürk paşanın Tuğgeneral olarak görev yaptığı tümende erlere her gece Yılanların Öcü filmi gösteriliyor. Paşa da her gösterimden önce çıkıp film hakkında bir konuşma yapıyor. Bir kaynağa göre, konuşmanın muhtevası şöyle: Bu film, yapılan haksızlıkları ortaya koyan ve milleti uyandırmaya çalışan bir filmdir. Dikkatli seyredin. Terhis olup köye dönünce haksızlıklara tahammül etmeyin. Kanun karşısında herkes eşittir. Ağa yoktur, bey yoktur, millet vardır. Hakkınızı arayın. Nahiye müdürü sizi dinlemezse, kaymakama çıkın. Ondan da bir netice alamazsanız Cumhurbaşkanına kadar şikayet yolunuz açıktır. Bu filme komünist diyenler, ağa ve beylerin menfaatlerini korumak isteyen hakiki komünistlerdir.

Aman paşam, yaman paşam. Yılanların Öcü’nü erlere seyrettiren paşam. İmamları teyyareye doldurup, “düz müymüş, yuvarlak mıymış gavat sürüsü” diye diye dakikalarca eziyet edip yola getiren paşam. Bir nevi Galile’nin intikamını Torquemada’dan alan paşam.
Ama küçük bir kusuru var paşamın.
Paşa olması mı mesela? Laik, demokratik Cumhuriyet’te paşalık ne! Paşalık, padişahlık kalıntısı.
Paşanın, paşalık dışında bir kusuru var.

Bilinmeyen bir hikaye. Ben birinci ağızdan aktarıcısıyım.

Fakir Baykurt’un öyküsünden uyarlanan filmi erlerine seyrettirip, bir güzel endoktrine ederek köylerine yollayan paşanın çok değil belki 3-5 yıl sonra yolu Fakir Baykurt’la kesişiyor. Güventürk paşa, Gelibolu’da görev yaparken Fakir Baykurt da Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) başkanı. 3-5 yıl önce Yılanların Öcü’nü erlerine yukarda andığım şekilde sunan Güventürk paşa işte o tarihte (1969 olmalı) çevresine bilgi veriyor. “Bu Fakir Baykurt, azılı komünisttir. TÖS diye de bir sendikanın başına geçmiş. Geçit vermeyin, aman vermeyin.”

Dünyanın düzlüğü, yuvarlaklığı, imamların teyyareden korkusu, paşaların imamlara dönük amansızlığı falan derken, bir bayram sohbetimiz buraya bağlandı. Fakir Baykurt’tan bu hikayeyi eski Köy Enstitüsü yerleşimi olan Kepirtepe’de Öğretmen Okulu’nda dinlemiş bir sendikalı resim öğretmeninin aktarımını kayda geçmek de bu Pazar yazısı ile bana düştü. Fakir Baykurt, birkaç yıl önce, kendi eserinin uyarlamasını yere göğe sığdıramayan “Atatürk Paşası”nın sonrasında onu “azılı komünist sendika başkanı” olarak düşman bellemesini içine sindirememiş de, bir öğretmen odasında Kadir hocaya böyle anlatmış.

Hasılı kelam…

Anafikrin babafikri: Atatürk paşasının teyyareden attığı yobazlık, Fatihli bir web sitesinden çıktıysa, paşalarla bir yere kadar demekte fayda vardır.

Atatürk paşasının imamlara yaptırdığı teyyare gezisini keyifle anarken, asıl teyyare gezisini yaptıracak işçi sınıfına selam diyerek Pazar yazımızı bitirelim.

MEHMET KUZULUGİL / SOL

İlgili bağlantılar:
Artık ulaşılamayan evladı fatihan yazısı:
http://www.akgencfatih.com/makaleler/55-makaleler/duz-dunya-teorisi

Faruk Güventürk'ün konuşmasının aktarıldığı yazı:
http://www.radikal.com.tr/kitap/gecmis-zaman-tesellileri-854426/

Çekilin, burjuvazi et yiyecek! - TOLGA BİNBAY

Mademki gündem et, biz de yakından bakalım toplumun ocağında pişen bu mevzuya.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Açıkçası her şeyin bu kadar hızlıca değişebileceğini düşünmemiştim. On, on beş yıl öncesinden bahsediyorum. Evet, Türkiye’de uzun zamandır kırlar boşalıyordu ama Avrupa hedeflerinin pat diye tutturulabileceğini ve kırların apar topar terk edilebileceğini pek tahmin etmiyordum.

Ülkenin kentleri, kırları “çok da zorlanmadan” değişiverdi ve Türkiye'nin etle olan ilişkisi de değişti.
Tamam, et hiçbir zaman sıradan bir besin olmadı. Ama hem Türkiye kapitalizmi hem de dünya kapitalizmi eti beslenme akışkanlıklarımızda bambaşka bir yere getirdi. Şimdilerde başını Çin ve Hindistan çekse de küresel çapta kişi başı et tüketimi son elli yılda ikiye katlanmış durumda[1]. Türkiye de aynı değişim ikliminin bir parçası: Et tüketimi yıllardır sürekli artıyor. Kırlar boşalırken kentlerde et, kamyon lastiği reyonunun hemen yanındaki yerini gittikçe genişletiyor. Hem de kendi lügatiyle: antrikot, incik, döş, gerdan, kontrnuar, drymeat, vs....

Genişleyen bir tek market reyonları değil. Toplumun et ile kurduğu ilişki de değişti. Çok değil 20-30 yıl önce et, özel günlerin besiniydi. En özeli kebap yapılırdı; onun da yanında binbir çeşit garnitür olurdu.

Şimdi ise ete ulaşmak ve eti tüketmek kütlesel bir boyut kazandı: Ankara'da Balgat, Çukurambar, İzmir’de İnciraltı-Güzelbahçe sahil şeridi ve İstanbul’da başta Etiler olmak üzere bilumum semt kütlesel et tüketilen, fabrika bacası gibi bacaları olan mekânlarla dolu. Aynı anda onlarca masaya hizmet eden bu tür mekânlarda masanın hemen yanına bir mangal kuruluyor ve sonra da gelsin kilo ile et. Her bir masadaki baca da merkezi tek bir bacaya bağlanıyor, devasa bir motor ile. Alın size modern tüketim fabrikası…

Tabaklar da büyüdü: Amerikan porsiyonlarına döndü kebaplar, biftekler, burgerler. Artık restoran görünümlü bu devasa fabrikalarda servis edilen etler, bir oturuşta dört kişiyi besleyebilecek tabaklarda geliyor.

Aynı zamanda günlük toplam enerji ihtiyacına denk gelen 1500 kilokaloriyi elde etmek de ucuzladı. Bir "bolluk" geldi ama nereden ve nasıl geldiği çok da bilinmeden, sorulmadan. Hakikaten nereden geldi bu “kilo ile et”? Kırlar boşaldıysa kim yetiştiriyor bunları?

Öte yandan bir gerçek var: Et, evrimsel olarak insana, homo sapiense çok önemli bir gelişim olanağı sundu. Özellikle beyin işleyişi ve gelişimi için gerekli olan mineralleri ve vitaminleri bir besin küpü olarak sağlayıverdi[2]. Evet, örneğin demir ıspanakta da var ama 300 gr kırmızı et ile alınan demiri ancak 2,5 kg ıspanak ile alabiliyoruz. Yani, beslenme açısından et oldukça pratik bir çözüm.
Ama et, bir tek et değil işte. Pazarı var, endüstrisi var, tekelleri var ve de halimizi yansıtan kültürü var. Tüm toplumun etle ilişkisi bir yandan da kültürel bir uğrak: Kebaptan grillhouselara uzanan. Ve artık sormak zorundayız: Bu lezzetin, bolluğun, değişimin bedeli ne?

Mesela kırmızı etin çevreye olan maliyetini düşünmek abes mi?
Şu dört bir yana açılan Pirzola Houselarda, GrillCenterlarda, SteakStoplarda tüketilen ya da marketlerde reyonu genişleyen dry, marine, özel kesim, helal etleri ve genel olarak herhangi bir eti üretmenin bedeli nedir?
Bir başka canlı grubu üzerindeki sınırsız tasarrufun bedeli nedir?
Sormak abes mi?
Hâlâ mı?
Örneğin et, çok su gerektiren bir besin. Şöyle ki: 1 kg dana eti için 15.415 litre su gerekiyor[3]. Et sadece pratik bir beslenme kaynağı değil, aynı zamanda pratik bir sağlıksızlık kaynağı da. Obeziteden kalp hastalıklarına birçok durum etin de merkezinde durduğu bir beslenme ve yaşam biçimiyle yakından ilişkili.
Velhasıl et insan beynini ve zihnini değiştirmeye devam ediyor. Ve farklı görünümleri olan bir beden kültürü, zihin hali ortaya çıkıyor.
Mesela son bir yılın fenomeni Nusret nedir?
Nedir büyüsü?
Ete ne olduğunu anlarsak Nusret’i de anlarız. Çünkü Nusret bir noktadan sonra Türkiye’nin ta kendisi değil mi? İster içinde ne olduğu bilinmeyen ucuzlukta olsun isterse gazete köşelerinde bilmem kaç liralık yemek fişi yayınlansın, tüm toplumun et ile ilişkisinde artık genel doğrultu Nusret değil mi? Fantezilerle yaşamak ve gerisini çok da takmamak değil mi?

Tüm o kareler erkeksi, kaslı, etli, paralı, seçkin, güçlü, cool ve haz içinde değil mi? Toplumun kaymak tabakasından en altına kadar geniş bir kesim artık oraya bakıyor: Nusret’in videolarına, fotoğraflarına, orada pişen, kızaran, cızır cızır eden arzuya…

Ve bir de gün geçtikçe artan kilolara. Obezite ile Nusret el ele geçiyor günlerimizden: Sağlık Bakanlığı ise obezite için hareket etmeyi öneriyor. İşte yürüyüş, merdiven çıkma vs. gibi.
Olabilir. Ama tam bir parçalı düşünme hali, meselenin özünü ıskalama yok mu, bu yaklaşımda? Zihin dünyası ile beden kültürü iç içedir; toplumun zihinsel ufku değişmeden beden kültürü de değişmiyor. Ve kentlerde ete ve etin temsil ettiklerine aç bir toplam var.  Mesele de orada: Beden kültürünün tamamında.

Öbür yanda ise toplumdan, tarihten ve varoluşumuzdan koparılmış bir sağlıklılık endişesi var, bu parçalı kavrayışın bir başka ifadesi olarak: Vejetaryenlik, veganlık ve ortoreksi gibi. Ve teslim etmeliyiz ki tüm bu değişik derecedeki haklı titizlikler alttan alta da etkili. Özellikle solda. Yani sol içinde henüz siyasete yansımamış olsa da beslenme pratiklerinde değişimi içeren bir konumlanış da var. Öyle burun kıvırıp geçmek mümkün değil.

Yine de et ile olan yeni ilişkimizin herkesi eşit derecede etkilediğini düşünmek saflık ve körlük olur. Çünkü en alttakilere nereden geldiği, ne içerdiği, hatta ne olduğu belli olmayan bir et düşerken üsttekilerin “iyi et” arayışı ise paraya bakıyor.

Kentlerdeki geniş bir eğitimli emekçi kesimi ise tüm bu sürece bireysel çareler arıyor. Bazen rahatsızlık verici bir titizlikle.
Ama şunu da bir kenara yazalım: Tüm bu besin/beden uğraşısı kentli yeni bir kuşağın habercisi. Kapitalizmi deforme ya da reforme edecek bir kuşağın. Yaşayıp göreceğiz.
Şimdilik mangal bacalarının mesajı net:
Çekilin, burjuvazi et yiyecek!
Tüm toplumu da peşinden sürükleyerek…
Peki, ama bir şarkı vardır, bilir misiniz?
Ne mi der?
Et, cinayettir[4].
Afiyet olsun.

Tolga Binbay / SOL

[1] Gould J (2017) Nutrition: A world of insecurity. Nature, 544, s6-s7.
[2] Gupta S (2016) Brain food: Clever eating. Nature, 531,S12–S13.
[3] Heffernan O (2016) Sustainability: A meaty issue. Nature, 544, S18–S20.
[4] The Smiths, Meat is Murder. https://www.youtube.com/watch?v=CzuDSSO_c9o

Erkeklik ve şöhret - TAYFUN ATAY

Değerli dostum, gazeteci-yazar Ahmet Tulgar’ın tarihe geçmesi gereken bir yazı başlığı vardır: “Erkekler baştan yeniktir” şeklinde…
Yazı, Fatih Terim’in 2003’te Galatasaray teknik direktörüyken Beşiktaş derbisinde kendisine yönelik küfürlü tezahürata karşı tribünlere yaptığı el hareketine ilişkindir.
Terim, yüzü sahaya dönük halde sağ kolunu arkaya doğru kaldırmış, başparmağını ikinci ve üçüncü parmakları arasına sokarak tribünlere uzatmıştı. 



Ahmet, bu hareketin ne ölçüde etkili olup olmadığını, aynı anlama gelen diğer hareketlerle karşılaştırmalı şekilde ilginç bir açıdan tartışıyordu. Sonuçta da sağ kolu sol avuçta “şak” diye kaydırarak yapılandan parmaklarla cinsel organı avuçlamaya kadar açılan yelpazede tüm bu hareketlerin aslında “erkeğin çaresizliği ve yetersizliğine işaret” olduğunu ileri sürüyordu.
Yazıyı şöyle noktalamıştı: “Bütün erkekler daha işin başında yeniktir. Adı ‘Fatih’ olanlar bile” (“Milliyet Popüler Kültür”, 7 Kasım 2003).
***
Gerçekten, bir erkeğin yaşamı, hiç tamamına erdirilemeyen bir “erkeklik” uğruna, hiç son bulmayan bir mücadele içinde geçer.
Erkekliğin her an “elden gitme” kaygısı, hayat boyu her ortam ve ilişkide erkekle beraberdir.
Erkeğin “erkekliği”, cinsel organının “iş yapar”lığından tuttuğu takımın başarısına kadar, evde, işte, sokakta, her yerde sınama ve tehdit altındadır.
O yüzden diyoruz, erkeklik en çok erkeği ezer!..
Fatih Terim’i de bol bol ezdi.
En son, kendisinin ifadesiyle “ailenin en büyüğü” olarak, damadının ablasının Çeşme-Alaçatı’da işlettiği mekânın yanındaki kebap salonunun sahibiyle yaşanan çekişmeye “erkekçe” müdahil oldu o.
Lâkin aynı kararlılıkta bir “erkeklik” duvarına da tosladı. Dükkândakiler, kamuoyunun gündemine gelecek bir karşılık verdiler.
***
Ancak Terim cephesinde “erkeklik” kadar hassas bir diğer kimliksel dinamik vardı ki bu da “şöhret”ti.
Ve Terim’in “erkeklik gösterisi”nin şöhretle titreşimli şekilde son derece ilginç bir “çarpan etki”si olduğunu dün önümüze gelen matrak mı matrak haberden anlıyoruz.
Bir grup üniversite heykel bölümü öğrencisi, uluslararası spor bahis sitesi (“Sen Kazandın”) desteğiyle Terim’le kapışan dükkân sahibi Selahattin Aydoğdu’nun heykelini yapmış.
Heykel, Alaçatı’da restoranın önüne dikildi. Üzerinde de “Türk futbolunun kaderini değiştiren adam, Selahattin Aydoğdu” yazılı.
Demek ki nasıl “erkeklik erkekliği çekti”yse şöhret de “şöhret”i çekti ve Aydoğdu meşhur oldu!..
“Böyle bir sürprizi beklemiyordum, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum” demiş heykelin yanında neşe içinde poz verirken…
***
Olay, Fatih Terim’in karizmasını çizip onca yıldır inşa ettiği şöhrette aşınma yarattı mı, yarattı. En azından kamuoyu, onun Milli Takım’dan istifasını bu olaya bağlıyor mu, bağlıyor.
Fakat diğer taraftan, onun gibi şöhretli birinin bu “erkeklik oyunu”, ona mukabelede bulunana da şöhret “bulaştırdı” mı, bulaştırdı.
Çünkü nasıl ki “erkeklik”, onu “taşıyan” erkekten bağımsız ve onun üstünde işleyişe sahip bir iktidar şebekesi ise şöhret de aynı şekilde meşhur olana dışsal, ondan bağımsız işleyişe sahip bir kültürel örüntüdür. Erkeklik oyununda iktidar, aslında erkeklik gösterisinde bulunan erkeği izleyen gözlerdedir; binlerce, milyonlarca, milyarlarca çift gözde…
“Erkeklik” uğruna ne yaparsanız, o gözleri tatmin etmek için yaparsınız.
Şöhret de öyledir. Meşhur denilen her kimse, onu tanıyıp bilenlerin gözleri, zihni, dünyasıdır onun “dölyatağı”
Yani şöhret, bir bakıma “sıradan” olanların bayıla bayıla oynadığı bir oyundur. “Meşhur” da bu oyunda “oyuncak”
Şimdi bir grup heykel öğrencisi marifetiyle Kebapçı Aydoğdu’nun (hayli kıdemli bir başka şöhrete haset ve hıncın da itkisiyle) oyuncak yapılışını izliyoruz!.. 
 
Vatan Şaşmaz - Filiz Aker” olayında da yazdık, her canlı şöhreti tadacaktır; Andy Warhol’un dediği gibi, ortalama 15 dakikalığına da olsa… 
 
O yüzden şimdi Alaçatı’da el çabukluğu marifetle oturtulmuş olanın üzerine tüy dikercesine bir başka heykelin konulacağı günler de çok geçmeden gelecektir.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Yaşadığımız dünya ile öbür dünya - NAZIM ALPMAN

Yıllar önce, bayıltıcı sorularıyla ünlü Milliyet’in parlak muhabiri Musa Ağacık, Refah Partisi Başkanı Necmettin Erbakan’a Maocu akımının “Üç Dünya” teorisini sormuştu:
-Siz Üç Dünya teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Erbakan Hoca başını yukarıya doğru çevirip uzun boylu gazeteciye şöyle bir bakmış kendisinden beklenen kıvraklıkta kısa bir yanıt vermişti:
-Bizim için iki dünya vardır. Bu dünya ve öbür dünya!
Konu hassas ve bizim bir hayli uzağımızda olduğundan bilgisine birikimine itibar edilen uzmanlar üzerinden ancak bir şeyler yazıp söyleyebiliriz.
Mesela ODTÜ Felsefe Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof.Dr. Yasin Ceylan geçtiğimiz günlerde Haber Türk’te Kübra Par’ın sorularını yanıtladı. Ceylan Hoca, imam hatip çıkışlı bir akademisyen… Kendisi medrese eğitimi aldığını da ekliyor.

Yasin Ceylan İslam Medeniyeti hakkında görüşlerini açıklarken diyor ki:
-İslam medeniyeti daha çok öbür dünyaya yöneliktir. Son zamanlarda dindar gençliğe dönüş ideali var. Başarılı gençlik yerine dindar gençlik yetiştirilmek isteniyor, bu çok yanlıştır.
-Neden?
-Çünkü Müslüman dünya mut­luluğu peşinde değildir, öbür dünya mutlu­luğu peşindedir. Ben 14 yaşımdayken Kuran-ı Kerim’i Arapça tefsirle­rinden okuyan bir insa­nım. İslam metinlerinin nasıl bir dünya görü­şünü sunduğunu iyi bilirim. İmam hatipte okudum, medreseden geliyorum, İslam’ın ön gördüğü dünya, öbür dünyaya yatırımdır, buraya geçici bakar. Dünya mutluğu ikinci plandadır, asıl mutluluk ertelenmiş mutluluktur. Bununla ilgili, “Burası öbür tarafın tarlası­dır, ne ekersen onu biçersin” gibi birçok hadis var. Bir insanın zih­ninde bu varken neden bu dünyada bu kadar başarılı olsun? Yatırımı öbür tarafadır. İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ideali yoktur, ihtimali de yoktur. Batı medeniye­tinde, bilim, sanat, edebiyat, refah, neşe, şiir falan var. İslam böyle bir toplum öngörmüyor. Ben de iddia ediyorum ki dünya mutluluğu olmadan başarı olmaz, dünya mut­luluğu olmadan ahlak da olmaz. Mutsuz insan ahlaklı olamaz, seve­mez. Mutsuzlar arasında dayanışma da olamaz.
                                                                             •••

Yasin Ceylan Hoca’nın sözlerinin hayatta karşılığı da var.
İnsanlara öbür dünyanın nimetlerini anlatarak milyarderliğe terfi eden ilahiyatçılar her ramazan ayında servetlerini geometrik olarak genişletiyorlar. Bu gelişmenin bir bitim noktası da bulunmuyor. Zenginleştikçe zenginleşiyorlar. Öbür dünyayı anlatarak, bu dünyanın bütün varlıklarına uzanabiliyorlar. Adeta ne varsa bu dünyada der gibiler.
Bir başka örnek de bütçesi birkaç bakanlığa beden Diyanet İşleri Başkanlığı için makam aracı tahsis edilirken dünyanın en pahalı otomobili seçilmesi de Yasin Ceylan Hoca’yı doğrular nitelikte gelişmelerdir.
Örnekler daha çoğaltılabilir. Pek çok dini cemaat lideri ihtişamlı bir yaşamı seçmiş bulunuyorlar. O kadar ki, ünlü hocalar minberden inip jet sky’e binebiliyorlar.
Söylemleriyle öbür dünya, eylemleriyle bu dünya…

NAZIM ALPMAN / BİRGÜN

Çok erken değil mi Başkan - MUSTAFA K. ERDEMOL

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un şaka yollu da olsa söyledikleri AKP Genel Başkanı’nı pek tahammül edilebilir bulmadığının itirafı kabul edilmeli bana sorarsanız. Koltuğa oturalı daha çok zaman geçmedi ama Macron için Recep beyle görüşmek ciddi ciddi bir sıkıntı kaynağıymış demek. Dünya aleme de duyurdu bunu üstelik.


Diplomaside yan yollar vardır malum, bir dergiye demeç verirken, radyoda söyleşi yaparken muhabbet ortamı içinde “gayri resmi” olarak kimi görüşler dile getirilir fırsat bulunduğunda. Macron’un yaptığı da bu. Şaka kılıklı bir ifadeyle bir dünya lideri olmanın göründüğü kadar ‘havalı’ olmadığını söyleyip örnek olarak da Recep beyle sık sık görüşme zorunda oluşunu gösterdi.
Cümlede “Neler çekiyorum, bir bilseniz” yakınması saklı tabii. Şaka da olsa AKP Genel Başkanı için dış dünyada böyle bir imaj var. Üslubunun, halinin, tavrının sertliğinden kaynaklanıyor bu ama kendisine de artık aynı üslupla yanıtlar veriliyor. 

Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmeyeceğinin konuşulduğu sıralarda Alman Sosyal demokratlarının lideri Martin Schulz, “Erdoğan başka bir dilden anlamaz” dedi biliyorsunuz. Erdoğan’ın kullandığı dil biliniyor, dolayısıyla “anlayacağı dile” ilişkin bir kanı da oluşmuş durumda. Macron’un Recep beyle görüşmeleri muhatabının “anlayacağı” dili tutturamadığı için sıkıntılı geçiyor olabilir. Zamanla aşar.

Şaka yollu da olsa hoş değil elbette. Bir sıkıntı nesnesi olarak gösterilmenin neresi hoş? Yine de Recep bey şanslı sayılır. Henüz Victor Orban kadar “ortak nefret” toplamış değil. Her ne kadar hızla ilerlemekteyse de Orban’a yetişmesine zaman var. Orban’a laf kondurmak için AB lider ya da sorumluları “yan yollara” kaçmıyorlar. Düpedüz söylüyorlar ağızlarına geleni. Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn bunlardan biri örneğin. Orban için “Orban gibi tipler yüzünden AB dışarıya karşı değerlerini savunamıyor” demişti yakın zamanda. “Tipler” gibi belirli bir tanımı olmayan, bir kategoriye de konulmayan sıfatla anılmış oluyordu Orban, bu “ne idüğü belirsiz” demek açıkcası. Çok ağırdı yani.

Lafını şakayla sarıp sarmala yerine doğrudan dile getirenlere bir örnek de Ukrayna’nın 2014’deki Dışişleri Bakanı Andriy Deşçitsya olabilir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e “aşağılık herif” demişti. İtalya eski Başbakanı Silvio Berlusconi öyle açık sözlü olacak kadar yürekli değildi, edepsiz adamın biriydi ama, her edepsiz gibi de sinsice söylerdi ne söyleyecekse. Bir gün açık kalmış mikrofonlara yansıdı Almanya Başbakanı Angela Merkel hakkında söyledikleri: “ Culona inchiavabile.” Ağır bir İtalyan argosuymuş bu. “Cinsel cazibesi olmayan şişman kadın” anlamına geliyormuş. Kepazelik tabii ki.

Filipinler Devlet Başkanı Duterte’nin önce Barak Obama’ya sonra da Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong – un’a “onun bunun çocuğu” dediğini biliyoruz.

Yani devlet adamalarının başka devlet adamlarına yönelik kimi değerlendirmeleri oluyor çeşitli düzeylerde. Yıllar önce Yıldırım Akbulut başbakanken, İngiliz diye kalmış aklımda, bir Dışişleri Bakanı gelmişti Türkiye’ye, adam ayrılmadan ne yaptığı basın toplantısında “eğer başbakanınız çok şey biliyorsa eminim bilgilerini çok iyi gizliyor” diye bir laf etmişti. Özal’ın Akbulut’u Başbakan ataması kimi çevrelerde adı geçenin bu görev için yetersiz olması nedeniyle çok eleştirilmişti o sıralar. Yabancı bakanın Akbulut’a laf kondurması Macronvari bir çakmaydı.

Politikacılarımız kendilerine çok güveniyorlar. Bundan ötürü de olmadık durumlara düşürüyorlar kendilerini. Özal bunlardan biriydi. İngilizcesine çok güvenirdi. Yıllar önce yanında Semra Hanımla, Londra’ya Kanuni Sultan Süleyman Sergisi’ni açmaya geldi. Ben de gazeteci olarak izliyorum.

British Museum’da düzenlenen, aralarında Prenses Diana’nın da bulunduğu törende bir konuşma yaptı Özal. Kanuni’den söz ederken “lawmaker” (kanuni) diyeceği yerde “lovemaker”(aşk yapan, sevişen) deyiverdi. Diana’nın başını hafifçe eğip güldüğünü gördük. Ertesi gün de gazeteler söz etti de.

Merak ediyorum doğrusu. Macron’a ne yaptı da adam daha Başkanlığının birinci yılı dolmadan işinden yaka silkmeye başladı.

Hele bir on beş yıl bekleyeydi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

2 Eylül 2017 Cumartesi

Bağdat Demiryolu ve Yeni İpek Yolu karşılaştırması ne söylüyor? - ERHAN NALÇACI

Erdoğan üzerindeki basıncın; Merkel’in Türkiye’nin Gümrük Birliği güncellemesini veto edeceğini açıklaması ve ABD yargısının Erdoğan’ın korumalarını içeren iddianame hazırlaması ile arttığı çok açık.

Ancak günlük gelişmeler, özellikle emperyalist dünyanın iki yüzlülüğü içinde, bütünü görmeyi engelliyor. Hazır bayram tatilindeyken, geçen hafta başladığımız karşılaştırmalı tarihe bütünü kavramak için başvuralım ve bu kez Bağdat Demiryolu ile Yeni İpek Yolunu kısa yazının izin verdiği kadarı ile ele alalım.

Osmanlının daha 1800’lerin başında emperyalist ülkeler arasında pay edileceği belli olmuştu. Buna karşılık İngiltere’nin Rusya’nın güneye inmesini engellemek için emperyalistler arsında bir uzlaşmaya varılana kadar Osmanlının bütünlüğünün korumasına ihtiyacı vardı.
Bu denge hali, 1871’de Alman birliği sağlanıp, ortaya yeni bir emperyalist güç çıkana kadar sürdü. Genç, hırslı tekelleri ve Prusya geleneğinin uzantısı merkezi devleti ile Almanya geç kaldığı dünyanın pay edilme mücadelesine dahil oldu.

Donanması hiçbir zaman İngiltere ile boy ölçüşecek düzeye gelmedi. Bu yüzden güneye inmek için İngiliz Donanması’nın toplarından uzak bir kara yolunu tercih etti: Bu ünlü Bağdat Demiryolu projesiydi.

Osmanlı devlet yönetiminin hangi tarafı tutacağı İngilizlerle Almanlar arasında sert bir rekabet konusu oldu. Yönetim birçok kez İngilizcilerle Almancılar arasında geldi, gitti. Alman devleti niyetini ısrarla gizliyor ve Osmanlıya “Ben hiç Osmanlı toprağını işgal ettim mi, hiç Müslümanlara karşı bir kabahatim oldu mu?” diye yaklaşıyordu.

Bağdat Demiryolu Anlaşması 1902’de imzalandı. İngiliz ve Rusların bütün engellemeleri ve o zamanın teknik olanakları ile zaten zor bir iş olduğu için yıllarca sürdü. Ankara yerine Rusların baskısı yüzünden Konya’dan geçti ve 1918’de savaşın içinde ancak Halep’e kadar ulaşabildi.



Şekil 1: Berlin’den başlayıp Alman emperyalizmini Basra Körfezi’ne kadar taşıyacak olan Bağdat Demiryolu hattı görülüyor.
Alman emperyalizmi belki İngilizlerle baş başa kalsaydı kazanabilirdi, ancak yepyeni kaynaklarla yükselen ABD emperyalizminin varlığı nedeniyle bugünkü rolüne çakıldı, bir dünya imparatorluğuna asla dönüşemedi.

Şimdi ise Çin’in yükselişi buna bir kez daha izin vermiyor. Üç yüz milyon köylüyü kendi ülkesinde göçmen işçi haline getiren ve kuralsız bir sömürü için sermayeye teslim eden Çin Rusya’yı da şimdilik arkasına alarak dünyanın yeniden pay edilmesini istiyor.

Yeni İpek Yolu veya Tek kuşak-Tek Yol Projesi Çin tarafından bir hegemonya projesi olarak geliştirildi. Demiryolu, deniz taşımacılığı ve iletişim yolları aracılığı ile Çin’i bütün Asya, Afrika ve Avrupa ile birleştiriyor. Ve askeri çatışmanın dışında ekonomik olarak buna karşı bir alternatif geliştirilemiyor.



Şekil 2: Çin’in önerdiği İpek Yolu Pekin’den başlayıp İran ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşan demiryolunu, Kalküta ve Kızıldeniz aracılığı ile Avrupa’da karayoluyla birleşen bir deniz yolunu içeriyor.
Çin İpek Yolu’na dahil olan 66 partnerine tıpkı Almanların 1900’lerin başında Osmanlıya söyledikleri gibi şunu söylüyor: “İpekyolu bir Çin fikri ama herkesin menfaatine. Dünyanın gelişimini için, adil, makul ve şeffaf küresel ticaret ve yatırım kurallarının konulmasını teşvik etmenin tam zamanı.”
Bunun ne anlama geldiğini, nasıl dünya ölçeğinde bir sömürüye işaret edildiğini ve ekonomik hegemonyanın siyasi hegemonya ile nasıl sonlandığını çok iyi biliyoruz.
Türkiye burjuvazisi hâlâ en çok Almanya ile alışveriş yapıyor ve çıkarları iyi geçinmeyi gerektiriyor. Bu doğru ama Avrasyacılığın bir nesnelliği var. Bu sadece Erdoğan’ın sıkışmışlığı ile açıklanamaz. Burjuvazinin gönül kaymaları, kâr kokusu almaları, risk alma isteği, teşvikler vb. her zaman Avrasyacı, Çinci/Rusçu bir klik olacaktır.

Ordunun bir siyasi parti gibi davrandığı dönemde Avrasyacılığı önemli bir burjuva stratejisi olarak savunan klikler olduğu biliniyor. Zaten Erdoğan’ın da dahil olduğu Ergenekon operasyonu bu kliği tasfiyeye dönük yapılmıştı. Aradan beş sene geçmeden bu sefer Erdoğan bir Avrasyacı olarak gözüktü.

Tabi ki Erdoğan Batı emperyalizminin desteklediği burjuva siyaseti tarafından tasfiye edilebilir. Ancak sonra tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi tekrar Çin/Rus yanlıları bir zemin arayacaklardır.
Bu olayın etrafında yaşanan şiddete bakın. Rus uçağı düşürüldü, bir Rus elçi öldürüldü, bir darbe girişimi yaşandı, hapishaneler farklı taraflarca doldu doldu, boşaldı. Ve daha henüz sürecin başındayız.

Türkiye işçi sınıfı siyaseti ise, bir tarafa yatmak ne kelime, ancak bu paylaşım savaşının parçası olan rezil sürecin yarattığı boşluklarda iktidarını arayacaktır.

Erhan Nalçacı /SOL

Halkevleri’nin çocuğu - IŞIK KANSU

Cumhuriyet atılımları ile derdi olanların hedefe koydukları, karşıdevrim dalgaları ile yıkılmış olan bir halkçı-devrimci kurum olan Halkevleri’nin nasıl bir işlev yüklendiğini bilen bilir. 

Örneğin, Adana Halkevi’nin bir küçük çocuk için ne gibi bir anlamı olduğunu dinlemiştim.
Gecekonduda oturan o çocuğun yolu Adana Halkevi’ne düşer. Dışarısı soğuk, Halkevi sıcaktır. Kimse ona “İçeriye neden girdin” diye sormaz. Boyundan büyük dizi dizi kitapları karıştırmasına hiç karışmaz. 


Üstelik Halkevi kütüphanesinin müdürü Zihni Amca, kitaplarla haşır neşir olmasını sağlamakla yetinmez, evinden sefer tasıyla getirdiği yemeklerini o küçük çocukla paylaşır.
O küçük çocuk büyür, öğretmen olur, ardından Cumhuriyet yazınının en büyük yazarları arasına girer.
O küçük çocuk, Atatürk Cumhuriyeti’nin kimsesizlerin kimsesi olduğunu yaşamı ve sanatı ile kanıtlayan Muzaffer İzgü’dür. 



7’den 70’e herkese; gerici ve tutucular ile kendini beğenmişlere katıla katıla gülmeyi öğreten Muzaffer İzgü, bu toplumun gülen yüzü olarak belleğimizin güneşli gökyüzünde yerini almıştır. 


Meczuplaştırma
Sürekli artıyor: Siverek’te, Diyarbakır’da, Anamur’da, Zonguldak’ta, Eskişehir’de Atatürk yontularına saldırıldı.
Soruşturmacılara göre, saldırganların hepsi ya “meczup” ya da “akli dengesi olmayan” kişiler.
Demek ki, aklı olan Atatürk’e saldırmıyor.
Ya da öyle bir yönetim altındayız ki, insanlar meczuplaştırılıyor. 


KHK dairesi
Bir bilgisunar sitesi yöneticisinden mektup geldi. Durumu özetlemiş:
“İki yıl önce bir eylemde polis tarafından haksız yere gözaltına alınmış bir öğrenci ile söyleşi yapmış, sitemizde yayımlamıştık. O zaman muhalif eylemlerde yer alan bu genç, iki yıl sonra geçenlerde bir ileti göndererek, iş hayatında kendisine çok engel olan bu söyleşinin siteden kaldırılmasını istedi.
Üç yıl önce sitemizde muhalif yazılar yazan bir başka genç de, köşe yazılarının siteden silinmesini istedi. Adı aratılınca bu yazıların bilgisunarda görünmesinin kendisine çok büyük engeller çıkardığını aktardı.
Zamanında Fethullah - AKP birlikteliğine dair iyi yazılar yazmış başka bir genç de mevcut durum nedeniyle geçmişteki yazılarının kaldırılmasını rica ediyor.”
Yaşamın her alanında korku ve baskıyla ağırlaşmış böylesi bir havada yeni bir KHK ile Adalet Bakanlığı’nda İnsan Hakları Dairesi Başkanlığı kuruldu.
Adaletsizliklerin, haksızlıkların, hukuksuzlukların bürokratik evraklar arasında yitip gitmesi için… 


Fetih
AKP Genel Başkanı, Anadolu’yu işgal eden emperyalizmi ezdiğimiz 26 Ağustos ve 30 Ağustos’u görmezden gelmek için Malazgirt’te iteleme kakalama törenler düzenlerken Ege’de Türk sularındaki adalara Yunanlar, Bizans bayrağı çekti.
Eline tutuşturmuşlar bir ok ile yay, kendini Alpaslan sanıyor.
Oysa, 946 yıl sonra Bizans Anadolu’yu fethediyor, farkında değil…


Işık Kansu / CUMHURİYET

1 Eylül 2017 Cuma

Bayram - Meriç Velidedeoğlu

Bugün bayram; öyle de, ne ki geçen cumartesi başlayıp, bu haftanın salı günü sona eren bayram gibi dört günlük bir “Adalet Kurultayı” sürecini de yaşadık (29.08.2017)
“Adalet Yürüyüşü”nün ardından gelecekti “Adalet Kurultayı”, tıpkı bunun ardından da gelecek olanlar gibi...

Çağdaş bir “hukuk devleti” olmanın içerdiği tüm kavramların dayanağıdır “Adalet”. Dolaysiyle, “Adalet”i adım adım yok eden “çağdışı” bir anlayışın iktidarına karşı yapılan savaşımın da (mücadelenin) temelini oluşturup gücünü arttırır kuşkusuz.
Daha önce de sözü edildiği gibi, “Adalet” kavramıyla Osmanlı Devleti, “1830”larda İkinci Mahmut döneminde karşılaşır; bugün hâlâ bu kavram gündemimizi oluşturuyorsa, “200 yıl”dır, “Adalet”, “Adalet!” diye haykırıyoruz demektir; üstelik, “1923 Türk Devrimi” gibi bizi de çağdaş, laik ülkeler düzeyine getiren “laik” bir “devrim” geçirmiş olmamıza karşın.
Devrim’in ürünü sekiz “Devrim Yasası”na sahip olmamıza karşın...
Çünkü, Sultan İkinci Mahmut, 1830’larda “Adalet” derken, “Şeriat”ın oluşturduğu “Şerri Yasalar”ın yerine, temeli çağın isteklerine, çağdaşlığa dayanan yasalar yapma peşindeydi.
“200 yıl” sonra bugün, “çağdaş bir hukuk devleti” olan “TC Devleti”nin tepesindeki haykırıyor? “Hedefimiz İslam Devletidir!”, “Hem laik hem Müslüman olunamaz!”, “Elhamdülillah şeriatçıyım” diye...
Ve Kılıçdaroğlu, “Kurultay”da bir soruyu yanıtlarken: “Oturup konuşmalıyız uygarca; birbirimizi anlamalıyız (...) Artık, siyaseti farklı bir değer ölçüsüyle ele almak değerlendirmek durumundayız (...) Acılarımızla, bir genç öldürüldüğünde, benim gencim ya da öbürünün genci diye ayırmadan (...) bu hepimizi genci, çocuğu birlikte ilgilenelim!” diyordu ki, bu sırada Erdoğan da “Malazgirt Kutlaması”ndaki gençler için: “Bu gençler oraya bir aşkla, heyecanla geldiler. Onlar, Çanakkale’ye gidenler gibi değildi. Onlar farklıydılar!” diye ayrım yapıyordu ve üstelik aynı gün, “Filistinli kardeşleri, gençleri için -aralarında- birlik beraberlik” oluşturmalarını istiyordu... Böylece ayrışmanın, bölünmenin bir yararı olmadığından dem vuruyordu... (28.08.2017)
Değerli dostlar, “Adalet Kurultayı”nın üçüncü günü olan Pazartesi günü, Şükran Soner ve Miyase İlknur ile Çanakkale’deydik.
Şükran Soner, “Emek Çalıştayı”ında görevliydi; bu “Çalıştay”ların her biri , 40-50 kişinin bir araya gelmesiyle oluşturulan halkalardı; her “Çalıştay” ile ilgilenen sorumlu olan bir milletvekili vardı; ele alınan konu, enine boyuna konuşulduktan sonra, “soru” sürecine giriliyordu; sorumlu milletvekili soru yağmuruna tutulduğu gibi -zaman zaman sertleşen- eleştirileri de göğüsleyip yanıtlaması gerekiyordu.
“Adalet Yürüyüşü”nde olduğu gibi, bu “Kurultay”da da, beni yalnız bırakmadı “CHP”deki görevli dostlar; Kurultay arazisinin giriş kapısında karşıladı CHP’nin Beyoğlu Kadın Kolları Başkanı Reyhan Meral; ilkin “Soma Çalıştay”ına uğradık; bu Çalıştay’dan sorumlu Manisa Milletvekili ÖzgürÖzel’i dinledik, ardından Genel Başkan’a gittik.
Sayın Kılıçdaroğlu ile, okul binalarına özgü bir fotoğraf sergisini gezerken konuşma fırsatım oldu; Kurultay’ın gidişinden memnun olduğu belli oluyordu, haklıydı; gerçekten de büyük bir organizasyondu; tüm görevliler arı gibi çalışıyordu canla başla; milletvekilleri de öyle, nitekim Özgür Özel, Soma’dan sonra “Emek Çalıştayı”na koşmuştu; üstelik bu Çalıştaylar’da yer yer -bir bakıma- sınava çekilir gibi anlar yaşansa da...
Öğleden sonra ki büyük panelin konusu “Eğitimde Adalet”di; Kılıçdaroğlu’nun da izlediği panelde, konuşmacılar “eğitimin sorunları”nı yaşayan kişiler olarak ortaya koydular; görevlerine sorgusuz sualsiz birden-bire son verilen bir akademisyenin Prof. N. Kurul’un konuşması, bu adaletsizliği uygulayanlar için yüz kızartıcıydı (!), kuşkusuz...
Değerli dostlar, toplumumuzu yakından ilgilendiren, kimileri “yaşamsal boyutta” olan sorunların tartışılması, çözümlerin önerilmesi bütün bunların dost, saygın bir ortamda oluşması, olması “Adalet Kurultayı”nın nedenli yararlı olduğunu ortaya koydu.
Bugüne gelince, bir bayram kutlaması için bu yazıyla karşınıza gelmemi bağışlarsınız diye umuyorum!..
 
Bayramınız kutlu olsun!

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Anayasa Mahkemesi’nin ‘fotoğrafı’ - ÇİĞDEM TOKER

Olağanüstü Hal (OHAL), anayasada karşılığı olan bir rejim. Aynı anayasa, OHAL’de çıkarılan kararnamelere dair Anayasa Mahkemesi’nde (AYM) dava açılamayacağını söylüyor.
Fakat bu anayasal çerçeve, yürütme organına OHAL dışına çıkan kurallar getirme hakkı vermiyor. Çünkü aynı anayasa, bir hakkın kötüye kullanımını da yasaklıyor.
Diğer anlatımla, eğer bir OHAL KHK’si; OHAL koşullarının dışında, üzerinde, onu aşan kurallar getiriyorsa bu hal onu OHAL KHK’si olmaktan çıkarır.
Yani darbe şüphelilerinin daha hızlı yargılanarak hızlı sonuç alınması amacıyla çıkarılan OHAL ile devasa bir kamu bankasını, ne yaptığı belli olmayan bir fon şirketine devredemez, bir öğretmeni sırf partili değil diye ihraç edemezsiniz.
AYM 25 yıl önce tam da bu hukuksal yaklaşım ışığında, OHAL KHK’lerinin denetlenebileceğine karar vermişti. Gerekçelerinden biri, OHAL KHK’si ile yasa değişikliği yapılamayacağıydı.
Malum, içtihatlar, hukukun temel kaynaklarından biri. AYM’nin bu kararı, siyasi iktidarların OHAL’e rağmen, hukuk devletinin asgari çerçevesinden demokrasinin özünden uzaklaşmamasının garantisi niteliğindeydi.
Ta ki 15 Temmuz darbe girişimine dek.
AYM darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL KHK’lerinin iptali için yapılan başvuruda, içtihadını değiştirerek, bu KHK’lerin denetlenemeyeceğine hükmetti.
 
Keyfi süreçteki payı
Bu karar, iktidara sınırsız, ölçüsüz biçimde ve akla gelecek her konu ve alanda OHAL KHK’si çıkarma keyfiyetini altın tepside sundu. Şahit olduğumuz üzere de iktidar bu altın fırsatı tepe tepe kullanıyor.
Velhasılı AYM’nin; yaşadığımız dönemi karakterize eden ölçüsüz ve keyfi bir hukuksuzluk sürecinin inşasında payı büyüktür.
OHAL KHK’leriyle yaşamı karartılan on binlerce yurttaş şimdi zar zor kurulan bir Komisyon’dan haksızlıkların giderilmesini talep ediyor. Dosya sayısıyla, Komisyon’un idari kapasitesi kıyaslandığında, sonuçlanmasının yıllar süreceği belirtiliyor. Üstüne üstlük, kamudan ihraç edilenlerin, bu süre zarfında yoksun kaldıkları maaş, ücret ve diğer hakların nasıl karşılanacağını, nereden talep edileceği bir yana, yaşamlarının nasıl sürdürüleceği konusunda en küçük bir ışık yok.
AYM, 1992 içtihadından dönerek, 694 sayılı KHK’nin çıkarılmasını mümkün kılmıştır. 694 sayılı KHK CMK’ye bir madde ekleyerek milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığını sona erdirmiştir. Tabii böyle bir cümle kurulmamıştır. Ama milletvekillerinin konuşmaları, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın, her an bir tutuklanmayla sonuçlanabilecek yakın markajına alınmıştır.
 
AYM memnun mudur?
Bu “ekleme” de AYM’nin döndüğü içtihadın gerekçesinin ta kendisidir. Bundan 25 yıl önce OHAL KHK’leriyle yasa değişikliği yapılamayacağını, eğer yapılırsa OHAL KHK’lerinin denetlenebileceğini söyleyen AYM, 25 yıl içinde köprülerin altından, üstünden ve her yanından çok sular akması sonucunda bu içtihadından dönmüştür.
Türkiye’deki en yüksek anayasal organ olan AYM’nin, 694 sayılı OHAL KHK’si ile milletvekillerinin kürsü dokunulmazlıklarının kaldırılmasının, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na “kayyım” benzeri bir rol atanması karşısında ne düşündüğünü gazeteci olarak merak etmekteyim.
En çok da 30 Ağustos Zafer Bayramı resmi törenlerinde Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın karşısında eğilmiş fotoğrafıyla resmolunan başkan Zühtü Arslan’ın ne düşündüğünü.

Söz konusu olan nedamet olamayacağına göre memnuniyet midir acaba?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

31 Ağustos 2017 Perşembe

Barış, kurban ve bayram - NAZIM ALPMAN

Yarın 1 Eylül 2017 Cuma, Kurban Bayramı’nın birinci günü ve aynı zamanda Dünya Barış Günü… Bayram ile Barış Günü’nün bir araya gelmesi ne kadar güzel bir şey. Ama şöyle de bakılabilir: Barış ve kurban da yan yana…

Bu ikincisi sanki yaşadığımız coğrafyada daha gerçekçi duruyor. Çünkü barış sık aralıklarla kurban ediliyor. Hem de bayram seyran dinlemeden!

Barışın önünde o kadar çok engel var ki, hangi taraftan başlasan bir eksik kalıyor. En başında da “siyasi akıl” geliyor.

Ülkemizde 2002’de yapılan genel seçimlerden bu yana Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı hüküm sürüyor.

Bütün ülkelerde yapılan “iyi şeyler” ve yaşanan “kötü şeyler” iktidar partilerinin hesabına yazılır.
Türkiye’de de öyle olmalı.

Ancak değil. AKP iktidarı ülkedeki bütün iyi şeyleri üstlenip, yaşanılan kötülüklerden başkalarını sorumlu tutmayı siyaset yapma biçimi olarak takdim ediyor.

Uzun yıllara yayılan dönemde ülkeyi bir cemaat ile birlikte yönettikten sonra, şimdi dönüp herkesi ve her şeyi cemaatçi olmakla suçlayarak yollarına devam ediyorlar.

Oysa ortada koskocaman bir “itirafname” belgesi duruyor. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 15 Temmuz 2016 Askeri Darbesi sonrasında cemaat ile olan ilişkilerini kabul ederek aynen şöyle demişti:
-Allah da, milletimiz de bizi affetsin!..

Böylece bütün suçlar ve günahlardan kendilerini kurtarıp, geride durarak “yapmayın, etmeyin” diyen herkese iftira atarak, cezaevine yolladılar.

En başında da Ahmet Şık geliyor. İmamın Ordusu adlı ünlü kitabına henüz baskı aşamasına gelmeden İnternet üzerinden yaptıkları operasyonlarla Ahmet Şık’ı cezaevine yolladıktan sonra, üstüne üstlük dünyaya bu darbeci örgütü anlatabilmek için de Ahmet Şık örneğini verenler, şimdi döndüler geldiler ve Ahmet Şık’ı cemaate yardım etmekle suçlayabildiler.

Bu ilişkiyi kaç kez yazdığımızı bilmiyoruz artık. Ama iktidardakiler sanki hiç yazılmamış, ortaya konulmamış, iddianameler çürütülmemiş gibi davranıp yollarına devam ediyorlar.

Ülkedeki bütün vatandaşları ilgilendiren dini ve milli bayramlar söz konusu olduğunda ise ağızlarına aldıkları ilk cümle “Birlik ve beraberlik” oluyor:
-Bu birlik ve beraberliğimizi…???

Affedersiniz hangi birlik ve beraberlikten söz ediyorsunuz?

Vatandaşlar ortadan ikiye ayrılmış durumda. AKP ve Erdoğan’ı sevenler ve sevmeyenler olarak…

2017 Eylül ayı itibarıyla AKP içindekiler için de durup parlak değil. Bizden olanlar-bizden olmayanlar ölçüsü AKP içinde de uygulanmaya başladı.

Bir de kabus kıvamında gerçekler var.
Cezaevleri doldu ve taştı. Türkiye’de 381 hapishane var. Ve bunların tümü tıka basa dolu. Tam 224 bin 878 kişi içerde. Oysa bu cezaevlerinde 202 bin 676 kişilik yatak var.

Karanlık bir tablo söz konusu. Çünkü hapistekilerin başında 2014 Ağustos’unda Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanlığı için yarışan HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve onla bu makamı paylaşan Figen Yüksekdağ olmak üzere partinin yöneticileri ve milletvekilleri cezaevlerinde tutuluyorlar.

Gazeteciler bu karanlık tablonun ortasında yer alıyorlar. Sadece Türkiyeli gazeteciler değil, yabancı ülke pasaportlu gazeteciler de hapishanelerde tutuluyorlar. Antik tarihi öneme sahip Diyarbakır Sur kenti dozerler, dinamitlerle yıkılıyor. Dünyada ilk kez tarihi mimari doku kentsel dönüşüme uğruyor.

Bu liste daha çok uzar, sütundan taşar.

Burada keselim günün anlam ve önemine dönelim. Yarın 1 Eylül Dünya Barış Günü ve Kurban Bayramı’nın başlangıcı… Birlik için güzel bir karışım olabilir:

-Barış ve insan haklarının dinsel gericiliğe kurban edildiği tüm ülkelerde yaşayan talihsizlerin bayramı kutlu olsun!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Kendi işini yapamayan gençlerin ülkesi: Sosyolog garson tarihçi depo görevlisi - Mustafa Mert Bildircin.

Büyük hayallerle girdikleri bölümlerinden mezun olduktan sonra kendi alanlarıyla ilgili çalışma imkânı bulamayan üniversite mezunları, içinde bulundukları zor şartları ve gelecek korkularını BirGün’e anlattı.

 Türkiye’de her geçen gün büyüyen “işsizler ordusu”nun en büyük halkasını gençler oluşturuyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, son 15 yılda iş bulmak ümidiyle İŞKUR’a başvuran 7 milyon 428 bin 243 kişi 15-24 yaş aralığında.
İŞKUR verilerine göre, iş arayan nüfusun yüzde 31’i gençlerden oluşuyor ve 692 bini üniversite mezunu. İŞKUR’a iş için başvuran üniversite mezunu sayısı ise 355 bin. Bunlardan 6 bin 266 kadarı yüksek lisans, 263’ü doktora mezunu. İyi bir eğitim alacağı ve eğitimini aldığı alanla ilgili bir işte çalışacağı düşüncesiyle üniversiteye giren gençlerin çoğu, mezun olduklarında işsizlikle boğuşuyor. Çok sayıda üniversite mezunu genç, geçimlerini sağlamak için  eğitimini aldıkları alanlardan çok farklı alanlarda çalışmak zorunda kalıyor. Üniversite mezunlarının en çok çalıştığı işlerin başında “satış danışmanlığı” gelirken, çok sayıda mezun da garsonluk yaparak hayatını sürdürmeye çalışıyor.

Öğrenim gördükleri alanda istihdam imkânı elde edemeyerek hizmet sektöründe çalışmak zorunda olan üniversite mezunları, içinde bulundukları şartları ve gelecek korkularını BirGün’e anlattı.

Hayatını sürdürmek için markette depo görevlisi olarak çalışan Oğuz Akça, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih bölümü mezunu. Henüz lise öğrencisiyken Tarih okumaya karar verdiğini söyleyen Akça, “Harçlığım yettiğince tarihle ilgili kitaplar alıyor, altını çizerek, notlar çıkararak okuyordum” diyor. Üniversite tercihinde yalnızca DTCF Tarih’e yer verdiğini belirten Akça, İstanbul’da yaşayan ailesini bırakarak tarih okumak için geldiği Ankara’da yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

Okurken çalışmak zorunda kaldım
“Bölüme akademik kariyer yapmak amacıyla girdim. Çalışmalarımı da hep bu doğrultuda yürüttüm. Başarılı bir öğrenciydim. Ancak aldığım öğrenim kredisi ve ailemin desteği bir süre sonra yetersiz kaldı. İkinci sınıfta çalışmak zorunda kaldım. Mezun olana kadar da çeşitli marketlerde çalıştım. Kimi zaman da günü birlik işler yapıyor, maddi durumu iyi olmayan aileme yük olmamaya çalışıyordum.”

‘Başarısız’ demelerinden korkuyorum
Öğrenim hayatının ikinci yılından itibaren çalışmak zorunda kaldığı için derslerde ilk zamanki başarısının gerisinde kaldığını söyleyen Akça, her şeye rağmen başarılı bir şekilde mezun olduğunu kaydederek, “İyi ortalamayla mezun oldum. Hem okuyup hem çalışmak beni yorsa da mezun olmanın verdiği heyecanla hemen iş aramaya koyuldum” ifadelerini kullanıyor. Çalışmak zorunda olduğu için akademik kariyer hayalinin uzağında kaldığını söyleyen Akça, başvurduğu dershanelerin düşük ücret politikaları ve sosyal güvenceden yoksun çalışma koşulları nedeniyle buralarda çalışmaktan da vazgeçtiğini belirterek şöyle devam ediyor:

“Ailemin yanına da dönmek istemiyorum; ‘başarısız oldun’ demelerinden korkuyorum. Dershaneler çok komik maaşlar öneriyor. O parayla yaşamam mümkün değil. Son çare şu an çalıştığım markette iş buldum. Kiramı ödeyebilmek, karnımı doyurabilmek için markette çalışıyorum.”

Her geçen gün köreliyorum
Yaptığı işten gocunmadığını ancak zaman zaman kendisine, “Benim burada ne işim var?” diye sorduğunu söyleyen Akça, gelecek korkusunu şöyle ifade ediyor:

“Ömür boyunca böyle işlerde çalışmak zorunda kalacağımı düşünüyorum bazen. Her geçen gün köreldiğimi düşünüyorum. Kitap okuma alışkanlığımı dahi kaybediyorum. İlgi alanımla ilgili büyük bir hevesle kitaplar arıyor, ama sonra ‘aman okusan ne olacak yarın yine koli taşıyacaksın’ diyorum kendi kendime.”

Büyük hayallerle girdiği üniversiteden mezun olduktan sonra Ankara’da bir kafede garsonluk yapmak zorunda kalan Meltem Koçak, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji bölümü mezunu. Bölümünü ilk on içerisinde bitiren Koçak, alanıyla ilgili çalışabileceği hemen her kuruma başvurduğunu, ancak olumsuz sonuç aldıktan sonra iş aramaktan vazgeçerek garsonluk yapmak zorunda kaldığını söylüyor. Koçak, garsonluk yaparken bir yandan da sosyolojik “alan çalışması” yaptığını belirtiyor:

Bilimle uğraşarak karın doyurmak mümkün değil
“Zihnen hayatta kalabilmek için alanımla ilgili bulduğum her şeyi okuyorum. Bireysel olarak yürüttüğüm ‘Kadın Yoksulluğu Üzerine Sosyolojik Araştırma’ konulu bir de araştırma yapıyorum. Buradan (çalıştığı kafeyi kastederek) bulduğum her vakitte araştırmam üzerinde çalışıyorum. Hiçbir zaman maddi beklentim yüksek olmadı. Hani, ‘karnım doysun yeter’ derler ya, o hesap. Ama bu ülkede bilimle uğraşarak -özellikle sosyal bilimler- karın doyurmak da mümkün değil. Burada bardak yıkayarak karnımı doyurabiliyorum en azından.”

Çağrı merkezinde çalışan arkadaşımız şanslı
Aynı bölümden mezun olan arkadaşlarının büyük bölümünün de kendisi gibi hizmet sektöründe çalıştığını söyleyen Koçak, “Zaman zaman görüşüyoruz. Herkeste bir karamsarlık hâkim. Sosyolojiye en yakın çalışan arkadaşımız, çağrı merkezinde görev yapıyor. Onu ‘şanslı’ addediyoruz, varın siz düşünün” diye konuşuyor.

Her şeye rağmen mücadele etmek gerek
Bir kez daha üniversite tercihi yapma şansı olsa, tekrar sosyolojiyi seçeceğini sözlerine ekleyen Koçak, “Bu yazıyı okuyup da ideallerinden vazgeçmesini istemem kimsenin. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan bizler sorumlu olmasak da düzeltecek olanlar yine bizleriz. Her şeye rağmen mücadele etmek, ideallerin peşinden koşmak gerek” diyor.

Gazi Üniversitesi Matematik bölümünden mezun olduktan sonra bir yıla yakın özel eğitim kurumlarında çalışan Özlem Aksu, kötü çalışma koşullarına rağmen öğrencilere matematik öğrettiği için memnun olduğunu, ancak geçim sıkıntısı nedeniyle mesleğinden koparak bir giyim firmasında satış danışmanı olarak çalışmak zorunda kaldığını belirtiyor. Aksu, şunları söylüyor:
“Çalışma şartlarım ve aldığım ücret çok kötüydü. Ama mutluydum. Şu an çalıştığım mağazaya giderken olduğu gibi ayaklarım geri geri gitmiyordu örneğin. Bir süre sonra babamın yaşadığı sağlık problemi nedeniyle aileme destek olma zorunluluğum doğdu. Aldığım para yetmemeye başladı. Kaldı ki sadece yol parasına gidiyordu o para. Ben de AVM’ye giderek önüme çıkan her yere başvurdum. Altı aydır da burada satış danışmanı olarak çalışıyorum. Burada da şartlarım iyi değil, ama en azından biraz daha iyi para kazanabiliyorum.”

Bazen annemle sarılıp ağlıyoruz
Geleceğe dair ümidini kaybetmek üzere olduğunu belirten Aksu, hayatı boyunca tek ideali olduğunu söylediği matematik öğretmenliğinden uzaklaştıkça gelecek korkusunun arttığını dile getiriyor. Aksu, alanıyla ilgili iş bulamadıkça ailesi ve çevresiyle ilişkilerinin de kötüye gittiğini de anlatıyor:

“Dediğim gibi babamın rahatsızlığı nedeniyle bu işte çalışmak zorundayım. Alanımla ilgili çalışma şansım yok maalesef şartlar nedeniyle. Bu arada KPSS puanım da yüksek ama atanamadım. Bazı günler içinde bulunduğum durum nedeniyle babamı suçlayacak noktaya geliyorum. Sanki adam bilerek hastalandı. Düşünün artık psikolojim ne noktaya geldi. Ailem de bendeki değişikliği fark etti. Bazen sarılıp ağlıyoruz annemle. Matematiği ne kadar sevdiğimi herhalde ondan daha iyi bilen yoktur.”

Mustafa Mert Bildircin / BİRGÜN

Bira - ÖZGÜR MUMCU

Binlerce kişinin katıldığı Adalet Kurultayı’nda bir-iki kişi bira içti diye ortalığı velveleye verir, içki içenleri kendini bilmez diye damgalayıp aslanların önüne atar ve partiden ihraç etmeye kalkarsanız AKP’ye al da at dercesine pas vermiş olursunuz. 
 
Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş önce bira içenler için soruşturma açıldığını açıkladı, CHP’nin mahcup tutumu üzerine de partiden özür dilemesini istedi. 
 
Özür dilerseniz de başka taleplerle kapınıza dayanacaklar. 
 
İktidar medyası meseleyi öyle bir yansıttı ki zannedersiniz CHP’liler şehit mezarlığında parti yapmış, satanist ayinler düzenlemiş. 
 
Bir defa Gelibolu Milli Parkı’nda alkol yasağı öyle gelenekselleşmiş, kutsal bir yasak değil. Şunun şurasında 3 sene önce Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın kurulmasıyla getirilmiş bir kısıtlama söz konusu. Amacın Çanakkale’ye gelen Anzakların torunlarının şafak ayini sırasında şarap içmelerini engellemek olduğu ileri sürülmüştü. O dönem bu yasağa CHP’li Çanakkale milletvekili Ali Sarıbaş, “Alkolle ilgili genel bir mevzuat zaten var. İkinci bir yasayla sınırlama doğru değil” diye karşı çıkmıştı. 
 
Sayın Bakan Kurtulmuş, içki içenler hakkında soruşturma başlatıldığını açıkladı. Zannedersiniz ortada milli güvenliği tehdit eden, büyük bir suç var ve koskoca bakan, basına bunu duyurmayı görevi bilmiş. Oysa kanunen öngörülen yaptırım idari para cezası. 
 
Düzenleyicilerin kurultay süresince kamp alanında içki tüketilmesini yasaklaması ya da kısıtlaması elbette anlaşılır. Ancak alt tarafı idari para cezası gerektiren bir eylemi, AKP ağzıyla kınamak, işi partiden ihraca kadar uzatmak anlaşılır değil. Siz meseleyi AKP ağzıyla sürdürürseniz, Sayın Erdoğan da kurultayda votka, bira, şarap içildi diye konuşur. 
 
Siyasette Erdoğan hegemonyasını kırmak için asgari demokratik müşterekte buluşan geniş bir koalisyon kurmak fikri kötü bir fikir değil. Bunun için, yeniden demokrasiye dönmek için bir blok oluşturup kendi tabanı dışındakilere ulaşmak da öyle. Gel gelelim bunu yaparken, böylesine sağa kaymak CHP’yi büyütmez, aksine küçültür. 
 
AKP’nin her ithamına, her saldırısına cevap vermenin, neredeyse özür diler gibi davranmanın AKP dışında kimseye faydası yok. 
 
Partinizin gerekli işlemleri yaptığını açıklar ve asıl meselenize yani Türkiye’deki adalet krizine odaklanırsınız. Numan Bey’e de “cezası neyse kes, boş işlerle gündemi meşgul etme” diye hak ettiği cevabı verirsiniz. 
 
Mesele içki içilip içilmemesi meselesi değil. Eninde sonunda suç olmayan, Tarihi Alan Başkanlığı Kanunu’nda idari para cezası gerektiren, kapalı alanda sigara içilmesi gibi düzenlenmiş bir kabahatler hukukuna ilişkin bir fiilin iktidar tarafından büyütülmesi, CHP’nin de bu oyuna gelmesi.
1984 senesine kadar kahvehanelerde bile satılan biranın, böyle olay çıkartması da İslamcı baskının hem saçmalığını hem de gücünü gösteriyor.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Çin’de ‘boş iskemle’ demek yasak... - ZEYNEP ORAL

Malmö’deyim. İsveç’te. Dört PEN merkezinin düzenlediği bir konferansta. Bu merkezler: Bağımsız Çinli Yazarları, Uygur, Tibet ve İsveç PEN’leri. Hep Türkiye’deki ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü sorgulanacak değil ya, bu kez sorgulanan Çin’deki durum... (Şu son cümle hakaret mi yoksa teselli mi, artık ona siz karar verin.)
Konferansın, toplantının ana teması şu başlığı taşıyor: 

“Ortak Paydada Buluşabilmek- Düşmansız, Nefretsiz”...
“Benim düşmanım da yok; nefretim de yok”...
Geçen ay hapisteyken ölen Çinli muhalif yazar Liu Xiabo’nun sözleri bunlar... Bağımsız Çin Yazarları PEN Merkezi’nin kurucularından olan, başkanlığını da yapan, Nobel Ödüllü yazar 11 yıllık hapis cezasına çarptırıldığından ödülünü almaya gidememişti ama hücresinden yazmaya ve insan hakları savunuculuğuna devam etmişti. 


Toplantının ona adanmasının nedeni, ideallerini bu dört merkezin de paylaşması. Anladınız herhalde: İki gündür tartışılan, konuşulan Çin’de edebiyata uygulanmakta olan totaliter sansür, Uygur, Tibet ve Moğolistan edebiyatlarına ve sanatlarına yönelik baskılar... 


Ne yazık ki, küreselleşme olsun, ekonominin liberalleşmesi olsun, bunlar düşüncenin de liberalleşmesine yol açmıyor. Kara para, ak para, sermaye, rant ve silah sınır tanımazken, pasaportsuz, izinsiz serbest dolaşımdan yararlanırken, düşünce ve ifade özgürlüğü aynı serbestlikten faydalanamıyor! 

Dönelim Çin’e!
Düşünce ve ifade özgürlüğünü yok sayan her ülkede olduğu gibi Çin’de de muhalif her görüş baskı altında tutuluyor ve cezalandırılıyor. Bu bilinmedik bir şey değil. Ama doğrusu Çin’de internette “boş iskemle” sözünün kesinlikle yasak olduğunu bilmiyordum. 

Yasağın nedeni: Dünya edebiyat arenasında her toplantıda aramızda bulunamayan hapisteki yazarlar için sahneye bir boş iskemle konması artık gelenek haline dönüştü… 
En bol boş iskemle hangi ülkeler için var artık ben söylemeyeyim. Nasılsa siz biliyorsunuz.
 

İsveç PEN Başkanı Elizabeth Asbrink toplantının açış konuşmasında bu ayrıntıyı Çin’deki boş iskemle yasağını söyleyince, dinleyenleri tuttu mu bir gülme… Ben herkesten daha çok güldüm. Ve elbet bizde de “kahraman” sözcüğünün İngilizcesinin yasak olduğunu kimselere söylemedim… Hem zaten bu toplantıda Türkiye PEN Merkezi gözlemci durumundaydı… 

Üç gün boyunca Uygur, Tibet, Moğol yazarların deneyimlerini ve tanıklıklarını paylaştık. Özgün edebiyatlarını ve uygarlıklarını tanımaya çalıştık. Suçlamalar, yakınmalar, tartışmalar birbirini izlerken, benim içimden geçen duygu, “Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş”ti. 


Toplantının onur konuğu, İranlı Nobel ödülü sahibi yazar avukat Şirin Ebadi, tüm konuşmalarında “Düşmansız, nefretsiz” sözünü sorguladı...
“Düşmansız evet... Ama nefret etme hakkım var; nefretin şiddete dönüşmesini engelleme yollarını aramak bulmak sorumluluğum var” diyerek önemli bir noktayı vurguladı.
Şirin Ebadi, işlerine gelince, çıkarları uğruna her türlü kötülüğe ve baskıya göz yuman Batı dünyasını da eleştirmekten geri kalmadı. 


“O, Liu Xiabo öldü. Ama dünyanın birçok yerinde hapiste sayısız yazar ve gazeteci var. Onların ölmesine izin vermeyin... Diktatörlere karşı kalemlerinizle savaşın” diyerek konuşmalarını sonlandırdı. 


Bir toplantı daha sona erdi. Üç günde elbet hiçbir sorun çözülemedi, bir sonuç alınamadı. Ama hiç olmazsa yalnız değiliz duygusu paylaşıldı, sessizlerin sesinin duyulması için bir adım daha atıldı.


Zeynep Oral / CUMHURİYET

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Zorunlu bireysel emeklilik, haramilik mi? - KADİR SEV

2017 Ocak ayından bu yana çalışanlarla AKP arasında BES üzerinden kıyasıya bir yarış sürüyor. Henüz sonuçlanmadı, ortada gibi.

İşçinin ücretinden zoraki %3 kesiyorlar, istemiyorsan iki ay kesildikten sonra dilekçe ver paranı geri alırsın diyorlar. Çalışanların yaklaşık yarısı, önlerine çıkarılan onca zorluğa direnip sistemden çıkıyor.
Güzel de bir ad bulmuşlar: “otomatik katılım.”

Çıkmak öyle kolay değil. En başta sahadaki şirketlerden biriyle anlaşma yapmışsa eğer patron engeli var. Bireysel emeklilik şirketinin, işçinin patronuna müşteri getirmesi karşılığında ufak tefek de olsa çıkarlar sağlaması ülke gerçeğine aykırı değil. Patron, patronluğunu yapacaktır elbette.

Özendiriciler de kullanılıyor: Devlet, sistemden çıkmazsan bireysel emeklilik hesabına 1.000 lira da ben yatıracağım diyor. Tam bir aldatmaca; Şirkete bugün verdiği paradan işçinin yararlanabilmesi için en az on yıl sistemde kalması ve 56 yaşını doldurmuş olması gerekiyor. Şirket, parayı onlarca yıl tek kuruş ödemeden kullanacak. İşçinin çıkarınaymış gibi yutturmaya çalışıyorlar.

İşçinin brüt ücretinden yapılan %3 kesintinin Yasadaki adı “katkı payı” Sanki Devlet, işçiye emeklilikte ek paralar verecek, bu arada bir miktar da işçiden katkı bekliyor. Aslında hiç de öyle bir şey yok.

Sistem, işçiden kesilen paraların şirketlere verilmesi, paradan para kazanacağı alanlarda değerlendirerek, emeklilik ya da ayrılma hakkını kullanmak isteyenlere getirisinin bir bölümünün verilmesi üzerine kurulu. Devletin, BES nedeniyle işçiye ödediği herhangi bir şey yok ki katkı istemeye yüzü olsun.

Her ne kadar 2013 yılından bu yana, %25 de benden deyip şirkete yatırıyorsa da bu durum katkı payı denilmesine haklılık kazandırmıyor. Para yine şirkete veriliyor.

Aklı olan böyle bir sisteme neden razı olsun?
Ücretinin %20’si emeklilik için SGK’na yatırılıyor; üstelik Devlet, milyarlarca lira verip SGK’nın açıklarını karşılıyor bütün bunların karşılığında, yoksulluk sınırının altında emekli aylığı ödenebiliyor. BES için en az 53; en çok 340 lira kesilen tutarlarla emeklilikte refah sağlayacak para hangi yatırımla kazanılabilir? Aklıma bir şeyler geliyor ama onu yapmazlar her halde! Neyse…
Yapılan hesaplara göre, bugünkü değerlerle ayda en çok 80-100 lira gibi tutarlarda emekli aylığı ödenebileceği hesaplanıyor.

Bunun adını, bireysel emeklilik sistemi koymuşlar. Adıyla bile aldatıyorlar.

BES’e zorlamak için bordrodan kesilmesi, çıkmanın zorlaştırılması gibi akılları, 2012 yılında IMF verdi: tasarruflarınız OECD ülkelerinin oldukça altında, BES’i zorunlu yaparsanız biraz yükselir dedi.

OECD ülkeleriyle karşılaştırma yapmak gerekiyorduysa, keşke işçi ücretlerinden başlasalardı. Hem çalışanlar hem de emekliler biraz rahat ederdi.

IMF’nin dediklerini 2017’de yaptılar. Ancak bir türlü, bekledikleri katılım olmuyor. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, 19 Haziran 2017 günü bu durumu olumsuz propaganda ve yanlış yönlendirmelere bağladı ve şirketleri, yeterli gayreti göstermedikleri için suçladı. Sistemden çıkanları yeniden içeri almak için yeni tuzaklar kurmaya hazırlandıklarını duyuyoruz.

Beğenmeseler de toplanan para hiç az değil. Sistemde 6 milyon 825 bin katılımcı var ve 18 Ağustos 2017 itibariyle fon tutarı yaklaşık sayılarla, Devlet katkısıyla birlikte 71 milyar liraya ulaşmış; yatırıma yönlendirilen tutar ise 48 milyar lira.

1 Ocak 2018 sonrasında bir portföy yönetim şirketi, emeklilik fonlarının en çok %40’ını yönetebilecek. Fon tutarının 80 milyar liraya ulaşması bekleniyor ve %60’ı olan 48 milyar liranın, yönetilmek için el değiştireceği hesaplanıyor. Şirketler, bu pastadan daha çok pay alabilmek için şimdiden hazırlıklarını yapmaya başladılar.

Buraya değin AKP İktidarlarından söz ettik.

Şimdi de 2001 yılına gidelim. BES Yasası, Ecevit'in Başbakanlığındaki Koalisyon döneminin olduğu 18 Mart 2001 tarihinde yürürlüğe girdi. Yasanın Birinci maddesinde şunlar yazıyor; “Bu Kanunun amacı, kamu sosyal güvenlik sisteminin tamamlayıcısı olarak, bireylerin emekliliğe yönelik tasarruflarının yatırıma yönlendirilmesi ile emeklilik döneminde ek bir gelir sağlanarak refah düzeylerinin yükseltilmesi, ekonomiye uzun vadeli kaynak yaratarak istihdamın artırılması ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunulmasını teminen, gönüllü katılıma dayalı ve belirlenmiş katkı esasına göre oluşturulan bireysel emeklilik sisteminin...”
Kısacası, BES’in kamu sosyal güvenlik sisteminin tamamlayıcısı vb olarak sunulması AKP’nin buluşu değil.
Denebilir ki; o tarihte zorunluluk öngörülmemişti.
Ama 2017 Ocak ayına değin de zorunluluk yoktu.
Yine denebilir ki; o dönemde Kemal Derviş vardı.
Sizce öyle bir şeylerin hazırlıkları yapılmıyor mu?

Kadir Sev /SOL

İçki politiktir: Adalet Kurultayı üzerine - FATİH YAŞLI

Geniş çaplı, geniş katılımlı ve konaklamalı bir siyasi etkinlik düzenliyorsanız, disiplin ve güvenlik kaygılarıyla içki içmeyi yasaklayabilirsiniz, bu doğaldır; zaten birçok sol örgüt ve yapının konaklamalı etkinliklerinde de bu tür yasaklar olur, bunlara uymayanlar hakkında da gereken hukuk işletilir.

CHP’nin Adalet Kurultayı’nda içkinin yasak olması, örgüt disiplini, güvenlik kaygısı, kampın düzeninin sağlanması gibi nedenler söz konusu olduğunda gayet anlaşılabilir, bu yasağa uymayanların parti tüzüğünde, disiplin hükümlerinde ne yazıyorsa ona göre cezalandırılmaları da.
Ama buraya kadardır, çünkü bundan ötesi bambaşka bir şeye işaret eder. İçkinin politik olarak şeytanlaştırılmasına, içki içenlerin politik linçe maruz bırakılmalarına yol açacak şekilde yaftalanmalarına, içki içmenin kriminal bir vaka gibi sunulmasına ya da ahlaksızlıkla özdeşleştirilmesine doğrudan hizmet edecek bir tutumla ve İslamcılığın ağzıyla iş “şehitlere saygısızlık” noktasına gelmişse, sağcılığın o ikiyüzlü ve riyakâr ahlak anlayışı üzerinden yola çıkarak insanlara saldırılıyorsa ve buradan bir siyasi rant elde edilmek isteniyorsa, işte orada “bir dakika” demek gerekecektir.

Bakın bugün Türkiye’de içki asla tek başına içki değildir, rejimin “kurucu öteki” olarak gördüğü ne varsa hepsine dair bir semboldür: Cumhuriyet mi, “iki ayyaş”tır, Atatürk mü, “memleketi içki sofralarından yönetmiştir”, Cumhuriyet nesilleri mi, “Batı kültürüyle ve içkiyle zehirlenmişlerdir”, solcular mı, “memleketi rakı sofralarından kurtarmaktadırlar” vesaire. Cumhuriyet, modernleşme, laiklik… Hasım olarak görülen ne varsa, içki, tek başına hepsini temsil etmektedir siyasal İslam’ın terminolojisinde.

Pratiğe gelince, her ne kadar üzerinden kazanılan muazzam vergi, bir noktaya kadar dokunulmazlık getirse de, toplumsal yaşayışın dinselleştirilmesinin temel hedeflerinden biri kamusal alanı “içkiden arındırma”, “alkolsüzleştirme”dir. İçki satma ruhsatından saat kaça kadar satılabileceğine, içkili restoran ve meyhanelerin kentin belli sokaklarına toplanıp buraların marjinalize edilmesinden taşrada uygulanan fiili içki yasağına kadar  uzanan genişlikteki tedbir ve yasaklar, dinci ütopyanın, ideal İslam toplumu hayalinin birer yansımasından, birer uzantısından başka bir şey değildir.
Güzel, demek ki her olgu ve hadisenin olduğu gibi içkinin de politik bir bağlamı vardır ve bu bağlamdan azade yapılacak her türlü değerlendirme apolitizmle maluldür. Nasıl ki “Anıtkabir’de dua”yı politik bağlamına, yani İslami bir rejim inşasına oturtmadığınızda ne olup bittiğini anlayamaz ya da bundan memnuniyet duyarsanız, içki meselesi de böyledir ve politik bağlamı da açıkça İslami rejim inşasıdır, fiili şeriat uygulamalarıdır.

Peki CHP yönetimi, kraldan çok kralcılık yaparak Adalet Kurultayı’nda içki içtiği tespit edilen partilileri partiden ihraç edeceğini söylerken (ki bu noktada “partinin hangi metninde içki içmenin ihraçla sonuçlanacağına dair bir hüküm vardır” sorusunu da sormadan geçmeyelim) bunu basitçe parti disiplini gereği mi yapmaktadır?

Peki CHP yönetimi, yukarıda anlattıklarımızı, içkinin Türkiye gericiliği açısından taşıdığı anlamı, hasımlarını paralize etmek için kullanılan bir silah, bir damga, bir yafta olduğunu bilemeyecek kadar apolitik midir?

İki sorunun da yanıtı elbette ki “hayır”dır, mevzu ne parti disiplinidir, ne de CHP yönetiminin apolitikliği. Bilakis ortada gayet politik, gayet akıldaki politik stratejiye uygun bir icraat vardır. Başka yazılarımda “sağcılaşarak büyüme” diye adlandırdığım bu strateji, sağın söylemleriyle, sağın iddialarıyla, sağın pratikleriyle iktidar olabileceğini zannetmekte, bunu da “milletin değerleriyle barışık olma” adlı bir garabetle sunmaya çalışmaktadır.

İşte Kurultay’ın ana mantığı bütünüyle bu strateji üzerine inşa edilmiş durumdadır. Davetliler, konular, temalar, bunların hepsi muhafazakâr, dindar kitlelere yönelik bir “açılım”ın politik-ideolojik altyapısını oluşturmak, dahası tabanı buna ikna etmek için kurgulanmış gibi görünmektedir ve içki mevzundaki tutum da doğrudan bununla ilgilidir. Yani mesele sadece dinci hegemonyaya teslim olmak değil, o hegemonyanın diliyle konuşarak iktidara gelinebileceğine duyulan inançtır.
Demek ki CHP yönetimi, 2019 seçimlerine gidilirken, iktidar partisiyle, MHP’yle ve adının Merkez Demokrat Parti olacağı söylenen Akşener’in partisiyle sağcılık yarıştıracaktır, öyle mi? Öyle görünmektedir ve üstelik çoktan kapatılmış olan o alanda başarı elde edebileceğine de inanmaktadır. Bunun böyle olmayacağına, örneğin en basitinden, özellikle kıyılarda “kerhen” CHP’ye oy veren kitleler sandıkta akın akın Akşener’e oy verdiklerinde hep beraber tanıklık edeceğiz ama o zaman elbette ki iş işten geçmiş olacak.

CHP yönetiminin “sağcılaşarak büyüme” stratejisi iflas etmeye mahkûm bir stratejidir, bunu hepimiz biliyoruz. Buraya bakarken asıl gözden kaçırmamamız gereken yer ise CHP tabanıdır, çünkü taban, sağcılığı ve dinciliği kusma, reddetme potansiyeline de, sol değerlerle ve sol siyasetle daha sıkı ilişkilenme potansiyeline de sahiptir. Siyasi müdahale, o potansiyeli açığa çıkarma işidir ve bizim işimizdir; araçları, yöntemleri, stratejisi üzerine kafa yormak ise öncelikli görevimizdir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İzah, mizah ve metal.. - TANER TİMUR

“İzahın bittiği yerde mizah başlar” derler ya, galiba biz de son yıllarda o sınıra gelmiş bulunuyoruz. Gerçekten de bu ülkede yaşananlar artık insanda daha çok mizah duygularını kamçılıyor. İzaha mizah katmak sonunda bu ülkede bazı şeyleri anlatmak için en uygun metot haline geldi. Ülke olarak bir süredir dünyadan koptuk, başıboş gök cisimleri gibi uzayda dolaşıyoruz. Tam bir özgürlük içinde!.. Ne FETÖ var boşlukta, ne PKK, ne de CIA; hatta Merkel ve Almanlar bile yok. Elde fener, Hazreti Ömer’i arıyoruz…
                                                                            • • •

Ömer’den Erdoğan söz etti; partisindeki ‘metal yorgunluğu’nu anlatırken. “Kimse gücenmesin, kırılmasın” dedi; “Bu değişmesi gerekenleri, kusura bakmayın, değiştirmek durumundayız. İlimizin Ömer’lerini bulacağız ve Ömer’lerle teşkilatları kuracağız. Yeni listeler açıklandığı zaman halk ‘Bu hırsızı nereden buldun?’ dememelidir”. Güzel, sevindirici vaatler!  Demek ki bundan böyle içimizdeki hırsızları artık biz yakalayacağız. Onları -örneğin Deniz Feneri’nde olduğu gibi- Almanların –ya da kimi terör örgütlerinin- yakalamasına asla izin vermeyeceğiz. Kazara elimizden kaçırdıklarımız olursa, onları da tekrar ensesinden tutup hâkim huzuruna çıkaracağız.

                                                                             • • •

Güzel de, bu ‘metal yorgunluğu’ tartışmaları biraz da kafa karıştırmaya başladı. Bugün yandaş gazetelere bakınca, o cephede de kafalarının hayli karışmış olduğunu gördüm. Örneğin bir Yeni Şafak yazarı, yorulanın “Erdoğan’ın davası mı yoksa Erdoğancılık mı? olduğunu anlamak için her türlü olasılığı tartmış ve şu karara varmış: “(…) Ak Parti’nin davasının ne olduğu en başta Ak Partililere iyice anlatılmadan, idrak ettirilmeden, gerekli şuur kazandırılmadan devam edilirse racon kesenlerin de, makam mevki için orada olanların da önü alınamaz. Onların bile kafasının karışmış olduğunu gördüm ve kararımı verdim.” Ne kararıysa? Üstelik AKP’de böyle düşünenler hiç de az değil.

                                                                            • • •

Aslında siyasal jargonumuzda ‘metal yorgunluğu’ diye bir söz yoktu; yeni çıktı. Siyaset bilimine bir katkı niteliğinde! Menderes daha çok “odun” sözcüğünden hoşlanırdı. 1954 seçimlerini yüzde 57 gibi bir oranla kazandıktan sonra “Ben seçimlerde odunu bile aday göstersem seçilirler” dediği o günlerde basına sızmıştı. “Ben” diyor başka bir şey demiyor, Parlamento’ya adeta bir ‘odunluk’ gibi bakıyordu. Ne var ki işler beklediği gibi gitmedi.

Neden?

                                                                             • • •

Nedenini –görebildiğim kadar- bu konuyla ilgili makalelerimde anlatmıştım; şu anda aklıma daha çok metal ile odun arasındaki bir benzerlik geliyor. İkisi de fazla hararete dayanamıyorlar. Biri yanıyor; öbürü ise eriyor. Rahmetli Menderes son yıllarında ülkede harareti artırdıkça artırmıştı. İkazlara, tenkitlere kulak asmıyor; her kurumu, herkesi tehdit ediyordu. “Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim” bile dedi. Sonunda bu kadar hararete ‘odun’lar da dayanamadı, yandılar.

Bugünlerde hararet hızla arttıkça kaygılar, korkular da artıyor. Üstelik Başkan sadece yerli değil, yabancı siyasetçileri de tehdit etmeye, onlara hadlerini bildirmeye başladı. Merkel ve Gabriel’in artık bu ülkeye adım atmalarını kimse beklemesin. Her an tutuklanabilirler. Ama dikkat! Başka ve daha büyük bir tehlike daha var ufukta: Giderek metalin erime derecesine yaklaşıyoruz. Bu da bir kanun. Üstelik siyaset değil, doğa kanunu! Aman dikkat; felaket olur.

Kim bilir kurtuluş belki de yine ‘yanma’ devrine dönmekle gerçekleşecek? Fakat Menderes’in ‘odun’ları değil, Nâzım’ın ‘çıra’ları bu yolu açacak... Açmaya başladılar bile… Hani “sen yanmasan, ben yanmasam..” diyordu ya büyük şair… ‘Aydınlığa’ da –kimse kuşku duymasın- son yıllarda sayıları hızla artan bu kahramanlar sayesinde ulaşacağız…

Taner Timur / BİRGÜN

Prof. Dr. Korkut Boratav'dan Adalet Kurultayı sonrası değerlendirme: Solu olmayan cumhuriyet ayakta kalamaz - CAN UĞUR

Adalet Kurultayı son bulurken kurultayın katılımcılarından Prof. Dr. Korkut Boratav çarpıcı açıklamalarda bulundu: Müslümanlıkla sol değerler çatışmaz ama siyasal İslam’dan da demokrasi çıkmaz. Solu olmayan cumhuriyetçilik ise öksüz kalır.

Adalet Kurultayı dün sona erdi. Kurultayın Adalet Yürüyüşü kadar heyecan yaratmadığı birçok kesim tarafından dillendirilirken bunda kurultaya katılan sağcı ve İslamcı isimlerin de payının olduğu belirtiliyor. Bunun yanı sıra birçok tanınmış demokratik kitle örgütü temsilcisi, sol-sosyalist parti temsilcisi de kurultaya katıldı, katkılarını sundu. CHP’nin sağa göz kırpma politikaları parti açısından sürekli tartışılırken kendi tabanında da karşılık bulmuyor. Buna rağmen merkez sağın, sol-liberallerin tanınmış isimleri CHP’nin ne yapması gerektiği ve parti politikalarını nasıl yürütmesi gerektiği konusunda fikir beyan etmekten geri durmuyor. Sol politikalar yerine liberal ya da sağ söylemlerin öne çıkarılmasına dönük tepkiler Kurultaya katılan-katılmayan CHP’lilerin en sık dillendirdiği konuların başında geldi. Kurultayın katılımcılarından olan Prof. Dr. Korkut Boratav- yüzünü sola dönen bir CHP’nin kısa sürede önemli kazanımlar elde edeceğini dile getiriyor. BirGün’e konuşan Prof. Dr. Boratav, solu olmayan bir cumhuriyetçiliğin eksik kalacağına işaret ederek çok önemli bir konunun altını çiziyor.

“Hocaların hocası” lakabıyla bilinen Boratav’ın açıklamalarından öne çıkan ve tarihsel hatırlatmaların bulunduğu ifadeleri şöyle:
»Adalet Yürüyüşü’nü ya da Adalet Kurultayı’nı ilkesel olarak desteklemek gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir ortamda muhalefet platformunda oluşan her türlü hareket, berekettir. Bu tarz adımların muhalefet adına çoğaltılması gerektiğini düşünüyorum. Her kitlesel hareket oldukça  önemlidir. Dolayısıyla ilke olarak destekliyorum. Yine belediyelerin ve CHP örgütlerinin anlamlı bir işbirliği ve dayanışma içinde oldukları da sevindirici. Merkezi yönetimin engellemelerine rağmen böyle bir iş anlamlı ve olumlu. Tabii CHP’nin ideolojik manadaki tutarsızlık ve belirsizliklerini de görüyoruz. Şimdi Çalıştay ve panellerde sosyalist eğilimli solcu birçok insan yer alıyor bu da olumlu. CHP yönetiminin AKP’ye muhalif İslamcı hareketi demokrasi konusunda paydaş olarak gördüğünü de söyleyebiliriz.
»Şimdi şunu söylemekte fayda var. Müslüman kimlikle sol kimliğin çatıştığını düşünmüyorum. Bunlar birbirini dışlamaz ama Siyasal İslamcılık’tan da demokrasi çıkmaz, bunu da dile getirmek lazım. Ben katıldığım panelde de bu sözleri dile getirdim. CHP’nin tarihsel olarak zirveye çıktığı noktada en büyük destekçisi CHP dışındaki sol muhalefet olmuştu. 70’li yılların sonunda solun ve CHP’nin zirveye çıktığı yıllara bakılırsa ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır. O dönem CHP geleneksel cumhuriyet değerleri ile birlikte halk sınıflarının çıkarlarını savunmuş bunları örtüştürmüştü. Türkiye’nin emekçi sınıflarına cumhuriyet değerleri ile birlikte açılmıştı. Yüzde 41 oyla iktidar olduğu sene şuanki yaygın söylemle yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede seçmenlerin yüzde 41’nin oyunu almıştır. Halk, cumhuriyete ve sol değerlere oy vermiştir. O dönem sosyalist sol ve cumhuriyetçi sol geniş emekçi kesimlerinin örgütlenmesinde yan yana yükselmiş ve geniş bir platformun örgütlenmesinde çok ciddi bir başarı kaydetmiştir. Müslümanlıkla sol, sosyalist ve cumhuriyetçi değerlerin çatışmadığının en açık kanıtı 70’li yılların sonlarındaki Türkiye tablosudur.

                                                                           ***
12 Eylül sonrası ortaya çıkan tablo
Tarihsel hatırlatmalarda bulunan Prof. Dr. Boratav, 12 Eylül Darbesi’ne de değindi. Boratav’ın 12 Eylül’den bu yana yaşananlara ilişkin yaptığı değerlendirme ise şöyle: 12 Eylül darbesi bu tablodan korkulduğu için, bu tablo tersine dönsün diye aslında sola sosyalistlere karşı yapılmıştı. Nitekim 1989’da SHP 12 Eylül’e ve Özal programlarına muhalefet ederek birinci parti olduğu zaman bu muhalefetini sürdüremedi. Çünkü kendi solu yok edilmişti, yıkılmıştı. Solu olmayan bir cumhuriyetçilik öksüz kalır.

Can Uğur / BİRGÜN